30 Ara 2010

Frida Kahlo ve sevmekten vazgeçiş

Resim sanatına çok özel bir ilgim yok, koşa koşa müzelere giden birisi de değilim, çok ünlü bazılarının haricinde. Resme baktığımda, öyle ressamın hangi duygularla, hangi ruh haliyle figürleri çizdiğini, renklerin ne ifade ettiğini anlamam, tablonun karşısında bir saat oturup, sanatçı ile de bir türlü bütünleşemem…hani derler ya "resim sanki beni içine alıyor”, hiç öyle bir his duymadım. Resimden hiç anlamadım gitti velhasıl…çöp adamı bile zor çizerim, bir yeteneksizlik var bu konuda.

Lakin; Şu satırları buldum, tesadüfen, internette…altında “Frida Kahlo” yazıyordu.

“Sevmekten Ne Zaman Vazgeçtim… Kötü günümde yanımda olmadığın zaman vazgeçtim. Canın sıkıldığında benimle paylaşmadığını, kırılacak veya tedirgin olacak olsam bile düşüncelerini açıkça söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim. Bana yalan söylediğini anladığım zaman vazgeçtim. Gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hala söylemediğin şeyler olduğunu hissettiğimde vazgeçtim. Her sabah benimle uyanmak istemediğini, geleceğimizin hiçbir yere gitmediğini anladığım zaman vazgeçtim. Düşüncelerime ve değerlerime değer vermediğin için vazgeçtim. Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim. Sadece kendi mutluluğunu ve geleceğini düşünerek beni hiçe saydığın için vazgeçtim. Tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden "sen" olduğun için vazgeçtim. Bencil olduğun için vazgeçtim. Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgecmem için yeterli değildi, çünkü sevgim yüceydi.Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım. Bu yüzden ben de senden vazgeçtim.”

Frida Kahlo’nun ünlü ve yaşarken sanatı ile ünlenebilen nadir ressamlardan olduğunu, Selma Hayek’in oynadığı bir sinema filmi ile öğrenmiştim. Bir de işin magazinel yönü olarak, Madonna’nın bir Frida Kahlo hayranı olduğunu ve tablolarının çoğunun Madonna’nın koleksiyonunda bulunduğunu duymuştum.

Ancak; Frida Kahlo, beni, resimleri ile değil “Sevmekten Ne Zaman Vazgeçtim” sorusu ve yanıtları ile kendine çekti…ne tuhaf, bu kadar ünlü bir ressamın resimleri ile değil de sözcükleri ile beni etkilemesi, bütünleştirmesi...

Deflarca boşanıp yeniden evlendiği, yine çok ünlü bir ressam olan kocası Diego’ya yazmış bu dizeleri. Öyle tutkulu bir aşkla sevmiş ki; “Başlangıç Diego, Yapıcı Diego, Çocuğum Diego, Ressam Diego, Babam Diego, Oğlum Diego, Sevgilim Diego, Kocam Diego, Dostum Diego, Anam Diego, Ben Diego, Evren Diego” diyerek tanımlıyor O’nu…

Fırtınalı bir evlilikleri olmuş ancak acılar ve fırtınalar asıl Frida’nın kendisinde …

Frida, altı yaşındayken çocuk felci geçirmiş, bir bacağı özürlü kalmış, kendisine "Tahta Bacak Frida" denilmiş. Daha sonra 19 yaşında okuldan eve dönerken bindiği otobüsün tramvayla çarpışması sonucu çok kişinin öldüğü kazada, trenin demir çubuklarından birisi Frida’nın sol kalçasından girip leğen kemiğinden çıkmış. Kazadan sonra hayatı korseler, hastaneler ve doktorlar arasında geçmiş, omurgası ve sağ bacağında acılarla yaşamış, 32 kez ameliyat geçirmiş. Ailesinin teşviki ile sıkıntı ve acıdan kaçmak için resim yapmaya başlamış, annesi yatağının tavan kısmına bir ayna yaptırmış ve o aynaya bakarak oto-portreler yapmış. Sonra yürümeye başladığında sanat ve politika çevreleri ile yakınlaşmaya başlıyor, sosyalistlerin tartışmalarına katılıyor, 1929’da Meksika Komünist Partisi’ne üye oluyor. Resim yapmaya devam ediyor ve bir gün Meksikalı Michalangelo olarak anılan ünlü ressam Diego Rivera ile evleniyorlar.

