23 Eyl 2010

Tophane’de neler oluyor? Yoksa provokasyon mu?

Türkiye’de neler oluyorsa, Tophane’de de aynısı oluyor, olduruluyor!

Boğazkesen sokakta 4 sanat galerisi, açılış gecesinde basılmış, yüze yakın saldırganın taşlı, şişeli ve biber gazlı saldırısına maruz kalmış, sanat galerilerinin açılışlarına katılanlara nerdeyse linç girişiminde bulunulmuş…

Bedri Baykam’a gün doğmuş, hemen ortaya atlamış… “az daha yeni bir Madımak olayı ile karşı karşıya kalınacaktı”, “vay efendim gericilerin işi, sanata düşmanlık” gibi klasik Kemalist yaklaşımlar! “AKP Türkiye’yi ne hale getirdi, şeriatın provaları”… v.s. v.s bilindik korku tüneline sokma çalışmaları, bilinçli çabalar!

Ya medya…"mahalle baskısı, içki içenlere linç girişimi, sanata yobaz saldırı"!

Daha başka?

Devlet erkanından açıklama da geliyor… “ rutin bir olay”, sanki mahalle kavgası!

Hedefler ve bahaneler hep aynı… 28 Şubat öncesi canlandı bir an zihnimde. O zamanda bu ve benzeri pek çok olay yaşandı, sonuç malum.

Hedefler öyle seçiliyor ki, taa yıllar öncesinde azınlıklar, takip eden zamanlarda Aleviler, komünistler, Kürtler…şimdilerde en önemli hedef yine hedef gösterenlerin tabiriyle dinciler, gericiler. Her dönemde, kendileri gibi olmayan, düşünmeyen herkes için bahaneler buldular. Ortamlar hazırlandı, istikrar nasıl bozulur planları yapıldı ve karanlık eller tetiğe bastı. Sonra yayılsın korku, yayılsın linç kültürü, yayılsın ırkçılık, yerinde saysın Türkiye, saysın ki istikrarsızlıktan nemalananlar yaşamlarını devam ettirebilsinler.

Sanat galerileri basılsın ki ertesi gün gazetelerde kalın puntolarla yazsın “ mahalleli sanata saldırdı, içki içenlere saldırdı” ... İşte buyrun hedef, buyrun bahane…

Sonrasında klasik Kemalist ve ulusacı korunun sesleri hemen çıkmaya başladı “İstanbul’daki Madımak”, “sanata, sanatçıya yobaz saldırı”…bizi böyle böyle ayrıştırdılar işte…

Tophane’de yaşanan olayların bir de öbür yüzü var, olayların salt içki ekseninde olmadığını gösteren diğer bir yüzü, hatta birkaç yüzü…

Saldırıda bulunulan ilk galeri, Non sanat galerisi… “Extramücadele” rumuzunu kullanan bir sanatçı ve bu sanatçının eserlerinden oluşan bir projenin sergilendiği galeri. Bu projenin saldırı ile ne ilgisi var demeyin, bence bire bir ilgili…

Extramücadele 2010 projesinin adı “Bunu ben yapmadım, siz yaptınız”…projede sanatçının Atatürk’ü çok farklı gösteren fotoğraf çalışmaları var, özellikle “Melek Atatürk ya da Rodin Kemalist olsaydı” isimli fotoğraf aşırı Kemalistlerin ve ulusalcıların hedef tahtası haline gelmiş durumda ve sürekli tehditler alıyor. Çünkü Extramücadele, manifestosunda hayali siparişler üzerine çalıştığını ve baskı altındaki tüm topluluklar için işaretler tasarladığını söylüyor. Diyor ki “İnançlarımızın dayanağı birer heykel kaidesi midir? Eğer kendimizi gerçekten, ama gerçekten zorlarsak, başkalarına dediğimizi yaptırabilir miyiz? İleri mi gitmeli geri mi, yoksa yerimizde mi sayalım? Aklınızdan geçeni karşınızda görmeye hazır olun.”

