30 Ara 2008

Yeni yıla dokunmadan önce

Tüm dünya, tüm insanlık düşünsün, ölçsün kendisini...Dünyayı nasıl yaşanmaz kıldıklarını, eski yılları nasıl kararttıklarını.

Ben eski yıla 'at bir çentik' diyemiyorum!

Yılların önündeki minik kutucukları habire çentikliyoruz. İçini (OK) mi yaptık, (X) mı koyduk yoksa (?) ile mi doldurduk?

Her yıl sonu ne koyduk kutucuğumuza? Hakkını verdik mi işaretlerimizin? İçiniz rahat mı?

Bir işaretle doldurunca kutucuğumuzu, yeni yılın yeni kutucuğunu çizmek için hemen nasıl da sabırsızlandık? Geçmiş yılın kutucuğuna attığımız işaret neydi hemen nasıl da unuttuk?

Evet, geçmişle yaşanmaz… “dün dünde kaldı artık yeni şeyler söylemek gerek cancağızım”.

Ama her yıl sonu yaptığımız da bu değil miydi? Yeni şeyler söylemek, bize kucak açmış bekleyen yıla…yeniden yeniden heveslenmek yaşamaya.

Belki ömrünüzün baharında olsanız bunu yapmak çok kolay. Benim de çok heveslendiğim zamanlarım oldu yeni bir yıla, hiç hesabını yapmak ihtiyacı hissetmeden eski yılın.

“Amaannn sen de” dedim, “ne olduysa oldu, ne yaşadıysam yaşadım, dün gitti bak yeni yıl geldi, yeni umutlar beni bekliyor, hadi hemen hayalini kurmaya başla, bırak giden yılın hesabını kim yaparsa yapsın, canın nasıl istiyorsa öyle işaretle kutucuğunu” diye diye gelmedim mi bu yıl sonuna kadar.

Yok, bu sene kutucuğumu, her neyi işaretleyeceksem bilerek, düşünerek, yanlışımı doğrumu hesaplayarak dolduracağım.

Yanlış yaptın diyeceğim…Hem de çok yanlışlar, istemeden, bilmedendi ama yanlıştı!

Doğrularımı tartacağım…girin bakayım sıraya. Ne işe yaradınız? Yaradınız mı yaramadınız mı?

Yaşamın çapı çarpanı, yüzölçümü yok demiştin hani, ölçmeye çalış bakalım belki de vardır birkaç metrekübü, metrekaresi. Yine hemen heveslenme ölçmeden geçmeye.

Yok, bu sefer kesin kararlıyım…ölçeceğim.

Tüm dünya, tüm insanlık da düşünsün, ölçsün kendisini...dünyayı nasıl yaşanmaz kıldıklarını, kararttıklarını.

Sonra da dönsün kutucuğuna, gönül rahatlığı(!) ile atsın çentiğini, ister OK, ister (X) isterse (?) koysun.

Ama illakide çentiğinden ders alarak yeni yıla dokunsun.

Zaman azalıyor, kutucuğa (.) koymaya az kaldı.

Yoksa yeni yıl için pembe bir tablo mu çizmeliydim? Haklısınız…şimdiye kadar her yeni yılı pespembe çizdik ama her yılın sonuna kadar da pembeyi mosmor yaptık, farkında mısınız?

Yılların dökümünü yapmadan yeni yıla dokunmak istemiyorum.

Size kolay gelsin!

28 Ara 2008

İşsiz adamın kafası atınca şiddet sokağa taştı

Sabahın köründe öyle bir olaya tanık oldum ki; Ekonomik kriz insanları insanlığından çıkarmış, daha da çıkaracak. Sosyal patlamalar yakındır.

Ne kadar saldırgan olduk! Son günlerde şiddet iyice arttı. Sabah sabah insanlar birbirinin gözünü oyacak kadar bu enerjiyi nereden buluyorlar. Enerji de denmez buna, kafayı yemeye beş kalmış.

Allahtan şu sanal dünya var da insanların biraz olsun öfkesini alıyor. Arada cam olmasa yandık ki ne yandık! Kafa göz kalmaz, ya allah ya bismillah ne verdiye hurra saldır.

Bir tane sokak köpeğim var, bekçi niyetine eğittiğim, akıllı ve dost bir “sokö”…sosyetik adı buymuş!…köpek markasız olurmuymuş hiç? Sabahın esselasında başladı havlamaya. Hayırdır dedim kalktım, çıktım balkona…feryat figan bir kadın sesi, daha gün ağırmamış bile.

Kadının yanında, bebek pusetinde 2 yaşlarında bir kız çocuğu, o da ağlıyor, ne olduğunu kestiremiyor, korku içinde. Bir de adam tepesinde… kadına vuruyor da vuruyor, tekme tokat allah ne verdiyse, etrafta da bir allahın kulu yok. Balkondan nasıl aşağı indim, uçtum bilmiyorum. Girdim aralarına, kafa göz adamdan nasibini alır mı almaz mı hiç düşünmedim.

Dedim ya sen kafayı mı yedin adam, sabahın köründe nedir derdiniz, üstelikte soğukta sokağın ortasında. Şu çocuğun haline bakın, dağ başı mı burası?. Kadının tek gözü zaten şişik ve mor belli ki yeni olmamış bu. Şiddetin evveliyatı var. Adam baktım bana diklenmeye başladı “sen de kimsin? sana ne? kadın benim değil mi?”.

Ya adam bir dur, bir kendine gel, baksana şu kadının, çocuğun haline…gözün dönmüşsün senin…Yok, adam ikna olmuyor, benim şalter iyice attı. Adam omzumu tutup sen karışma çekil kenara deyip beni de ittirince, deli kuvvetim böyle bazen lazım oluyor işte…adamı göğsünden tutup öyle bir silkelemişim ki adam uçtu sokağın ortasına, şap diye oturdu kıçının üstüne, yerden eblek eblek bana bakıyor. Ummadı benden böyle bir şey demek ki.

Balkondan benim köpek havlar, neredeyse atlayacak aşağıya, bağırtıya birkaç konu komşu camlara üşüştü. Dedim arayın 155’i gelsinler hemen. Millet öyle bakıyor, yav ne kadar duyarsız insanlarımız var. İnin bir aşağı bakın ne oluyor burada?

Ortalık biraz duruldu, adam toparlandı…dedim ki ahanda geliyor şimdi bana, gardını al Beran. Neyse bir zahmet bir komşu indi geldi yanımıza. Dedi ki 155 i aradım geliyorlar şimdi. Tuttu adamı kolundan…saydı verdi veriştirdi. Az sonra da 155 Polis İmdat geldi. Ne kadar çabuk geldiklerine de hayret ettim. Kadının ağlaması durdu bu sefer gözlerinde korku var.

Neyse, nedir ne değildir polis soruyor, kadın kapı duvar. Ya bacım konuşsana bunca dayağı yiyen sen değil misin? Iıhhh, çıt yok. “Şikayetçi değilim” demesin mi? Yuh dedim ya, yuh…Polis tutanak hazırladı hemen, adres kimlik tesbiti v.s. Dedi ifade verir misin. Veririm. Gün içinde arayacaklarmış beni. Karakola gelmenize gerek yok dediler. Onlar gelecekmiş.

Adamı aldılar götürdüler. Kadın, çocuk kaldı ortada. İki sokak yukarıda oturuyorlarmış. Götürdüm evlerine. Buz muz kompres, çocuğu sakinleştir. Sordum kadına neden bu dayak, ta sokakların orta yerine kadar? Hep mi böyle bu adam. Değilmiş. Bir ay önce işinden olmuş. Bir aydır kan kusturuyormuş. Neyse sakinleştirdim, döndüm geldim.

Bunun gibi binlercesi var toplumda. İnsanları insanlığından çıkardılar. Diyorum ya sosyal patlamalar yakındır.

Ekonomi doktorumuza bir kez daha hak verdim! Olay tamamen “psikolojik”…psikopata bağladık.

27 Ara 2008

Saçmalama hakkımı kullanabilir miyim?

Hşşttt, Günlüğüm ne haber? Biliyorum, sen dört nala koşayım istiyorsun, ben de bazen yerimde kilometre tüketsem diyorum. Olmaz mı? Yok mu böyle bir hakkım?

Tamam tamam bakma öyle ters ters ama hep ciddi şeyler yazacak halim yok ya, arada bir izin ver de saçmalıyayım. Hem sen benim günlüğüm değil misin? Yazı yoldaşım…

Bak dinle! Bazen aklıma garip garip şeyler takılıyor…sanki beden eğitimi dersinde takla atmak için sıraya giren çocuklar gibi diziliyorlar...aman boş ver takıntı yaratma şimdi diyorum, bu sefer de beynimin içinde sanki daha beter bir karmaşa..Yavaş yavaş, gıdım gıdım, bit bit kafayı yemek bu mu acaba diye de panik yapıyorum.

Bir zamanlar bir arkadaşıma demiştim ki geceleri uyuyabilmek için koyunları sayıyorum, saymakla kalmıyorum onları ikişerli, üçerli gruplar halinde çitletlerden atlatıyorum, daha da olmadı koyunları dans ettiriyorum. O sıralar tv de buzda dans yarışması vardı. Ben de koyunlarımı buzda dansettiriyordum. Hatta ve hatta bir tanesi 5 li Soylut bile atıyordu. Bunun üzerine arkadaşım demişti ki sen beynini formatla. Format düğmesini bulsam sorun yok zaten, düğme kayıp.

Hey günlüğüm bak ne geldi aklıma…Sen Kiewslowski üçlemesini bilirmisin?...hani içimden 3 e kadar sayıcam şu olacak bu olacak gibi. Kiewslowski de kim diye sorma ama, çünkü tam bilmiyorum. Bir sinema yönetmeni mi vardı neydi bu isimde. Alakası ne ama? Öyle duymuşum demek bir yerden.

1-2-3-hava açsın
1-2-3-yağmur yağsın
1-2-3-telefon çalsın
1-2-3 format düğmemi bulayım…

Yaşam da keşke bu kadar kolay olsa sevgili günlüğüm…1-2-3 deyince her şey istediğimiz gibi gerçekleşse. Nerdeeee?

Ne düşünüyorum biliyor musun? Bir kopyam olsa, canım istediğimde yerime onu bıraksam. Ben de “şahane” olmak için güç toplasam. Ne kadar bencilce di mi?

İşte böyle günlüğüm…bazen takılıp kalıyorum hayatın bir noktasına. O zaman da böyle saçmalayarak çoğaltmaya çalışıyorum kendimi.

Yaşam dediğin ne ki! 1-2-3 misali geçen zaman gibi, benim yüreğime de senin yüreğine de sığar, eni boyu yok, çapı çarpanı yok, yüzü yüzölçümü yok… tanımı yok!

Rıfat Ilgaz’ın dediği gibi be günlük, yaşamak da işte aynen böyle…

Ben ölmedim... Beni öldüremediler de;
Yaşıyorum, yaşıyorum işte,
At kıçında sinek gibi,
Töööbe, töbe!

