23 Kas 2009

Türkiye’nin doğusu nasıl kalkınır?



Doğunun ekonomik sorunlarına yüzeysel yaklaşarak, demokratik ve sosyal kriterlerle birlikte ekonomik kriterleri de eşit ağırlıkta belirlemeden ve bu ana kriterler için samimi ve gerçekçi adımlar atmadan yapılacak toplumsal iyileştirme çabaları, en az terör kadar bu sürece zarar verecektir… yapılan tüm bu açılım çalışmalarının sadece iktidarda kalabilme yarışının bir senaryosu olduğunu düşünderecektir.


Problemi salt bir Kürt sorunu olarak görmek, atılacak adımların da yanlış yöne gitmesine sebep olur. Türkiye’nın doğusu ve batısı, ekonomi politikaları anlamında yüzyıldır farklı düzlemde ele alınmış, Türkiye'nin genel ekonomik bütünlüğü içinde değerlendirilmemiştir. Bunun tarihsel ve sosyolojik nedenlerine hiç girmeden, dış dünya boyutuna hiç değinmeden, sadece uygulanan ekonomi politikaları olarak değerlendirdiğimiz zaman bile bir ülkenin eşit olarak kalkınamayan iki bölümünden söz etmek yeterli olacaktır.

Elbette dünyanın pek çok ükesinde, farklı kalkınan iki ayrı bölge bulabilirsiniz. Örneğin İtalya, Almanya, hatta Amerika gibi. Doğusu ve batısı, kuzeyi ve güneyi aynı oranda kalkınamayan bu tip örnekler çoktur. Ancak Türkiye örneğinde iklimsel, çevre v.b etmenlerden çok uygulanan yanlış ekonomik politikalar, doğu ve batıyı eşitsiz kalkınmışlık boyutuna getirmiştir…Medeni ve domokratik ülkeler bu sorunu zaman içinde çözebilmişlerdir ancak feodal yapının halen ağırlıkla var olduğu, sosyolojik problemlerin ve yoksulluğun had safhada olduğu bizim gibi ülkelerde bu ekonomik farklılıkları tolere edebilmek, maalesef mümkün olamamaktadır... sonuç, 25 yıldır dindirilemeyen terör tablosu olarak karşımıza dikilmektedir.

Şimdiye kadar, doğunun kalkınması adı altında sunulan şaşalı politikaların tamamı, seçim öncesi ağızlara çalınan bir parmak bal olarak kalmış ve ne yazık ki bu bal bölgede yaşanan terör belasına ve kimlik tartışmalarına engel olmaya yetmemiştir. Zira sahiplenilmeyen insan, hangi kimlikte olursa olsun, kendini kandıran zihniyete bir, iki, üç kere kanar, dördüncü keresinde kandırılmışlığının hesabını sorar. Doğu bölgemizde de yılların hesabı böylelikle birikmiştir!

Öncelikle bölgedeki terör için heba olan 300 milyar dolarla neler yapılabilirdi, bir bakalım? Örneğin;


- Bir tanesi bile doğunun tarımsal alanlarının yüzde 50 sinin sulanmasına yetecek ya da Türkiye’nin tüm barajlarından elde edeceği elektrik enerjisinin % 20 sinin üretilmesine yetecek bir projeden, yani GAP’tan 10 tane yapılabilirdi. Bugün GAP’ın bitirilebilmesi için daha 16 milyar dolara ihtiyaç var…düşünün!

- Ankara-İstanbul otoyolu gibi, viyadüklü, köprülü, tünelli (en lüksünün kilometre maliyeti 20 milyon dolar) binlerce kilometre otoyol yapılır, ulaştırma alt yapısı mükemmel olabilirdi

- Binlerce hastane, yüzbinlerce okul inşa edilebilirdi

- Bir işsize, iş olanağı yaratılabilmesi için minimum 100 bin dolarlık yatırım yapılması gerekiyor…300 milyar dolarla en az 3 milyon işsize iş imkanı doğardı ( bugün tüm Türkiye’nin resmi işsiz sayısı 4 milyon)

- Sadece doğuya değil, Tüm Türkiye dünyanın turizm cenneti haline gelirdi (Dubai’de çölden yeni bir dünya yaratıldı)…düşünün lütfen iş olanaklarını!

