30 Ara 2010

Frida Kahlo ve sevmekten vazgeçiş

Resim sanatına çok özel bir ilgim yok, koşa koşa müzelere giden birisi de değilim, çok ünlü bazılarının haricinde. Resme baktığımda, öyle ressamın hangi duygularla, hangi ruh haliyle figürleri çizdiğini, renklerin ne ifade ettiğini anlamam, tablonun karşısında bir saat oturup, sanatçı ile de bir türlü bütünleşemem…hani derler ya "resim sanki beni içine alıyor”, hiç öyle bir his duymadım. Resimden hiç anlamadım gitti velhasıl…çöp adamı bile zor çizerim, bir yeteneksizlik var bu konuda.

Lakin; Şu satırları buldum, tesadüfen, internette…altında “Frida Kahlo” yazıyordu.

“Sevmekten Ne Zaman Vazgeçtim… Kötü günümde yanımda olmadığın zaman vazgeçtim. Canın sıkıldığında benimle paylaşmadığını, kırılacak veya tedirgin olacak olsam bile düşüncelerini açıkça söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim. Bana yalan söylediğini anladığım zaman vazgeçtim. Gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hala söylemediğin şeyler olduğunu hissettiğimde vazgeçtim. Her sabah benimle uyanmak istemediğini, geleceğimizin hiçbir yere gitmediğini anladığım zaman vazgeçtim. Düşüncelerime ve değerlerime değer vermediğin için vazgeçtim. Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim. Sadece kendi mutluluğunu ve geleceğini düşünerek beni hiçe saydığın için vazgeçtim. Tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden "sen" olduğun için vazgeçtim. Bencil olduğun için vazgeçtim. Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgecmem için yeterli değildi, çünkü sevgim yüceydi.Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım. Bu yüzden ben de senden vazgeçtim.”

Frida Kahlo’nun ünlü ve yaşarken sanatı ile ünlenebilen nadir ressamlardan olduğunu, Selma Hayek’in oynadığı bir sinema filmi ile öğrenmiştim. Bir de işin magazinel yönü olarak, Madonna’nın bir Frida Kahlo hayranı olduğunu ve tablolarının çoğunun Madonna’nın koleksiyonunda bulunduğunu duymuştum.

Ancak; Frida Kahlo, beni, resimleri ile değil “Sevmekten Ne Zaman Vazgeçtim” sorusu ve yanıtları ile kendine çekti…ne tuhaf, bu kadar ünlü bir ressamın resimleri ile değil de sözcükleri ile beni etkilemesi, bütünleştirmesi...

Deflarca boşanıp yeniden evlendiği, yine çok ünlü bir ressam olan kocası Diego’ya yazmış bu dizeleri. Öyle tutkulu bir aşkla sevmiş ki; “Başlangıç Diego, Yapıcı Diego, Çocuğum Diego, Ressam Diego, Babam Diego, Oğlum Diego, Sevgilim Diego, Kocam Diego, Dostum Diego, Anam Diego, Ben Diego, Evren Diego” diyerek tanımlıyor O’nu…

Fırtınalı bir evlilikleri olmuş ancak acılar ve fırtınalar asıl Frida’nın kendisinde …

Frida, altı yaşındayken çocuk felci geçirmiş, bir bacağı özürlü kalmış, kendisine "Tahta Bacak Frida" denilmiş. Daha sonra 19 yaşında okuldan eve dönerken bindiği otobüsün tramvayla çarpışması sonucu çok kişinin öldüğü kazada, trenin demir çubuklarından birisi Frida’nın sol kalçasından girip leğen kemiğinden çıkmış. Kazadan sonra hayatı korseler, hastaneler ve doktorlar arasında geçmiş, omurgası ve sağ bacağında acılarla yaşamış, 32 kez ameliyat geçirmiş. Ailesinin teşviki ile sıkıntı ve acıdan kaçmak için resim yapmaya başlamış, annesi yatağının tavan kısmına bir ayna yaptırmış ve o aynaya bakarak oto-portreler yapmış. Sonra yürümeye başladığında sanat ve politika çevreleri ile yakınlaşmaya başlıyor, sosyalistlerin tartışmalarına katılıyor, 1929’da Meksika Komünist Partisi’ne üye oluyor. Resim yapmaya devam ediyor ve bir gün Meksikalı Michalangelo olarak anılan ünlü ressam Diego Rivera ile evleniyorlar.

Eşinin aldatmalarına inat, Frida da Diego’yu pek çok kez aldatmış, zaten çocukluğu da genç kızlık dönemi de hep sıra dışı imiş. Sanatçı kişilikler genelde absürd olur, sıra dışı olmasalar zaten üretemezler dersem çok da haksız sayılmam. Pablo Picasso bile "Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz" demiş.

Ama resimlerinden sözcükleri kadar etkilenmedim…resimden anlamadığım için galiba.

Frida, Diego’dan vazgeçme nedenlerini sıralıyor ve sonunda diyor ki “Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgecmem için yeterli değildi, çünkü sevgim yüceydi. Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım. Bu yüzden ben de senden vazgeçtim.” …

Yaşamını okudum ve bunca satır yazdım, Frida’nın resimleri ile değil de sözcükleri ile beni etkilemiş olması…ilginç!

Son döneminde Frida'nın bir bacağı kangrenden kesilmiş. 47 yıllık yaşamının çoğu acılarla geçmiş, sıra dışı yaşamış, yaşamındaki acıları, hüzünleri, tutkuları ve eksiklikleri sanatına yansıtmış…

Bence önce sözcükleri ile sonra da o sözcükleri resmederek acılarını dindirmeye çalışmış…

Ve; Ölmeden önceki son eserinin adını da 'Viva la Vida- Yaşasın Hayat' koymuş…

* İstanbul’da tarihi Pera Müzesi'nde Frida Kahlo ve kocası Diego Rivera'nın eserleri sergileniyor. 20 Mart’a kadar da açık.



* Frida Kahlo’nun biyografisi

* Frida Kahlo’nun resimleri

24 Ara 2010

Demokratik Özerklik mi? PKK totalitarizmine teslimiyet mi?

Dağlarında halen silahlı PKK militanlarının kol gezdiği, TSK’nın kobra helikopterlerinin uçtuğu bir bölgede siz hangi “demokratik” özerklikten bahsediyorsunuz?…önce silahlarınızı ebediyen susturun!

“Demokratik Özerklik” yeni bir fikir değil… Demokratik Toplum Kongresi (DTK)’nin Diyarbakır’da düzenlendiği Çalıştay her ne kadar ilk olsa da, fikrin 4-5 yıldır konuşulduğu daha doğrusu ilk defa Abdullah Öcalan tarafından mahkeme aşamalarında açık açık dile getirildiği biliniyor.

Ancak bu konunun neden birden bire alevlendirildiğini anlamak zor. Zamanlamadaki bu telaş neden? Fikrin içeriği neden alalacele gündeme servis edildi ?

Tamam, tabiiki tartışılması en elzem konu, hem de tüm boyutları ile, ancak Cuma günü Genel Kurmay iki dillilik konusunda ulus devletten yana taraf olduğunu (yine kapsama alanı dışına taşarak ama bu sefer hemen hemen hiç kimsenin önemsemediği) bir e-muhtıra ile ilan ediyor, bakıyorsunuz aynı günlerde DTK Çalıştay’a başlıyor ve ertesi gün “Demokratik Özerklik” şimşek hızıyla gündeme oturuyor, Meclis Başkanı’nın karşı çıkışı da durumu soslandırıyor.

Türkiye’deki bu politik salvoların hızına şaşırmamak mümkün değil…keşke aynı hızı çözüm üretmekte gösterebilseler!

Abdullah Öcalan’ın bir zamanlar şöyle bir şeyi savunduğunu hatırlıyorum; “toplum buna hazırlıklı değilse, özerklik demokrasi getirmez, totaliter yapıyı daha da güçlendirir”…şimdi birden bire özerkliği demokratik bir yapıya büründürmüş, İmralı’dan emri vermiş, DTK ve BDP de uygulayıcıları olarak düğmeye basmışlar…tabii ki seçimler öncesinde zamanlama onlar için çok uygun, ama Kürt halkı için aynı uygunlukta mı bakalım? Ya da özerkliğin, demokrasi boyutu yeteri kadar hazır mı?

Öyle ya, daha ana dil gibi en insani, en demokratik hak bile açıklığa kavuşmuş değilken sen yirmi milyon Kürt nüfüsunun adına Kürt halkının neyi isteyip neyi istemediğini sormadan, demokratik talepleri tamamen halletmiş gibi, şimdi çıkıp siyasi bir yapılanmadan söz ediyorsun? Üstelik bir zamanlar özerklik fikrinin totaliter yapıyı da beraberinde getireceğini savunmuştun? Bir zamanlar “demokratik cumhuriyet” derken, ne oldu da özerkliğe döndün? Doğu’daki ekonomik zemin yeteri kadar cazip gelmedi galiba!

Özerklik konusu her boyutu ile tartışılmalı, sonuna kadar da merkezi yönetimin daraltılarak, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gerektiğini savunuyorum. Ancak ne Türk ne de Kürt, halkların üzerinde dayatmacı bir vesayet ile kaderlerini tayin etmeye kimsenin hakkı olmadığını da savunuyorum.

Demokratik özerklik, federasyon ya da ayrılma, tüm bunlar ancak ve ancak barışın dili ile konuşulduğunda ifade özgürlüğü kapsamına girer, aksi takdirde Kürt halkını PKK totalitarizmine teslim eder…bence Abdullah Öcalan’ın da istediği bu, sadece “güç”, yoksa Kürt halkının demokratik hak ve özgürlükleri değil…Demokrat Kürt aydınlarının da bu PKK totalitarizmine karşı olduklarını biliyorum.

Gelelim demokratik özerklik meselesine; Türkiye 200 yıldır merkeziyetçi bir idari yapı ile yönetiliyor ve bu idari sistemin güncellenmesi şart. Çünkü haklar ve kaynaklar adil bölüştürülemediği gibi, artık fiziki sınırların önemini yitirdiği küresel düzende merkezi yönetimli ulus yapılanmalarının adil ve hakça bir düzen sağlamaları da imkansızlaşıyor. İnsan odaklı yerel yönetimlerin mutlaka güçlendirilmesi gerekiyor. Devlet için var olan toplum yerine, insan için var olan yerel yönetimlere dönüşmek artık kaçınılmaz.

Adem-i merkeziyetçi yapı denilen bu sistemde, merkezi hükümetin yetkileri azaltılarak, yerinden yönetim ve bireysel girişim ilkeleri esasına dayalı bir yönetim tarzı söz konusu. Örneğin şu anda Almanya’da, Fransa ve İspanya’da uygulanıyor, bölgelere ayrılmışlar ve mümkün olduğu kadar her bölge kendilerini ilgilendiren kararları kendileri alıyor. Bölge meclisleri var, seçimle iş başına geliyorlar ve genel seçimlerle de merkezdeki ana meclise milletvekili olarak girebiliyorlar. Türkiye’de bu sisteme geçilmesi elzem ve zaten AB uyumu için de şart.

AKP iktidarı 2004 yılında “Kamu Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması Kanunu” taslağı hazırladı, kanunlaştırmak için yeteri imzayı topladı ancak dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ulus devlet yapısına uymuyor diye veto etti! Milliyetçi, ulusalcı reflekslerle verilmiş bu yanlış kararlar çözüm getirdi mi? Hayır…bakın şimdi demokratik özerklik yeniden gündemde. Ancak bu defa Kürt halkının talebiymiş gibi bir siyasi dayatma ile.