Eşinin aldatmalarına inat, Frida da Diego’yu pek çok kez aldatmış, zaten çocukluğu da genç kızlık dönemi de hep sıra dışı imiş. Sanatçı kişilikler genelde absürd olur, sıra dışı olmasalar zaten üretemezler dersem çok da haksız sayılmam. Pablo Picasso bile "Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz" demiş.

Ama resimlerinden sözcükleri kadar etkilenmedim…resimden anlamadığım için galiba.

Frida, Diego’dan vazgeçme nedenlerini sıralıyor ve sonunda diyor ki “Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgecmem için yeterli değildi, çünkü sevgim yüceydi. Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım. Bu yüzden ben de senden vazgeçtim.” …

Yaşamını okudum ve bunca satır yazdım, Frida’nın resimleri ile değil de sözcükleri ile beni etkilemiş olması…ilginç!

Son döneminde Frida'nın bir bacağı kangrenden kesilmiş. 47 yıllık yaşamının çoğu acılarla geçmiş, sıra dışı yaşamış, yaşamındaki acıları, hüzünleri, tutkuları ve eksiklikleri sanatına yansıtmış…

Bence önce sözcükleri ile sonra da o sözcükleri resmederek acılarını dindirmeye çalışmış…

Ve; Ölmeden önceki son eserinin adını da 'Viva la Vida- Yaşasın Hayat' koymuş…

* İstanbul’da tarihi Pera Müzesi'nde Frida Kahlo ve kocası Diego Rivera'nın eserleri sergileniyor. 20 Mart’a kadar da açık.



* Frida Kahlo’nun biyografisi

* Frida Kahlo’nun resimleri

24 Ara 2010

Demokratik Özerklik mi? PKK totalitarizmine teslimiyet mi?

Dağlarında halen silahlı PKK militanlarının kol gezdiği, TSK’nın kobra helikopterlerinin uçtuğu bir bölgede siz hangi “demokratik” özerklikten bahsediyorsunuz?…önce silahlarınızı ebediyen susturun!

“Demokratik Özerklik” yeni bir fikir değil… Demokratik Toplum Kongresi (DTK)’nin Diyarbakır’da düzenlendiği Çalıştay her ne kadar ilk olsa da, fikrin 4-5 yıldır konuşulduğu daha doğrusu ilk defa Abdullah Öcalan tarafından mahkeme aşamalarında açık açık dile getirildiği biliniyor.

Ancak bu konunun neden birden bire alevlendirildiğini anlamak zor. Zamanlamadaki bu telaş neden? Fikrin içeriği neden alalacele gündeme servis edildi ?

Tamam, tabiiki tartışılması en elzem konu, hem de tüm boyutları ile, ancak Cuma günü Genel Kurmay iki dillilik konusunda ulus devletten yana taraf olduğunu (yine kapsama alanı dışına taşarak ama bu sefer hemen hemen hiç kimsenin önemsemediği) bir e-muhtıra ile ilan ediyor, bakıyorsunuz aynı günlerde DTK Çalıştay’a başlıyor ve ertesi gün “Demokratik Özerklik” şimşek hızıyla gündeme oturuyor, Meclis Başkanı’nın karşı çıkışı da durumu soslandırıyor.

Türkiye’deki bu politik salvoların hızına şaşırmamak mümkün değil…keşke aynı hızı çözüm üretmekte gösterebilseler!

Abdullah Öcalan’ın bir zamanlar şöyle bir şeyi savunduğunu hatırlıyorum; “toplum buna hazırlıklı değilse, özerklik demokrasi getirmez, totaliter yapıyı daha da güçlendirir”…şimdi birden bire özerkliği demokratik bir yapıya büründürmüş, İmralı’dan emri vermiş, DTK ve BDP de uygulayıcıları olarak düğmeye basmışlar…tabii ki seçimler öncesinde zamanlama onlar için çok uygun, ama Kürt halkı için aynı uygunlukta mı bakalım? Ya da özerkliğin, demokrasi boyutu yeteri kadar hazır mı?