Terör için harcanan parayla, ekonominin her dalında yapılabilecekleri, düşün gücünüze bıraktıktan sonra gelelim asıl konumuza…

Peki, bundan sonra neler yapılabilir, Türkiye'nin doğusu ekonomik açıdan nasıl kalkınır? Açılımın ekonomik kriterleri ne olmaldır? Önerilerimizi sıralayalım;

- GAP Projesinin acilen tamamlanması ve tarımsal alanların suya kavuşturulması

- Toprak reformu ile köylüye ekebileceği ve sahipleneceği toprağın dağıtımı (60 yıldır yapılacak), köyün ve toprak işlemenin cazip hale getirilerek kente göçün önüne geçilmesi, tarım ağırlıklı ekonomik modellerin uygulanması

- Tek ortak payda, ulaştırma alt yapısının güçlendirilmesi

- Tüm bölge olarak değil, yöre ve il bazında ekonomik kalkınma planlarının hazırlanması, gelişmişlik derecesine göre aciliyetlerin belirlenmesi

- Etin ve sütün işlenebileceği entegre tesislerin yatırımlarını özendirmek (kamu veya özel sektör aracılığı ile), hayvan besiciliğini geliştirmek, et ve süt ürünleri için pazarlama çalışmaları yapmak

- Doğal, bozulmamış toprak yapısı nedeniyle organik tarıma çok müsait olan bu bölgede, organik tarım konusunda bilinçlendirme ve destekleme çalışmaları

- Başta Van olmak üzere, Mardin, Şanlı Urfa gibi illerde turizm alanları açmak, turizm yatırımları için iç ve dış tüm yatırımcılarla birlikte bölgede turizm seferbirliği ilan etmek, Van Gölü ve çevresinin “kumar turizmi” açısından da çok uygun olabileceğini değerlendirmek, uzun kış mevsimi ve kar yağışının çokluğu nedeniyle kayak merkezi yatırımlarına öncelik vermek, yine Van Gölü için spor turizmine eğilmek

- Tekstil sektörünün de bu bölgede rahatlıkla gelişebileceğini düşünüyorum

- Batıya kaçmış demeyelim, göç etmiş sanayici ve iş adamlarının bölgesine dönmesini teşvik etmek ve nihayetinde özel sektörün, patronlar dünyasının hani o çok üstünde durdukları ve savundukları vatanın bölünmez bütünlüğü ilkesi gereği, vatanın sadece batıdan ibaret olmadığına dair inançlarını ispat etmeleri için, “ellerini Doğu’nun taşının altına koymaları” dır.

Doğu’nun ekonomik kalkınması için sizler de fikir üretebilirsiniz.

Doğu’da işsizliğin ve yoksulluğun önüne geçilemez ise, istediğiniz kadar insanlara kimliklerini iade edin, boşa çabadır…

Yineliyorum; Sebeplerin en önemlisini yani “ekonomik açılımı” ön plana almadan yapılacak bir “demokratik açılımın” özde değil sözde kalması kuvvetle muhtemelidir.

Maalesef, aç karınları demokrasi doyuramıyor!

Altın rekora koşuyor, dolardan kaçan altına yöneliyor

Altın dünyayı parmağında oynatmaya devam ediyor. Her dönemin en cazip madeni, dünya para sistemindeki güvenin son unsuru altının fiyatı hızla yükseliyor.

Altın, yüzyıllarca “para” olarak, devletlerin, insanların zenginliğini ve gücünü belirlemiş, daha çok altına sahip olabilme tutkusu ile insanlar Alaska’da bile altın aramışlar. Amerika, Güney Afrika, kısa zamanda daha çok altına sahip olmak isteyen maceracıların altın arama hikayeleri ile ünlenmiş. O devirlerde, ne kadar çok altının varsa, o kadar çok para, o kadar çok zenginlik ve güç demekmiş. 20. yüzyılın başlarında ise altın artık “para” olmaktan çıktı, bir “değer” haline geldi. Ülkelerin paralarının değeri altın rezervlerine endekslendi.