“Dil kalptekine delildir” derler…saçmalama hakkımı kullandım be günlüğüm…affola.

Hadi ekşın ekşın, şahaneliğe doğru 1-2-3.

24 Ara 2008

Kar Türkiye’yi teslim alacak

Her yerde kar yağacakmış, şaşar yanılır Antalya’ya da yağar mı acaba? Geçtiğimiz kış bir gün kısa süreli yağmıştı, sevinçten deliye dönmüştük.

Bugün Akdeniz fırtınalı, hani öyle çok uğuldayan cinsinden değil, güneşin altında üşüten cinsinden. Bir durup bir esiyor. Akdeniz mi fırtınaya yoksa fırtına mı Akdeniz’e bir şeyler söylemek istiyor, anlaşılmıyor. Sanki akşamdan kavgalı sevgililer gibi, karar veremez bir halleri var. Akdeniz üşüyor bugün.

Toroslar, Akdeniz’le fırtınanın flörtüne çaktırmadan, yandan yandan bakıyor. Kahvem de Toroslar’a eşlik ediyor. Toroslar derken yanında bir vurgu ile tamamlamak istedim ama bulamadım. Acaba bir şey hissettiremedi mi bana? Çok da yüksek ve heybetli görünüyorlar, doruklarında kara benzer birşeyler var.

“Kar Türkiye’yi teslim alacak”…

Bu haber bana Ankaram’ı, eski günlerimi hatırlatıyor. Bir de soğukta kalan, yatacak yeri olmayan, yakacağı olmayan insanları ve de sokak hayvanlarını aklıma düşürüyor.

“Eskiden ne güzel kar yağardı” gibi duygusallığa da girmeyeceğim ama Antalya’da yaşayanlar hep kara özlem duyarlar. Yazın nemi ve aşırı sıcağı, kışın yağmuru ve fırtınası, hiç kar görmeden sokakta oynayan çocukları var Antalya’nın…Karın kokusunu hissetmeden, kar topu yapamadan ve arkadaşına atamadan büyüyen çocuklar. Saklıkent var ama kesmiyor…Şöyle lapa lapa yağan karın beyazlığını özlüyor insan.

Soğukta kalanlar nasıl çözüm buluyorlar acaba? İllaki de bir saçak altına giriyorlardır, dışarıda donarlar yoksa. İnsan veya hayvan ne farkeder, ikisi de can ve zaten kader onları o veya bu şekilde aynı kategoriye sokmuş. Şimdi bazılarınız buna kızabilir insan ve hayvan aynı mı diye. Bu soğukta dışarıda kalmak zorunda iseniz, evet bence aynı. Yurdumda da bunların çok olduğunu biliyorum.

“Kar Türkiye’yi teslim alacak”…

Keşke teslim alan sadece kar olsaydı…Tertemiz, mis kokulu kar. Tüm ayrışmışlıkları, bölünmüşlükleri, pislikleri örtebilse. Beyazlığı ile ısıtabilse idi yürekleri ve temizleyebilseydi içimizi, dışımızı.

“Kar sendin, kar bendim, kar bizdik, eridik, eridik, eridik”

Kahvem buz gibi oldu…

23 Ara 2008

Ekonomik krizin Türkiye’deki siyasi sonuçları neler olabilir?


Tarih boyunca yaşanan ekonomik krizler ırkçılık, şovenizm, köktendincilik veya şiddet gibi marjinal akımları güçlendirmiştir.

1929 Dünya Ekonomik Buhranı sonrasında fatura yahudi sermaye kesimine çıkartılmadı mı? Hitler, Almanya'da Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan Büyük Buhran'dan güç kazanmıştır. Propaganda ve karizmatik bir dille, alt ve orta tabakanın ekonomik istemlerine ümit vermiş, ekonominin tekrar güçlenmesi için Avrupa’nın dört yanına saldırmıştır. Nazi'lerin ırkçılığının sonucu 11 ile 14 milyon arasında insan öldürülmüş olup, bunların 6 milyon’u Musevidir. Hepimizin bildiği Yahudi Soykırımı olarak tanımlanır.

Aynı dönemde Amerika ve Avrupa’da işsiz kalanlar ırkçı zihniyetlerle göçmenlere karşı tavır almaya ve saldırılara yönelmişlerdir.

Türkiye’de ise tek parti CHP nin iktidar olduğu bu dönemde yeniden ulusal, dini ve etnik aitlikler bencilleştirilmeye ve ön plana çıkartılmaya başlanmıştır. Bu dönemde Anadolu'nun homojen hale getirilmesi, ekonominin düzlüğe çıkartılabilmesi için ulus-devlet politikalarının ve Türkçü uygulamaların güçlendirilmesi gerektiği, vazgeçilmez şart olarak görülmüştür. Bu görüşle 30'lu yıllardan sonra etnik kimliklere karşı aleni bir asimilasyon politikası güdülmüş, azınlıkların gelirlerine yönelik Varlık vergisi uygulaması da bu dönemlerde başlatılmıştır.

Nihayetinde 1929 Dünya Ekonomik Buhranı sonrası, tüm dünyada milliyetçiliğin zirveye çıktığı, faşizan uygulamaların tavan yaptığı bir dönem olmuştur.

İlerleyen yıllarda 1980’den sonra tüm dünyada pek çok ekonomik kriz yaşanmıştır. 1992-1993’de Avrupa Para krizi, 1994-1995’te Latin Amerika krizi, 1997-1998’de Güney Doğu Asya krizi, 1998’de Rusya krizi, 1999’da Brezilya ve 2002’de Arjantin krizleri gibi. Krizlerin sonuçları detay incelendiğinde her krizin mutlaka siaysi etkileri olduğu gözlemlenmektedir.

Türkiye’de özellikle 1980, 1994, 2001 ve 2004 ekonomik krizleri sonrasında bir takım siyasi akımların özellikle sosyo-ekonomik düzeyi krizden son derece etkilenmiş halk kesimlerine dayatıldığını izledik. Her ekonomik kriz döneminden sonra milliyetçi, faşizan ya da şeriatçı akımlar ön plana çıkartılmıştır.

2001 yıllarında Türkiye’de yaşanan ekonomik krize bakacak olursak; ortaya çıkan geniş çaplı finansal kriz ülkenin tüm bankacılık sektörünü çökertmiş, ardından da ekonomiyi neredeyse bir gece içerisinde tamamen alt üst etmişti. Krizin belirtileri dünya çapında aylardır yaşanan başka ülkelerin sarsılmalarından anlaşılmaktaydı ancak biz yine krizi öngöremediğimiz ve şimdiki krizde olduğu gibi tarafsız ve şeffaf bir bakış açısı ile bakamadığımızdan yıkıcı sonuçlarına yine halk kesimi olarak katlandık.

2001 krizi ile aç, işsiz insanlar, kendilerini aç, işsiz bırakan düzene öfkelenince ve tutunacak ideolojileri de olmayınca ne yaptı ? Tanrı’ya , İslam’a sığınmaya başladı. Tüm dünyada hızla ilerlemeye başlayan İslami akımlar Türkiye’yi de etkisi altına almakta gecikmedi.

Peki, 2001 krizinden karlı çıkanlar kimlerdir? O anda tek örgütlü ve yıpranmamış güç olan AKP ve İslami sermaye, ekonomik krizden maksimum fayda sağlayan kesimler olmuştur. Gittikçe yoksullaşan halka yapılan giyecek, kömür ve maddi yardımlar, yeşil kart uygulaması v.b sadakalar, krizden en çok etkilenen halk kesimlerinin gözünü boyamaya yetmiştir.

2001 krizi ve sonrası AKP’nin “belediye” merkezli alternatif devletini yaratmasına yol açmıştır.

Bu günlerde Türkiye, yine dünyadan yayılan bir ekonomik krizin etkisine girdi ve bu etkiler hergün artarak halkın üstüne binmeye başladı. Türkiye 2006 yılına kadar alınan önlemlerle suni bir ekonomik canlanma yaşamıştı. Ancak 2006’dan sonra desteklerin kesilmesi ile bu canlanma yerini ekonomik durgunluğa bırakmaya başlamıştı. Yani biz bu krize zaten zayıflamış bir ekonomik yapı ile giriyoruz.

Yine yerel seçimler yaklaşıyor, halk kesimi yine mutsuz, yoksul, işsiz ve aşsız. AKP ‘nin vaatleri yine hızlandı. Yardımlar belediyelerin bütçesinden!! dağıtılıyor. “Belediye merkezli alternatif devlet” yine iş başında. Halkın yoksulluğu ve açlığı üzerinden politik çıkar elde etmeye çalışılıyor.

Ancak çok ilginçtir ki bu defa iktidarın söylemlerinde “din” yok, onun yerine “milliyetçilik” var. Özür kampanyası üzerine, ulusalcı ve milliyetçi görüşler yine gün yüzüne çıkıyor. Başbakan’ından Genel Kurmay’ına kadar her otorite yine parmak gösteriyor; “özür dilemek yanlıştır, ulusal çıkarlarımıza terstir”ortak söylemleri ve kızgınlıkları çoğalıyor.

Ben de diyorum ki; acaba bu seferki ekonomik kriz yine “ulus-devlet” olarak kendi içimize kapanacağımız bir dönemi mi beraberinde getirecek, bu sefer de milliyetçi duygular mı körüklenecek? Bir yandan da Anadolu’da yoksul halka destek olduğunu iddia eden Gülenist İslami yapılanmalar devam ederken…

2008 Ekonomik krizi ile Türkiye nereye gidiyor? Geçim güvencesi olmayan kitlelerin tüm dünya ekonomik krizlerin sonrasında örnekleri olduğu gibi ırkçılık, şovenizm, köktendincilik veya şiddete başvurarak kendilerini avutmayacaklarının garantisi nedir?

Unutmayın, her ekonomik kriz marjinal siyasi akımları körüklemiştir…körükler.

20 Ara 2008

Güz Sancısı; Türk Behçet ile Rum Elena’nın aşkı

6-7 Eylül olaylarının karanlık gölgesinde yaşanan bir aşk hikayesi.

Cumhuriyet Türkiyesi’nin siyasi tarihinde yüzleşilmesi gereken bir başka utanç tablosu da 6-7 Eylül olaylarıdır.

Güz Sancısı; 6-7 Eylül 1955 tarihinde bir yalan haber üreterek İstanbul’da yaşayan Gayrimüslimlerin dükkanlarının yağmalandığı, kiliselerinin basılarak papazlarının öldürüldüğü, Rum ve Ermeni kadınlarına tevacüz edildiği ve saldırıların ardından binlerce azınlığın evlerini, dükkanlarını bırakarak göç etmek zorunda kaldığı rezalet ve utanç tablosu bir ortamda milliyetçi, zengin bir toprak ağasının idealist oğlu olan Behçet ile karşı komşusu Rum Elena arasındaki aşkı ve o dönemim siyasi fikirleriyle iç hesaplaşmalarını anlatan bir sinema filmi.