Ancak DTK ve BDP tarafından ısıtılıp ısıtılıp öne sürülen demokratik özerklikten bu kastedilmiyor. Bana göre kendilerince doğuda bir Kürt alanı belirliyorlar ve bu alanda kendi siyasi güçelerini empoze etmek ve denetim altına alabilmekten başka bir amaca da hizmet etmiyor.

Devleti artık beklemeyeceklerini, tek taraflı olarak demokratik özerklik ilan edeceklerini bildirmeleri de Kürt halkının demokratik hak ve özgürlük taleplerinden ne kadar uzak olduklarını, yine aynı telaşla bayrak, sembol v.s önermeleri ile seçim öncesi ortamı provake etmekten başka bir amaçları olmadığını ortaya koyuyor.

Bazı kendinden habersiz solcular da buna çanak tutuyorlar, yine PKK ile aynı düzlemde buluşmaktan hiç gocunmuyorlar, tıpkı derin devletin PKK ile aynı düzlemde buluşması gibi!

Kürt halkının demokratik hakları ve bölgenin kalkınması için özerk yerel yönetim projelerinin hayata geçirilmesine acilen ihtiyaç var, bu konuda AKP’nin yavaşlığını da anlamak mümkün değil.

Onca acı tecrübe yaşadık, binlerce insan öldü, milyarlarca dolar heba oldu. Tabiii demokratik özerklik her yönü ile tartışılmalı, Türkiye için en uygunu model ne ise ve her iki halkın da ortak mutabakatı ile uygulanmalı. Halkların onayını almadan uygulanacak her tür model dayatmacı ve vesayetçi olmaktan öte bir anlam ifade etmeyeceği gibi, ne kürt ne de Türk halkına bir fayda sağlamayacaktır.

Şahinlerin “güç ve iktidar ” hırsına alet olmayalım…

21 Ara 2010

CHP iktidarı mümkün mü? “Endişeli modern” haliyle hayır

Futbol ve siyasette sahada attığın çalım sayısına değil kaleye attığın gol sayısına bakılır…bizim memlekette skor önemlidir, yani sonuç!

Kemal Kılıçdaroğlu, Kurultay’da sadece parti liderliğini sağlamlaştırdı, şimdi iki ayağı birden yere basıyor denilebilir. Önemli olan bundan sonra adımlarını nasıl atacağı. Seçime 6 ay kala, çok kısa bir sürede emeklemeden direk yürüyebilmek, bilmem bana pek olası gelmiyor, gerçekçi olmak lazım.

Şimdilik medya Kılıçdaroğlu’nun adım atacağı yolları temizlemekle meşgul…Kurultay sonrası yorum ve haberlere bakılırsa, Kılıçdaroğlu’nun söylemlerinden 41 hedef çıkarılmış ve yolun kenarına dizilmiş, coşkulu ve umutlu yorumların yanı sıra ketum söylemler de var…Görünen o dur ki medya, Kılıçdaroğlu’na bir yol hazırlıyor ama bu Kılıçdaroğlu’nun “3. yol” una uyar mı uymaz mı, seçim sonrasında belli olacak.

Baykal ve Sav’ın da bu yolda engel olmaya pek niyetleri yok gibi ancak pusuda bekliyorlar, ne de olsa bugüne bugün onlar statükonun muhafızları!

Peki, CHP’nin Kılıçdaroğlu ile iktidar olma şansı nedir?

Önümüzeki seçimler için bence şansı yok, sadece mevcut oy oranını belki 4-5 puan artırabilir, ama 276 milletvekili çıkarmak için gerekli yüzde 44'e ulaşması neredeye imkansız. “Gelecek maçlara bakacağız” diyeceklerdir, şimdiye kadar ettikleri veya edecekleri içinde en akıllı söylem de bu olacaktır. İşte o gelecek maça kadar ki sürede ne kadar “halk” olacaklar, ne kadar kimi kucaklayacaklar, hani lafını bile etmiyor dedikleri Kürt, türban, ekonomi v.s ciddi sorunlarda ne kadar başarılı olacaklar ve iktidara kesin aday haline gelebilecekler, işte o zaman belli olacak.

Çözümlerin ayağa yere basıyor ise, altı üstü dolu ise, Kılıçdaroğlu da yürümeye başlar. “Adım Kemal, her sorunu çözer” gibi farazi bir yaklaşım gerçekten komik değil, komik ötesi olur. Tıpkı “arkadaşlar daha hazırlanıyorlar” yaklaşımı gibi bir komiklikte yani.

Dünyada sadece hayallerin pazarlanması aşaması çoktan bitti, dünya somut değişimler, elle tutulur gözle görülür hedefler peşinde, teknoloji de bu hedefleri çok görünür kıldı. Türkiye’de herkes her konuda artık bilgi sahibi. Kılıçdaroğlu’nun uzanmaya çalıştığı köylü de, sermaye sahibi de, işveren de, öğrencisi emeklisi de, Kürdü Alevisi, türbanlısı türbansızı, işçisi memuru…herkes her şeyin farkında, hayallerin karın doyurmadığını dünya ile birlikte biz de anladık…inanın CHP’nin bunu görüyor ve farkediyor olmasını canı gönülden istiyorum. Zira çifte standartlı AK Parti iktidarı, nabızlara şerbetin dozunu gerçekten de kaçırmış durumda. Neden? Adam gibi muhalefetsizlikten…

Ama şu da var; AKP bu işi çok iyi öğrendi, tv de kim ağlayacak, kim hesap soracak, medyada kim manüplasyon yapacak, vizyon nedir, liderlik nasıl olur, bu işleri öğrendiler…iktidar kalabilmenin yöntemlerini deneye yanıla buldular, dünyadaki değişim rüzgarını da arkasına alarak yürüdüler…ama yoruldular, bunun gözden kaçar bir yanı yok.

CHP’nin iktidar olabilmesi için AKP’nin üstünde bir performans göstermesi gerekiyor, AKP’nin 8 yıl önceki başladığı noktada bile değil CHP. Devletin resmi partisi imajı ve bu imajın getirdiği tüm olumsuzluklar, CHP’nin en az 30 yılını aldı götürdü…ondandır samimi, halkın içinden bir lidere bunca coşkuları. Kemal Kılıçdaroğlu’nun liderliğini CHP tabanına kabul ettirebilmesi bile ne kadar zor oldu, aylardır dün dediğinden bugün vaz geçirttiler adamcağızı…neyse böyle böyle öğreniyor, öğrenecek.

İktidar ile kavga hallerinden vazgeçmeliler…çünkü rakip kavgaya tecrübeli. Yolsuzluk, yoksulluk iddiaları ile muhalafet etmek AKP nin ekmeğine yağ sürmekten öte bir şey değil. Daha ciddi yaklaşımlar lazım, Kürt sorununda, baş örtüsü konusunda, ekonomi de ayağı yere basan projelerle gelerek halkı inandırmaları lazım…Kentliyi köylüyü kaynaştırmak, refahı tabana yaymak lazım.

Velhasılı kelam; CHP nin iktidar olabilmesi için bir fırın ekmeği önce üretebilmesi sonra da yemesi lazım, arkasından da hazmetmesi tabii ki…

Ha bir de “endişeli modern” kavramından bir an önce uzaklaşabilirse ne ala…Sn. Binnaz Toprak, CHP ile halkı kaynaştırmak için daha uygun bir kavram üretebilir, mesela…

“endişesiz birey”…olabilir mi?

10 Ara 2010

Yumurtacı gençliğin bireysel varoluş sorunu


Bireysel olarak varoluşunun farkında olamayan gençlik, yumurta ile bireysel duruş sergiliyor!

Bireysel duruş sergileyebilmek için önce ne olduğumuzu, bireysel varoluşumuzun ne ifade ettiğini kavramış olmak lazım…Eğer ki gençlik bunu kavrayabilirse, bireysel duruşlar sergileyebilmek için argumanlarının ve protestolarının haklılığını da savunabilirler.

Aksi takdirde, “yumurtacı gençlik” olmaktan bir adım öteye gidemezler, haklı iken haksız konuma düşerler, siyasiler arasında pin pon topu olmaları da cabası.

Görüyorsunuz; gençlerin protestoları için ‘demokratik haklarını kullanıyor’ diyenler, kendileri protesto edilince hemen ‘faşist’ damgasını yapıştırdılar. Dün ‘türbanla üniversiteye girebilmek en tabii demokratik haktır’ diyenler, bugün gençlerin hak talebi için protestolarını şiddetle kınayıp orantısız güç uygulayabildiler.

Elbette örnekler genişletilebilir, demokratik hak ve özgürlükler konusunda iktidar ya da muhaliflerinin çifte standartları bunlarla da sınırlı değil.

Egemen güç olabilme hırsının gözü çok kara…iktidar olabilmek ya da iktidarda kalabilmenin yegane yöntemini tek tip, biat eden insan üretmekte gören bir zihniyetin gençleriydik bizler de, şimdikilerin de bizden farkı yok.

Dün, egemen olma hırsına kurban edilenler bizlerdik, bugün ise gündemdeki protestocu gençlik!

Neden? Çünkü hiçbir zaman bireysel olarak varoluşumuzun ne ifade ettiğini bir türlü kavrayamadık. Ne idik, amacımız ne idi, nerden gelip nereye gidiyorduk,yolumuzun sonunda ne vardı?...bunları hiçbir zaman bilemedik. Bilmemiz istenmedi!

Dünün de bugünün de gençliği resmi ideolojinin tek tip insan üreten fabrika okullarında eğitildi. Resmi tarih her tür yanlışı ile hap gibi yutturuldu. Her zaman iç ve dış düşmanlar vardı, Donkişot gibi hep hayali düşmanlarla savaştırıldık. Tükiye’nin jeopolitik önemi ile şişirildik, işimize yaramayan bir sürü lüzümsuz bilgi ile uyutulduk…

Bireysel varoluşunun farkına varabilmek için gençliğe ne verildi ki şimdi ne bekleniyor?

Yumurta fırlatmışlar, pankartların sopaları ile saldırmışlar, seslerini duyurabilmek adına hepi topu üçbeş slogan atmışlar. Protestocu gençlerin bireysel duruş ve tavır mı sergiledikleri yoksa derin odakların yeniden egemen güç olabilmek ve ara rejim yaratabilmek için yine gençleri mi kullandıkları konusu ayrıca tartışılır.

Meydanlardan ve çok seslilikten korkan bir zihniyetin gençleriydik biz de…bu zihniyet değil miydi meydanlarda her an orantısız güç kullanabilen! …İşte yine varlar!

Egemenlik kurma ihtiyacı, her nereden gelirse gelsin "özgürlükçü" hedefi hiçleştirir. Tek tipleştirmeye, totaliter anlayışlarlara, vesayetçi sistemlere karşı durmak her özgürlükçünün hedefi olmalıdır. Özgürlükçü anlayışın "iktidar yanlısı" ya da "muhalefet yanlısı" olmaz...Özgürlükçü olmak demek, yansız olmak ve bireysel varoluşunun farkına varabilmek demektir.

Gençler üzerinde yeniden bir oyun kurgulanıyor, bu oyuna gelmemeli, eğer ki bireysel duruş belirleyeceklerse önce bireysel olarak var olduklarını ispatlamaları şart.

Aksi takdirde, bugün “yumurtacı gençlik” olarak yaftalanır, yarın yine unutulurlar…

Yumurtacı gençlik olarak anılmak istemiyorlarsa eğer; düzenin ve zihniyetin ne olduğunu iyi kavrayıp, yönlendirmeler ile değil bireysel varoluşları ile kollektif tavır sergilemeleri gerekiyor.