2.Dünya Savaşı sonrası, 1944 yılında imzalan Bretton Woods Anlaşması ile uluslararası para değiş tokuşu yeniden düzenlenerek parasını altına dönüştürülebilir yapmayı kabul eden her ülkenin parasının değeri dolara göre saptanmış ve dolar, altın ile dönüştürülebilirliğini koruyan tek ulusal para olmuştu. Anlaşma ile 1 ons altın = 35 dolar ya da 1 dolar 0,88867 gr. altın olarak belirlenmiş ve ABD dış talep olduğunda doları bu parite üzerinden altına çevirmeyi kabul etmiştir. 1971 yılında ise bu sistemin geçerliliği kalkmış, altın tüm dünyada çok hareketlenip , Amerika’nın dış borçlar dengesi alarm verince doların altına dönüştürülebilirliğine son verilmiştir. Bu sistemin yerine Özel Çekme Hakları (Special Drawing Rights – SDR) sistemi yürürlüğe girmiştir. IMF tarafından uygulanmaya koyulan bu sistemle, kuruluş uluslararası bir merkez bankası gibi düşünülmüş ve SDR, hem bir uluslararası para birimi hem de bir kredi türü olmuştur. Ancak bu durumda da farklı ülkelerin paraları altın karşısında değer kaybetmeye başlamış, SDR'nin değeri iyice yükselmiştir. 1974 yılından itibaren SDR'nin altınla ilişkisi tamamen kesilerek "sepet tekniği" adı verilen yeni bir değerlendirme şekli geliştirilmiş, 1981 yılından itibaren de SDR'nin yapısı basitleştirilerek ve değeri ABD Doları, Japon Yeni, Batı Alman Markı , İngiliz Sterlini ve Fransız Frankı'ndan oluşan beşli bir sepete bağlanmıştır.

Şimdilerde, bazı iktisatçılar bu sistemin de değişime ihtiyacı olduğunu ve bu ekonomik kriz aşamasında yeni bir “para değeri” sistemi geliştirilmesi gerektiğini tartışıyorlar…altın yine gündeme çıkıyor. Çünkü “para”, çok hareketli ve spekülasonlara karşı çok duyarlı. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde, paralarının heba olmaması için ülkeler, karşılığında altın rezervlerini artırma eğilimine girdiler…tıpkı ailelerin de altın alıp evlerinde kara günler için saklamaları gibi.

Finansal yatırımcılar için de belirsizlik dönemlerinin en güvenli sığınağı hep altın oldu. Ayrıca altın, tek başına herhangi bir politika veya siyasi baskı ile değerine müdahale edilebilecek bir durumda değil. Paranın arkasında sadece parayı basan ülkenin güvencesi varken altının başka hiçbir ülke, kurum ya da kişinin bir yükümlülüğüne ihtiyacı yok...altın, tek başına bir değer ve değeri tamamen piyasada belirleniyor.

Altın fiyatları son günlerde yine yükselişe geçti. Bu yılın başından itibaren altın fiyatındaki artış oranı yüzde 25 ‘i buldu ve neredeyse tüm zamanların en yüksek değerine gelerek ons fiyatı 1110 Dolara dayandı.

Altın fiyatlarındaki bu ani yükseliş, ekonomik kriz dönemlerinde mali piyasalara karşı oluşan güvensizlik sonucu altına yönelişin bir etkisi midir? Her ne kadar yeşil filizlerin kendini göstermeye başladığı uzmanlar tarafından belirtilse de bazı iktisatçılar da yeni bir balonun patlayacağı endişesini halen taşımaktalar. Krizin nihayeti bir türlü görülemiyor.

Geçtiğimiz hafta dolardan kaçma çabasındaki Hindistan’ın IMF'den 200 ton altın satın alması, Çin’in altın alıp almayacağı konusundaki belirsizlikler de altın fiyatlarının artmasına sebep oldu. Eğer Çin de altın rezervlerini güçlendirmek isterse, altının ons fiyatının şu anda dayandığı 1100 dolar sınırından , 1500 dolara kadar çıkabileceği de ileri sürülüyor. Bireysel altın taleplerinin artışı ve yatırımcıların dolar değerindeki gerileme ile uğrayacağı zararları telafi edebilmek için altına yönelmesi de altın fiyatlarının yükselişinde etkili oluyor.

İstanbul Altın Borsası Başkanı Osman Saraç’ın, altında büyük dalgalanmalar olması halinde yaşanacaklar için ilginç bir görüşü var; "Dünya para sistemindeki güvenin son unsuru, dayandığı son duvar, altın. O duvar da yıkılırsa dünyada para ortadan kalkar. Barter sistemi gelir, insanlık 2 bin yıl öncesine döner."

Toplum mühendisleri devletin de dibini çıkardılar

1930 lardan beri dayatılan resmi ideloji, kendi dibini de çıkardı…vesayetçi asker-bürokratik devlet sisteminin dibi çıktı. Bugünün Türkiyesi’nde gelinen son nokta budur…

Toplum mühendisleri, topluma resmi devlet ideolojisini empose edebilmek, toplumun kendi iradesi dışında yönlendirebilmek için öyle bir çimento kardılar, öyle bir bina inşa ettiler ki, şimdi dibi sallanan, çivileri her bir yana dağılmış ucubet bir bina, eğreti ve içinde yaşaması tehlike arzeder bir halde orta yerde duruyor.