Extramücadele’nin fotoğraf çalışmaları arasında, ters basılmış ay yıldız, doğudan akrebin zehirli kuyruğu çıkmış Türkiye haritası, Atatürk ve bir çarşaflı kadın elele tutuşmuş, melek kanatlı Atatürk yere düşmüş halde görüntülediği benzeri fotoğrafar var. Merak edenler için Galeri Non . Extramücadelenin kendi web sitesi de vardı ancak ulusalcılar tarafından hacklendi.

Tophane’deki ilk ve en yoğun saldırının işte bu Extramücadele’nin eserlerinin sergilendiği Non Sanat galerisine yapılması, olayı salt içki ekseninden ya da salt sokakta araç geçiş kavgası ekseninden çıkartıyor. İçki eksenine kaydırılan mahalleli yani provokasyona hazırlanmış bir ortam görüntüsü veriyor. Daha önce de bu sanatçının eserlerinin sergilendiği galerilere ulusalcılar tarafından saldırılarda bulunulmuş zaten. Sonuçta saldırılara birkaç daha sanat galerisi katılarak provokasyon amacına ulaştırılmış. Artık medya aracığı ile vurun abalıya, hangisine isterseniz!

Peki Tophaneli’nin kanına kim, kimler girdi? Bu da yaşanan saldırıları doğru okuyabilmek için bakılması gereken başka bir nokta.

Son 15 yılda Tophane’nin sosyolojik yapısı değişmiş. Galata'nın Tophane'ye bakan taraflarında ekonomik doku radikal olarak değişime uğramış. Kafeler, yeni mekanlar, oteller açılmış, eski binalar restore edilmiş ve yüksek fiyatlar dönmeye başlamış. Tophane’ye rant girmiş, rant kavgası girmiş. Burada çoğu yoksulluk sınırının altında yaşayan mahalleli de haliyle ürkmüş, sosyal saldırı psikolojine girmiş. Sanıyorlar ki mahalle elden gidiyor ve haksız da değiller. Bu insanları provokasyonlara alet etmek çokta zor olmasa gerek. Saldırıların altında böyle bir sosyolojik ve psikolojik neden de var.

Tophane’deki sanat galerisi saldırısına sadece tek bir gözden ve de aynı taraftan bakılmaması gerektiğine inanıyorum. Türkiye’de madalyonun hep iki yüzüne bakmak gerektiğini tarih bize acı deneyimlerle öğretti.

Her kesiminden fokurdayan bir Türkiye gayretinde olanları artık bu millet çabuk farkediyor, yutmuyor yani…

Saldırıyı kınıyorum, olayın en ince detayına kadar araştırılması ve soruşturulması, sözde değil özde suçluların bir an önce ortaya çıkartılması gerekiyor.

“Fatmagül’ün suçu ne?” diye hergün beynimize tecavüz ediliyor

Fatmagül’ün suçunu anladık, peki ya bizim suçumuz ne?

Hadi diyorsun beğenmiyorsan izleme, zapla geç…ya yazılanlar ya medya, ya avatara dönüşmüş insanlar topluluğunun artık kafayı oynattırmaya ramak kalmış, o çok güzide sosyal medyası, facebook, twitter…

Facebook’da anında görüntüler, Twitter’de binlerce Fatmagül cıvıltısı…Tecavüzün anatomisinden tutun da psikolojine kadar on bin çeşit yorum, durum…

Google amca, Türk internet kullanıcılarına Fatmagül yetiştiremez oldu…ara, tıkla, tecavüzü izle, yorumla!

Bihterler ölmez, vatan bölünmez paranoyasından tam çıktık derken, şimdi de Fatmagül paranoyası…

“Hülya mı yoksa Beren mi daha başarılı, hangisi daha içten, daha samimi, daha gerçekçi?”…tecavüzün çok içten bir şekilde içselleştirilmesi, normalleştirilmesi!

