21 Şub 2011

Ortadoğu’daki isyanlar yoksulluğun kader olmadığını söylüyor

Yıllardır var olanla yetinen, rehavet içinde yaşayan ve bir türlü “gelişmekte olan” ya da “az gelişmiş” ülke halkı statüsünden bir adım daha ileriye gidemeyen Afrika ve Ortadoğu halkları bir bir isyan ediyorlar.

Tunus’ta başlayan halk isyanları Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da dalga dalga yayıldı. Ne oldu da bu halklar yıllar sonra rehaveti bırakıp sokaklara döküldüler? Neydi onları canları pahasına meydanlarda toplayan, yönetimlere ve yıllardır hüküm süren baskıcı iktidarlara baş kaldırtan nedenler?

Tunus, Mısır, Yemen, Cezayir, Lübnan ve Libya gibi ülkelere baktığımızda görünen tablo; yıllardır değişmeyen despot ve katı devletçi iktidarlar, toplumu dışlayan, halka hep tepeden bakan devlet başkanları, biat kültürüne alıştırılmış halklar, kısıtlanan özgürlükler, hapishanelerde binlerce düşünce suçlusu ve anti-demokratik çadır devletleri…

Bu tabloya eklenecek diğer ve de bence en önemli neden; yoksulluk, işsizlik ve gelir dağılımındaki adaletsizlikler…İşte Arap halklarının canına tak dedirten ana nokta bu.

Bu ülkelerde nüfusun yüzde 30’u yoksulluk sınırın altında yaşıyor. İşsizlik oranı ise neredeyse yüzde 40 larda. Üniversite mezunlarının yarısı iş bulamıyor. 82 milyonluk Mısır’da toplumun yüzde 40’ı günde 2 doların altında kazanıyor. 42 yıldır Muammer Kaddafi’nin çadır devleti yönetimindeki Libya’da halkın üçte biri fakir ve bu fakir halk biat zihniyeti ile terbiye ediliyor.

Küresel ekonomik krizden çok fazla etkilenmeyen bu ülkelerde, petrol tarlalarının gelirleri baskıcı iktidarlar ve yandaşları arasında paylaşılıyor, yolsuzluk kurumsallışmış, ekonomik büyümeler sokağa yansımıyor. İstihdam yaratmayan ekonomik büyüme, halkın cebine yansımayan milli gelir artışları tabii ki gelir adaletsizliğini de beraberinde getiriyor. Gücü elinde bulunduran iktidar sahipleri ve yanlarındakiler zenginleşirken halk gitgide yoksullaşmış.

Arap halkı günümüzün vazgeçilmez teknolojisi internet ile tanışmış, dünyayı izliyorlar ve kendileri ile üst tabaka arasındaki korkunç uçurumun farkına varıyorlar…işte rehaveti üstlerinden atmalarının ana nedeni bu. Bence demokrasi talebi ikinci sırada geliyor. Zira insanın karnı açsa düşüneceği ilk şey önce karnını doyurabilmektir. Karnı tok olan insan insanlık onuru için daha kolay mücadele edebilir.

Tunus’ta kendini yakarak isyanları fitilleyen kişi de yoksuldu, açtı. Baskıcı rejimlere direniş bilincinde bile değildi henüz. Bilmiyordu ki yoksulluğunun nedeni yıllardır ekonomik büyümüme sağlıyoruz diye ceplerini dolduran despot iktidarlardı.

İnsanın doğasında vardır, kendini hep bir üstündeki ile kıyaslar. Düşünün ki; bir ülkede nüfusun %20’si toplam gelirin yaklaşık %50 sine sahip. O ülke halkı ki yıllarca sosyal adaletsizliğin ve adil olmayan gelir dağılımının girdabında boğulmuş kalmış. İşte bu çürük sosyal yapı elbet bir gün patlak verecekti!

Sonuçta olan oldu, Arap halkları rehavetten sıyrıldı, biat zihniyetini ayaklarının altına aldı ve kendi dinamizmini farketti. Kitlesel olarak kollektif tavır sergileme cesaretini gösterdi. Değişimin dinamiğinin kendisinde olduğunu fareketti. Bugüne kadar umutları yoktu ancak bugünden sonra yoksulluğun kader olmadığını anladı.

Dünya da gördü ki; artık Ortadoğu ve Afrika’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. İsyan nedir bilmeyen halk toplulukları yok artık. Halk isyan etmeyi biliyor, hakkını aramayı biliyor. Yıllardır süren baskıcı rejimler bir bir çatırdıyor. Özgürlük, iş, aş telepleri için insanlar günlerce meydanlarda yattılar.

Teknolojinin gücünü unutmayalım…İnsanlar sadece devlet otoritesi altında örgütlenmiyorlar, bağımsız örgütlülük teknoloji sayesinde yayılıyor. Bu demektir ki artık daha özgürlükçü, daha demokratik sistemlerin kurulabilmesi için internette bir kıvılcım yeterli olabiliyor.

“Oryantalizmin sonu geldi” diyebilmek için henüz erken. İsyanların sonucunda oluşan yeni yapılanmaların sadece bir makyaj yenileme mi yoksa kesin bir değişim mi getireceği henüz net değil, bunu zaman gösterecek. Ancak görününen o dur ki bundan böyle batı dünyası artık “doğulu toplumlar” olarak küçümseyici bir nitelendirme yaparken bir kez daha düşünmek zorunda kalacaklar.

Birey odaklı yönetimler er ya da geç devlet merkezli iktidarların yerini alacaktır.

Yeter ki birey kendisine her dayatılanı kader olarak görmesin!