Bilmem anlatabildim mi?

6 Ara 2010

Facebook ile Twitter arasına sıkıştık kaldık, sanal zombi olduk

Hiç düşündünüz mü bizim neden dünya çapında ses getiren bir bilişim hizmetimiz yok? Neden Facebook gibi bir marka yaratamadık?

Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg, Harward Üniversitesinde öğrenci iken, sadece üniversitedeki öğrencileri bir ağ üzerinde toplamayı düşünmüştü, şu anda geldiği noktaya bakın…marka değerine paha biçilemiyor, tüm dünya Facebook üzerinden sosyalleşme çılgınlığına kapıldı.

Bir garajda Google’ı yaratan iki kafadardan daha mı az akıllıyız yoksa düşünme tembeli miyiz?

Teknolojiyi kullanabilme konusundaki üstün becerimizi neden o teknolojiyi yaratabilme konusunda kullanamıyoruz?

İnternette geçirdiğimiz süre olarak dünyada ikinciyiz, bu süreyi de Facebook, Twitter gibi sosyal ağlarda geçiriyoruz. Dünyada Facebook kullanımında dördüncü sırada olmanın, sosyal medyada bunca yoğunlukla var olmanın Türkiye’de bilişim sektörüne ne anlamda faydası olduğunu hiç anlamış değilim. Çok az bir kesim sosyal ağlarda bilgi paylaşımı yapıyor, insanların çoğu video, şiir, müzik v.s üleşerek sosyalleşeceğini sanıyor.

Evet, belki bunlar da gerekli, ama bize hazır olarak sunulan bu teknolojilere o denli hızla adapte olurken, “ben de yeni bir şeyler öğrenmeliyim ya da üretebilmeliyim” diyen bir gençlik ne yazık ki göremiyorum. Varsa da kesinlikle birilerinin “başıma icat çıkarma” sözleri ile karşılaşıyordur.

Hiç farketmeden kalıplaştırdığımız düşüncelerimiz, alışkanlıklarımız, karakterimiz yaşantımızın her noktasında yeni kararlar almamıza, yeni fikirler üretmemize engel oluyor.

Belki de kültürümüz, aile yapımız, dayatmacı yönetim anlayışımız ve de en önemlisi eğitim sistemimiz bizi kalıplara yerleştiriyor. Ezbercilikten, kopyacılıktan kurtulup bir türlü vizyonumuzu, bakış açımızı ve kendimizi geliştiremiyoruz. Analitik, araştırmacı, yeniliğe açık bireyler olamayınca da bu kalıplaşma ve ezbercilik, ülkenin siyasi ve ekonomik tüm alanlarında da hissediliyor ve bir adım öteye gidemiyoruz.

Hazır olanı çok seviyoruz, tembeliz…Geleneksel statükocu yapımız da yeniliğe, değişime uyum sağlamamıza engel oluyor. Bizim insanımız için “yeni” her zaman soru işaretleri ile dolu, çekiniyoruz. Özgüven eksikliğimiz nedeniyle yaratıcı bir fikrimiz olsa bile öne süremiyoruz.

En iyi yaptığımız şey bol bol lak lak yapmak…lüzumsuz muhabbete hemen dalıyoruz, bir de Facebook ve Twitter gibi aracılar elimizde hazır olunca beyinler iyice dumura uğruyor.

Tüm hayatımız sosyal paylaşım siteleri oldu… Google, Türkiye’de en çok ziyaret edilen 100 siteyi yayınlamış. Listenin en başındaki adres tabii ki Facebook. Onun arkasından live.com ve msn.com geliyor, mynet.com ve video sitesi olan izlesene.com ilk beşe yerleşiyor. Listede Wikipedia 10. sırada, Twitter is 38. Bunun anlamı şu; insanımız sosyal medyaya sıkıştı kaldı, habire üleşiyor, ne paylaşımcı bir milletmişiz diyeceğim ama o da değil zira dışarıda insanlar nerdeyse birbirini boğazlayacaklar.

Facebook ile Twitter arasına sıkışan insanımız, düşünme yeteneğini yitirdi. Zaten düşünce tembeliyiz, iyice sanal zombi olduk çıktık.

Hepimiz internet çağında yaşıyoruz, çoğumuz Facebook üyesi. Ancak çok azımız internet geleceği üzerine kafa yoruyor. İnternetin çok yakın bir zamanda yaşayacağı temel dönüşümlerin içinde teknolojik anlamda üretici olabilecek, ‘benim de bir fikrim var’ diyebilecek kaç insanımız vardır? Haliyle Türkiye’de bilişim sürecine katkıda bulunmak mümkün olmuyor. Katkıda bulunacak birileri çıksa bile, ona sahip çıkacak zihniyet yok!

Zaman zaman Türk bilim adamlarının başarılarını okuyoruz ancak bunların çoğu yurt dışında. Neden yurt dışında? Çünkü orada teşvik ediliyorlar, ortamlar ve olanaklar çok daha iyi, yaratıcılıklarına prim veriliyor. Türkiye’de olsalar kösteklendikleri ile kalmazlar bir dolu da bürokratik engellerle karşılaşırlar.

Devir artık “farklıya ve en iyiye ulaşabilme” devri. Ancak biz hala bilgiyi, yeniliği kopyalayarak kolay yolu tercih ediyoruz, yeni olanın yerine bir başka yeniyi koyabilmek gibi bir çabamız hiç olmuyor.

Biz bu gidişle sosyal ağların ve bilişim sistemlerinin sadece kullanıcısı olmaya daha uzun bir süre devam edeceğiz gibi görünüyor.

Her Facebook’a,Twitter’a girişinizde bir de işin bu yönünü düşünün derim…

1 Ara 2010

Wikileaks’ten Mega-sızıntı...sıradaki hedef finans sistemi

Sırada ekonomi var… Yeni hedef ABD’nin finans sistemi, Wikileaks gözünü şimdi de Wall Street’e çevirdi.

Amerikan Forbes dergisinin haberine göre; Julian Assange'ın yeni hedefi çok büyük bir ABD bankasının iç yazışmaları. Bu yazışmaların açıklanması ile bazı büyük bankaların ve çok uluslu dev şirketlerin batma durumuna gelebileceği iddia ediliyor.

Küresel ekonomik krizin, ABD’li finans devi Lehman Brothers’ın iflası ile başladığı düşünüldüğünde, açıklanacak belgelerle dünya yeniden bir ekonomik krizle karşı karşıya gelebilir mi?

Ayrıca Wikileaks’in Türkiye ekonomisine yönelik yeni iddialarda bulunabileceği de ileri sürülüyor.

Julian Assange kapitalizmin daha özgürlükçü ve etik olmasını hedeflediklerini, ABD finans sistemindeki suistimaleri, yolsuzlukları 2011 yılı başında açıklayacaklarını bildirmiş…

Bir günde dünyadaki tüm borsaların Wikileaks açıklamalar nedeniyle dibe vurduğunu görmek olasıdır. Zira dünya finans sistemi o kadar birbirinin içindedir ki ABD de büyük bir bankanın batması ya da çok uluslu bir şirketin karıştığı yolsuzlukların açıklanması tüm ekonomileri etkiler. Bankacılık sisteminiz ne kadar dayanıklı olursa olsun bu durumdan çıkış çok zor.

Wikileaks deccal mi? Bir günde dünyayı yok edebilecek güçte mi? Wikileaksin gücü, bilgi ve belge sızdırma kapasitesi dünyayı karıştırmaya yeter mi?...henüz kesinlik yok ancak kesin olan tek şey dünyanın artık “siber savaşlar” gerçeği ile karşı karşıya gelmiş olduğudur.

Wikileaks’in açıkladığı bilgi ve belgeler “siber tehdit” örneğidir. Bu tehdit zaten var olan siber savaşların gün yüzüne çıkmasına sebep olabilir. İnsanlığın kaderini artık siber savaşların belirleyeceğini söyleyebiliriz.

Yakın geçmişte Hindistan hükümetine ait bilgisayar sistemleri Çin kaynaklı olduğu ileri sürülen bir virüsle kolayca çökertilmişti. Estonya’nın, başta devlet daireleri ve finans sektörü ile medya gibi toplumsal iletişim merkezlerine Rus siber savaşçıları denilen bir grup tarafından eşzamanlı olarak 50 ayrı yönden gelen 2 binden fazla saldırı yapılmış, bu karmaşa nedeniyle birçok devlet dairesi ve finans grubunun kapatılmış ve ülkede hayat durmuştu. Aslında Wikileaks açıklamalarının da aynı doğrultuda olduğunu düşünüyorum. Dijital platformlarda bilgiler giderek daha hassas ve risk taşır hale geldi. Olası siber saldırılara karşı sanal tatbikatlarla devamlı olarak güvenlik sistemlerini kontrol edilse bile işte Wikileaks’in açıklamalarına engel olunamadı.

Ekonomik hedefler de siber savaşların saldırı alanı içerisinde yer alıyor. Dünya finans sistemi o kadar küreselleşti ki, bilgi otobanlarını kullanılarak ve siber güvenlik açıklarından faydalanarak bir enerji şirketini veya çok uluslu bir bankayı çökme noktasına getirebilirsiniz.

Bilginin artık mekanı yok…bir siber saldırı ile (Wikileaks’in gündemdeki açıklamalarını bir siber saldırı olduğunu düşünüyorum) dünyada milyonlarca kişi iş yapamaz hale gelebilir, e-devlete, sağlık ve enerji kurumlarına yönelik saldırılar otoriteye karşı güvensizlik yaratabilir, mali sistem bir tuşla çökertilebilir ve tüm bunlar toplumsal krizlere sebep olabilir.

Dünya’da savaşlar artık kansız ama daha etkili olacak. Dünyanın herhangi bir yerinde internete bağlanan bir siber terörist çayını ve sigarasını içerken istediği ülkenin toplumsal yaşamına alt-üst edecek eylemlerini kendi yaşamını hiç tehlikeye atmadan gerçekleştirebilir.

Türkiye açısından ise bugüne kadar meydana gelmiş en büyük tehdit kısa sürede dünya çapına yayılan virüs saldırılarından ibaret olarak görünüyor ve siber savaş tehlikesinin üzerinde çokta düşünülmediğini sanıyorum. Biz daha hala internetin Youtube, Facebook,Twitter modundayız.

11 Eylül günü, Amerika’nın ikiz kulelerine yüzlerce tonluk bir fuel-oil tankının inebileceğini kimse kestiremezdi. Bir siber savaşın da tüm dünyayı nasıl allak bullak edeceğini insanlık henüz kestiremiyor.

Ama bazıları fare ve tuşlarını “siber savaş” için hızla çalıştırmaya devam ediyorlar.

Kim bilir Julian Assange Wikileaks ile belki de tüm dünyaya bir “Cyber Storm (siber fırtına)” tatbikatı yaptırıyordur…

21 Kas 2010

Ben bugün hüzünlenmeyi öğrendim

Aslında herşey bir yazar arkadaşımızın “sizde hiç kadın hissiyatı yok” diye bir yazıma yorum bırakmasıyla başladı. Önce şaşırdım, sonra çok az kızdım. Ama kafama da takılmadı değil.

Düşündüm, haklı olabilir miydi? Epeyi bir zamandır “hiç” olabilmek uğruna bir mücadele veren ben, acaba bırakın kadın ya da erkek hissiyatı diye cinslendirmeyi, “hissiyatımı” yitirmiş olabilir miydim?