Yok, yok…”Fatmagül’ün suçu ne” konusunun sosyal, psikolojik etkilerine girip, Türkiye’nin tevacüz haritasını çıkarmayacağım…Zaten herkes her konuda maşallah yeteri kadar uzman, ahkam kesen kesene…

Fatmagül’ün plajda gece yarısı ne aradığını soran yorumlara “işte Türkiye’nin hali, amanin nerelere gidiyoruz, bir kadın sokakta tek başına dolaşır mı diye soruyorlar, işte biz buyuz, yuh olsun” gibi yanıtlar veriyorlar ya…Fatmagül’ü Türkiye’nin her tür sosyal, siyasal ve dahi ekonomik durumuna bulaştırmaya başladılar ya…

Sanki bu konu yeni, sanki bu ülkede her gün bu millet sadece cinsel anlamda değil, her türlü tecavüze uğramıyormuş gibi, Fatmagül’ün tecavüz sahnesi tıklanma rekorları kırınca mı hatırlıyorsunuz Fatmagülleri…

Kadına şiddetden girip, Türkiye nereye gidiyordan çıkan uzmanlar anında sosyal medyayı, medyayı kuşatmaya aldılar bile…

Çok yakında, Fatmagül’ün yırtık donu marketlerde satışa sunulursa şaşırmamak gerek…Bihter intihar edince cenaze namazı kılınır mı kılınmaz mı diye twitterlarda şakıyanlar, Bihter’in iç çamaşırı satılıyor mı diye çarşıda fellik fellik gezenler Fatmagül’ün yırtık donunu da ararsa hiç şaşırmayın…

Ya Facebook gruplarına ne demeli, bir tanesi şimdiden 60.000 üye olmuş, diyor ki bu grubu herkese 5 arkadaşına bildirsin…medya sayesinde, reyting uğruna başlayan beyin tecavüzü zincirine ekleyebildiğiniz kadar halka ekleyin…ekleyin ki millet kendini Fatmagül’den alamasın, yapımcısından oyuncusuna, yorumcusundan, marketine kadar herkese bereket gelsin…tecavüzün tıklanma bereketi!

Bir zamanlar birileri, birilerine medya maymunu demişti…hani çok medyada yer alıyor diye. Durum tersine döndü; sağolsun sosyal medya sayesinde hepimiz “medya maymunu” olduk.

Peki, benim suçum ne?

6 Eyl 2010

Referandum sonucunda parmaktaki balı kim yalayacak?

Referandum o denli siyasallaştırıldı ki, anayasa gibi çok ciddi bir metin üzerinden yapılan popülizm ve particilik, meydanlardaki seviyesiz üslupla birleşince referandum da şirazesinden çıktı.

Oysa ki referandum son derece demokratik bir uygulama, dünyanın her yerinde halkı doğrudan ilgilendiren her tür karar referanduma sunulabilir. Ancak bizim gibi, yüzyıllık devletçi ve vesayetçi sisteme sahip bir ülkede, referandum bile devletin tahakküm aracı haline getirilebilir. Referandum gibi ciddi bir mekanizmanın sonuçlarına bahis oynayan insanlar topluluğu, devlet denilen sistem ve hiyerarşi için bulunmaz hint kumaşı…devlet baba ne eylerse doğru eyler gibi bir düşünce zorlaması ile dayat dayatabildiğini! Halkı yıllar yılı böyle bilinçsiz hale getiren de bizati ceberrut ve statükodan yana devletçilik anlayışı değil midir?

Devlet, “birey hiçbir şeydir, devlet her şeydir” anlayışı ile yola çıkmışsa eğer, devleti elinde bulundurmak isteyen güçler de ya eveti ya da hayırı kendi çıkarları doğrultusunda dayatır, referandum çalışmalarını da buna göre yönlendirir….yeri gelir iktidarın güven oylamasına dönüştürür, yeri gelir sözüm ona bağımsız yargı üyeleri, kitapçık bastırarak halkı yönlendirmeye çalışır, iktidar ya da muhalefet partisi referandumu adeta seçim havasına dönüştürür ve böylelikle devlet içindeki güç kavgası meydanlara olur olmaz rezilliklerle yansıtılır…anayasa gibi ciddi bir metin üzerinde uzlaşmak bir yana dursun, ne anayasanın ciddiyeti kalır, ne hak ne hukuk ne de demokrasi.