Tomris Giritlioğlu “Suyun Öte Yanı”, “Salkım Hanım’ın Taneleri” sinema filmleri ve “Çemberimde Gül Oya”, “Hatırla Sevgili” tv dizilerinden sonra, “Güz Sancısı” ile 6-7 Eylül’ü, olaylar sırasında yaşanan bir aşk hikayesi çerçevesinde irdeliyor ve tarihle yeniden yüzleştiriyor.

C Yapım ve Film’in yapımcılığını üstlendiği “Güz Sancısı” nda başrolleri Murat Yıldırım, Beren Saat, Okan Yalabık, Belçim Bilgin Erdoğan, İlker Aksum, Hüseyin Avni Danyal, Umut Kurt, Avni Yalçın, Tuncel Kurtiz ve Zeliha Berksoy paylaşıyor.

Film; Etyen Mahçupyan ve Nilgün Öneş tarafından Yılmaz Karakoyunlu’nun aynı adlı eserinden senaryolaştırıldı. Bu eser, 1992 yılında Türkiye Yazarlar Derneği Roman Ödülü’nün de sahibidir.

Güz Sancısı; 1995’in güz mevsimine girerken Türk Behçet ile Rum Elena’nın 6-7 Eylül olaylarının siyasi karanlığındaki aşklarını anlatıyor.

Behçet, Antakya’da yaşayan ve Demokrat Parti ile “derin” ilişkileri olan, siyasi nüfuza sahip bir babanın tek oğlu. Katı bir milliyetçilikle yetiştirilmiş ve tek doğrunun bu olduğuna inandırılmış, muhafazakar ve sakin bir genç. İstanbul'da Hukuk Fakültesi'nde asistanlık yapıyor ve yetiştiriliş tarzı olarak babasının marjinal düşüncelerinin dışına çıkamıyor.

Ta ki ; Beyoğlu’nda Rum Elena ile karşılaşana kadar. Elena, kendisi de eski bir fahişe olan babaannesi tarafından, üst düzey bürokratlara sunulan bir fahişe ve Behçet’in oturduğu dairenin karşısındaki bir pencerede gizlice izlediği, Beyoğlu’nun ışıltılı ve kozmopolit panoramasında çok güzel bir Rum kadını.

O dönemde Beyoğlu’na da yansıyan ve Gayrimüslimlere yönelik olarak yaratılan siyasi gerginliğin karanlığında Behçet ile Elena arasından başlayan ve karşı konulmaz bir aşkın hikayesi, Behçet’in “düşman” uyruğunda gördüğü Elena’dan uzaklaşmaları, Elena’nın çıkışı olmayan kaderi ve 6-7 Eylül olaylarının Türk Behçet ve Rum Elena üzerindeki izdüşümü.

Güz Sancısı; aşkın milliyetinin olmadığını, aynı topraklarda farklı kökenden iki insanın ülke siyasetinin karanlık ilişkileri ve Gayrimüslimlere yönelik yıldırma politikalarının çerçevesinde ve 6-7 Eylül olayları rezaletinin gölgesinde birbirinden uzaklaşmalarını ve iç hesaplaşmalarını anlatan bir film.

2002 yılından beri üzerinde çalışılan “Güz Sancısı” 23 Ocak 2009’da vizyona girecek.

Filmin fragmanı; http://www.guzsancisi.net/

6-7 Eylül olayları nedir? http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=151010

19 Ara 2008

Kahvenin Kokusu


"Kırk kadem yoldan dahi duysam beni bir hoş eder, kavrulurken, çevrilirken rayihası kahvenin" diyerek kokusunun hoşluğunu ve bize verdiği keyfi anlatmış Şair.


Siz de benim gibi kahvenin kokusuna bayılanlardan mısınız?

Ben sadece Türk kahvesinin değil filtre kahvenin kokusuna da bayılıyorum. Beni çok canlandırıyor bu kahve kokusu. Dinginleşiyorum, sinir stres ne varsa alıp götürüyor.

Az önce telefonda bir rehber arkadaşımla konuştum; turdan yeni dönmüş, her şey yolunda gitmiş, turistler de memnun ayrılmışlar.

Kahve içiyorum deyince bu turdaki bir anısını anlattı bana; turda 35 Alman turist var, 3 de Türk, yani şoför, muavin ve rehber arkadaş. Otobüs mola yerine geliyor, içeri giriyorlar, muavin biraz heyecanlı bir tipmiş. Geleneksel Türk misafirperverliğini göstermek üzere turistlere sormadan kendi kendine sipariş veriyor ve sesleniyor:

"35 orta şekerli Türk Kahvesi, 3 tane nescafe biri sütsüz". Türk kahvesi Almanlar’a kendilerine de Nes!...ne tuhafız.

Kapadım telefonu ve yazmaya karar verdim…Kahvenin Kokusu

Kahve’nin özgeçmişini Google amcaya sordum, bir sürü şey çıktı, özetle şudur;

Kahve’nin anavatanı Habeşistan yani şimdiki Etiyopya. Ancak Habeşler kahve tanelerini un haline getirip ekmek yapmakta kullanırlarmış. Ayrıca tıbbi amaçlı olarak kahve tanelerini kaynatıp suyunu içer ve "sihirli meyve" olarak adlandırırlarmış.

Her ne kadar kahvenin anavatanı Habeşistan olsa da Araplar kısa sürede kahveyi tekellerine almışlar. İstanbullular’ın kahveyle tanışması ise Yavuz Sultan Selim'in 1517'de Mısır'ı fethetmesinden sonra olmuş.

Kahve, ulaştığı yerlerde önce tepki uyandıran bir içecek olmuş. Nedendir bilinmez, yöneticiler kahve içmeyi yasaklamış, cezalandırmışlar. Ancak hiçbir yasağın fazla uzun sürmediği gibi kahvenin karşı konulmaz yükselişine de engel olunamamış. İstanbul’dan Avrupa’ya yayılmış.

Kahvenin bu denli sevilmesinin ardında, içerdiği kafein maddesi gizli. Kafeini de Wiki teyzeye danıştım; "Kafein, tein, matein ve guaranin olarak da bilinir. Bir alkoloid olan kafein doğal olarak kahvede, çayda bulunur.Kafeinin karateristik, yoğun bir acı tadı vardir. Kola gibi bazı gazlı içeceklere tat vermesi için eklenmektedir.Kafein, merkezi sinir sistemine etki ederek, beyne giden ve beyinden gelen mesajları hızlandıran böylece kişinin daha uyanık ve aktif olmasını sağlayan bir uyarıcıdır.”

Kahve kokusu dünyanın sayılı güzel kokularından; kahve çekirdeklerini şöyle avucunuzda sıkıştırın , sonra avuç içinizi koklayın, çıkan kokudan mest olursunuz. Kahve satan dükkanların önünden geçerken mis gibi kavrulan kahve kokusunu, hani o doya doya içimize çektiğimiz kokuyu sevmeyen var mıdır? Belki de vardır, kim bilir?

Kahve içmek de ayrı bir sanat ayrı bir keyif. Pişirmesi de ayrı bir hüner. Şöyle bol, yumuşak kadife gibi köpüklü, iyi kaynamış mis gibi kokan bir kahveyi kim sevmez ki?

Kırk yıllık hatırı da cabası. Bir arkadaşımızla sohbet sırasında içtiğimiz bir fincan kahvenin bize verdiği güven duygusunu bir düşünün bakalım. Akşam yemeğinden sonra sevdiklerinizle içtiğiniz bir fincan kahvenin verdiği huzuru hissedin. Ne zaman bir kahve kokusu alsam arkadaşımın sevgisini hissederim ya da sevgi dolu gözlerini hatırlarım. Çok mu romantik?…ama öyle.

Sigara karşıtları bana kızacak ama yazmadan geçemeyeceğim…kahvenin yanında şöyle bir de “cigarayı” tüttürdünüz mü of of ne keyiftir o.

Kahvenin kokusunu yazarken aslında niyet şudur ;

“Gönül ne kahve ister ne kahvehane, Gönül sohbet ister kahve bahane.”

Bir de gönderme;

"Kahvelerim pişti gel,
Köpüklerim taştı gel.
İyi günüm dostları,
Kötü günüm geçti gel."

17 Ara 2008

Manzara-i Umumiye

Torunuma bırakacak beyaz bir sayfa arıyorum!

Karşımdaki çerçeveden kocaman sorgular gözlerle bana bakan torunumu seyrediyorum. O’nu nasıl bir Türkiye bekliyor? Cevap veremiyorum, çünkü bilmiyorum! Gözlerimi fotoğraftan kaçırıyorum.

Medyayı takip ediyorum, dışarıda insanları izliyorum, dinliyorum, tek bir beyaz sayfa bulmaya gayret gösteriyorum ama nafile.

Umuminin manzarası karşısında irkiliyorum, içim acıyor. Kendime dönüp bakıyorum, dış yurdumdan iç yurduma dönüyorum, hesaplaşıyorum…

İnsanlar binlerce yıl önce sabah erkenden kalkıp bir su kenarına yerleşmiş oraya vatan demişler. Sonra dar gelmiş dere boyu, başka derelerin ardına düşmüşler.

İnsanlar tarihler boyunca kendilerini güvende hissedecekleri, toprağından verim alabilecekleri, güneşin onları ısıtabileceği, huzurun sarabileceği yerleri ararken yakmış, yıkmış, öldürmüşler…hem huzur ara hem de öldür, ne ironi ama!

Ve bu insanların kurduğu yeni dünya düzeni ile birlikte insani değerleri aşağılayan, hor gören, “insanı” umursamayan bir zamana gelmişiz.

Manzara-i Umumiye;

Piyasacı kapitalist değerlerin, hızla evrensel insani değerlerin yerine geçtiği bir Türkiye.

Halkı atomlarına parçaladılar, bu atomları toplayıcı unsurlar da "milliyetçilik", "din" adı altında karşımıza çıkıyor. "Önce çürüt, kokuştur, sonra dayat ne istersen sistemi” diyorum ben buna.

Dünyada eşi benzeri görülmemiş bize özgü bir demokrasi yaşıyoruz. Oylarımızı bir torba kömüre, yiyeceğe satıyoruz, sandığa gidiyoruz, seçiyoruz…bunun da adı demokrasi oluyor.

Haklarını isteyen insanlara ne kadar da kolay “vatan haini” yaftasını yapıştırıveriyoruz. Ne ayıp hak aranır mı? Hak aranmaz, hak ancak büyükler isterse verilir. Birey özgürlüğü, yaşam hakkı, insan hakları, yurttaş hakları da neymiş? Herkes uysal çocuk olsun sonra karışmayız ha!

Adına derin devlet denen sektörün gündemde öne çıkmış isimleri “devletin bittiği yerde ben başlarım, daha doğrusu benim olduğum yerde devlet biter” diyen, avanesini bir takım generallerin, polis müdürlerinin, siyasetçilerin, yazarların, mafya üyelerinin oluşturduğu bir “öztürk” edası ile dolananlar…Tanrı onları devletinin kirli işlerini halletsin diye taaa Ergenekon’dan göndermiş buraya!