Kimi zaman duygusal yazılar yazan arkadaşlara gıpta ediyorum. Hatta zaman zaman da bunu itiraf ediyorum, diyorum ki “ben neden böyle yazılar yazamıyorum, ya da yazmak istesem bile çok zorlanıyorum, neden hissiyatımı ifade etme konusunda yeteneksizim?” Halbuki yazmayı seviyorum, konuşmayı da…ama çıkan yazılar da sözler de his yoksunu gibi geliyor. Ben bunu “hat höt” yazılar ya da sözler diye tarif ediyorum.

Eskiden editörüm olan değerli bir gazeteci arkadaşımızın, düz ama gerçekten her kelimesi duygu ile anlamlandırılmış bir yazısını okuduktan sonra kendisine sordum “ben neden böyle yazılar yazamıyorum, arızalı mıyım neyim?”. Dedi ki “üslup meselesi, herkesin üslubu farklıdır”.

İçimden “hay benim üslubuma”, dışımdan da “bozacağım ben bu üslubu artık” dedim. Çünkü aklımın bir köşesinde de “hissiyatsız kadın” benzetmesi var ya, ha bire “hiçlikle” çarpışan. (Ağırıma gidiyor, racona ters).

Tabii ki hissiyatsız değilim, bunu biliyorum hatta çok eminim ancak gel gör ki dışa vurmada sorunum var galiba, arıza hali de buradan kaynaklanıyor zaten. İçeri ile dışarının iletişiminde tellerden bazıları kopuk, neysem oyum haliyle, samimi ve içten olsam da duygu yükümü boşaltmada sorunum var doktor bey…(ay ne doktoru yav, pardon).

Yazının bundan ötesinde cıvıtıp yine hat höt olmaya zorlansam da yapmayacağım bu sefer. Telleri onarıma almak gerekiyor.

Yıllar yılı dünyayı gezdim durdum, balta girmemiş ormanlara, güneş görmemiş buzullara ulaştım, her dinden, her dilden, her renkten beş yüz milyon insanla karşılaştım…yaşadım, yaşamaksa! Birikim binbeşyüzken, bir anda sıfırladım, kayaların altında kaldım, yerlere yapıştım, gün yüzü görmemiş üzüntülerle savaştım, ayağa kalktım ve yeniden nefes almaya başladım. Yavaşladım, yavaşlayabildiğim kadar. Bu nefes mücadelesine direnebilme gücü için de “hiç” olmaya sığındım.

Neyse bu acınaklı hikayeleri burada keseyim, hissiyata evrileyim…

Bugün bir blogger arkadaşımın şahsi blog sayfası ile tanıştım. İsmini kendisi izin verirse sonra eklerim. Bloğunun teması “hüzün”. Aslında bu bloğa ulaşmamdaki neden de “hız kesip duracak bir yer bulma ihtiyacı” idi.

Duracak yeri buldum…”hüznün tam ortasında”.

Ne güzel bir duyguymuş bu “hüzün”…yazıların, şiirlerin her kelimesi, her dizesinde ancak bu kadar naif taşınabilir.

Hüznü nasıl tarifleyebilirim?

Benim gözümün altındaki halkaların adı “hüzün”. Mesela, olabilir mi?

Ama bu somut bir tanımlama oldu, şöyle daha hissiyatlı, soyut bir tarife ihtiyacım var…hımm.

Sevgili Cansın Erol’un güftesindeki gibi;

“hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir
gönlümün kıyısına vurur
aşınan kayalar gibi ruhum
suskun yorgun öylece durur”

mu?

Arkadaşın yazılarını, şiirlerini okudukça sarhoş oldum, içki içmediğim için sarhoş olmayı da bilmiyorum ama sarhoşluk böyle bir şey olsa gerek…içimdeki hüzün nihayet dışarı çıktı. Deli dalgalarla gelmedi ama varmış demekki temeli, hüzün harcı sağlam yani!

Sıcak bir günde aniden bastıran sağnak yağmur gibiydi…ama kaçmadım, kaçacak yer de aramadım, hatta şemsiye bile açmadım…ıslandım, ıslandım iliklerime kadar hüzünle ıslandım. Hayır gözyaşlarım bu yağmura karışmadı, o kadar da değil, hatta gülümsedim…Hüzünle gülümsemenin tadına vardım…çünkü satırlar süzüldükçe imbiğimden, hüzünde kendime buldum.

“Artık kalan yolu sırtınızdaki hüzünle bitirmek zorundasınızdır"... diyordu. İşte bu satırdan sonra hiçliğime hüznü, nefes mücadeleme umudu katmam gerektiğini ve tüm bu duyguların bir şekilde konuşarak ya da yazarak ifade edilmesi gerektiğini daha iyi anladım.

Hüzün de, sevinç de hepsi bizler için, içimizde her an varlar… ne zaman hangisinin ön plana çıkacağını kestiremiyoruz. Ben bugün üzülmeden hüzünlenmeyi keşfettim.

Keşfettikten sonra da yokmuş gibi yapamazdım…yazdım.

Demek ki cinsli, cinssiz “hissiyatımı” henüz yetirmemişim diye de sevindim…hüznüm sevince dönüştü.

İşte böyle, arta kalan yoluma hüznümü ekliyorum artık…yeter artık gözlerimdeki açığa çıksın.

CHP’nin ekonomi politikasını merak ediyorum


“CHP’nin bir ekonomi politikası var mı?”…sorusu sorulduğunda Kemal Kılıçdaroğlu “daha oralara henüz gelemedik” diyemezdi elbette, bu nedenle “arkadaşlar üzerinde çalışıyorlar” diyerek ortaya karışık bir yanıt vermişti.

Bu arkadaşlar, ki içlerinde Faik Öztrak gibi çok değerli bir ekonomistin başını çektiği bir ekipten bahsediyor, CHP'nin ekonomi politikası ile igili çalışmaları henüz bitiremediler galiba...

Yoksa parti içi alaboralardan sıra ekonomiye bir türlü gelmiyor mu?

CHP’den ekonomiye ilişkin olarak, şu anda iktidarın yaptıklarını kötülemekten, ekonomide karamsarlık yaratmaktan başka bir ses duydunuz mu? Ben şahsen duymadım. “Sosyal piyasa ekonomisi” diye bir şeyden bahsediyorlardı ancak bu ekonomi politikası çeşidi nedir, yöntemi ve uygulaması nasıldır, ben bilmiyorum. Ya da onlar tam olarak ne olduğunu anlatamıyorlar. Serbest piyasa ekonomisinin daha sosyal daha adil bir yaklaşımla yeniden irdelenmesi gibi bir şey mi acaba? Öyle ise çıkın açıklayın, ekonomi politikanız nedir?

Ancak öyle yapacağız, edeceğiz ile değil, önerilerin içi dolu olacak. Dayanakları, maliye ve para politikalarınızı, projelerinizi anlatın, halkı ikna edin. Ak Parti iktidarındaki ekonomi politikalarının üzerine neler koyabileceğinizi, neleri değiştirmek istediğinizi veya Türkiye’yi şu anda bulunduğu noktadan daha ileriye, refaha nasıl taşıyacağınızı anlatın.

Bakın işte size bir dizi sorular…

Kronik işsizlik sorunumuzu hangi plan ve projelerle artık kader olmaktan çıkartacaksınız? Gizli işsizlik, merdiven altı işsizliği, sosyal güvenliksiz işçilik gibi derin yaraları nasıl kapatacaksınız?

Dışarıdan sıcak para girişine karşı çıkıyorsunuz, haklı olduğunuz noktalar da var, paradan para kazanıp gidiyorlar. Peki siz bunun Türkiye’de yatırıma dönüşmesini, üretim ekonomisine entegrasyonunu, istihdama dönüşmesini nasıl sağlayacaksınız? İstihdam yaratmadan büyümeyi nasıl istihdam yaratan büyüme modeline çevireceksiniz? Ara malı ithalat bağımlılığımızı nasıl azaltacaksınız? Üretimimizi ithalata bağımlı olmaktan nasıl çıkaracaksınız?

Özelleştirmelere ve yabancılara satışa karşı çıkıyorsunuz. Yıllar yılı bir kuruş kar etmeyip, devletin sırtında yük olan hantal kurumların zararlarını nasıl kara dönüştüreceksiniz? Halka ağır vergi olarak geri dönen bütçe açıklarını kapatma yönteminiz nedir? Cari açık vermeden büyüyemeyen bir ekonomi yerine dengeli ve sürdürülebilir bir büyümeyi nasıl sağlayacaksınız?

Vergi affına karşı çıktınız, peki elinizde bir vergi reformu projeniz var mı? Dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar ağır vergiler söz konusu değil. Verginin kökenine inip nasıl tüm vergi sistemimizi dünyadaki gelişmiş örnekleri gibi rasyonel ve güvenilir hale getireceksiniz? Kayıt dışı ekonomiyi nasıl kayıtlı hale getireceksiniz?

Dünyadaki ekonomik gelişmelere, kur savaşlarına, yeni bir krize karşı reel sektörde ve finans sisteminde ne gibi önlemler alacaksınız? Dünyada 16. sıradaki ekonomimizi ilk ona nasıl sokacaksınız? Gelişmiş ekonomilerin ihracat atakları ile nasıl rekabet edeceksiniz?

Tüm bu sorulanlar için çözümünüz var mı? Varsa eğer neden bunu halkla paylaşmıyorsunuz da hala genel geçer laflarla, sadece eleştirerek ekonomiye köstek olmak yolunu seçiyorsunuz?

Öyle ya; halka, özel sektöre, yabancı sermayeye ekonomik açıdan daha güvende olacaklarını hissettirmelisiniz ki onlar da size güvensin, iktidara taşısın…

Ne çok yanıtlanması gereken soru, sorun var değil mi?

Arkadaşların biraz daha hızlı çalışması gerekiyor…seçim sathına girmeye şunun şurasında ne kaldı ki?

Varsa eğer tüm proje ve planlarınızı vatandaşa bir an önce açıklamak durumundasınız…

Ben hala şu “sosyal piyasa ekonomisi” nin merakı içindeyim, mesela…

Bloglarda çakarak mı farklı bir yazar olacaksınız?


Bilmem kaç inçlik ekranlarınızın arkasından, kimbilir ne kadar isterdiniz falanca kişinin suratına şöyle okkalı bir yumruk çakmayı? Üzgünüm böyle bir teknoloji henüz yok? Egolarınızı tatmin etmek için yine klavyelerinize dokunup hakaretler yağdırmak, aşağılamak, alaycı yorumlarla idare etmek durumundasınız.

Ancak bu sizi kendinize getiriyor değil mi? Ancak hakaret edince rahatlayabiliyorsunuz!

Arkadaş yorumla tacizden hızını alamamış, yazısında koca bir paragraf ayırmış, sonunu da “sulukule dansözleri gibi kıvırmamalı” diye hakaretle bitirmiş!....ohhh, çaktı ya sonunda rahatladı! Üstelik sadece bana değil tüm Sulukule kadınlarına da giydiriyor, gibisi bana, öncesi ise tam bir kimlik soykırımı. Üstelikte” kimliksizim, benim insan kimliğim öndedir" gibi felsefik tanımların arkasına sığınarak.

Bir diğeri belli ki epeydir dolmuş, giydirecek yer arıyor; “Aşırı "tahıl" ağırlıklı beslenmenin beyinde yarattığı hasardan bahsediyorduk” diyerek sallıyor yazının tam da orta yerine.

Edep yahu!...

Soykırım sadece fiziksel değildir. İnsanların fikir ve zihinleri de işte böyle soykırıma tabi tutuluyor!