Binanın içinde yaşayan toplum da korku ve güvensizlik içinde, mutsuz ve umutsuzluktan birbirlerine düşman halde ve bir diğerinden nefret ederek yaşamlarına devam ediyor. Halbuki suç; içinde yaşayanlarında değil, binayı bu hale getiren toplum mühendislerinde!

Toplum mühendisleri sadece toplumu birbirine düşürmekle kalmadılar, devletin de dibini çıkardılar!

Bu, kendini her an toplumu yönlendirmeyi görev bilmiş toplum mühendisleri şimdi birbirleri ile iktidar savaşına girdiler…Eğreti bir binanın sahipliliği savaşı bu!...ne kadar akılcı değil mi? Ben kimim ki toplumu kendi değerlerimde birleştireceğim diyen yok, aslında bu beceriksiz toplum mühendislerinin toplumdan haberleri bile yok.

Can Dündar, bugün Milliyet gazetesindeki köşesinde, devletin dibinin çıktığından söz etmiş.(Can Dündar - "Al sana açık toplum!" - Milliyet 17.11.2009)
Diyorki “Neredeyse pornografik bir teşhir kampanyasıyla karşı karşıyayız. Dip neresiyse oraya yaklaşmışa benziyoruz. Sevinilecek bir gelişme sayılabilir, ancak unutulmamalı ki, bizim “saçılım”, bir demokratikleşme hamlesinin neticesi olarak değil, bir “iktidar savaşı”nın uzantısı olarak geldi gündeme...O yüzden de savaşın taraflarının aralarında uzlaşıp tırnaklarını içeri çekme ihtimali her zaman var. Oysa o tırnakların içeri çekilmesi değil, derhal kesilmesi gerekiyor. Yani ateşkese değil, silah bırakmaya ihtiyaç var…Devletin dibi çıktı.İrin ortalığa aktı.Temizlemezsek pislik içinde yaşar gideriz”.

Öyle ya, devlet kurumlarının iktdarda güç kazanma ve toplumu yönlendirme hamlelerini bir bir izliyoruz. Biri açılım derken, diğeri hemen başka bir arguman buluyor, örneğin “telekulak” diyor. Biri “Ama Albay da bak böyle yapmış” diyor, diğeri “sen şu kişiler de bak diyip andıçlıyor”. “Siyasete bulaşma artık” denildiğinde “sen yargıya bak” dercesine bir diğer hamle geliyor. Her gün yeni bir ihbar mektubu ortaya çıkıyor…

Devletin kurumları birbirini deşifre ediyor, hani derler ya ortalık “pazar yeri” gibi, devletin kurumları karmançor. Bina sallanıyor, içindekiler de sadece seyrediyorlar!

Toplum mühendisliği artık iflas etti, ama 1930 lardan beri değişmeyen zihniyet sahipleri, toplum mühendisliğinin iflas ettiğinin farkında bile değiller. Öyle bir aymazlık ki bu; tüm toplum değişirken, bu toplum mühendisleri hala kendi güç ve ayrıcalıklı konumlarını korumak adına dibi çıkmış bir bina için “senin, benim kavgası” na devam ediyorlar.

Bu bina artık sallanıyor…çivileri her bir yere dağılmış, üstüne basan toplumun ayağına batar hale geldi. Suç önce kendimizde, dışarılara bakmaya ne gerek var. Kabahati dışarıdan önce kendimizde arayalım. Değişen dünya koşullarına, kuramlarına ayak uyduramayan, askeri ve bürokratik devlet kurumlarının bugüne kadar yaptığı toplum mühendisliği bu topluma en büyük zararı vermiştir.

Bu pislik içinde yaşamaya devam mı edelim?

Türkiye, bu kifayetsiz ve bir o kadar da ceberrut toplum mühendislerinin elinde heba mı olsun?

Karar sizin!

16 Kas 2009

Cat Stevens (Yusuf İslam), 33 yıl sonra yeniden sahnede

O’nu "Lady D'Arbanville”, “Morning has broken”, “Wild World”, “Father and Son” şarkıları ile sevdik. O’nun, akustik gitarının eşliğindeki kadife sesine hayran olduk…hatta aşık olduk.