PKK ya terör örgütü diyemeyen solcularımız olduğu gibi sınır ötesi operasyona hayır demekten korkan sözde barış yanlıları var. Etnik problemleri hiçe sayan, görmezden gelen ve halen “biz yıllardır kardeşiz zaten” diye bir ezberimiz var. Emperyalist güçlerin oyunları hiç bitmez diye papağan gibi tekrar eder dururuz.

Memleketi hasta duruma getiren insanların kemikleşen zihniyetlerini değiştirmemesi yüzünden "din" veya "vatan" adı altında neleri ortaya koyduklarını görüyoruz. Samimiyetini yitirmiş veya zaten samimiyeti hiç olmamış politikacıların daha düne kadar kara dediklerine bugün ak dediklerini görüyoruz. Kirlenmiş siyasetden üstümüze bulaşan pisliklerle biz de kirleniyoruz.

Birileri “memleketin, laikliğin, bayrağın, Türklüğün sahibi biziz” diyor, Ata’nın ve devrimlerinin tapusu sanki ellerinde, Ata bir tek onlara miras bırakmış. Bir diğeri de “ yok öyle yağma hasanın böreği din de, memleket de artık bizim olsun, biraz da biz at koşturalım” diyor.

Halk aç, halk mutsuz, seçimden seçime hatırlanmanın aczi içinde, halk kime güveneceğini şaşırmış durumda…Krizler halkın belini büküyor, ne hak arayacak hali kaldı ne de hesap soracak. Halk gücünü yitirdi. Sözün tükendiği yerde bağırma, korkutma başlıyor.Sonra da tepesine biniveriyorlar garibim halkımın.

Aydınlığa karşı karanlığı, ilericiliğe karşı gericiliği, sevgi, barış, dostluk yerine düşmanlığı dayatan zihniyetlere “dur” demekten aciz insanlar olduk.

İçerisinde yaşadığımız yerküreyi, doğayı ve evlerimizi de zehirledik, kirlettik, yok ediyoruz.

İnsani özlerimizi bıraktık, “insan seven insan” olmayı beceremediğimiz gibi hümanist insanlarla matrak geçiyoruz.

Neden dostluk, barış, kardeşlik içerisinde yaşayamıyoruz? Neden fakiriz, neden demokratikleşemiyoruz, neden birbirimizle kavgalıyız, neden gelişemiyoruz, neden düşüncemizi söyleyemiyoruz? Neden darbelerden geçiyoruz, neden ırkımıza göre ayrılıyoruz, neden inandığımızı ya da inanmadığımızı açıkça yaşayamıyoruz ?

Neden başkalarının başına gelenlere göz yumarak kendimizi garantide hissediyoruz?

Gericilik, ırkçılık ve körü körüne cahillikle nerelere getirildiğimiz açık değil mi? Yoksa gözlerimizi mi kapadık görmemek için.

Manzara-i Umumiye;

Birileri hızlı trene binmiş, riyakarlık ve yüzsüzlük içinde üzerimizden geçiyor. İmdat bile diyemiyoruz.

Kendimizi temize çekelim diyorum, ama "beyaz sayfa" bulmada sorunum var galiba.

Torunuma bırakacak beyaz bir sayfa arıyorum!

16 Ara 2008

Nalet olsun içimizdeki YouTube sevgisine!

YouTube sevgimiz YouTube yasağını deldi geçti.

Başbakanımız YouTube yasağını deler de biz delemez miyiz? Kasım ayında YouTube'a ziyaretçi akını olmuş.

Zaten bu kadar mantıksız ve akıl dışı bir yasağı ne kabullenmek ne de bu yasağa uymak mümkündü. Yasakları koyanların bilişim ve internet teknolojisinin farkında olmadıkları aşikar.

Dünya'nın en popüler video paylaşım sitesi YouTube'un, Başbakan’ın "Ben giriyorum siz de girin" demesinin ardından erişiminin engelli olduğu Türkiye'deki ziyaretçi sayısını ikiye katladığı belirlendi. (hurriyet.com.tr)

Sürekli güncellenen www.alexa.com'un verilerine göre, YouTube Türkiye'de en çok ziyaret edilen 100 site listesi’nde 14’üncü sıradan 5 basamak birden atlayıp 9'unculuğa çıkmış. Her gün ortalama 800 bin civarında Türk internet kullanıcısı, dns ayarlarını modifiye ederek veya ulaşılamayan web sayfalarını ekrana getiren ’proxy sunucusu’ hizmeti veren sitelerden YouTube’a girmiş.

Bir yıldan fazla süredir Türkiye'deki kullanıcıların YouTube'a erişimini sağlayabilmek için çalışmalar güya devam ediyor. Türkiye’deki YouTube yasağı tüm dünyanın dilinde.

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, YouTube’a erişim yasağıyla ilgili olarak, “YouTube meselesi maalesef amacını aşan bir noktaya getirildi. Bundan biz de rahatsızız” diyor.

Atatürk’ün kişiliğine hakaret veya çocuk pornografisi, bunları çıkarmak isterken bütün siteye bir kapatılma kararı verilmesini ise şu şekilde izah ediyor; “takdir edersiniz ki bizim yargıçlarımızın, mahkemelerimizin henüz bilişimle ilgili bir uzmanlığı yok. Zaman içerisinde gelişecek ve böylece suçun kapsamıyla orantılı cezalar da verilecek.”

Her konuda o kadar “orantılı” bir ülkeyiz ki; internetin Türkiye’de bu kadar yaygın kullanımına rağmen halen internet hukuku sistemi bir düzene oturtulamadı. Bu yasak kararlarını veren yargıçlar hangi dünyada yaşıyorlar acaba? Neden halen hukuçularımız internet teknolojileri ve hukuku konusunda bilgi yetersizliğine sahipler. Yargıçlar daha ne zaman öğrenecekler bilişim hukukunu?

Hadi diyelim ki yargıçlar yetersiz, peki bilişim konusunda hükümetin ilgili kurumlarındaki yöneticiler ne kadar yeterli? İnternetin yoğun olarak kullanıldığı bir çağda, hükümetlerin 'zararlı içerik' diyerek kapattıkları siteler gün geçtikçe çoğalıyor. Aklın ve becerin yetmiyorsa yasakla…bu mudur bilgi çağında bilgi alma özgürlüğünün Türkiye’de geldiği boyut?

YouTube'a erişimi engelleyerek neyi, kimi cezalandırdığımızın farkında bile değiliz. Bugün özellikle Amerika ve Avrupa’da Atatürk aleyhine pek çok belge ve kitap var. Kime yasak bunlar? Herkes okuyabilir. O zaman yok edin bütün yayınları, yayımcıları…YouTube yasağı ile de aynen bu yapılmıyor mu?

Yoksa farklı nedenler mi var YouTube yasağının ardında? Doğu’da terörle mücadele görüntüleri gibi, bir Yargıtay üyesinin Başbakan’a küfretme görüntüleri gibi, siyasi kutuplaşmaların ve görüşlerin YouTube videolarına yansıması gibi…her konuda olduğu gibi YouTube yasağı konusunda da hiç bir şeffaflık yok.

Onca teknolojilere rağmen bunca zamandır Youtube’a halen yasal yoldan erişemiyorsak, bu yasağın altında daha çok buzağı aranacaktır.

Siyasi, ekonomik, teknoloji…her konuda devekuşu gibi kafamızı kuma gömme fobimizden kurtulamadık.

Kimse yasalar uygulanmasın demiyor ki…yasalar herkes için geçerli. O zaman nerede benim bilgi edinme hak ve özgürlüğüm?

Bence bir an önce hem kendinizi hem de hukuk sisteminizi bilişim konusunda eğitin…İnsanları daha fazla ‘Atatürk’e hakaret içeren videolar” masalı ile de uyutmayın.

Bu “yasakçı zihniyet” ile Türkiye hiçbir konuda bir adım ilerleyemez.

15 Ara 2008

Ekonomik kriz beni de vurdu

(işte aynen böyle kala kaldım)

Ekonomist olmak bu ülkede kendi söküğünü dikmeye yaramıyor. Ekonomik krizden ben de nasibi aldım.

İşsizler ordusuna ben de katıldım…Bayram öncesi işsiz kaldım. Ekonomik kriz turizm sektörünü etkilemez diyenler gelsinler Antalya’nın halini görsünler.

Kışın açık kalmayı planlayan pek çok otel kapandı, sezonun gelmesini bekliyorlar. Batan seyahat acentasının haddi hesabı yok. Batmayanlar da ya küçülüyor, ya da maaş ödeyemiyor. Turizmin beslediği yan sektörler, esnaf kan ağlıyor, acentalardan alacağını alamıyor. Zaten turist de yok, olanlar da otellerin içinde ve dışarıda bir kuruş para harcamıyor. Turizmciler sokakta boş geziyor.

Çalıştığım turizm firmasının durumu zaten bir yıldır inişte idi. Haklı olarak sonunda bana da kapıyı gösterdiler. Şimdiye kadar zaten çoktan çıkarmaları gerekiyordu. Onca zorluk içinde maaş almaya utanır olmuştum. Çabaladık hep birlikte ama olmadı. İş, müşteri aslanın ağzında. Var olan müşteriler de kapanın elinde kalıyor.

Ekonomist olmak…işte bunun için bir işe yaramıyormuş bu ülkede. Bir özeleştiri gerekirse; ekonomi kendini ekonomist sananlar ve öngöremeyenler yüzünden bu hale gelmedi mi? Soygun düzeni de cabası.

28 yıllık iş hayatımda leyleği kaç kez havada gördüm hatırlamıyorum, parlak bir kariyer, şaşalı bir iş yaşamı, herkesin imrenerek seyrettiği benimse süründüğümü bildiğim görkemli plaza kadını hallerim…önce 2001 krizi ile yerlere yapıştı, tam toparlandım derken şimdi de bu kriz vurdu.

Milyonlarca genç, vasıflısı vasıfsızı iş peşindeyken kim ne yapsın yarım asırlık kadını? Bu krizde isterse altın yaldızlı öz geçmişin olsun neye yarar?

Bir kutup ayısı boğulmuş biliyor musunuz? Yani bu hayvan yüzmeyi senden benden iyi biliyor. Nasıl boğulur ? Nasıl? Ama boğulmuş işte…bu hayvanlar yüzerken dinlenmek için bir buz parçasına tutunup soluklanırmış. Bu sefer tutunacak bir buz parçası bulamamış. Neden? Çünkü erimiş o buzlar !

Bu ülke ekonomisinin erittikleri gibi…

Milyonlarca işsiz sokaklarda iş, aş peşinde koşuyor ve işin en acı yanı bu ekonomik çöküntülerin sebebi biz işsizler değiliz.

Ekonomik kriz teğet geçmiyor…vuruyor yerlere yapıştırıyor.

13 Ara 2008

Seks partneri robot hayal gücünü zorluyor

Şişme kadınlar uzun zaman önce seks mağazalarının vitrinlerinde yerini almıştı…sıra seks partneri robotlara geldi.