Yazıları ve yorumları okuduğumuzda ne yazık ki şu camın arkasında kişinin samimiyet derecesini, yazanın sevgi ve dostlukla mı, kin ve nefretle mi yazıyı kaleme aldığını, egosu fazla mi şişmiş yoksa şişirmek için çaba mı gösteriyor, bunları ölçümleyebilecek bir samimiyetmetre henüz keşfedilmemiş.

Ancak yazı ve yorumlarımızda kullandığımız kelimeler referans noktamız.

Yazıları ve yorumları, yorum yanıtlarını okurken öncelikle kötü niyetle kaleme alınmadığı ilk varsayımımdır. Bunun tersini ortaya koyan argümanlar oluştuğunda daha farklı yaklaşımlarda bulunabilirim. Ama yine de neden böyle bir ifade gereğini hissetmiş diye düşünürüm. Objektif değerlendirme yapmak için kendimi zorlarım.

Bir hayli blog yazdım, 4 yıldır yazıyorum...hiç bir ifademde hakaret veya aşağılama niyetim olmadı. Sadece üstü örtülü ya da açık alaycı ifadelerle üstüme çok gelindiğinde tamamen otomatik gelişen bir savunma duygusu ile belki aynı uslupla yanıt vermiş olabilirim. Bu tip yanıtlarımdan sonra genelde hayıflanmışımdır, ne gerek vardı diye düşünmüşümdür.

Tavrım; hangi konuda kim ne ne yazmış olursa olsun, yazanların kendini özgürce ifade edebilmelerinden yanadır. Yazdığı konu ile ilgili bilgisi varmı yok mu benim için çok ikincil değerlendirme kriteridir. O an öyle hissetmiştir, içinden onu yazmak gelmiştir, kaleme almıştır. Yazının konusunu ve yazma yeteneğini eleştirmek de haddim değildir.

Samiyet nedir? Benim için samimiyet, bir kişiye ve olaylara karşı hissedilen gerçek duyguların gösterilmesidir. Birini severseniz seversiniz, onunla paylaşırsanız bu her durumda devam eder, kızdığınızı da söylersiniz, endişenlediğinizi, gücendiğinizi, sevindiğinizi, bir şey hoşunuza gittiğinde de söylersiniz.

Samimiyet; iç olma halidir.İçimden geldi de onun için halidir. Kendin olma halidir. Maskelemediğimiz tavır ve duruşlarımızdır.

Sanal da olsa bloglarda bazılarına kapınızı sonuna kadar açarsınız ki bu benim için çok önemlidir, bir bakarsınız bu samimiyet ve iyi niyet kapılarınızı açtığınız andan itibaren, bu kapıdan ne samimiyet ne de iyi niyet geçer. Sadece içinde insan sevgisi ve saygısı olmayanların kişisel egoları, kompleksleri ve mutsuzlukları eşliğinde büyük bir gaz kütlesi geçmeye çalışır. Tabi siz yine de empati kurma yoluyla gördüklerinize, tecrübelediklerinize inanmak istemez ve hep daha anlayışlı olmaya çalışırsınız. Ta ki bu gaz kütlesi şişe şişe sizin o iyi niyet kapılarınızı zorlayıp orada sıkışına kadar.

Neden yazı ve yorumlarınızda, üstü örtülü ya da alen beyan insanlara hakaret ediyorsunuz? Bilen, bildiğini ifade edebilen, birikimli bir insan, hakaret sözlerine ihtiyaç duyar mı?

Ancak blogda “çakarak” mı farklı bir insan ya da farklı bir yazar olunur? Farklı olmaktan ya da iyi yazar olmaktan anladığınız bu mudur sizin? Yönteminiz bu mudur?

Nedir bu yazı ve yorumlarımızdaki samimiyetsizlik? Neden bunca hakaret etme ihtiyacınız? Adını koymakta ve nedenini bulmakta zorluk çekiyorum.

Sizinle aynı fikir ya da aynı düşüncede olmak zorunda mıyım? Fikirlerimiz çatıştı diye neden bu yumruklama, çakma ihtiyacı?

Yazı ve yorumlarınız kişiliğinizin aynası…ben de sizin kadar çirkin olabilirim, ben de üç beş hakaretle yazımı, yorumlarımı “farklı!” kılabilirim, ama yapmam, yapamam…

İnsan kimliğinize saygı duymaya devam ederim ancak kişiliğinize ve şahsınıza asla…

İthal anguslar, yerli boğalar, koçlar…birleşin ve kaçın kaçabildiğiniz kadar


Şu anguslar ne kadersiz, Türkiye’nin yerli koyunları, koçları, danaları, boğalarına rakip olacağız diye sen binlerce kilometre yoldan gel, üstüne de onca rezilliği yaşa...

Taa Uruguay’dan, Avustralya’dan geldikleri yere bak…

Kurban satış yerine götürülmek üzere, ittire kaktıra, boynuna ipler bağlanarak kamyona bindiriliyorlar, bir anda ipinden kurtulan başlıyor kaçmaya. Hayvan kendi memleketinde hiç ipe bağlanmamış ki, çayırda bayırda özgür özgür dolaşıyor.

Bir tanesi köfteci dükanından içeri girmiş, zavallı ne yapsın, kimin aklında gelir benzin istasyonunda köfteci dükkanı…gitmiş elleriyle teslim olmuş gariban, kadersizliğin de bu kadarı. Koş çayıra bayıra, ne işin var senin benzin istasyonunda. Feleğini şaşırtmışlar, yazık.

Bir kısmı daha araçlara bindirilirken telef olmuşlar, kurban satış yerine bile ulaşamamış. Telef olunca doğru Et Balık Kurumuna, birkaç gün bile olsa Türkiye havası almak nasip olmamış kadersizlere…şöyle bir turistik İstanbul turu yapabilselerdi bari.

Bir tanesi daha bir gözü pek, Beylikdüzü’ne gelince, düzlük görmüş, “ulan battı angus yan gider, ya herro ya merro demiş” atlamış araçtan…arabaların ortasından, metrobüs yolundan 40 km…ohhh sefan olmuş.

Kurban satış yerine ulaşanlar da bin dert, bin cefa içinde…doğduğuna doğacağına pişman etmişler angusları. “Allahım ne çilem varmış, çek çek bitmedi”diye yakarıyorlar. İklim değişikliğinde olsa gerek bir kısmı hastalanmış. Bizim memleketde hastalanmayacaksın, sağlık sistemimiz bize yetmiyor diye görevliler hemencecik orada işlerini bitirmişler, hadi siz de yallah Et Balık Kurumu’na.

Bir de günahlarını alıyorlar, ne o anguslar hırçınmış, bizim yerli koyunlar, danalar munismiş…yahu bu memleketde psikopat, sosyopat olmayan mı kaldı…suyunu içsen yeter, anında psikopata bağlaman işten bile değil. Sen gel de hırçın olma. Onca sopayı, tekme tokadı ye bakalım da görelim seni daha ne kadar munis kalabileceksin.

İthal anguslar o kadar hızlı kaçıyorlarmış ki "Angus Yakalama Timi" kurulmuş…biz timler halinde örgütlenmeye nasıl da hemen hazırız, hem de tam donanımlı. Ellerinde bayıltıcı çubuk ve tabanca olan tim elemanları gerektiğinde etkisiz hale getirmek için bu silahlara başvurabilecekmiş. Anguslar için olağan üstü hal ilanı gibi bişi… ne de olsa alışkınız, baş edemedin mi time havale.

Angus’un biri kaçmış, ortadan yok olmuş…"Angus Yakalama Timi" ayak izlerini takip etmiş, bakmışlar ki ayak izleri bir inşaata gidiyor.Hemen operasyona hazırlanmışlar, sopalar, tabancalar, uçlarına bayıltıcı iğneler sürülmüş, ya allah ya bismillah deyip angus'a 5 uyuşturucu iğne atmışlar. Angus baygın, operasyon tamam!

İthal anguslardan alan bir vatandaş diyor ki “angus aldığıma bin pişman oldum, keşke bir koç kesseydim. Bu hayvan 6 saat bizi peşinden koşturdu. Anguslar'ın hepsi maratoncu herhalde”…

Angusların ilk günki şaşkınlığı geçiyor, siz onları bir de yarın sabah görün…dilerim bir tanesini bile yakalayamazsınız.

İthal anguslar, yerli boğalar, koçlar…zaman rakip olma zamanı değil, birleşin ve kaçın kaçabildiğiniz kadar.

Biz blog yazarları, sokaktan geliyoruz, yeni medyanın baş ağrısıyız


Bu yazı Milliyet Blog'da "Blog yazarları tartışıyor" kategorisindeki "Blog yazarları mı, köşe yazarları mı? Günümüz medyasında hangisi daha güvenilir ve inanılır? Geleceğin medyasını oluşturmada hangisi daha etkili olacak?" konusu üzerine kaleme alınmıştır.



Yan kulvarda ilerliyoruz...haberiniz ola!

Medya siyasetten ekonomiye, spordan magazine, kültür sanattan teknolojiye kadar her alanda haber ve yorumları okuduğumuz, izlediğimiz ve bilgi edindiğimiz geniş kapsamlı bir alan.

Eskiden sadece izler ve okurduk, web teknolojileri ve sosyal ağlar sayesinde “benim de söylenecek sözüm var” diyen haber tüketicileri, artık içerik üretir ve yorumlayabilir hale geldi. Medya kavramı, “yeni medya” kavramına dönüşürken, bu aşamada, adına “blogcu” veya “blog yazarı” denilen bir kesim oluştu.

Blog yazarlığı, “bireysel” tabanlı yani yorum ve yazılarımızda tamamen kişisel fikir ve düşüncelerimizi ortaya koyuyoruz. Sokaktaki “bizim gibi” olana sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. Sokaktan geliyor, sokağa hitap ediyor, cesaretli, farklı düşünebiliyor, söylenmemesi gerekeni söyleyebiliyor, eski köye yeni adet getirebiliyoruz.

Gazeteler ve global üretim devlerinin, kalabalalıkların ne öğreneceğine karar verme dönemi bitti. Bunca teknolojik gelişme ve internet denilen uçsuz bucaksız bilgi ağında artık buna olanak kalmadı. Zira kalabalıklar bilgiyi her yerden edinebilir ve bunu da bir tuşla yapabilir durumda.

İşte blog yazarlarının vasfı da bu noktada önem kazanıyor. “bireysel düşüncenin özgürce ifadesi ve kendin gibi olana ulaşabilme”… Hiç bir maddi kaygı gözetmeden, patron ne der çekincesi olmadan, yarın ne yazayım zorlaması yaşamadan, okuyucuyla yüzleşmekten korkmadan içerik üretebilen blogculara güven artıyor. Artık blogları takip eden önemli bir kitle söz konusu.

Kendini tanrı katında gören, halktan kopuk, yıllardır aynı şeyleri yazan, ahbap çavuş ilişkisi ile ya da torpille ya da bir diğer meslekdaşını karalayarak bir köşeye yerleşmiş köşe yazarı devri miadını doldurdu. Üretkenliği ve yorum gücü sınırlı, etkisini yitirmiş köşe yazarları, köşelerini Eyüp Can’ın deyimi ile “sokak yazarları” na bırakmak zorunda kalacaklardır.

Yeni medya düzeninin, bilgili, kalemi işlek, dünyayı anlayabilen ve anlamlandırabilen, cesur, objektif, ahkam kesmekten uzak, internet teknolojilerini, sosyal ağları kullanabilen, okurla yüzleşmekten korkmayan köşe yazarlarına ihtiyacı var.

Bizler profesyonel gazeteci ya da köşe yazarları değiliz, bizler “blog yazarıyız”…gücümüz yönetilemememizden geliyor. Sosyal ağlarda etkin bir şekilde varız, sokağın nabzıyız.