Aslında; evet ya da hayır dayatmalarının arkasında yatan niyet devletin siyasi ve ekonomik gücünü elinde bulundurmak ya da bulunduranlar için bu gücü yitirmemektir…balı tutacak parmakların kime ait olacağı ya da parmaktaki balı kimin yalayacağı kavgası bu defa referandumla gün yüzüne çıkmıştır.

Referandum sonucuna da şimdiden ipotek konulmuştur bile…anayasa değişikliğine evet çıkarsa iktidar, hayır çıkarsa statükocu ve vesayetçi muhalefet, hali hazırda olduğu gibi devletin siyasi ve ekonomik gücünden nemalanmaya devam edecektir…taa ki yep yeni, darbe ürünü olmayan, devletin ve vesayetçi kurumlarının değil bireyin hakkını ve hukukunu gözeten sivil bir anayasa metni üzerinde uzlaşana dek. Yeni bir anayasa metni ise bilimsel, evrensel ve de demokratik olmak zorundadır ve böyle bir metni ancak ve ancak siyaset pisliğine bulaşmamış, partilerle alakası olmayan, devletin gücünden nema beklemeyen hukukçular ve bilim adamları marifetiyle ve aklı ile oluşturmak gerekir.

***

Referandumun sonucu ne çıkarsa çıksa özümsenmesi ve üzerinde uğraşılması gereken yegane konu devletin olabildiğince küçülmesi ve özellikle ekonomide önemli bir güç odağı ve güç dağıtıcı konumundan çıkartılmasıdır.

Değişikliğe sunulan maddelerin içinde ekonomiyi çok etkileyecek önemde olanları var, nedense yargının yeniden düzenlenmesine ilişkin maddeler hep ön planda ve daha çok tartışılıyor. Halbuki anayasalar aynı zamanda ekononomik anlamda da bireyin hak ve hukukunu düzenler, sadece siyasal anlamda değil…

Ekonomik özgürlükler olmadan demokratik hakların ve özgürlüklerin elde edilmesi mümkün değildir… Çünkü ekonomik gücü eline alan bir devlet, kendi sermaye sınıfını yaratır, kendi burjuvazisini nemalandırmaya başlar . Onca kıyamette işte bundan sonra kopar, komuta ekonomisi ile devlet, despot, halkına dayatmacı, bireyi hiç sayan ceberrut bir yapıya dönüşür. Değişime ve demokratik özgürlüklere karşı çıkar, her yetkiyi elinde toplar ve bu yetkiyi kimi zaman ordu kimi zaman da yargı yoluyla bireye zorla kabul ettirir. Bu zihniyet orduyu da yargıyı da siyasallaştıran zihniyettir.

Vatan elden gidiyor korkusu yaratılarak, özelleştirmelere karşı çıkar, “kamu yararına aykırı” diye yüksek mahkemelerde ihaleler iptal ettirilir, yabancılara mülk satılmaz diye milliyetçi damarlar kabartılır, devlete ait olan hantal kamu kuruluşları zarar etse bile asla satılmasına izin verilmez. Hazinenin borcunun özelleştirmelerle kapatılması gündeme geldiğinde yüksek yargı, yargıçlığı bırakır, ekonomistliğe soyunur…amaç, devletin gücünün korunması, kime karşı, bireye karşı…Devletçi ekonomilerde herşey devletten beklendiği içindir ki bireyin üretkenliği yok olur, kısır döngü ve devlet zararları işçiyi memuru etkiler, sendika ağaları küpünü doldururken, tekel işçisi sokakta eylem yapıp hakkımı arıyacağım diye heba olur.