Bilim adamları son yıllarda “gelecekte seks nasıl olacak?” sorusu üzerine çalışıyor, insanla robotun seks partneri olabileceğini öngörüyorlar.

Ancak gün gelip de seks partnerinizin bir robot olacağını şimdiden hayal etmek oldukça zor.

Robot denildiğinde; bize hizmet eden, ev işlerini itina ile yapan, sağa sola dönüşünde veya yürürken “moink, doink, biippp” gibi elektronik sesler çıkaran, mikrofonik bir ses tonuyla sınırlı sayıda kelime konuşabilen, mekanik, metalden yapılmış, insan görüntülü bir cihaz hayal ediyorum.

Günümüz teknolojisi ile robotlara bir çok aktivite kazandırıldı. Dansedebilen, keman çalan, futbol oynayan, ev işlerini yapan veya sanayi sektöründe insanların yapacağı bazı işleri görebilen robotlar tasarlanıyor ve üretiliyor.

Kanada vatandaşı Le Trung, iki yıl harcayarak temizlik gibi ev işlerinin üstesinden gelen bir "geyşa robot" yapmış. Le Trung bir iki düzenlemeyle robotun bir seks partneri olabileceğini de belirtmiş. (milliyet.com.tr)

Seks partneri robot çalışmaları öyle bir boyuta geldi ki 2016 dan önce “postmodern seks” için yaydığı titreşimlerle gerçek kucaklaşma etkisi yaratan robot tasarımları bile yapılıyor.

Bu gidişle Woody Allen’ın 1973’te çevirdiği "Sleeper" adlı filmdeki "orgazmatron" makinesi pek de hayal olmayacak.

Daha önce de “Robotlarla Aşk ve Seks” kitabının yazarı David Levy, 2050 yılında robotlar ile seks yapmanın mümkün olacağını belirtmişti. Aynı zamanda yapay zeka uzmanı olan Levy, robotların gelecekte insanların duygusal ve cinsel açıdan tatmin edici birer hayat arkadaşı olacaklarını iddia ediyor. Seks partneri robotlar, çekici ve gerçekçi bir görünüme, yumuşak bir tene ve saçlara sahip olacak, insanlar gibi mimiklerini kullanarak jest yapabileceklermiş. David Levy teknoloji ilerledikçe insanlar ile makineler arasındaki ilişkilerin kaçınılmaz olduğunu söylüyor.

Geçtiğimiz yıl Japonya'da "Perfect Woman" (Mükemmel Kadın) diye bir kadın robot satışa sunulmuştu. Lisa adı verilen kadın robotun alışverişten, ev işlerine hatta sahibine masaj yapmaya kadar pek çok hüneri vardı.

Robotlar hep erkeklere mi hizmet edecek? Franz Steiner isimli sanatçı kadınları da düşünmüş ve erkek robot tasvir etmişti. Steiner’ın gelecek öngörüsüne göre 2045 yılında artık kendi de biyonikleşen kadın yüzlerce erkek robota hükmediyordu. Egemenlik kadınların eline geçmiş, artık erkeklere gerek kalmamıştı. Sanatçı fantezisi gibi görülse de kadınlara da erkek robot sevgili öngörmüştü.

Velhasılı kelam; bilim dünyası, cinsiyetiniz ne olursa olsun 2050 yılında seks partnerinizin bir robot olması için canla başla çalışıyor.

Belki robotlardan “sadık” eşler olabilir ama ya robot bir de kısa devre yaparsa! Yandı gülüm keten helva…

Şaka bir yana, acaba kadın-erkek ilişkilerinde son hızla uzlaşmazlığa doğru mu gidiyoruz? İnsani karşılıklı ilişkiler, insan yaşamının özü olmaktan çıkıyor da sevişmeler dahil tüm ilişkilerimiz yerini makinelere bırakınca daha mı mutlu olacağız?

Aşk, sevgi, sevişmek…bir “insan” olmadan “robot” la nasıl mümkün olabilecek?

Ebedilik iksiri üzerinde çalışmalar da var. Belli mi olur, belki insan ölümsüzleşir, 2050 yılında karşımıza seks partneri olarak pat diye bir robot çıkar, şaşırmayalım !

Kamu İhale Kanunu talana en uygun kıvama getirildi

Yağlı ballı ekmek siyasi iktidarın elinde, yandaşlara sunulmaya hazır halde!

Kamu İhale Kanunu, yapılan değişikliklerle şeffaflıktan uzak, talana, ranta, yolsuzluğa en uygun şekline getirildi. Artık ihalesiz, denetimsiz, adrese teslim kamu yatırımları emrinizde!

Yıllar yılı Türkiye’de kamu ihaleleri şaibeden kurtulamadı, ekonomi de siyaset de en çok devlet ihalelerinde kirlendi. Devlet, 1 liralık malı hep 10 liraya aldı, ne ekonominin ne de Türkiye’nin beli doğruldu.

Kamu ihalelerindeki soygunları önlemek, ihalelere şeffaflık getirmek üzere Bülent Ecevit’in Başbakanlığı döneminde çıkan Kamu İhale Kanunu’na 2002 de AKP hükümeti tarafından yama yapılmaya başlandı. Gerekçe çok masumane ve dürüstçe idi !... Devlet ihalelerinde güvenilirliği ve kaliteyi artırmak, rekabeti, şeffaflığı ve denetimi sağlamak, böylece yolsuzluğu önlemek, bütün bunların yanısıra kamu ihalelerinde de AB’ye uyumu gerçekleştirmek. Ayrıca kamunun ihalelerini denetlemek için de bağımsız bir kurum olan Kamu İhale Kurumu’nu kurdu. Sözüm ona rekabet ve şeffaflığı sağlaması için ona büyük yetkiler verdi.

Kamu İhale Kanunu (KİK), 2002 den bu yana tam 17 kez değiştirildi. Son değişiklik Bayram’dan önce Cumhurbaşkanı tarafından alalacele onaylandı. Kanun’un yamalanmadık, sulandırılmadık bir yanı kalmadı. Bakanlar Kurulu kararları, yönetmelikler, düzenleyici kararlar ve tebliğler de cabası.

Devlet ihaleleri dediğimiz şey, devletin kamu yatırımları için yaptığı tüm harcamalar… Milyarlarca dolarlık bu ihaleler, yıllar yılı siyasi iktidarların yandaşlarına verilir, bu yolla kendi yandaşlarına güç, imkan ve büyük gelirler sağlanır, müteahhitler de karşılığında siyaseti finanse ederler. Devlet 1 liralık kalemi 10 liraya almış, 30 milyon dolarlık yatırım 300 milyon dolara mal olmuş, kimin umurunda!...balı elinde tutanlar parmaklarını yalaya yalaya bitiremezler!

Kamu İhale Kanunu’nda yapılan tüm yamalar da işte bu rant ve talan paylaşımının en etkin şekilde yürütülmesini amaçlar…masumane gerekçelerle de talanın, rantın, rüşvetin kılıfı hazırlanır ancak asıl amacı kamu yatırımlarının yasal soygunudur.

Son yapılan değişikliklerle de artık devletin pek çok kurumu devletin İhale Yasası’na tabi olmadan, kendi davet ettikleri firmalarla özel ihaleler yapabilecekler. Tabii ki bunlar iktidar partisini finanse eden firmalar olacak. Devletin ihalelerinde rekabet tamamen bitti, şeffaflık falan da kalmadı, denetim zaten yoktu..tam tabiri ile “Adrese teslim, ihalesiz ihale dönemi” başladı.

Kamu ihale sistemi, AKP’den önce de aynı karanlık, rüşvetçi, talancı, rantçı zihniyete sahipti. AKP iktidarı ihale sistemini iyice laçkalaştırarak, yeni yolsuzlukların, rüşvetin, adam kayırmacılığın, siyaseti finansmanın önündeki tüm engelleri kaldırmıştır.

CHP ve MHP daha iyi bir ihale kanunu için gereken çabayı göstermiyor zira onlar da müteahhitlikten besleniyorlar. Eğer iktidara gelirlerse bu yasadan yararlanmanın hayallerini kuruyorlar.

İşin en baştan kime verileceğinin belli olduğu, itiraz hakkı ve denetimin bulunmadığı bir kamu ihale sistemi ile Türkiye’de ekonomi de, siyaset de, insanlar da daha çok kirlenir…

Türkiye’nin daha çok beli bükülür, tüm vebalini ve zararını da biz halk kesimi öder, siyasi iktidarlar da yağlı ballı ekmeği yer… şimdiye kadar olduğu gibi!

12 Ara 2008

Yıldız Kenter; Türk tiyatrosunda bir Diva

Yıldız Kenter, 60 ncı sanat yılını kutluyor...60 yıl Türk tiyatrosuna adanan bir ömür, tiyatromuzun onur abidesi, gelmiş geçmiş en büyük tiyatro sanatçılarımızdan biri…

Yıldız Kenter’in profesyonel anlamda tiyatro sahnesine ilk çıkışının, ilk tiyatro perdesinin açılışının ardından tam 60 yıl geçti. 12 Aralık 1948’de Ankara Devlet Tiyatrosu’nda Shakespeare’in “On İkinci Gece”si ile sanat hayatına başladı.

O günden bugüne her sahnesinde, gözlerindeki anlam ve duygu ifadeleri ile, mimikleri ve sesi ile üstün oyunculuk gücünü seyircisine sunmuş, hayatın, yaşanmışlıkların tüm birikimlerini bizlere ustaca aktaran içsel bir köprü kurmuştur.

Yıldız Kenter, 60 yılda 100’ün üstünde oyun sergilemiş, bir o kadar da oyun sahneleyerek Türk tiyatrosunun gelişmesine büyük bir katkı sağlamıştır.

O, "Maria Callas", "Pembe Kadın", "Ben Anadolu" gibi unutulmayan rollerin oyuncusudur.

Kardeşi Müşfik Kenter ve eşi Şükran Güngör ile kurduğu Kent Oyuncuları Topluluğu’nda Necati Cumalı, Melih Cevdet Anday, Adalet Ağaoğlu, Refik Erduran, Güner Sümer, Zeki Özturanlı, Güngör Dilmen, Muzaffer İzgü gibi pek çok Türk yazarının eserlerini, Shakespeare, Çehov, Brecht, Ionesco, Harold Pinter, Edward Albee, Tennessee Williams, Alan Ayckbourn, Arthur Miller, Brian Freil, Neil Simon, Athol Fugard gibi edebiyat dünyasının önde gelen isimlerinin eserlerini sahnelemiş ve oynamış bir tiyatro ustadır.

Yurt dışında pek çok İngilizce ve Türkçe oyunlar sergileyerek Türk tiyatrosunun tanınmasına vesile olmuş biridir. 40 yıldır konservatuardaki sahne hocalığı yaparak bir çok tiyatrocunun yetişmesine emek vermiştir.