Taze gençliğini, 1970 li yılların başında yaşamış olup da, Cat Stevens dinlemeyen, etkilenmeyen, hayalden hayale sürüklenmeyen var mıdır? Bir kadına söylenebilecek en güzel, en hisli şarkıyı, "Lady D'Arbanville” i dinlerken, o gizemli kadın yerinde olmayı kimbilir kaç genç kız düşlemiştir.

Ya da tüm gece uyumayıp, sabah karşı “Morning has broken” ile kim bilir kaç kez güneşin doğuşuna şahit olmuşuzdur, o güneş o gün bam başka doğmuştur. Şarkının, İsa’nın doğduğu sabahı anlattığını çok sonraları öğrenmiştim ama din engel değildi ki o gitar ve piyano eşliğindeki doyumsuz tadı almaya, o nağmelerle günü güzel yapmaya. Cat Stevens, o şarkıyı okurken daha sonra Müslüman olacağını hiç aklına getirmiş miydi?

Din, engel miydi bir şarkıyı söylemek? Veya dinlemek, duygulanmak için?

Cat Stevens,1977‘de Müslümanlığı seçtiğinde dünyada kendini “laik” olarak nitelendiren bir kesim ayağa kalktı, ismini Yusuf İslam yaptı, ‘kendini dine ve dini eğitime adadı, artık ilahiler okuyor ‘ diye, neredeyse Usama Bin Ladin gibi görülmeye, terörist muamelesi görmeye başladı. Amerika’ya girişi bile yasaklandı. Öylesine bir baskı kuruldu ki; 11 Eylül olayından sonra tekrar Cat Stevens ismini kullanmak zorunda kaldı.

Benim için ise, hiç farketmedi…Ha Cat Stevens, Ha Yusuf İslam! O benim için hep “Lady D'Arbanville” di, “Morning has broken” dı. Halen de öyle, halen aynı sevgi ve tutkuyla dinliyorum. Sanatçı olabilmek de bu değil midir?... 40 yıl sonra bile aynı tadı, aynı doyumu verir…O’nu dinler dinler yine de doyamazsınız. Tıpkı ilk gençlikteki gibi.

Can Dündar, Cat Stevens ile Müslüman olduktan sonra Londra’da yaptığı bir söyleşisinde ona hiç eski plaklarını, şarkılarını ya da gitarını özleyip özlemediğini sormuş; Cat Stevens is "Hayır" dememiş, "Pek özlemiyorum" demiş. Zaten Müslüman olduktan sonra ilahilerle uğraştı ancak gitarı yeniden eline alması için aradan baya uzunca bir zaman geçmesi gerekti. Ancak gerçek hayranları, Yusuf İslam olunca da onun eski şarkılarını dinlemeyi sürdürdü…her ne kadar Yusuf İslam, zaman zaman Cat Stevens hayranlarına garipseyerek baksa bile.

İnsanın kendini bulması, kendine saygı duyabilmesi için bazı arayışlarda bulunduğu dönemleri vardır, bir tutkunun bir izin peşinden sorgusuz sualsiz gidersiniz. Bunca duygu yüklü şarkıları yapabilmek ve dünyada müziğin artık dev bir endüstriye dönüştüğü bir dönemde, bu dünyadan kaçmak, dişlilerin arasından çıkmak, kurtulmak için, Cat Stevens da ilahi bir tutkunun peşinden gitti ve ona tutundu…ben buna saygı duyuyorum. Ama müzik adamının müzikten kopması elbette düşünülemezdi. Ünlü bir pop yıldızıyken 27 yaşında bunalıma girip. Kur'an'la tanışmasını ve "Bana huzur veren tek şey" dediği İslamiyet'i seçerek farklı bir hayata kapılarını açmasını hiç bir zaman yadırgamadım. Hatta şu sözlerini çok doğru bulduğumu da ifade etmek istiyorum… “ Kur’an’ı okumadan önce Müslümanları tanımış olsaydım, Müslüman olmazdım” !

İşte şimdi yeniden Cat Stevens…benim için ön sıfatsız bir Cat Stevens. Uzunca bir süreden sonra İngiltere’de yeniden sahnelere çıkacak, yeniden turne yapacak ve yeniden Wild World, Father and Son, Lady D'Arbanville gibi efsanevi şarkılarını seslendirecek. Cat Stevens, gitarını eline alacak ve yeniden o doyumsuz şarkılarını hayranlarına okuyacak, Moonshadow (Ay Gölgesi) adlı müzikalde de rol alacak. Cat Stevens, en son 1976 yılında turneye çıkmış. 15 Kasım'da başlayacak yeni turnede Dublin, Birmingham, Liverpool ve Londra'da konserler verecek.