Referanduma sunulan maddeler içinde, 2001 yılından beri var olan Ekonomik ve Sosyal Konsey’in anayasal bir güvenceye kavuşturulması var…yani sosyal ve ekonomik politikaların belirlenmesinde iktidar artık tek karar verici olmayacak, sendikalar, meslek kuruluşları ve işveren dünyası da ekonomik kararlar üzerinde etkili olacak…

Devletin küçülmesi, tek ekonomik belirleyici olmaktan çıkmasına kimin itirazı olabilir ki. Ama oluyor, örneğin sendiklar hayır diyor, iş dünyası oyunun rengini belirtmemek için direniyor. Ancak muhtemel bir evetten nemalanmak için de kapıda hazır bekliyorlar. Çünkü muhtemel bir evet, dış piyasalardan sıcak para girişinin kesilmemesi ve siyasi istikrarın devamı demek. Memura toplu sözleşme hakkı gelecek ama sendikalar hayır diyor bir yandan da geçtiğimiz dönemde devletle yapılan pazarlıkları referandum sonrasına ertelemek peşindeydiler…hem hayır hem de nemalanmaya evet yani!

Şimdi TÜSİAD, TİSK, TÜRKİŞ, DİSK gibi kuruluşlara sormak lazım; AKP iktidarı öncesi 2001 Eylül’ünde gazetelere çarşaf çarşaf ilan verip, “rekabet gücü yüksek bir ekonomiye ulaşmış, güçlü ve güvenli bir ülke olma yolunda adım atmak için; Anayasanın değiştirilmesine EVET.” diyen sizler, şimdi ne oldu da “HAYIR” kararı aldınız?

Referanduma sunulan maddelerin ekonomiye ilişkin olanları, Türkiye ekonomisini etkileyecek önemde…ancak öte yanda bal tutan parmakların kime ait olacağı kavgası referandumun öznelliğine de gölge düşürmektedir.

Referandum, gerçekten halkın tercihi olmaktan çıkartılmış, siyasallaştırılmıştır.

Ben her şey rağmen, “yetmez ama evet” diyeceğim…her tür özgürlükler ve demokrasi adına, hiçbir şey yapılmıyor olmasından, bir adım daha zorla da olsa atıyor olmak bence önemli…bu değişiklikleri hangi parti iktidarı yaparsa yapsın, kabul etmek, EVET demek gerekiyor, hiçbir şeyi değiştirmeden Türkiye’nin yoluna devam etmesi çok zor…

Devletin değil bireyin hakkı ve hukukunu koruyan yeni ve sivil bir anayasaya ulaşabilmek için, değişikliklere, YETMEZ AMA EVET diyerek bir adım atmaya değer…

2 Eyl 2010

100 eşya ile yaşamak, az şeyle çok mutluluk


Nerede olursanız olun, kafanızı kaldırın, kendinize ve etrafınıza bir an bakın…şu an üstünüzde olanlarlardan, yaşadığınız evde bulunan eşyalardan ya da etrafınızdaki insanlardan hangisi gerekli hangisi gereksiz, bir düşünün.

Eviniz ağzına kadar eşyalarla dolu, her köşede anlamsız bir nesne, kıpırdayacak yer kalmamış, lüzumsuz örtüler, ıncık cıncık süs eşyaları, belki hiç oturmadığınız bir koltuk, ya da bir köşede üzerine bir bardak çay dahi koymadığınız bir sehpa, bir dolu teknolojik alet, en bilmem nesi, en şöyle olanı v.s. evinizin duvarlar neredeyse üstünüze yıkılacak, o bin bir çeşit eşya, zırzavat, “off bu evde nefes alacak yer yok ya” diye hiç mutsuz olmuyor musunuz?

Gardrobunuzun kapağını açtığında, hiç giymediğiniz giysiler, ayakkabılar, hiç kullanmadığınız çantalar, takmadığınız kravatlar, şifonyerin çekmeceleri kırk ambar gibi, ne ararsan var...

Yaşamınızda bir siz yoksunuz galiba, sizden başka her şey var, sanki nesnelerin kuşatması altındasınız.

Üstelik bu öyle bir kuşatma ki, üstüne de “gel beni nefessiz bırak, işgal et” diye para ödüyorsunuz, kredi kartı borcunuzu ödeyemez hale gelmişsiniz, biraz daha biraz daha fazla nesneye sırf şekil olsun diye sahip olabilmek için hep çalışmak zorundasınız, tabii ki bir işi olan şanslılardansanız.

Peki mutlu musunuz bunca kalabalıkla?