Öyle ya, daha ana dil gibi en insani, en demokratik hak bile açıklığa kavuşmuş değilken sen yirmi milyon Kürt nüfüsunun adına Kürt halkının neyi isteyip neyi istemediğini sormadan, demokratik talepleri tamamen halletmiş gibi, şimdi çıkıp siyasi bir yapılanmadan söz ediyorsun? Üstelik bir zamanlar özerklik fikrinin totaliter yapıyı da beraberinde getireceğini savunmuştun? Bir zamanlar “demokratik cumhuriyet” derken, ne oldu da özerkliğe döndün? Doğu’daki ekonomik zemin yeteri kadar cazip gelmedi galiba!

Özerklik konusu her boyutu ile tartışılmalı, sonuna kadar da merkezi yönetimin daraltılarak, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gerektiğini savunuyorum. Ancak ne Türk ne de Kürt, halkların üzerinde dayatmacı bir vesayet ile kaderlerini tayin etmeye kimsenin hakkı olmadığını da savunuyorum.

Demokratik özerklik, federasyon ya da ayrılma, tüm bunlar ancak ve ancak barışın dili ile konuşulduğunda ifade özgürlüğü kapsamına girer, aksi takdirde Kürt halkını PKK totalitarizmine teslim eder…bence Abdullah Öcalan’ın da istediği bu, sadece “güç”, yoksa Kürt halkının demokratik hak ve özgürlükleri değil…Demokrat Kürt aydınlarının da bu PKK totalitarizmine karşı olduklarını biliyorum.

Gelelim demokratik özerklik meselesine; Türkiye 200 yıldır merkeziyetçi bir idari yapı ile yönetiliyor ve bu idari sistemin güncellenmesi şart. Çünkü haklar ve kaynaklar adil bölüştürülemediği gibi, artık fiziki sınırların önemini yitirdiği küresel düzende merkezi yönetimli ulus yapılanmalarının adil ve hakça bir düzen sağlamaları da imkansızlaşıyor. İnsan odaklı yerel yönetimlerin mutlaka güçlendirilmesi gerekiyor. Devlet için var olan toplum yerine, insan için var olan yerel yönetimlere dönüşmek artık kaçınılmaz.

Adem-i merkeziyetçi yapı denilen bu sistemde, merkezi hükümetin yetkileri azaltılarak, yerinden yönetim ve bireysel girişim ilkeleri esasına dayalı bir yönetim tarzı söz konusu. Örneğin şu anda Almanya’da, Fransa ve İspanya’da uygulanıyor, bölgelere ayrılmışlar ve mümkün olduğu kadar her bölge kendilerini ilgilendiren kararları kendileri alıyor. Bölge meclisleri var, seçimle iş başına geliyorlar ve genel seçimlerle de merkezdeki ana meclise milletvekili olarak girebiliyorlar. Türkiye’de bu sisteme geçilmesi elzem ve zaten AB uyumu için de şart.

AKP iktidarı 2004 yılında “Kamu Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması Kanunu” taslağı hazırladı, kanunlaştırmak için yeteri imzayı topladı ancak dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ulus devlet yapısına uymuyor diye veto etti! Milliyetçi, ulusalcı reflekslerle verilmiş bu yanlış kararlar çözüm getirdi mi? Hayır…bakın şimdi demokratik özerklik yeniden gündemde. Ancak bu defa Kürt halkının talebiymiş gibi bir siyasi dayatma ile.

Ancak DTK ve BDP tarafından ısıtılıp ısıtılıp öne sürülen demokratik özerklikten bu kastedilmiyor. Bana göre kendilerince doğuda bir Kürt alanı belirliyorlar ve bu alanda kendi siyasi güçelerini empoze etmek ve denetim altına alabilmekten başka bir amaca da hizmet etmiyor.

Devleti artık beklemeyeceklerini, tek taraflı olarak demokratik özerklik ilan edeceklerini bildirmeleri de Kürt halkının demokratik hak ve özgürlük taleplerinden ne kadar uzak olduklarını, yine aynı telaşla bayrak, sembol v.s önermeleri ile seçim öncesi ortamı provake etmekten başka bir amaçları olmadığını ortaya koyuyor.

Bazı kendinden habersiz solcular da buna çanak tutuyorlar, yine PKK ile aynı düzlemde buluşmaktan hiç gocunmuyorlar, tıpkı derin devletin PKK ile aynı düzlemde buluşması gibi!

Kürt halkının demokratik hakları ve bölgenin kalkınması için özerk yerel yönetim projelerinin hayata geçirilmesine acilen ihtiyaç var, bu konuda AKP’nin yavaşlığını da anlamak mümkün değil.