Din, müziğe engel değil ki…keşke Türkiye’ye de gelse. Barışın ve de müziğin dili, dini, ırkı olur mu?... Evrenseldir.
Cat Stevens da, Yusuf İslam da evrenseldir. Şarkılarıdır onu evrensel yapan!

İşte 33 yıldan sonra yeniden sahnelerde!



Can Dündar'ın, Yusuf İslam'la söyleşisi - 2004

Cat Stevens'in hayatı

12 Kas 2009

Turkuazoo; Dev akvaryum İstanbul’a yakıştı

Heyecan dolu muhteşem bir deneyim; Dev akvaryumların arasında, suyla kaplı bir tünelin içinde, okyanusların en gözalıcı ve en heyecan verici canlılarının arasında dolaşıyor olmak, onlarla birlikte yüzüyormuş hissine kapılmak…suların derinliğine kendinizi kaptırarak deniz dibine has cıngılların eşliğinde bu dünyadan kopmak, suyun dünyasına geçmek…su ve canlıları ile bütünleşmek!

Gerçekten çok heyecan verici…ben bunu gördüm ve yaşadım. Bahama Adaları’nın, Nassau şehrindeki muhteşem Paradise Island (Cennet Adası) bölgesinde yine aynı muhteşemlikte bir otel vardır..."Paradise Atlantis Hotel". Bu otelde beni etkileyen ve anımda yer etmesini sağlayan üç şey; Denizi içine alacak şekilde tasarlanmış ve inşa edilmiş olan otelin mermerleri Afyon şehrimizden ve Afyon’dan giden mermer işçileri imzalı. Bir diğer etkilendiğim özelliği, resmen olmasa da Michael Jackson’un bu otelin gizli sahibi olduğu söylentisi ve nihayet “Atlantis Aquarium”…otelin devasa alanı içerisinde yer alan “dev akvaryum”. Bu öyle bir akvaryum ki; Karayiblerin tam da ortasında, ekzotik bir su altı dünyası sizi kucaklıyor ve hatta her yanınızı kuşatıyor. Kafanızın kaldırıp baktığınızda, sağınızda, solunuzda, yürüdüğünüz platormlar ve su altı tünellerinde, deniz canlılarının tüm örnekleri var…sanki elinizi atsanız bir vatosa değecek veya rengarenk bir diğer balık sürüsüne dokunacak veya 18 m uzunluğundaki dev balina köpekbalığı sizi yutacak gibi…adrenalin dorukta ama bir o kadar da muhteşem bir görüntü ve his…sanki siz de onlar gibi su’ya ait bir canlısınız! O günden beri, dev akvaryumlar hep ilgimi çekti. Barcelona’dakini de gördüm, Brüksel’de yine bir otelin içine konumlanmış olanını da…her gittiğim yerde eğer orada bir su dünyası ve akvaryum varsa mutlaka görmeye gittim.

Japonya Osaka’daki ve daha sonra inşa edilen ABD Atlanta’daki Georgia Akvaryumu, sanırım dünyadakilerin en büyükleri. Onları görme olanağı bulamadım ama dev akvaryumların yapım teknolojileri genelde birbirinin aynı. Bu dev akvaryumlar taşıdığı su kütlesinin büyüklüğü ve içindeki deniz veya tatlı su canlılarının çeşitliliği ile derecelendiriliyor ve sansasyon yaratabiliyor. 30 milyon litreden fazla su alan Georgia Akvaryumu’nda 125 bin civarında balık ve deniz canlısı varmış. Yunuslar, dev yengeçler, vatoslari kaplumbağalar ve köpek balıkları, özellikle balina köpek balıkları ise dev akvaryumların vazgeçilmez canlıları. Mercanlar, denizanaları, yosunlar, deniz dibi yaratıkları...Tabi ki tüm bunların sunuluş biçimleri de önemli. Su altı canlıları ile bir arada dolaşıyorsunuz ama güvende olduğunuzu da biliyorsunuz .

Dev akvaryumlar “metakrilat” denilen camdan daha saydam ve daha sağlam aynı zamanda daha pahalı bir maddeden yapılıyormuş. Akrilik de deniyor. Bu madde sayesinde çok büyük boyutlarda düz ya da bombeli yüzeyler elde edebiliyor ve iki plaka arasındaki kaynama noktası hemen hemen hiç görünmüyor, dolayısıyla da izleyicilerin bakış açısını rahatsız etmiyor.