Yıldız Kenter, kendisini 60 yıllık başarılı tiyatro kariyerine taşıyan özelliklerini şu şekilde ifade etmektedir … “Mesleğini kendinden çok sevmek. Mesleğe saygı duymak. Yüce bir şeyin karşısında eğilir gibi onun karşısında eğilebilmek. Her şeyini onun için harcayabilmek. Güzelliğini, bedenini, zamanını, her şeyini ona vermek”.

Sahnede kendini ifade etme biçimi için…“Sahnede seyircinin söylenenleri rahat anlayabileceği, güzel konuşulan bir Türkçe’ye ve beden diline özen gösteriyorum. Küçük bir tonlama hatası anlamı tamamen değiştirebiliyor. Metni deşifre etmek, metni anlamak çok önemli. Yazar ne demek istiyor, bunu sağlıklı bir biçimde yorumlayabilmek… Bazen yazara sözcükler yetmeyebilir, o zaman oyuncu yazarın vermek istediklerini düş ve düşün gücüyle, ses ve konuşma gücüyle ve beden diliyle tamamlıyor” diyor.

Yıldız Kenter, sanat hayatının 60 ncı yılını, perdesini yeni açacak olan “Victoria” oyununun yönetmeni olarak kutlamaya hazırlanıyor.

Tiyatroya adanmış tutkulu bir yaşamın kahramanı, sıradışı bir kadındır Yıldız Kenter. O, Türk tiyatrosunun gerçek Diva’sıdır.

Diva’nın “Hep Aşk Vardı”sındaki repliğinde, O’nun gerçek yaşamdaki etkileşimlerini ve bunların sahneye izdüşümlerini farketmemek mümkün mü?

İnsanın ortak kaderi doğum, ölüm veo aradaki zaman, yaşam...
Doğmak, ölmek isteğe bağlı değil...
Ölmek, belki bazen.
Bize düşen yaşamak.
Koşullar ne olursa olsun yaşamak...
Ayakta kalmak...
Hadi sıyırttın sıyırttın, hayatta kalabildin zar zor...
Uzun yaşamak, bir ayrıcalık.
İyi, güzel...
Ama ayakta kalmak, kalabilmek. Ceza !
Müthiş bir ceza!

İlkokuldaydım, birinci sınıfta.
Hiç unutmadığım bir cezaya çarptırıldım. Karatahtanın önünde,
sırtım sınıfa, yüzüm karatahtaya dönük, ders bitimine kadar kıpırdamadan ayakta durmak...
Utanıyorum, midem bulanıyor.
Ölmek istiyorum.
Herkesten nefret ediyorum, herkes ölsün istiyorum.
Sonra bir ara cebimdeki kabarıklığıhissediyorum: Kabak çekirdeklerim!
Bir kuruşluk kabak çekirdeği almıştım, bir tane bile yemedim.
Mahmut'la ( benden birbuçuk yaş büyükağabeyim; üçüncü sınıfa gidiyor)
eve giderken yiyecektik. Evimiz taa tepede,
Abidin Paşa Köşkü'nün orada.
Bahardı... Bademler açmış, tepeye giden toprak yol bomboş.
Ev yok pek. Apartman hele hiç yok.
Göz alabildiğine tarla.
Papatyalar, gelincikler.

Hadi be sen de!.. Ne diye ölecekmişim...
Mati'cigimle güzelim dağ yolunda çekirdek yiyerek,
konuşa gülüşe eve gitmek varken !

Şimdi dönüp geriye baktığımda, hep çekirdek misali umutlar peşinde
ayakta kalabildiğimi görüyorum.
Öleceğimi bile bile bir çekirdek uğruna bu kadar çaba, çırpınma!
Değer mi ?.. Birşey yap,
Met'i anımsıyorum, sevgili Aziz Nesin'i...
İçim ısınıyor yeniden.
Kalk hadi diyorum, durma koş,birşeyler yap. Yaşa...
Dur diyorlar bir yandan da, koşma...
Yeter dinlen artık. Koşma...

Öl artık !

Ama çekirdeklerim bitmedi ki daha
..." Yıldız Kenter

Nice yıllara Diva, kabak çekirdeğin hiç tükenmesin…

Google Zeitgeist 2008'de Türkiye ayna gibi ortada

İnternette sosyalleşmeye, okeye, tavlaya, lak laka, magazine, baldır bacağa, dizilere, futbola devam demişiz.

Google, Zeitgeist sayfasında, internette ülkeler bazında en çok aranan kelimeler aylık olarak yayınlıyor. Zeitgeist; Almanca bir kelime ve “zamanın ruhu” anlamına geliyor.

Google Zeitgeist listesinde belirli zaman dilimi içerisinde aranan kelime istatistiklerine dayalı olarak, o ayda, o ülkede kim, ne popüler olmuş belirleniyor , internet kullanıcılarının eğilimlerini, alışkanlıklarını izlemek için iyi bir yöntem…Tam tabiri ile ayna gibi ortadayız.

Aranılan kelimelere göre aslında ülkeler arasında çok büyük farklılıklar görülmüyor. Aramalarda kategoriler olarak yine cinsellik, facebook gibi sosyal ağ siteleri, futbol ve oyunlar, eğlenceye yönelik aramalar, diziler, filmler vs. aynı kalıyor. Halkın beğenisine göre katagoriler aynı kalsa da sadece konu elemanları değişiyor.

Google Zeitgeist 2008 Türkiye listesinde en popüler 10 arama “facebook”, “oyun”, “mynet”, “youtube”, “oyunlar”, “msn”, “indir”, “tv”, “hürriyet” ve “haber” olarak sıralanmış.

En hızlı yükselen aramalar, “hi5”, “facebook”, “key”, “netlog”, “sahibinden”, “dizi”, “kurtlar vadisi”, “kpss”, “oyunlar 1” ve “vatan” olmuş.

Türkiye’den aranan ünlüler ise, Gülben Ergen, Serdar Ortaç, Tarkan, Demet Akalın, Ebru Gündeş, Hadise, Sibel Can, Gökhan Özen, Hülya Avşar ve Şahan iken, Türk dizileri ise “Kurtlar Vadisi”, “Kavak Yelleri”, “Yaprak Dökümü”, “Selena”, “Asi”, “Avrupa Yakası”, “Arka Sokaklar”, “Adanalı”, “Binbir Gece” ile “Gece Gündüz” şeklinde.

Ekonomide, “iş”, “kariyer”, “kredi”, “altın”, “para”, “finans”, “euro”, “borç”, “dolar”, “banka” en çok aranan kelimeler olurken , futbol takımları olarak en çok Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor, Bursaspor, Sivasspor, Eskişehirspor, Ankaragücü, Kocaelispor ve Kayserispor olmuş. (milliyet.com.tr)

Bizim listeye bakınca internetin artık “halk” kesimi tarafından yoğunlukla kullanıldığını söylemek mümkün.

Facebook kullanıcı sayısı olarak zaten dünyada 5. sıradayız. Sosyalleşmekten kendimizi alamadık, facebook’u baş sosyalleştirici olarak seçmişiz ancak baş çöpçatanımız desek daha doğru olacak.

İnternet oyunlarında uzman olduğumuz kesin. Hele ki okey ve tavlada üstümüze yok. Msn’i çok severiz, lak lak yapmaya bayılırız.

Nasıl olmuşsa halkımızda bir “haber” merakı da neyse ki oluşmuş, Hürriyeti tercih etmişler.

Kurtlar Vadisi de gelecek vaat ediyor…en hızla yükselen aramalar listesinde yerini bulmuş. Derin devlet ilişkilerinin halk nezdinde merak uyandırdığı epeydir aşikardı. Zira Polat Alemdar taklitleri hızla çoğaldı.

Aracıların işi zor gönüyor, herkes satınalacağı veya kiralayacağı evi, arabayı “sahibinden” arıyor. Emlakçılar, oto galerileri derdine yansın.

Gülben Hülya’yı, Serdar Tarkan’ı açık ara sollamış gidiyor.

“Ekonomik kriz teğet geçer” diyenler de yanılmış, iş arayanlar, kariyer peşinde olanlar interneti sık sık ziyaret eder olmuşlar, paranın kimde olduğu belli olmaz…kredi, altın, para, euro, dolar kelimeleri de aramalarda tavan yapmış.

Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş…ligde durumları çok iç açıcı değil diye üzülmesinler, fanatikleri yine de uğrunda ölmeye hazırlar. Yalnız Sivasspor’a dikkat derim.

Gündemimiz oldukça ağırlaşmış! zamanın ruhunu yakalamış yakalamasına da diğer ülkeler bizim listeye bakınca facebook dışında genel eğilimimizden bir şey anlayacaklarını sanmıyorum. Hatta bizi çok can sıkıcı bile bulabilirler.

Anlamadığım bir konu daha var…”porno” kelimesi listelerde hiç yer almamış mı? Bizim blogta bile başlığında veya içeriğinde porno bulunan konular en çok okunanlar listesinde yer alıyor…İlginç bir durum bu.

Türkiye için hazırlanan liste uzun zamandır güncellenmemişti. 2007 yılının Ağustos ayından beri Google Zeitgeist listesinde Türkiye'ye yer verilmiyordu. Google Türkiye yetkilileri, konunun teknik bir aksaklıktan dolayı meydana geldiğini belirtmişti. Bu sessizliğin arkasından Türkiye için yeniden liste yayınlanması ve bu listede “porno” v.b. içeriklere yönlendirme kelimelerinin bulunmaması, “google zietgeist de Türkiye için sansür veya herhangi bir kontol mü var?” sorusunu da akıllara getirmiyor değil.

Neyse biz sosyalleşmeye, okeye, tavlaya, lak laka, magazine, baldır bacağa, dizilere, futbola devam edelim…

İnternette uyumaya devam Türkiye!

5 Ara 2008

Ermeni Tehciri için özür dilemek bizi alçaltmaz


Tehcir insanlık ayıbıdır ve övünülecek bir davranış değildir ! Türk, Ermeni, Kürt her kim olursa olsun “bizim” hakkımızda ve “bizim” adımıza, bu topraklarda yaşamayanların konuşmasını ve karar almasını engellememiz gerekiyor.

Ama öncelikle kendi içimizdeki taşların yerine oturması şart.

Prof. Ahmet İnsel, Prof. Baskın Oran, Dr. Cengiz Aktar gibi isimlerin yer aldığı bir grup aydın, 1915 Ermeni Tehciri uygulaması ile ilgili olarak bir kampanya başlattı.

Kampanyanın adı “Özür Diliyorum”… Kampanya yılbaşında internette başlayacak ve 2009 yılı boyunca imzaya açık olacak.

Kampanya ile ilgili ilk açıklamalarda ise; 1915 Ermeni Tehciri uygulaması için Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi politikalarından bağımsız olarak, “bireysel ve insani” bir tavırla özür dileyeceklerini ifade ediyor ve bu tavrın politik malzeme yapılmaması gerektiğini belirtiyorlar.

Ama politik malzeme yapılmaya başlandı bile…bazılarının Ermeni sorunu ile ilgili ezberlerinin hemen devreye girdiği görülüyor ve konu yine “bakın bakalım onlar kaç Türk öldürmüş” boyutuna çekiliyor.