Onca acı tecrübe yaşadık, binlerce insan öldü, milyarlarca dolar heba oldu. Tabiii demokratik özerklik her yönü ile tartışılmalı, Türkiye için en uygunu model ne ise ve her iki halkın da ortak mutabakatı ile uygulanmalı. Halkların onayını almadan uygulanacak her tür model dayatmacı ve vesayetçi olmaktan öte bir anlam ifade etmeyeceği gibi, ne kürt ne de Türk halkına bir fayda sağlamayacaktır.

Şahinlerin “güç ve iktidar ” hırsına alet olmayalım…

21 Ara 2010

CHP iktidarı mümkün mü? “Endişeli modern” haliyle hayır

Futbol ve siyasette sahada attığın çalım sayısına değil kaleye attığın gol sayısına bakılır…bizim memlekette skor önemlidir, yani sonuç!

Kemal Kılıçdaroğlu, Kurultay’da sadece parti liderliğini sağlamlaştırdı, şimdi iki ayağı birden yere basıyor denilebilir. Önemli olan bundan sonra adımlarını nasıl atacağı. Seçime 6 ay kala, çok kısa bir sürede emeklemeden direk yürüyebilmek, bilmem bana pek olası gelmiyor, gerçekçi olmak lazım.

Şimdilik medya Kılıçdaroğlu’nun adım atacağı yolları temizlemekle meşgul…Kurultay sonrası yorum ve haberlere bakılırsa, Kılıçdaroğlu’nun söylemlerinden 41 hedef çıkarılmış ve yolun kenarına dizilmiş, coşkulu ve umutlu yorumların yanı sıra ketum söylemler de var…Görünen o dur ki medya, Kılıçdaroğlu’na bir yol hazırlıyor ama bu Kılıçdaroğlu’nun “3. yol” una uyar mı uymaz mı, seçim sonrasında belli olacak.

Baykal ve Sav’ın da bu yolda engel olmaya pek niyetleri yok gibi ancak pusuda bekliyorlar, ne de olsa bugüne bugün onlar statükonun muhafızları!

Peki, CHP’nin Kılıçdaroğlu ile iktidar olma şansı nedir?

Önümüzeki seçimler için bence şansı yok, sadece mevcut oy oranını belki 4-5 puan artırabilir, ama 276 milletvekili çıkarmak için gerekli yüzde 44'e ulaşması neredeye imkansız. “Gelecek maçlara bakacağız” diyeceklerdir, şimdiye kadar ettikleri veya edecekleri içinde en akıllı söylem de bu olacaktır. İşte o gelecek maça kadar ki sürede ne kadar “halk” olacaklar, ne kadar kimi kucaklayacaklar, hani lafını bile etmiyor dedikleri Kürt, türban, ekonomi v.s ciddi sorunlarda ne kadar başarılı olacaklar ve iktidara kesin aday haline gelebilecekler, işte o zaman belli olacak.

Çözümlerin ayağa yere basıyor ise, altı üstü dolu ise, Kılıçdaroğlu da yürümeye başlar. “Adım Kemal, her sorunu çözer” gibi farazi bir yaklaşım gerçekten komik değil, komik ötesi olur. Tıpkı “arkadaşlar daha hazırlanıyorlar” yaklaşımı gibi bir komiklikte yani.

Dünyada sadece hayallerin pazarlanması aşaması çoktan bitti, dünya somut değişimler, elle tutulur gözle görülür hedefler peşinde, teknoloji de bu hedefleri çok görünür kıldı. Türkiye’de herkes her konuda artık bilgi sahibi. Kılıçdaroğlu’nun uzanmaya çalıştığı köylü de, sermaye sahibi de, işveren de, öğrencisi emeklisi de, Kürdü Alevisi, türbanlısı türbansızı, işçisi memuru…herkes her şeyin farkında, hayallerin karın doyurmadığını dünya ile birlikte biz de anladık…inanın CHP’nin bunu görüyor ve farkediyor olmasını canı gönülden istiyorum. Zira çifte standartlı AK Parti iktidarı, nabızlara şerbetin dozunu gerçekten de kaçırmış durumda. Neden? Adam gibi muhalefetsizlikten…

Ama şu da var; AKP bu işi çok iyi öğrendi, tv de kim ağlayacak, kim hesap soracak, medyada kim manüplasyon yapacak, vizyon nedir, liderlik nasıl olur, bu işleri öğrendiler…iktidar kalabilmenin yöntemlerini deneye yanıla buldular, dünyadaki değişim rüzgarını da arkasına alarak yürüdüler…ama yoruldular, bunun gözden kaçar bir yanı yok.