Aslında bu kalabalık nesne kuşatmasına, insanları da eklemek lazım. Üff ne çok arkadaşınız var, lüzümlu lüzümsuz, çok konuşanı, az paylaşanı, kaprislisi, şımarığı, bencili, egoisti, kıskancı…cümbür cemaat etrafınızdalar, telefon rehberiniz dipsiz kuyu gibi. Ya da sevgililerden bir koleksiyon yapıyorsunuz, arada bir dönüp “ben neymişim be abi” demek egonuza balon etkisi yapıyor, şişinip duruyorsunuz.

Nereye kadar gidecek bu kuşatma? Sahip olduğunuz bu anlamsızlıklar çoktan size sahip olmuş bile, artık siz onlara değil, onlar size sahip…Özgürlüğünüzü yitirmişsiniz.

“Az” la yaşamanın, sadece çok gerekli olanlarla mutlu olmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Şimdilerde trend “minimalizm”…az şeyle çok mutluluk…yaşamınızda fonksiyonu olmayan hiçbir şeye yer vermemek. Tüketimi minimuma indirip, kapitalizmin ocağına ha bire odun yetiştirmemek.

Son yaşanan ekonomik krizin ardından başta ABD olmak üzere pek çok ülkede, insanlar ‘100 Thing Challenge’ yani "100 şey ile yaşama projesi" nin peşindeler. Facebook ve twitter da örgütlüler, 100 eşya ile yaşamanın gerçekten heyecan ve huzur verici bir deneyim olduğu konusunda hemfikirler ve yaşamlarındaki eşyaların sayısını 100’e indirmeye çalışıyorlar.

Aslında amaç eşyanın sayısı değil de bireysel özgürlük… Tüketimin esiri olmadan, az eşyayla yaşamanın rahatlığını ve yavaşlığını yakalayabilmek…minimal yaşam tarzı ile hayatı yavaşlatmak, fazla yüklerden kurtulmak, hem nesne hem de insan yükünden ...

Ben beş yıldır ancak azalabildim, gerçi ne yaparsam yapayım yine de 100'e inmem mümkün değil ama lüzumsüz hiçbir eşyayı ve dahi ruhuma yük yaratacak hiçbir insanı etrafımda tutmuyorum. Daha az harcıyorum, daha az tüketiyorum, gelirimle orantılı yaşıyorum.

“Yeter” kavramını hayatıma yerleştirebildim. Yaşamımda bana sevinç vermeyen şeyleri tesbit ettim ve onlara “yeter” demeyi öğrendim.

Sahip olmak bir çeşit bağımlılıkmış, çok şeye sahip olmak yerine azaltarak kendime çoğalıyorum…kendimi yeniden üretiyorum.

Gökdelenler ve yüksek olma hırsı, nereye kadar?


Ayağı toprağa basan yaşamları elimizden tersiyle ittik, "yüksek" olabilme hırsı ile topraktan koptuk… Gökdelen, yanına bir gökdelen daha! Kentlerin boğazı sıkılmış gibi, olur olmaz yerden gökdelenler fışkırıyor, kent içinde ama kentine yabancı, kendine yabancı insanlar, kim bilir hala superman gelip gökdelenleri tavaf edecek diye hayal kurup bekleyenler de vardır.

Göğe doğru yükselme eğilimi, 1930 ların başında inşa edilen New York'daki Empire State binası ile başladı. Amerika'nın ekonomik gösterişinin simgesi ve modern kentleşme örneği olarak inşa edildiği düşünülebilir, ancak bu ve daha sonra inşa edilen benzerleri, insanın doğaya karşı galip gelebilme güdüsü ya da doğayı denetim altına alabilme hevesinin de sonucudur.

Sanayileşme ve kentleşme hızlandıkça, kapitalist dünyanın eziciliği de gökdelen inşaatlarıyla at başı gider oldu. Öyle ki günümüzde gökdelen dikebiliyor olmak adeta bir ayrıcalık, bir övünme aracı, zenginliği simgesi…yükseldikçe, ayağımız topraktan kesildikçe sanıyoruz ki daha modern bir kente, daha modern bir yaşama kavuşacağız. Halbuki yabancılaştırıcı bir kentsel düzene, daha da tüketime, gelir dağılımında daha da dengesizliğe ve pek çok çevre sorununa neden olduğunu da görüyoruz. Kendimize ve topluma yabancılaştık, gökdelen çoğulculu ile birlike kendimize azalmamız da cabası.