Konu “Ermeni soykırımı var mıdır, yok mudur” sorusu değildir. Bugüne kadar resmi tarih neyi işaret etti ise kabulümüz oldu ancak ezberler, konunun her yönüyle tartışılmasını engellediği gibi karşılıklı nefret ve düşmanlığı körüklemekten başka da bir işe yaramadı.

1915'te yaşanan Ermeni tehcirini, yıllardır kuru sıkı laflarla geçiştirdik. Böylelikle de Ermeni sorununu bir tabu haline dönüştürdük. Bu kompleks ve fobimiz yüzünden batı dünyasının yıllar yılı dayatmaları ile karşılaşmadık mı?

Adı her ne kadar özür dileme kampanyası olsa da, konu ile ilgili spekülasyonları ortadan kaldırmak, yıllardır üstü örtülerek konuşulmayan ve resmi tarihin dışındaki yaklaşımlara olanak sağlaması açısından yerinde bir adım.

Hepsinden önemlisi Türkiye'de yaşayan Ermeniler kadar, diaspora içinde bulunan ve hala kendini bu topraklara bağlı hisseden Ermenilere sahip çıkmak açısından da yerinde bir adım.

İki lafımızdan biri “bu sınırlar içerisinde mevcut tüm kültürlerle ahenk içinde yaşamamız gerektiği” değil mi? Üstü kapalı kalmış sorunlarla nasıl bu ahengi sağlayabiliriz ki…içten içe, bilinç altından birbirimize kin duyarak ?

Neden bu topraklarda yüzyıllarca beraber yaşadığımız insanlarla kucaklaşmayalım? Bu da ancak ezberleri bozmakla olur. Geçmişe sünger çekerek, geçmişi aydınlatmadan bu topraklarda ne Ermeniler ne de bizler için önemli bir rahatlık, insani ve vicdani, barış içinde bir devamlılık sağlanamaz.

“1915 öncesi ve sonrasının şartları onu gerektiriyordu, tehcir Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir uygulaması değildi, Osmanlı Devleti Ermenileri Suriye’ye göçe zorladı, ama onlar da isyan başlatmıştı, Ermeniler de bilmem şu kadar Türkü katletti” demekle 1915'te Anadolu topraklarında büyük bir insanlık trajedisinin yaşandığını görmezden gelemeyiz.

Tehcir övünülecek bir davranış değildir ! Yüzbinlerce kadın, çocuk, ihtiyarın zorla gönderildikleri Suriye yollarında can vermesini haklı bulmak doğru değildir.

Asırlarca önce Anadolu topraklarında karşılıklı olarak yaşanan bu trajedileri aydınlatmak ve gerekiyorsa da üzüntü duyduğumuzu belirtmek bizi alçaltmayacağı gibi, aynı topraklarda farklı kültürlerle ahenk ve barış içinde yaşamak için de elzemdir.

4 Ara 2008

Ekonomik kriz paketi mi her ağlayana emzik mi?


Ambalajlı paket, ambalajsız paket, parçalı paket, genel paket…“Ekonomik kriz paketi” muhabbeti hızla devam ediyor. Ekonomik kriz paketini de yalamaya uğrattık. Paketten her ağlayana emzik mi çıkacak?

Mutfakta bir hazırlık var ama herkes ne piştiğini kokusundan anlamaya çalışıyor. Kokuyu beğenmeyen de basıyor yaygarayı.

Yaygaralar yükseldikçe Başbakanımız alıyor emziği eline, ağlayanların ağzına verip susturmaya çalışıyor, kimbilir belki de zaman kazanıyor!… “karamsarlığa gerek yok, Türkiye sağlam zeminde, bakın küresel kriz teğet geçerken aniden inişe başladı bile” diyerek aslında kendisinin bile inanmadığı teselli ve güven sözlerini sarfediyor.

Kimse anlamıyor ki; mutfakta pişecek yemeğin malzemelerini bulmakta sıkıntı çekiliyor.

Aslında Türkiye ekonomisi, 2006 dan beri inişe geçmiş, ekonomik balayı çoktan bitmişti. İşten çıkartılmalar, batan firmalar, kapanan fabrika ve indirilen kepenkler dünyadaki ekonomik kriz sonrası birden bire ortaya çıkmadı. Ekonomik zemin iki senedir zaten kaygandı. Küresel krizle birlikte hissedilir ve duyulur hale geldi. Ama biz ne yaptık? Kısır siyasi döngülerin içinde debelenip durduk, ekonomiyi sahipsiz ve önlemsiz bıraktık.

Başbakan diyor ki; “Biz dünyanın en güçlü 20 ekonomisi içinde yer alıyoruz”. Peki, güçlü ekonomi neden IMF ye ihtiyaç duyar, bunu da anlamak mümkün değil.

Bir yandan “nerede ise IMF desteği olmadan ekonomik kriz paketi hazırlanamaz” gibi bir boyuta getirildik. Diğer yandan Hükümet, IMF ile sandık arasında sıkıştı kaldı. Ümüğü sıktırmadan IMF den ne kadar para koparırız derdindeyiz.

IMF ile anlaşma yapılırsa ki yapılacağı belli oldu, alınacak para ağlayanları susturmaya yetecek mi? Hadi yetti diyelim, bu sefer de IMF, piyasaları rahatlatmak için gerekli olan maliye ve para politikalarında gevşemeye izin verecek mi?

Anlaşılan o dur ki; bu küresel ekonomik krizin Türkiye’yi uğratacağı zararın minimize edilebilmesi için alınması gereken tedbirler, Hükümeti bir hayli zorluyor.

Belki de Hükümet, ekonomik kriz paketini çıkartarak seçimler öncesinde “bak demek ki ekonomik kriz Türkiye’yi de etkileyecek boyuta gelmiş ki ekonomik önlem alınıyor” dedittirmemek için de krize karşı önlem paketi çıkartılmasını geciktiriyordur…belli mi olur? Zaten ekonomi yönetiminde bir zaafiyet içinde olduğumuz ortaya çıkar korkusu da olabilir mi? Hani bilinç altında?

Şu ana kadar 39 ülke krizi aşmak için ‘paket’ açıklamış durumda. Biz ise hala karşılıklı eleştirilerle havanda su dövüyoruz, paketin ambalajını konuşuyoruz.

Halbuki ekonomik durgunluk dönemlerinde, sorun kısa ve uzun vadeli hedeflerin çok açık şekilde saptanmasıdır.Sadece günü kurtarmaya yönelik önlemler var olan dengesizlikleri çözecek yerde sorunların ağırlaşarak geri dönmesine sebep olur.

Ekonomik durgunluktan zarar gören kesimlerin hangisine destek olunacağındaki tercihleri ve önceliği doğru yapmak gerekiyor. Her ağlayana emzik vermek, krize çözüm değildir.

Sorumsuzca dış borç yapan ve riskli yatırımlarda para kaybederek şimdi ceplerine para konulmasını isteyenlerin zararını çalışan kesim ödemek zorunda da değildir. Bu dönemde kimseye bedavadan kaynak aktarılmamalıdır.

Krizin olası etkileri konusunda halk doğru bilgilendirilmeli, atılması gereken adımlar zamanında atılmalı ki ülkedeki güven bunalımı daha da derinleşmesin. Herkes kriz psikolojisi içine girip harcamalarını kısmaya, iş hacmini daraltmaya, ödemelerini ertelemeye başladı, ekonomi ani bir frenle çakılma noktasına gelebilir.

Paketin ambalajı değil içeriğidir önemli olan. İçi boş bir paketi sadece ambalajlayarak sunmak, çocuk her ağladığında emzik vermekle eş değerdir.

Dış denge mi, dış finansman mı, iç talep mi, dış talep mi, enflasyon mu?...hedeflenen her ne ise, çalışanlar mı, sanayi mi, tarım mı, hizmetler mi, KOBİ’ler mi?...öncelik hangisi ise alınacak tedbirler bir an önce devreye sokulmalı, “biz dünyanın en güçlü 20 ekonomisi içinde yer alıyoruz, karamsarlığa gerek yok, Türkiye sağlam zeminde, bakın küresel kriz teğet geçerken aniden inişe başladı bile” gibi temeli olmayan kof söylemlerle her seferinde Türkiye’nin ağzına emzik uzatılmamalıdır.

Son iki senedir ekonomimiz maalesef ki çok kötü yönetiliyor. Ekonomik krize karşı alınması gereken önlemlerde çok geç kalındı.

Türkiye’nin mutfakta pişen yemeğe bir an önce ihtiyacı vardır!

3 Ara 2008

Körler Restoranı

Amaç; tüm ön yargıları yok etmek, genel kabul görmüş kavramları yeniden sorgulamak, doğru bildiğimiz yanlışların veya yanlış gördüğümüz doğruların daha önceden hiç hissedemediğimiz kadar farkına varabilmek…hani derler ya “alt üst” olmak.

Siz hiç 'körler restoranında' yemek yediniz mi?

Körler restoranı, sadece fiziksel olarak gözü görmeyenlerin yemek yediği bir ortam değil, herkes burada yemek yiyebilir. Gören, görmeyen, bakıp da göremeyen, görüp de hissedemeyen herkese açık.

Sizi kapıda karşılayan ve gözleri gören bir eleman, öncelikle aydınlık girişte menüyü sunuyor. A la carte tarzı menüden beğendiğiniz bir tanesini seçiyorsunuz. Daha sonra üstünüzde bulunan ve ışık verebilecek olan sigara, kibrit, çakmak, cep telefonu gibi her şeyi vestiyere teslim ediyorsunuz. Sadece kendiniz ve duyularınızla birlikte karanlık yemek salonuna geçiyorsunuz.

Çok iyi eğitilmiş kör garsonlar karanlık yemek salonunda size yardımcı oluyor ve masanın etrafına yerleşmenizi sağlıyorlar. Yine kör garsonların yardımları ile tabağınızın, çatal, bıçak, kaşık, bardak, su ve içki şişelerinin yerlerini el yordamı ile belirliyorsunuz. Garson, bardağınızı doldururken bir parmağınızın ucunu hafifçe bardağın içinde tutmanızı, böylece bardağın dolup dolmadığını anlayabileceğinizi söylüyor ve yemeklerinizin servisine başlıyor.

Masanın etrafında sizden başka oturanlar da var ama karanlıkta onları görmeniz mümkün değil. Sağ tarafınızdaki sarı saçlı bayanın ne kadar seksi olduğunu, sol tarafınızda oturan erkeğin ne kadar etkileyici olduğunu göremiyorsunuz. Karşınızda oturduğunu hissettiğiniz kadının veya erkeğin sadece yayılan parfüm kokularından nasıl biri olduğunu hayal etmeye çalışıyorsunuz.

Yalnızca konuşmaları dinliyorsunuz, kimi zaman siz de konuşmalara katılıyorsunuz. Anlam çıkarmaya çalışıyorsunuz…“şu anda bulunduğunuz ortamdan herkes ne derecede etkileniyor?”. Heyecanlarını, korkularını, güvensizlik duygularını belirlemeye ve sizinle aynı şeyleri hissedip hissetmediklerini anlamaya gayret ediyorsunuz.