CHP’nin iktidar olabilmesi için AKP’nin üstünde bir performans göstermesi gerekiyor, AKP’nin 8 yıl önceki başladığı noktada bile değil CHP. Devletin resmi partisi imajı ve bu imajın getirdiği tüm olumsuzluklar, CHP’nin en az 30 yılını aldı götürdü…ondandır samimi, halkın içinden bir lidere bunca coşkuları. Kemal Kılıçdaroğlu’nun liderliğini CHP tabanına kabul ettirebilmesi bile ne kadar zor oldu, aylardır dün dediğinden bugün vaz geçirttiler adamcağızı…neyse böyle böyle öğreniyor, öğrenecek.

İktidar ile kavga hallerinden vazgeçmeliler…çünkü rakip kavgaya tecrübeli. Yolsuzluk, yoksulluk iddiaları ile muhalafet etmek AKP nin ekmeğine yağ sürmekten öte bir şey değil. Daha ciddi yaklaşımlar lazım, Kürt sorununda, baş örtüsü konusunda, ekonomi de ayağı yere basan projelerle gelerek halkı inandırmaları lazım…Kentliyi köylüyü kaynaştırmak, refahı tabana yaymak lazım.

Velhasılı kelam; CHP nin iktidar olabilmesi için bir fırın ekmeği önce üretebilmesi sonra da yemesi lazım, arkasından da hazmetmesi tabii ki…

Ha bir de “endişeli modern” kavramından bir an önce uzaklaşabilirse ne ala…Sn. Binnaz Toprak, CHP ile halkı kaynaştırmak için daha uygun bir kavram üretebilir, mesela…

“endişesiz birey”…olabilir mi?

10 Ara 2010

Yumurtacı gençliğin bireysel varoluş sorunu


Bireysel olarak varoluşunun farkında olamayan gençlik, yumurta ile bireysel duruş sergiliyor!

Bireysel duruş sergileyebilmek için önce ne olduğumuzu, bireysel varoluşumuzun ne ifade ettiğini kavramış olmak lazım…Eğer ki gençlik bunu kavrayabilirse, bireysel duruşlar sergileyebilmek için argumanlarının ve protestolarının haklılığını da savunabilirler.

Aksi takdirde, “yumurtacı gençlik” olmaktan bir adım öteye gidemezler, haklı iken haksız konuma düşerler, siyasiler arasında pin pon topu olmaları da cabası.

Görüyorsunuz; gençlerin protestoları için ‘demokratik haklarını kullanıyor’ diyenler, kendileri protesto edilince hemen ‘faşist’ damgasını yapıştırdılar. Dün ‘türbanla üniversiteye girebilmek en tabii demokratik haktır’ diyenler, bugün gençlerin hak talebi için protestolarını şiddetle kınayıp orantısız güç uygulayabildiler.

Elbette örnekler genişletilebilir, demokratik hak ve özgürlükler konusunda iktidar ya da muhaliflerinin çifte standartları bunlarla da sınırlı değil.

Egemen güç olabilme hırsının gözü çok kara…iktidar olabilmek ya da iktidarda kalabilmenin yegane yöntemini tek tip, biat eden insan üretmekte gören bir zihniyetin gençleriydik bizler de, şimdikilerin de bizden farkı yok.

Dün, egemen olma hırsına kurban edilenler bizlerdik, bugün ise gündemdeki protestocu gençlik!

Neden? Çünkü hiçbir zaman bireysel olarak varoluşumuzun ne ifade ettiğini bir türlü kavrayamadık. Ne idik, amacımız ne idi, nerden gelip nereye gidiyorduk,yolumuzun sonunda ne vardı?...bunları hiçbir zaman bilemedik. Bilmemiz istenmedi!

Dünün de bugünün de gençliği resmi ideolojinin tek tip insan üreten fabrika okullarında eğitildi. Resmi tarih her tür yanlışı ile hap gibi yutturuldu. Her zaman iç ve dış düşmanlar vardı, Donkişot gibi hep hayali düşmanlarla savaştırıldık. Tükiye’nin jeopolitik önemi ile şişirildik, işimize yaramayan bir sürü lüzümsuz bilgi ile uyutulduk…

Bireysel varoluşunun farkına varabilmek için gençliğe ne verildi ki şimdi ne bekleniyor?