Medyada biz blogcuları “baş ağrısı” diye nitelendiriyorlar, doğrudur da.. çünkü başağrısı olmak blogculuğun ruhunda var.

Blog yazarlarının, geleceğin medyasını şekillendirmek olmasa bile, köşe yazarlarının ve medyanın kendine çeki düzen vermesinde etkili olacağı kesin…

Blogların kendine has bir evreni var, bunu algılayabilen köşe yazarları da kendilerini değişime uydurmak zorunda hissedeceklerdir.

Sokaktan geliyoruz, yan kulvarda ilerliyoruz...haberiniz ola!

8 Kas 2010

New York mu? 5 Minare mi? Yoksa New York’ta 5 Minare mi?

Mahsun, kendini sınav havasına kaptırmış, yönetmenliğini sanki sınava sokmuş gibi bir film...New York’ta 5 Minare.

Hani bu sınavı da geçerse, “benim yalnız ve güzel ülkeme hediye ediyorum” havasına girecek gibi bir sıkıntı, bir zorlama var bu filmde.


Peki film güzel değil mi? Kesinlikle güzel, izlenmeye değer… Bakmayın öyle “hiç olmamış Mahsun, hiç olmamış” diyenlere, göz var izan var şimdi, adam çalışmış çabalamış, haksızlık etmeyelim.

Amaç mesaj vermekse ki bir film illaki mesaj verecek diye bir şey de yok, böyle bir mesaj zorlaması hissettiğim için söylüyorum, eh işte, mesaj verilmiş!

Bilindik konular biraz eğreti bir şekilde birbirine eklemlenmiş ve sonuçta bilindik mesajlar art arda sıralanmış, “İslami kökten dinci terör asla gerçek İslam’la bağdaşmaz”, “Amerika sen İslam’a yanlış bakıyorsun, ikiz kulelerin devrildi diye her Müslümanı terörist sanma”, “Emniyet teşkilatı da yanlış yapabilir”, “işkenceci polis gerçeği”, “ cehalet ve kan davası gerçeğimiz”, “medeniyetler ittifakı ya da çatışması”, “tarikatlar da var”….

Ve benzer mesajlar…Eee, sonuç? Bu mesajlar kime? Bize ise zaten bilindik konular, değilse kime ne kadar etkisi var?

Zarf güzel; görseller, çekimler, efektler…tipik Amerikan aksiyon filmlerindeki gibi, hatta tıpkısın aynısı. Şok etkisi yapan sahneler, geçişler, manzaralar, oyuncular. Hepsi tamam.

Peki bu mudur? Bilmiyorum, bu filmde bir tuhaflık var, onca zarf görüntüsüne rağmen mazrufta bir basitlik var.

Mahsun’un bir önceki filmi “Güneşi Gördüm” sanki daha bir dolu idi, daha bir “film” di.

Zarfla mazrufun boyutlarında bir uyumsuzluk var…

Ya zarf büyük, mazruf içinde sallanıyor…ya da mazrufa çok şey sığdırılmaya çalışılmış, zarfın dışına taşmış gibi, zarfın ağzı kapanmıyor.

Mahsun, sınava girmiş, ortaya bir zarf atmış, ya tutarsa, ya sınavı geçersem hesabı…

Bu arada bilet almak için sinema gişesinde sıraya giren insanlar, gişe görevlisine diyorlardı ki “14:45 seansı, 5 minareye 2 bilet”… “New York’ta” yı eklemek uzun geliyordu, kestirmeden “5 minare”…

Film’in sonunda düşündüm ki; Mahsun “New York” ile “5 minareyi” bir arada söylemek istemiş ama hangisini söyleyeceğine tam karar verememiş gibi bir hal var bu filmde…

Anlayamadım gitti…

İzleyin bakalım, siz de aynı hisse kapılacak mısınız?

Facebook nereye koşuyor?


Facebook kullanıcı adımız yegâne sanal kimliğimiz mi olacak?

Facebook Uluslararası İş Geliştirme direktörü Christian Hernandez diyor ki; “Dünyanın en büyük web sitesi olmak istemiyoruz. İstediğimiz web dünyasında paylaşma ve kimlikte öncülük yapmak. Web’i sosyal hale getirmek istiyoruz. Facebook kimliği her yerde kullanılsın istiyoruz. Facebook kimliğiyle, bir haber sitesine girip arkadaşlarımızı görüp haber okumak, Farmville’de arkadaşlarımızla oyun oynamak istiyoruz. Kurucumuz Mark Zuckerberg, milyarlarca kullanıcı sayısı hedefliyor. Bunlar Facebook kimlikleriyle web’te sosyal deneyim yaşayacak. Facebook’u kimlik platformu olarak konumlamak istiyoruz.” (Webrazzi Summit).

Bu ifadede öne çıkan cümle “Facebook kimliği her yerde kullanılsın istiyoruz”… Ben bunu şu şekilde algılıyorum; Bilgisayarımızı açtığımızda ya da akıllı telefonlardan internete bağlandığımızda tek bir kullanıcı adı ve şifre ile gerçek alemden sanal aleme geçeceğiz.

Facebook internetin giriş kapısı ya da bu kapıdaki tek kontrol görevlisi olabilmek gibi bir iddia içinde ve bu iddiasını gerçekleştirme yolunda hızla koşuyor.

Tek çıkış noktasının insanların sosyalleşmesi olduklarını ifade etseler de Facebook’taki veya diğer sosyal ağlardaki kimliklerimiz ve paylaşımlar, milyarlarca dolarlık bir alış veriş ekonomisi olarak geri dönüyor. Hedef “5 yıl içinde 5 milyar kullanıcıya ulaşabilmek”, yani 5 milyar Facebook kimliği! Şu anda 500 milyon Facebook kullanıcısı var ve bun insanlar günde en az 3-4 saatini Facebook’ta geçiriyorlar. Türkiye ise Facebook kullanımında dünyada dördüncü, 23 milyon kullanıcı Facebook’ta sosyalleşmekle meşgul.

Dünyadaki tüm Facebook kimliklerine tek kanaldan ulaşabilmenin cazibesi, Facebook iş geliştiricilerinin de her an bir yeniliği devreye sokmasına ve yeni projeler üretmesine neden oluyor. Akıllı telefonlarla entegrasyon gerçekleşti, iPhone kullanıcıları sosyal ağlara kolaylıkla ulaşabiliyor. Henüz ülkemizde uygulanmasa bile “places” yani “neredeyim” özelliği, yerel mağazalar ile işbirliğine giderek kullanıcılara özel fırsatlar sunmak ve son günlerde Facebook ile birleşmeye karar veren Skype sırada. Artık Facebook kullanıcıları listelerindeki arkadaşları ile sesli ya da görüntülü görüşme yapabilecek. Hatta Facebook’un kendi akıllı telefonunu üretmesi gibi bir projeden de söz ediliyordu ama Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg “Ne kadar ilginç bir fikir. Fakat hayır, böyle bir şey yok diyerek” konuyu kapattı.

Twitter popülerliğini şu an için devam ettiriyor olsa bilse bunun çok uzun süreli olamayacağını düşünüyorum zira özellikle Web 3.0 a geçildikten sonra yani “internet anlam kazanmaya” başladıktan sonra Google ile Facebook arasında var olan rekabetin daha da artacağı ve diğer sosyal ağların popülaritesini yitireceği açık, belki de yeni birleşmeler olabilir.

Facebook’un bu koşusunu nereye kadar götürebileceğini merak ediyorum. Gelecek yıllarda tüm internetin tahtına oturabilir mi bilinmez ama şu bir gerçek ki sadece veri ve kullanıcı sayısı olarak güçlü olan ayakta kalabilecek, salt bir arama motoru ya da salt bir sosyalleşme ağı olarak kalmak mümkün olamayacaktır. Bu sistemin adı ne olursa olsun yakın gelecekte insanların akıllı telefonlarından, tablet bilgisayarlarından, PCTV lerinden tek bir kimlikle giriş yaparak sanal alemde var olması (ya da kaybolması) kuvvetle olasıdır.

Sanal alemin yatay değil dikey olarak büyümesi ve bu büyümede coğrafi sınırların artık önemini yitirmesi, ortak özellikleri olan insan kalabalıklarının sanal alemde “kalabalık etkisi” ile oluşturacağı her tip platform ve gücün, birey ve toplumsal yaşamda etkili olması kaçınılmaz gibi görünüyor.

Tek kimlikle sanal alemin her tarafında var olabilmek ile bu alemde gereğinden fazla sosyalleşmek insanlığımızdan neler götürür bu da ayrı bir konu…

1 Kas 2010

Kantarın topuzunu kaçıran sadece Oktay Ekşi mi?


Yarım asırlık tecrübesi, son yıllarda medyada yaşanan “iktidara çakma” ya da “diğer meslekdaşlarına çakma” modasına ve şehvetine kapılmasına engel olamadı.

Yarım asırlık bir gazeteci, Hürriyet gazetesinin baş yazarı ve Basın Konseyi’nin de başkanı…Ben kendimi bildim bileli Oktay Ekşi var.

“Şimdi anasını bile satan işte o zihniyetin marifetlerini görüyorsunuz” diye iktidara ve Başbakan’a yönelik bir cümle kullandı, istifa etmek zorunda kaldı ya da istifa ettirildi.

Hani özrü kabahatinden büyük derler ya, özür yazısında “nasıl istismar edilebileceğini hesaplayamadım” diyor…Yarımlık asırlık bir gazeteci, bir baş yazar bunun hesabını yapabilmeliydi. Üstelikte Basın Konseyi Başkanı sıfatını taşıyorsanız, sorumluluğunuz basın ahlakını yere düşürmek değil, yükseltmek olmalıdır. Daha öncede bir takım yazılarında çeşitli kesimden insanlara seviye dışı üslup kullanımları vardı ve kalemini kimi zaman alen beyan silah gibi hedefe doğrultmaktan da çekinmezdi. Tecrübeli bir gazeteci, değerli bir köşe yazarıydı ancak değerli köşe yazarları da gün gelip değersiz cümleler kurabiliyormuş.

Tıpkı diğer bazı meslekdaşları gibi…

Medyada düzeysizlik, küfürbazlık, vizyonsuzluk had safhada. Toplumun danışma ihtiyacını gidereyim, şu yaşadığımız dünyayı objektif bir şekilde aktarayım, anlatayım düşüncesinde olan köşe yazarlığı artık geçer akçe değil. Köşe yazarlığı toplumun küfretme ihtiyacını karşılar bir duruma geldi, ne yazık ki getirildi. Hatta sırf küfretsin diye eline kalem verilip, kendisine köşe açılan yazarlar yok mu? Bu hem iktidar yanlısı hem de karşıtı medya için geçerli bir durum. Köşesine kurulan başlıyor hakarete, üç satır düzgün cümle kuruyor, sonra onbeş satır küfrediyor, “çakarak” patronun güvenini kazanıyor ya yeter.

Bir zamanlar Bekir Coşkun ve Yılmaz Özdil iktidara çakmak adına, “göbeğini kaşıyan adam”, “bidon kafalı” sözleri ile halka hakaret etmediler mi? Daha iki gün önce Fatih Çekirge, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşine “eğreti gelin” demedi mi? Engin Ardıç, Emin Çölaşan, Fatih Altaylı, Hıncal Uluç başta olmak üzere bazı köşe yazarları, yıllardır insanların onuru ile oynamıyor mu? Bunun adına “basın özgürlüğü” denilebilir mi?