Daha önceden yerini belirlediğiniz kaşığınızı, kör garson tarafından servis edilen çorbaya daldırdınız. İçgüdüsel olarak ağzınızın yerini şaşırmadan kaşığı ağzınıza götürdünüz. İçinde ne olduğunu, bunun ne çorbası olduğunu anlamaya çalıştınız. Bazen dökerek , bazen de tam isabet çorbayı bitirdiniz. Diğer yemekler de sırası ile geliyor.

Tabaktaki garnitürleri seçme olanağınız yok, rastgele sallıyorsunuz çatalı…az sonra “elimle yesem ne olur, nasıl olsa kimse görmüyor” diye düşündüğünüzde zaten herkesin elleri ile yemeklerini yemeye devam ettiklerini bile farketmiyorsunuz. Yemekler, gözünüze hitap ediyor mu etmiyor mu değerlendiremiyorsunuz, sadece tadını hissetmeye çalışıyorsunuz. Tıpkı masanın etrafında oturan diğer insanları görmeden hissetmeye çalışmak gibi…

Kah dökerek, kah yarım bırakarak ama bir şekilde yemeğin sonu geliyor. Bir hayli mücadele verdiniz değil mi? Hatta çok da yoruldunuz.

Anlamaya, hissetmeye çalıştınız, diğer insanları ve yemeklerin tatlarını…görmeden. Kör garsonun yardımına ihtiyaç hissettiniz. O hiç tanımadığınız insana güven duymak zorunda olduğunuzu anladınız.

Bedeninizin bir bölümünün veya bir duyunuzun yok olduğunda, diğer duyularınızın nasıl güçlendiğini, karanlıkta hiç bir şey görmeden yemek yemeye ne kadar da hızla adapte olduğunuzu anladınız.

Hiç bir ön yargı olmadan, masada oturan diğerleri ile nasıl da hoş sohbetler yapabildiğinizi, birbirinizi hiç tanımadan, görmeden güzel bir iletişim kurabildiğinizi farkettiniz. Hatta yanınızda oturan erkekle ile aynı anda ekmek sepetine elinizi uzattığınızda, tenlerinizin temasından etkilendiğinize içten içten muzipçe gülümsediniz…

Körler restoranı bir fantezi değil, gerçek. Bugün dünyada büyük şehirlerde 20-25 kişilik “Körler restoranı (Blind restaurant)” var. Başbakanından jet sosyetesine, entelektüelinden doktoruna, hiçbir şey görmeden yemek yemenin nasıl bir his olduğunu öğrenmek üzere sıraya giriyorlar. Ancak, körler restoranında sadece yemek deneyimi ile kalmayıp, karanlıkta doğaçlama müzik konserleri, politik ve felsefi konferanslar, kitap tanıtımı ve okumaları, yaratıcılığını geliştirmek üzere düzenlenen şirket seminerleri de gerçekleştiriliyor.

Tüm insanlara ön yargısız bakabilmek, genel kabul görmüş kavramları yeniden sorgulamak, doğru bildiğimiz yanlışların veya yanlış gördüğümüz doğruların daha önceden hiç hissedemediğimiz kadar farkına varabilmek…hani derler ya “alt üst” olmak için ideal bir mekan…Körler restoranı.

Ancak, insanın "ne" olduğunu anlayabilmesi için illaki de “körler restoranı” na gitmesi gerekmiyor...Yaşam önümüzde...sadece duyularımızı tam kullanmayı bilelim yeter.

Bir küçük not; Antalya-Belek’te beş yıldızlı bir otelde de körler restoranı açıldı ancak daha ziyade yeni bir akım olduğu için, “dizayn otel mantığına uygunluğu” açısından, biraz da animasyon özelliği taşıyor.

2 Ara 2008

Türban açılımı, Alevi Açılımı, ya diğer açılımlar ne zaman?

Eğer ki vitrin çalışması değilse...Türkiye açılıyor!

Siyaset arenasında günün moda tabiri “açılım”. CHP, çarşaf,türban açılımı yapıyor. AKP, Alevi açılımı yapıyor. Kimileri bu açılım için “siyaset normalleşiyor” diyor, bazıları da oy avcılığına soyunulduğunu iddia ediyor.

Her iki görüş de doğru olabilir. Açılımlardaki samimiyetin, ne kadar gerçekçi olduğu, sadece siyaset vitrinini düzenleme çalışması mı yoksa dükkanın komple temizliği mi olduğu özellikle yerel seçimlerden sonra belli olacak.

Açılımlara itirazım yok sadece sorularım var;

Madem açacaktınız bugüne kadar neredeydiniz? Daha düne kadar türban konusunda, Alevi hakları konusunda birbirinize tam zıt görüşlerle saldırırken ne oldu da birdenbire siyasetde konum değiştirdiniz, açmaya başladınız?

Yıllarca fırtına kopardınız; “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganı ile meydanlarda bas bas bağırdınız, türban takıyorlar, türbanı siyasi simge yapıyorlar, Atatürk devrimlerini hiçe sayıyorlar diye histeri krizlerine girenler sizler değil miydiniz? Laikliği sadece başı açık olmakla özdeşleştirip, her yerde kendinizi laikliğin koruyucu olduğunuzu iddia etmediniz mi?

AKP, türbanı siyasi simge yaptı diyerek, kapatılmasından yana tavır koymadınız mı? Laikliğe aykırı hareketlerin odak noktası görüp, kapatılması için alkış tutmadınız mı?

Yollarda gördüğünüz her türbanlıya, çarşaflıya tuhaf gözlerle bakarken, kılık kıyafet zabıtalığına soyunurken, bugün Atatürk’ün vesayeti altı oklu rozeti, çarşaflıya, türbanlıya takarak şimdi onlara kucak açmanızın sebebi nedir?

Türban, çarşaf sorun değildi de, neden Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını bu sorun üzerinden birbirine kin ve nefretle doldurdunuz? Neden halkın kutuplaşmasına sebep oldunuz? Neden toplumu uzlaştıracak yerde ayrıştırdınız?

Yüzyıllarca Alevi toplumunu olmadık tabularla yargıladınız, dışladınız, ezmeye çalıştınız. Alevi çocuklara zorla Sünni eğitimi verdiniz, Alevilerin ibadet yeri olan cemevi ve Alevi köylerine cami yapılmaması gibi pek çok taleplerini “uç nokta” olarak değerlendirdiniz. Şimdi ne oldu da birden bire ”Alevi açılımı” dilinizden düşmez oldu.

22 Temmuz öncesi ordunun e-muhtırasını demokrasiye çelme olarak nitelendirirken, Aktütün sonrası gösterilen parmakla nasıl da birdenbire duracak yerinizi değiştirdiniz? Milliyetçi oyları kazanma telaşı ile nasıl da es geçtiniz Kürt sorununu, “tek millet, tek vatan, tek bayrak” sloganına bürünüverdiniz?

Sormazlar mı?…“bunlar siyasetin vitrin düzenleme çalışmalarıdır, dükkanın arka tarafı ne alemde” diye.

Eğer açılımsa; açın bakalım geride kalanları, açın ve sorgulayın 12 Eylül’ü, Ergenekon’un derinlerine de inin, Susurluk, faili meçhuller, Madımak, Maraş, Çorum ve Malatya katliamları, Hrant Dink suikasti, Santoro cinayeti…açın bakalım tüm yolsuzluk dosyalarını, hayali ihracatları, gemileri, mısırları, parmaktaki balların kaynağını.

Eğer açılımsa ; sorgulayın bakalım 30 yıldır dinmeyen terörün sebep ve müsebbiplerini, Türkiye’nin belini büken askeri harcamaları, cezaevlerindeki işkenceden ölümleri, insan hakları ihlallerini.

Eğer açılımsa; açın demokrasinin önünü…dükkanın arkasını da temizleyin.

Açılımsa ; açın tüm Türkiye’nin önünü, ama en başta da kendinizi açın !

Halk da samimiyetinize inansın…

1 Ara 2008

Seksi Aralık Mavisi


Akdeniz’den şimdi geldim, yine maviye boyandım.

Her gün Akdeniz’e ulaşıyorum, yürüyerek on dakikamı alıyor. Sanki her gün bir farklı Akdeniz. Veya ben hergün farklı bir Akdeniz görmek istiyorum.

Yazın sıcağındaki nemle örtüşmüş Akdeniz’i sevmiyorum. Akdeniz, bunaltıcı yaz sıcağında terliyor, terini atmak için öğleden sonraları çırpınmaya başlıyor, dengesiz bir çırpınış bu, hani terden bunalmış kadın gibi, durulanmaya bir çaba var sanki.

Yaz gecesinde ay ve yıldızlarla sevişirken bile terliyor Akdeniz… sevişesi bile gelmiyor. Ama ya şimdi, Aralık ayında…öyle mi Akdeniz?

Aralık ayı bir başka seksi, bir bakşa mavi Akdeniz’de…Maviye boyamak istiyor, yaza inat. Herkes sanır ki; Akdeniz, bir tek yazın boyayabilir insanı maviye, aşkı, geceyi, gündüzü, sesleri, şiirleri…siz bir de Aralık’ta görün o maviyi.

Yaza inat bir mavi bu…seksi bir Aralık mavisi.

“Sessizdi yeryüzü
Yeryüzünde biricik Akdeniz vardı
Akdenizde
Yalnız ikimiz.

Beni seviyor musun dedim,
Yumdu gözlerini uzaklığa,
Tam sorulacak an, diye gülümsedi,
Tam sorulacak yer.”

Ve aniden bir uçak geçer üstünden, maviyi selamlar, göz kırpar Akdeniz’e, içten ama muzipçe gülümseyerek…

“Deli gibi bir gürültü, ansızın,
Yırtılırcasına yarılır sessizlik,
Düşünür Akdeniz.

İşte uçaklar geçer havalarından
Kalır mavilik üstünde apak izleri,
Akdeniz anlar ve sever.”

Aralık ayında bir deli seksilik sarar Akdeniz’i...Tahtalının dorukları ile öpüşür, şimdiye kadar sakladığı portakal,limon çiçeği kokularını bulaştırır Tahtalı’ya…günahına girer.

Bazen oynak, bazen okşanmış sakinlikte…hani tam da çarşaf serilmiş gibi.

Kimi zaman volkan, sanırsın ki az sonra lavlar püskürtecek. Kayalara çarparken inatlaşır yağmurla, seksi seksi vurur kayalara…

Mahrem yerleri tuz kokar, yosun kokar…dalgalarla sevişen kayalık olasınız gelir…

Gök mavisi ile buluşur, iyice eğilirler birbirlerine. Gök ve deniz aynı düzlemde buluşurlar, rüzgar ıslık çalar…


Beran Uzer
01.12.2008

http://www.birmilyonkalem.com/

(Şiir bölümleri ; Fazıl Hüsnü Dağlarca / Akdeniz Şiirleri’nden)