Yumurta fırlatmışlar, pankartların sopaları ile saldırmışlar, seslerini duyurabilmek adına hepi topu üçbeş slogan atmışlar. Protestocu gençlerin bireysel duruş ve tavır mı sergiledikleri yoksa derin odakların yeniden egemen güç olabilmek ve ara rejim yaratabilmek için yine gençleri mi kullandıkları konusu ayrıca tartışılır.

Meydanlardan ve çok seslilikten korkan bir zihniyetin gençleriydik biz de…bu zihniyet değil miydi meydanlarda her an orantısız güç kullanabilen! …İşte yine varlar!

Egemenlik kurma ihtiyacı, her nereden gelirse gelsin "özgürlükçü" hedefi hiçleştirir. Tek tipleştirmeye, totaliter anlayışlarlara, vesayetçi sistemlere karşı durmak her özgürlükçünün hedefi olmalıdır. Özgürlükçü anlayışın "iktidar yanlısı" ya da "muhalefet yanlısı" olmaz...Özgürlükçü olmak demek, yansız olmak ve bireysel varoluşunun farkına varabilmek demektir.

Gençler üzerinde yeniden bir oyun kurgulanıyor, bu oyuna gelmemeli, eğer ki bireysel duruş belirleyeceklerse önce bireysel olarak var olduklarını ispatlamaları şart.

Aksi takdirde, bugün “yumurtacı gençlik” olarak yaftalanır, yarın yine unutulurlar…

Yumurtacı gençlik olarak anılmak istemiyorlarsa eğer; düzenin ve zihniyetin ne olduğunu iyi kavrayıp, yönlendirmeler ile değil bireysel varoluşları ile kollektif tavır sergilemeleri gerekiyor.

Bilmem anlatabildim mi?

6 Ara 2010

Facebook ile Twitter arasına sıkıştık kaldık, sanal zombi olduk

Hiç düşündünüz mü bizim neden dünya çapında ses getiren bir bilişim hizmetimiz yok? Neden Facebook gibi bir marka yaratamadık?

Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg, Harward Üniversitesinde öğrenci iken, sadece üniversitedeki öğrencileri bir ağ üzerinde toplamayı düşünmüştü, şu anda geldiği noktaya bakın…marka değerine paha biçilemiyor, tüm dünya Facebook üzerinden sosyalleşme çılgınlığına kapıldı.

Bir garajda Google’ı yaratan iki kafadardan daha mı az akıllıyız yoksa düşünme tembeli miyiz?

Teknolojiyi kullanabilme konusundaki üstün becerimizi neden o teknolojiyi yaratabilme konusunda kullanamıyoruz?

İnternette geçirdiğimiz süre olarak dünyada ikinciyiz, bu süreyi de Facebook, Twitter gibi sosyal ağlarda geçiriyoruz. Dünyada Facebook kullanımında dördüncü sırada olmanın, sosyal medyada bunca yoğunlukla var olmanın Türkiye’de bilişim sektörüne ne anlamda faydası olduğunu hiç anlamış değilim. Çok az bir kesim sosyal ağlarda bilgi paylaşımı yapıyor, insanların çoğu video, şiir, müzik v.s üleşerek sosyalleşeceğini sanıyor.

Evet, belki bunlar da gerekli, ama bize hazır olarak sunulan bu teknolojilere o denli hızla adapte olurken, “ben de yeni bir şeyler öğrenmeliyim ya da üretebilmeliyim” diyen bir gençlik ne yazık ki göremiyorum. Varsa da kesinlikle birilerinin “başıma icat çıkarma” sözleri ile karşılaşıyordur.

Hiç farketmeden kalıplaştırdığımız düşüncelerimiz, alışkanlıklarımız, karakterimiz yaşantımızın her noktasında yeni kararlar almamıza, yeni fikirler üretmemize engel oluyor.