Basın özgürlüğüne sığınarak küfür etmeyi alışkanlık haline getiren, kantarın topuzunu kaçıran köşe yazarları bence kovulmalı. Zira bunlar sadece basına değil demokrasi kültürüne de yakışmıyor…

Peki ya siyasetçiler farklı mı?

Başbakan “ananı da al git” derken, Oktay Ekşi ile aynı uslubu kullanmış olmuyor mu? Ya da eski Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, Tekel için “babalar gibi satarız” derken seviyesizlik olmuyor mu?

Ne Başbakan’ın, ne Kılıçdaroğu’nun ne de bazı partililerin ağızlarından çıkanı kulakları duymaz oldu. Batılı demokrasilerde de didişme var ancak bizimkilerin tartışmalarında seviye yerlerde sürünüyor. Biri diğerine yüreksiz diyor, öbürü omurgasız! Şu son referandum öncesinde yapılan konuşmalar bile Türkiye’deki siyasetçi profilinin hangi seviyede olduğunu gösterdi. “Alçak” la başladılar, “namussuz” la bitirdiler.

Kılıçdaroğlu’nun şu cümlelerine bakar mısınız? "Başbakan sen zaten omurgasız birisin", "Bir adam aynı ay içerisinde 180 derece kıvırabilir mi?", "Benim adım Recep Tayyip Erdoğan değil", "Sen kimsin?", "Sayın Başbakan asıl senin yatacak yerin yok, ama bu paraları sömürenlerin yatacak yeri var, AK Parti'nin koynunda yatıyorlar"!

Bir köşe yazarı gazeteciliğini, bir siyasetçi politikasını hakaret ve küfür üzerinden yapıyorsa eğer, söyleyecek sözü olmadığındandır.

Bir köşe yazarı ya da bir siyasetçinin seviyesiz üslubu, onun özgür olmadığının ve demokrasi kültürü taşımadığının ifadesidir…

Kantarın topuzunu kaçırdıklarında her ikisinin de kovulması gerekir…Birisi patronu tarafından diğeri de halk tarafından.

28 Eki 2010

Yeni medya düzeni; Biz blogcular bu düzenin neresindeyiz?

Son günlerde yeni medya düzeni tartışılıyor. Aslında kavram çok yeni değil, zaten geleneksel medyamız, bir süredir bu yeni medya düzeninin içerisine girmiş durumda. İnternet gazeteleri, televizyon haber kanalları ve bunların Facebook, Twitter gibi sosyal ağlarda etkin olarak boy göstermesi ile birlikte geleneksel medyanın yanısıra yeni bir medya düzeni de oluştu. Yeni iletişim teknolojileri, iPhone, iPad derken tüm medyamız ile birlikte biz internet kullanıcıları da yeni medya düzeninin içine dahil olduk.

Kağıt gazeteler, tv ve radyo kanalları yerini artık tablet bilgisayarlarda sunulan medya içeriklerine terk ediyor. İleriki yıllarda, bu düzen nasıl olacak, nasıl şekillenecek, pazarlama ve teknolojik boyut nereye kadar gidecek, henüz tam net değil.

26 Ekim’de İstanbul’da “Yeni Medya Düzeni” konferansı gerçekleşti. Konferans’a dünyada medya konusunda söz sahibi bir kısım konuşmacılar ve Türk medya dünyasından da pek çok profesyonel katıldı. Konferansı yine Facebook ve Twitter aracılığı ile pek çok internet kullanıcısı da izleme olanağı buldu. Ben de bu izleyicilerden birisiyim. Konferansın ana konusu, yeni medya düzeninin geleceği, gazetecilik, dijital trendler, pazarlama, satış ve teknoloji dünyasındaki gelişmelerdi.

Konuşmaların twitlerine ve facebook sayfasına bakıldığında oldukça ilginç konuşmalar ve sunumlar var. Bu konuşmalar içinde dikkatimi çeken bazı cümleleri aktarmak istiyorum;

Seth Godin (dünyada pazarlama guru’su olarak tanınıyor) "Dünya küçülüyor ve Türkiye'nin de ayağa kalkıp,öne çıkması lazım"…

Seth Godin : "Sisteme uyuyorsanız fark edilmezsiniz. Sıradan insanlar fark yaratamaz, farkı farklı insanlar yaratır."

Cenk Uygur (MSNBC nin ünlü Türk yorumcusu- The YoungTurks programı ile internet fenomeni haline geldi) "Bugün yeni bir söylem var; Türkler geliyor diye. Evet! Genç Türkler geliyor" …

Cenk Uygur: "Biz internete inandık,internette bize inandı.Online ortamda başarılı olmak için doğru seçimler yapmak lazım”…

Arthur Sulzberger (The New York Times Yönetim Kurulu Başkanı) : "Demokrasinin varlığı gazetecilerin işlerini doğru yapmasıyla doğru orantılı"…

Ferit Şahenk (Doğuş Grubu Yönetim Kurulu Başkanı): “Yeni medya düzeni, herkese daha şeffaf bir dünya vaat ediyor”…

Konferansın içeriğini ve twitleri okurken, “Biz blogcular yeni medya düzeninin neresindeyiz? “ sorusu aklıma takıldı.

Son günlerde medyada köşe yazarı polemiği yaşanıyor; Ertuğrul Özkök yurt dışında katıldığı, editörlerle ilgili bir toplantıdan, geleneksel köşe yazarlığının gelecek yıllarda da revaçta olacağına dair bir takım notlar verirken, Radikal’deki son değişimle ilgili olarak Eyüp Can da köşe yazarlarının artık oturduğu yerden fetva verme döneminin bittiğini, sokağa inilmesi gerektiğini ve halkın nabzını iyi tutacak “sokak yazarları” zamanının geldiğini belirtiyor.

Bir yanda da klasik gazetecilik mi yoksa yeni medya düzeni mi tartışmaları yapılıyor.

Peki ya blog yazarları? Son 5 yıldır bloglar ve blogcuların özgür olarak, köşemi kaybeder miyim korkusundan uzak, iktidarın ve patronun baskısı olmadan ürettiği milyonlarca içerik, yazı, düşünce,fikir üretimi üstelikte bir kuruş maddi kazanç ummadan, tam tabiri ile kahramanca uğraşısı, “yeni medya düzeninde biz de varız” iddiası göz ardı edilebilir mi?

Yeni medya düzeni tartışılırken, blogcular da medya dünyasını başaşağı çevirmişken, bu yeni medya düzeni içerisinde görmezden gelinebilirler mi?

Köhnemiş, yazacak yeni bir şey bulamayan kimi köşecilerden çok daha fazla dünya görüşüne sahip ve söylenecek sözü olan, halkın içinden gelen bizlerin ürettikleri içerikler çoğu köşe yazarından bile daha çok tüketilirken, yeni medya düzeni biz blogcular olmadan yoluna devam edebilir mi?

Üstelik biz blogcuların haklılığımız konusunda bir medya yöneticisini ikna etmek gibi bir zorunluluğumuz da yok, izleyiciyi ikna edelim, yeterli…

Klasik medyadan, yeni medya düzenine evrilme aşamasında, Konferans'ta neden blogculara da söz verilmediğini merak ettim.

Değişimin içinde blogcuların ne kadar etkili olduğunu anlayamayanlar yeni medya düzeninin savunucusu olabilir mi?

Konferans’ta Seth Godin’in söylemiş olduğu şu cümleye de noktasına kadar katılıyorum; "Bugün bloglar var, kaçınızın var ya da neden var? Yapılmayanı yapmalısınız"…

Ben de diyorum ki; “Blogcular geliyor, yeni medya düzeni içerisinde yerimizi ayırın lütfen, ama siz ayırmasanız da biz özgür ve özgün içeriklerimizle kendimize mutlaka bir yer bulacağız…”

25 Eki 2010

The Economist ve “Türkiye Batı’ya sırtını dönerse” korkusu

The Economist’in, “Türkiye Batı’ya sırtını mı dönüyor?” sorusu, “Türkiye Batı’ya sırtını dönerse” korkusunun farklı bir biçimde ifade edilişidir.

The Economist dergisi, son sayısında “Türkiye Özel Dosyası” yayınlandı. Derginin hazırladığı bu geniş Türkiye dosyasında, Türkiye’de siyaset ve iş dünyasının önde gelen temilcilerinin görüşlerinden yola çıkılarak, Türkiye’de son 10 yılda yaşanan hızlı değişim irdeleniyor.

Dosyada yer alan makalelerde, Türkiye için ekonomide “Avrupa’nın Çin’i”, dış politikada “diplomasi devi” gibi gaza getirici ifadeler kullanılırken, iç politikada AK Parti ve Erdoğan’ın uygulamaları ile ilgili kuşkulara ve uygulanan çifte standartlara yer verilmiş.

Özet olarak “Türkiye Batı’ya sırtını mı dönüyor?” diye sorulmuş ve yanıtı da “Hayır ama, Avrupa ve Amerika başarısını kabullenmezse dönebilir” şeklinde verilmiş. Dergi, Avrupa Birliği’nin Ankara’yı dışlaması halinde büyük bir hata yapacağını belirtiyor.

Son yıllarda dış basının etkili gazete ve dergilerinde, Türkiye ile ilgili gelişmeler ve haberler sıkça, geniş bir şekilde ve kapaklarda yer almaya başladı. Kısa bir süre önce de Le Monde Diplomatique’de “Türkiye Avrupa Birliği`ne sırtını dönerse jeopolitik deprem yaşanacak” gibi güçlü bir iddiaya yer verilmiş ve AB’nin Türkiye`yi algılama biçimi sert bir şekilde eliştirilmişti. Le Monde’a göre; Washington, Moskova ve Tahran, Ankara`nın gönlünü kazanmaya çalışırken Brüksel, Türkiye’ye adeta zavallı aşık muamelesi yaparak küçümsüyordu.

Ancak, dış basında yer alan Türkiye irdelemelerinin hemen hemen hepinde “ama” bağlacı var. Dış basın Türkiye’yi değerlendirirken, bir yandan son 10 yılda yaşanan değişimi yere göğe sığdırımıyor, diğer yandan da klasik ezberlerini de peşine eklemeden edemiyor.

Yine de yapılan tüm değerlendirmelerde öyle bir gerçek var ki, artık iyice belirgin hale geliyor. O da “Türkiye’nin Batı’ya sırtını dönme” korkusudur.

Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış diyor ki; AB’nin içinden geçtiği bu güçlüklerle dolu döneme bakarak, yeni bir slogan benimsedik, ‘Avrupa sıkı dur, Türkiye gelip seni kurtaracak’…abartılı bir ifade olmakla birlikte gerçeklik payı çok fazla. Zira, Türkiye artık kendini zengin adamın kapısında içeri alınmayı bekleyen biri gibi görmüyor. Brüksel tarafından geri çevrilirse gideceği daha pek çok yer var. Avrupa’nın ise pazar ve genişleme dinamikleri açısından, nüfus ve enerji ihtiyacı için doğuya genişlemesinden başka şansı yok.

Türkiye’nin “eksen tercihi” ya da “Batı’ya sırtını dönme” korkutması oldukça işe yaramış görünüyor. Enerji yoksulu Avrupa ile enerji varsılı Doğu arasındaki Türkiye, oyunu kuralına göre oynuyor.

The Economist, özel dosyada, Türkiye’nin bu politikalarını “ekonomiyi kitabına uydurma” olarak nitelendirmiş ve Türkiye’deki gelişimin birçok ülkeyi huzursuz ettiği belirtilmiş. Deniyor ki; “Bu kadar kalabalık bir ülkeyi, Avrupa Birliği’ne kabul etmelerinin istenmesi olasılığı Avrupalıları titretiyor. Türkiye konusundaki gönülsüzlüğü nedeniyle Avrupa’yı azarlayan Amerika şimdi Ankara’nın yeni maceracı dış politikasından huzursuz.”