Eskiden haberleşme ve ulaşım hizmetleri bu kadar ileri değilken, birbirine yakın olmak önemliydi, ama şimdi? Milyonlarca dolar sadece tek tuşla saliselerle ölçülen zaman diliminde dünyayı dolaşıyor, insanoğlu neredeyse her tür ihtiyacını internetten karşılayabilir duruma geldi. Farklı bir dünya var artık, insanlar farklı bakış açıları ile farklı yaşam stilleri yaratmaya çalışıyor, çevreye en az zararla yaşayabilmek için çözümler üretiyor, tekrar toprağa yakın olmaya, yaşanabilir düzlemde yaygın olmaya çalışıyor. Kent ve kentli olma kavramı yeniden sorgulanıyor. İnsanlar boğazından sıkılmış kentlerde yaşamak istemiyorlar.

Gelişen dünyada ve gelişmiş ülkelerde artık gökdelen yapılmıyor, gökdelen merakı Uzakdoğu’da, Arap ülkelerinde, gelişmekte olan ülkelerde ve bir de bizde, İstanbul’da! Maslak’ın orta yerine bir gökdelen daha inşa ederek ya da etrafında onca çarpık yapılanmanın yanına yüzlerce metre yükseklikte bir bina yaparak, İstanbul’un o gizemli görüntüsünü ne hale getirdiğimizin farkında bile değiliz. İstanbul artık üstümüze kusuyor, bütün çrikinliklerini, bütün hazmedemediklerini! Gün gelecek, gökdelenlere ulaşmak için tahsis edilen şirket servisleri Levent’e sığmaz olacak, araçlara, yayalara yürüyecek yer kalmayacak, binlerce insanın kentsel atıkları dağ gibi üstümüze yıkılacak. İstanbul boğuluyor artık, nefes alamıyor, insanlar toplu konut ya da iş merkezi olarak yapılan çok katlı binalarda aslında yapayalnız!

Kent içinde yükselebildiğince yükselmek artık bir medeniyet ölçüsü değil…Eğer ki ileride ağır bir bedel ödemek istemiyorsak, gökdelenleri terk etmemiz lazım, hem yapmayı hem de yaşamayı…onca yatırımı onca parayı daha yaygın yaşayabilmek adına kullanmalıyız, hizmeti de yaygın yaşama biçimine göre şekillendirmeliyiz. Göklere yükselmek, gökleri delmek geleceğin insanı ve geleceğin kenti için faydalı değil, zararlı hale geleli çok oldu ama nedense bizim mentalitemiz hala “yüksek” olabilmekten yana çalışıyor. Yüksekliği yüceymiş gibi algıladığımız için ha bire ayrışıyoruz…yüksekler ve alçaklar olarak sosyal yapımızda da derin bir ayırım oluşuyor.

1963’te Ankara Kızılay meydanında yapılan 21 katlı ilk gökdelenimizin ki adı hala “gökdelen” dir, en üst katına babamla birlikte çıktığımda, o çocuk yaşımda kuşlara tepeden bakabiliyor olmak beni çok mutlu etmişti, ama geçen uzun yıllardan sonra, o kuşların bahçemde, ayağım toprağa basıyorken etrafımda uçuşuyor olmasının çok daha büyük ve hatta kıyaslanamayacak bir mutluluk olduğunu anladım…bu arada tüm dünyada, İstanbul dahil, üstüste konulduğunda kilometrelerce yükseklikten oluşan gökdelenler inşa edilmişti bile…

Binlerce gökdelenle, gökler hala delinemedi, insanoğlu doğayı hala yenemedi, yenemez de…

Biz gökdelen yaparak “yüksek” olmaya çalıştıkça, doğa ve gökyüzü bizi toprağa daha da yakınlaştıyor, ama ölü ama diri…