Belki de kültürümüz, aile yapımız, dayatmacı yönetim anlayışımız ve de en önemlisi eğitim sistemimiz bizi kalıplara yerleştiriyor. Ezbercilikten, kopyacılıktan kurtulup bir türlü vizyonumuzu, bakış açımızı ve kendimizi geliştiremiyoruz. Analitik, araştırmacı, yeniliğe açık bireyler olamayınca da bu kalıplaşma ve ezbercilik, ülkenin siyasi ve ekonomik tüm alanlarında da hissediliyor ve bir adım öteye gidemiyoruz.

Hazır olanı çok seviyoruz, tembeliz…Geleneksel statükocu yapımız da yeniliğe, değişime uyum sağlamamıza engel oluyor. Bizim insanımız için “yeni” her zaman soru işaretleri ile dolu, çekiniyoruz. Özgüven eksikliğimiz nedeniyle yaratıcı bir fikrimiz olsa bile öne süremiyoruz.

En iyi yaptığımız şey bol bol lak lak yapmak…lüzumsuz muhabbete hemen dalıyoruz, bir de Facebook ve Twitter gibi aracılar elimizde hazır olunca beyinler iyice dumura uğruyor.

Tüm hayatımız sosyal paylaşım siteleri oldu… Google, Türkiye’de en çok ziyaret edilen 100 siteyi yayınlamış. Listenin en başındaki adres tabii ki Facebook. Onun arkasından live.com ve msn.com geliyor, mynet.com ve video sitesi olan izlesene.com ilk beşe yerleşiyor. Listede Wikipedia 10. sırada, Twitter is 38. Bunun anlamı şu; insanımız sosyal medyaya sıkıştı kaldı, habire üleşiyor, ne paylaşımcı bir milletmişiz diyeceğim ama o da değil zira dışarıda insanlar nerdeyse birbirini boğazlayacaklar.

Facebook ile Twitter arasına sıkışan insanımız, düşünme yeteneğini yitirdi. Zaten düşünce tembeliyiz, iyice sanal zombi olduk çıktık.

Hepimiz internet çağında yaşıyoruz, çoğumuz Facebook üyesi. Ancak çok azımız internet geleceği üzerine kafa yoruyor. İnternetin çok yakın bir zamanda yaşayacağı temel dönüşümlerin içinde teknolojik anlamda üretici olabilecek, ‘benim de bir fikrim var’ diyebilecek kaç insanımız vardır? Haliyle Türkiye’de bilişim sürecine katkıda bulunmak mümkün olmuyor. Katkıda bulunacak birileri çıksa bile, ona sahip çıkacak zihniyet yok!

Zaman zaman Türk bilim adamlarının başarılarını okuyoruz ancak bunların çoğu yurt dışında. Neden yurt dışında? Çünkü orada teşvik ediliyorlar, ortamlar ve olanaklar çok daha iyi, yaratıcılıklarına prim veriliyor. Türkiye’de olsalar kösteklendikleri ile kalmazlar bir dolu da bürokratik engellerle karşılaşırlar.

Devir artık “farklıya ve en iyiye ulaşabilme” devri. Ancak biz hala bilgiyi, yeniliği kopyalayarak kolay yolu tercih ediyoruz, yeni olanın yerine bir başka yeniyi koyabilmek gibi bir çabamız hiç olmuyor.

Biz bu gidişle sosyal ağların ve bilişim sistemlerinin sadece kullanıcısı olmaya daha uzun bir süre devam edeceğiz gibi görünüyor.

Her Facebook’a,Twitter’a girişinizde bir de işin bu yönünü düşünün derim…

1 Ara 2010

Wikileaks’ten Mega-sızıntı...sıradaki hedef finans sistemi

Sırada ekonomi var… Yeni hedef ABD’nin finans sistemi, Wikileaks gözünü şimdi de Wall Street’e çevirdi.

Amerikan Forbes dergisinin haberine göre; Julian Assange'ın yeni hedefi çok büyük bir ABD bankasının iç yazışmaları. Bu yazışmaların açıklanması ile bazı büyük bankaların ve çok uluslu dev şirketlerin batma durumuna gelebileceği iddia ediliyor.

Küresel ekonomik krizin, ABD’li finans devi Lehman Brothers’ın iflası ile başladığı düşünüldüğünde, açıklanacak belgelerle dünya yeniden bir ekonomik krizle karşı karşıya gelebilir mi?

Ayrıca Wikileaks’in Türkiye ekonomisine yönelik yeni iddialarda bulunabileceği de ileri sürülüyor.