Bu akvaryumlar, evet kar amacı güdüyor ve baya pahalı yatırımlar ancak hepsinde de çevrenin korunması gerektiği vurgulanıyor. Bunun için de akvaryumlarda görseller düzenleniyor, çevreci mesajlar veriliyor. Özellikle çocuklara yönelik eğitim programları ve turları düzenleniyor. Psikologlar bu dev akvaryumların sadece çocuklara değil, büyüklere de son derece yararlı olduğunu belirtiyorlar.

Dev akvaryumların bir örneği de İstanbul’da açıldı…Turkuazoo. Türkiye’de bir ilk !

Bu dev akvaryumla ilgili internetteki haberlerden edindiğim bilgiyi aktarmak istiyorum, çünkü henüz görmedim ; Turkuazoo toplam 23 akvaryumdan oluşuyor, hem tatlı su hem de deniz suyu bölümleri var. Toplam 3 kat üzerine, 8000 metrekare alana yayılmış. Dev akvaryumda, tatlı su, tuzlu su, okyanus balıkları ve tropikal balıkların yanı sıra beş farklı köpekbalığı türü ve nesli tükenen orfoz da yer alıyor. Turkuazoo'nun içinde yer alan akrilik su tünelleriyle balıklar "onlarla birlikte yüzüyormuşçasına" 270 derece açıdan izlenebiliyor. Çocuklara ayrılmış olan bölümde eğitim programları da düşünülmüş, sualtı eğitimlerinden, çevre korumaya kadar pek çok alanda bilgi veren programların sonunda çocuklara birer sertifika veriliyor. Turkuazoo ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için web sitesini inceleyebilirsiniz. TURKUAZOO

Dev akvaryum projesi, Türkiye ve İstanbul için gerçekten ileri düzeyde ve beklenen bir proje idi. Dünyanın artık pek çok yerinde su altı dünyasını yaşatan dev akvaryumlar kuruluyor, sadece akvaryumla kalmayıp çevresine de bir su dünyası inşa ediliyor. Aqua parklar, dev dalga havuzları, yapay tropik adalarla dev su kompleksleri oluşturuluyor. Dünyada çok farklı eğlence anlayışları ve kültürleri var. Türkiyemiz’de de olmalı. Geç bile kalındı.

Turkuazoo, İstanbul’a yakışmış.

Cumhuriyetimizin demokrasisi 86 yıldır eksik

Bir türlü demokratikleşemeyen Cumhuriyetimizin kuruluşunun 86.yılını kutluyoruz.

En yalın tanımı ile Cumhuriyet; " doğrudan ya da seçtiği temsilciler aracılığıyla halkın, egemenliği elinde tuttuğu yönetim biçimi" dir. Ancak geçen 86 yıl göstermiştir ki; demokrasinin doğru işlemediği ve de yeterli olmadığı bir sistemde halkın egemenliği de fazlaca bir anlam ifade etmemektedir. Cumhuriyet ile demokrasi aynı şey değildir. Demokrasi, cumhuriyetin baskın ilkesidir.

1923 ten 1945‘e kadar, cumhuriyetin demokrasi ilkesinin geçerli olmadığını görüyoruz. Cumhuriyet Halk Fırkası dışında başka bir parti yoktu ve çoğulcu bir demokrasi söz konusu değildi. Tek parti ve tek adam iktidarı ile otoriter bir cumhuriyet dönemi yaşanmış, devletin ve iktidarın niteliği, Cumhuriyetin Kurucusu Mustafa Kemal’in asker şahsiyeti ile bütünleşmiştir. Bu bütünleşme ve devletin asker niteliği günümüze kadar da kısmen değişerek özünü korumuştur. “Askeri vesayet sistemi” derken de bu ifade edilmektedir.