Julian Assange kapitalizmin daha özgürlükçü ve etik olmasını hedeflediklerini, ABD finans sistemindeki suistimaleri, yolsuzlukları 2011 yılı başında açıklayacaklarını bildirmiş…

Bir günde dünyadaki tüm borsaların Wikileaks açıklamalar nedeniyle dibe vurduğunu görmek olasıdır. Zira dünya finans sistemi o kadar birbirinin içindedir ki ABD de büyük bir bankanın batması ya da çok uluslu bir şirketin karıştığı yolsuzlukların açıklanması tüm ekonomileri etkiler. Bankacılık sisteminiz ne kadar dayanıklı olursa olsun bu durumdan çıkış çok zor.

Wikileaks deccal mi? Bir günde dünyayı yok edebilecek güçte mi? Wikileaksin gücü, bilgi ve belge sızdırma kapasitesi dünyayı karıştırmaya yeter mi?...henüz kesinlik yok ancak kesin olan tek şey dünyanın artık “siber savaşlar” gerçeği ile karşı karşıya gelmiş olduğudur.

Wikileaks’in açıkladığı bilgi ve belgeler “siber tehdit” örneğidir. Bu tehdit zaten var olan siber savaşların gün yüzüne çıkmasına sebep olabilir. İnsanlığın kaderini artık siber savaşların belirleyeceğini söyleyebiliriz.

Yakın geçmişte Hindistan hükümetine ait bilgisayar sistemleri Çin kaynaklı olduğu ileri sürülen bir virüsle kolayca çökertilmişti. Estonya’nın, başta devlet daireleri ve finans sektörü ile medya gibi toplumsal iletişim merkezlerine Rus siber savaşçıları denilen bir grup tarafından eşzamanlı olarak 50 ayrı yönden gelen 2 binden fazla saldırı yapılmış, bu karmaşa nedeniyle birçok devlet dairesi ve finans grubunun kapatılmış ve ülkede hayat durmuştu. Aslında Wikileaks açıklamalarının da aynı doğrultuda olduğunu düşünüyorum. Dijital platformlarda bilgiler giderek daha hassas ve risk taşır hale geldi. Olası siber saldırılara karşı sanal tatbikatlarla devamlı olarak güvenlik sistemlerini kontrol edilse bile işte Wikileaks’in açıklamalarına engel olunamadı.

Ekonomik hedefler de siber savaşların saldırı alanı içerisinde yer alıyor. Dünya finans sistemi o kadar küreselleşti ki, bilgi otobanlarını kullanılarak ve siber güvenlik açıklarından faydalanarak bir enerji şirketini veya çok uluslu bir bankayı çökme noktasına getirebilirsiniz.

Bilginin artık mekanı yok…bir siber saldırı ile (Wikileaks’in gündemdeki açıklamalarını bir siber saldırı olduğunu düşünüyorum) dünyada milyonlarca kişi iş yapamaz hale gelebilir, e-devlete, sağlık ve enerji kurumlarına yönelik saldırılar otoriteye karşı güvensizlik yaratabilir, mali sistem bir tuşla çökertilebilir ve tüm bunlar toplumsal krizlere sebep olabilir.

Dünya’da savaşlar artık kansız ama daha etkili olacak. Dünyanın herhangi bir yerinde internete bağlanan bir siber terörist çayını ve sigarasını içerken istediği ülkenin toplumsal yaşamına alt-üst edecek eylemlerini kendi yaşamını hiç tehlikeye atmadan gerçekleştirebilir.

Türkiye açısından ise bugüne kadar meydana gelmiş en büyük tehdit kısa sürede dünya çapına yayılan virüs saldırılarından ibaret olarak görünüyor ve siber savaş tehlikesinin üzerinde çokta düşünülmediğini sanıyorum. Biz daha hala internetin Youtube, Facebook,Twitter modundayız.

11 Eylül günü, Amerika’nın ikiz kulelerine yüzlerce tonluk bir fuel-oil tankının inebileceğini kimse kestiremezdi. Bir siber savaşın da tüm dünyayı nasıl allak bullak edeceğini insanlık henüz kestiremiyor.

Ama bazıları fare ve tuşlarını “siber savaş” için hızla çalıştırmaya devam ediyorlar.

Kim bilir Julian Assange Wikileaks ile belki de tüm dünyaya bir “Cyber Storm (siber fırtına)” tatbikatı yaptırıyordur…