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren 24 yıl, ülkeyi tek parti olarak yöneten Cumhuriyet Halk Fırkası (sonraki adı Cumhuriyet Halk Partisi) ‘nın da altı oklu sembolle ifade edilen ilkeleri içinde “demokrasi” yoktur. (CHP’nin ilkeleri – cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, inkılapçılık). Teoride demokratik ancak pratikte demokratik olmayan bir devlet yapısı ve iktidarı ile halkın devleti denetleme mekanizması haliyle işlerliğe kavuşmamıştır. Devlet halk için var olması ve halkın hizmetinde olması gerekirken tam tersi halkın üzerinde, ordusu, siyasileri ve bürokratlarından oluşan seçkin ve elitlerden kurulu, ceberrut devlet modelinde kalmıştır. 1923 te kurulan Cumhuriyet, çok partili döneme geçiş ve seçimlere rağmen fazlaca değişmeden, 3 askeri darbe ve muhtıralarla kesintiye uğrayarak ve darbeler ürünü anayasaları ile “demokrasisi eksik” bir cumhuriyet olarak günümüze kadar gelmiştir.

Demokrasiden yana zayıf ama baskı ve dayatmacılıktan yana güçlü, askeri yanı ağır basan devlet yapısı ve darbe ürünü bir anayasa ile gelinen Cumhuriyetin 86. yılında halen insan hak ve özgürlüklerinin tesis edilememesi, korunamaması, silahlandırılmış bürokrasinin sivil denetime tabi tutulamaması gibi problemler ve bunların doğurduğu olumsuz sonuçlarla uğraşmaktayız (Ergenekon, irtica ile mücadele eylem planı, Kürt sorunu, yolsuzluklar v.b). “Seçkin ve yerleşik güçler” in, seçilmiş temsilcileri baskı ve tehditlerle yıldırarak iş yapamaz hale getirebildiklerine şahit olmaktayız.

Bu “oligarşik cumhuriyet” anlayışının en önemli ayaklarından birisi de siyasi partilerdir. Oligarşik bir düzende örgütlenmişlerdir ve halkın tercih ve taleplerine göre değil “seçkin ve yerleşik gücün” istekleri doğrultusunda hareket etmektedirler.

Cumhuriyetin 86.yılında halen en önemli problemlerimizden biri de devletin ekonomiye müdahalesinin azami düzeyde devam ediyor oluşudur. Devletin ekonomik egemenliği, devletin yasak koyuculuğunu da pekiştirmektedir. Bu durumda devletin küçülmesi, vergi veren halkın verdiği verginin akibetini araştırması ve yanlış uygulamalara engel olabilmesi de olanaksız hale gelmektedir.

Kronik probemlerimiz olan; işsizlik, gelir dağılımı arasında uçurum, giderek yoksullaşan geniş halk kesimleri, açlık sınırında hayata tutunmaya çalışanlar, eğitim kalitesi, sağlık ve sosyal güvenlikteki ciddi yetersizlikler, demokratik hak ve özgürlükler, insan hakları ve en kötüsü toplumsal barıştan gitgide uzaklaşma, tarihin hiçbir dönemimde görülmemiş boyutda Türk-Kürt kutuplaşması, terör belası, çeteleşme ve derin devlet yapılanması, dış güçlere bağımlılık gibi pekçok sorunla Cumhuriyetin 86. yılını karşılıyoruz.

Türkiye’nin bu kronik problemleri çözmesinin yolu güçlü bir demokrasi ve değişimden geçiyor.

Devlet küçülmeli, ekonomik egemenliğini bireylere paylaştırmalı, demokrasi, insan hak ve özgürlükleri için gereken ciddi adımlar cesaretle atılmalı, devlet ceberrut değil halkının hizmetinde, halkı için var olduğunu bizlere inandırmalıdır.

Ordu siyasetten elini çekmeli ki böylelikle daha az yıpranacak ve gerektiği gibi saygınlığını koruyabilecektir, sistem üzerindeki askeri gölgeyi silmelidir. Ordunun "hukuka üstünlüğü" yoktur, bunun artık kabullenilmesi gerekiyor.

Demokrasinin olmazsa olmazı, hukukun üstünlüğünü herkes kabul etmeli, hukuku bağımsız kılmak devletin asli görevi olmalı ve bireyler de hukukun üstünlüğüne mutlaka inanmalıdır.

Ve nihayet; Cumhuriyetin 86. yılına girerken, demokratik, vatandaşlık haklarının kimliklere ve ideolojilere göre ayrıştırılmadığı, devletle bireyin barışık olduğu tertemiz, sivil bir anayasa elzemdir.

Ve TÜRKİYE; tüm bu değişimleri sağlayabilecek kadar güçlüdür. Yeter ki; aramıza kin ve nefreti sokmayalım, bir diğerimize sevgi ve saygıyı çok görmeyelim. Biz başarabiliriz.

Cumhuriyet, Cumhurundur…kutlu olsun.