Ve devam ediyor; “Eğer AB kendi Çin’ini dışlamayı tercih ederse, bölgesindeki en hızlı büyüyen ekonomiye sırtını çevirecek, Doğu’ya nüfuz etme umudunu yitirecek. Dünyada artık esamelerinin okunmadığından yakınmaya başlayan Avrupalılar tarihi bir hata yapacak.”

İşin özü; Dünyaya kapıları kapatmak doğru değil, asıl beceri küresel ekonomiyi doğru kullanabilmektedir.

AB, kendi menfaatinin nerede olduğunu görememenin sancılarını ve sıkıntılarını yaşıyor! Kibirli Avrupa, Türkiye gerçeğini çoktan farketti. Türkiye’nin dünya üzerindeki etkisi büyüyor, eğer ki sağdan soldan, yüksek çıkar ahlaksızları tekere çomak sokmaz ise gidişat iyi, kronik işsizlik problemimiz hariç. Artık özgüvenimiz yerinde, kendinden emin bir dış siyaset yürütüyoruz. Ancak demokratikleşme süreci biraz sancılı gidiyor. Bir de AK Parti’nin ve Erdoğan’ın çifte standartlı uygulamaları olmasa tüm bunlar yabana atılacak gelişmeler değil.

Türkiye korkutuyor…The Economist, “Türkiye Batı’ya sırtını mı dönüyor?” sorusu ile aslında “Türkiye Batı’ya sırtını dönerse” korkusunu ifade etmiş. Mesaj, batıya ve dahi doğuya…

16 Eki 2010

Anadilde eğitim; O çocuk hayallerini bile Kürtçe kuruyor!

Kürt çocuk, sadece Türkçe konuşabilen öğretmenine, “öğretmenim tuvalete gidebilir miyim?” sorusunu soramadığı için altını ıslatıyor! Çünkü O’nun annesinden öğrendiği dil Kürtçe! Anadili Türkçe olmayan Kürt çocuğunun yerine şimdi kendi çocuğunuzu koyun ve düşünün…

Ya da okuma ve yazmayı 3 ay gibi kısa bir sürede, çocuğa verilen okuma fişlerinden sökmesini hedefleyen bir eğitim sisteminde, ses ve konuşma olarak dahi hiç Türkçe bilmeyen bir Kürt çocuğunun bu işi nasıl beceripte elmasını kızartabileceğini düşünün…

Bu çocuk Kürtçe hayaller kurarken, anadilinden düşünürken, kendini anadili ile ifade edebiliyorken, nasıl Türkçe eğitilecek? Onca müfredat bu çocuğa Türkçe nasıl öğretilecek? Bu çocuğun bir birey olarak ilerideki başarısı sadece şans ve tesadüflerin sonucu değildir de nedir? Toplum içindeki başarı şansı, anadilinden ne kadar uzaklaşırsa, anadilini ne kadar unutursa, Türkçe’ye ve Türk’lüğe ne kadar asimile olursa o kadar mı artacaktır? Ya bu süreç içerisindeki travmaları? Kimlik ve kişilik bölünmeleri? Gelinen nokta işte koskocaman bir Kürt sorunu! Bir toplumun dili zorla yasaklanıyorsa ve bir başka dil zorla öğretiliyorsa bunun adı şiddettir, baskıdır, asimilasyondur…

Anadilde eğitim insanın en temel hakkıdır, bunun yasalanması da bu hakkın ihlalidir.

Bir çocuğu yok etmek istiyorsanız o zaman ona annesinden öğrendiği dili yasaklayın, 80 yıldır yapıldığı gibi…Kürt çocukları 80 yıldır, evinde annesi, babası, kardeşleri ile konuştuğu dili okulda arkadaşları ve öğretmenleriyle konuşamıyor. Kendi diliyle şiir, hikaye yazamıyor, duygularını anne dilinden ifade edemiyor. Kimin hakkı var bu çocukların dünyasını ve geleceğini karartmaya?

Anayasa`nın 42.maddesi diyor ki; "Türkçe`den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez". Bu madde zaten başlı başına tuhaf. Resmi dil Türkçe olduğu için çocuğa Kürtçeyi anadili olarak değil ancak yabancı bir dil olarak öğretebilirsin! Bu çocuğun anadili Kürtçe iken sen bunu ancak yabancı dilmiş gibi nasıl okutursun, hoş öyle bir derste yok ya, seçmeli bile olsa böyle bir ders yok. Ayrıca bu madde ; “Eğitimin resmi dili Türkçedir” demiyor, böyle demiş olsaydı bugün İngilizce eğitim veren pek çok okul ya da üniversite olmazdı.

Resmi dil saplantısı artık en geri kalmış Afrika ülkelerinde dahi yok. Bugün dünyadaki pek çok ülkede birden fazla resmi dil var, birden fazla anadilde eğitim yapılabiliyor. Hiç birisi de şimdiye kadar bölünmedi! İsveç’te tam 112 dilde eğitim görülüyor, bir sınıfta beş kişi bir araya gelip kendi dilinde eğitim alabiliyor.

Dil, haktan da öte bireysel bir varoluştur. Bir insanın varoluşunu red ederek, görmezden gelemezsiniz. Temel hak olarak bile düşününce, anadil, yaşama hakkına eş değerdir. Bu hak kullanıldığında sonucu nereye gider diye düşünemezsiniz. Kürtçe eğitim vermek ne üniter yapıyı bozar ne de Türkçe’ye zarar verir. Yeter ki Kürtçe eğitimin alt yapısı doğru düzgün hazırlansın, uzmanlarla el ele verilsin.

Ancak bu ülkede her konuda olduğu gibi bu konuda da çifte standart söz konusu. Bir yanda türbana inanç özgürlüğü gereği diyeceksin, diğer yanda “Kimse bizden resmi olarak anadilde eğitim beklemesin” diyerek çift dilli veya çok dilli eğitimin Türkiye’nin iç barışı açısından sıkıntılı olacağını söyleyeceksin! "Böyle talep olur mu"diye Kürtçe eğitime itiraz edeceksin. Bu alenen çifte standarttır ve demokratik açılıma gölge düşürür.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Almanya’da “asimilasyon insanlık suçudur” diyor, Türk dilinin ve kültürünün Almanya’da büyümesini istiyor. Ya ülkendeki Kürt vatandaşlarının anadilinde eğitim almasına karşı çıkmak…bu asimilasyon değildir de nedir?

Özünde bir kimlik sorunu, kimliğin özünde ise ‘anadil’ sorunu olan bir Kürt sorununu şiddetten ayırabilmenin çözümü öncelikle Kürtçe eğitime olanak ve alt yapı sağlamakla olur.

Bir insanın anadiline yasak koyarak, başka bir dilden kendini ve bir diğerini anlamlandırmasını ve anlamasını bekleyemezsiniz.

Anadilde eğitim Kürtler ile Türkler arasında bölünmeye yol açmaz, aksine bütünleşmeyi sağlar, çünkü insanlar birbirini anlayabilir hale geldikçe aradaki uçurumlar yok olur.

Asıl, yasaklar bizi bölünmeye götürür, bırakın insanlar anne dillerinden hayallerini kurduğu gibi konuşsun, yazsın, okusun, şarkı söylesinler...

10 Eki 2010

Faili meçhullerin kanı üzerinde daha fazla yürünmüyormuş, değil mi?

Bunun böyle gitmeyeceği belliydi…yıllar yılı bir devlet politakası olarak işlenen cinayetlerin hesabının gün gelip sorulacağını herhalde hiç tahmin edemediler.

Birgün itirafçıların pıtırık gibi türeyip, şu “iyi çocuklar”ın işlediği cinayetleri bir bir anlatacağını, hem de bu cinayetlere bizzat bulaşmış birilerinin itiraf üzerine itirafta bulunacağını hiç düşünmediniz değil mi?

Ergenekon davasına karşı çıkanlar…yüzünüz hiç mi kızarmıyor mu, JİTEMci albayın itiraflarından?

1990 sonrasında devletin içinden beslenen çetelerin, gözünü kırpmadan öldürdüğü masum insanlar, aydınlar, gazeteciler, asit kuyularına atılanlar, 17000 faili meçhulün dosyaları bir bir açılmaya başlandı.

Emekli Koramiral bizzat söylüyor… 1993’le 1997 yılları arasında büyük çoğunluğu Güneydoğu’da işlenen faili meçhul cinayetlerin devlet politikası olduğunu.

O “vatan kurtaran aslanların” nasıl türediğini, JITEM’in nasıl bir yapılanma olduğunu, PKK itirafçıları ve Hizbullah'la, güç olabilme hırsının vicdansız zihniyeti etrafına üşüşmüş ne idüğü belirsiz ünvanlı, ünvansız bir kesimle, adına Ergenekon denilen bir mega mefya ile nasıl iş birliğine gidildiğini, milyonlarca dolarlık uyuşturucu ve petrol rantı için kanların nasıl döküldüğünü, daha da göreceğiz…bu itirafçıların da itirafların da arkası gelir.

Ölüm kuyularından çıkan kemiklerden Musa Anterler’e kadar, Turgut Özal’dan Eşref Bitlis’e, o dönem güneydoğuda suikasta kurban giden albaylara kadar, Şemdinli provokasyonundan PKK ile MİT arasındaki ilişkiyi ortaya çıkaran aydın-yazarların öldürülmesine kadar ki tüm kirli, karanlık fiillerinin üzerine gidilecektir, bu öyle bir süreç…aydınlıktan karanlığa değil, karanlıktan aydınlığa çıkacak bir süreç.

Faili meçhul denilen davaların aslında gerçek faili bellidir! Bir zamanlar göz yumulan, ses çıkarılmayan bu cinayetlerin dosyaları, şimdi itirazlar ve itiraflar üzerine bir bir yeniden açılacak, çünkü suikastlar üzerindeki sis perdesinin kaldırılması, geri plandaki faillerin cezalandırılması isteniyor. Kamu vicdanı ve faili meçhullerin yakınları bunu istiyor.

Merak ediyorum neden bir tek kişiden hiç ses çıkmıyor, Güldal Mumcu’dan? PKK ve MİT ilişkisini açığa çıkartacak diye öldüren Uğur Mumcu’nun gerçek faili ya da faillerinin ortaya çıkarılmasına neden sessiz kalıyor? Ceberut devletin içindeki derin yapılanmanın avukatı olduğunu iddia eden bir partide hala ne işi var? Bir Doğan Öz’ün eşi, bir Hablemitoğlu bile savcılığa itiraz ediyor da, Tomris Özden tv kanallarında kocasının suikasta kurban gittiğini haykırıyor da, Güldal Mumcu neden suskun? “Uğur Mumcu, PKK ile MİT ilişkilerini ortaya koyacak araştırmalarında Ergenekon örgütüne ulaşmak üzereydi de, o nedenle mi öldürüldü acaba?” diye hiç mi düşünmüyor?

Faili meçhuller dönemini seyreden Çiller, Demirel, Yılmaz, Ecevitler şimdi neredeler? Ya onlar neden susuyorlar?

Zalimin zulmünü görmezden gelenler, susanlar cinayete ortaklık etmiş olmazlar mı?

Faili meçhullerin üzerindeki sis perdesini ısrarla görmezden gelmek, susmak, eğer ki gizli bir suç ortaklığı değilse, karanlık ilişkilerin bir göstergesi değil midir?

Yıllarca korku imparatorluğu yaşatanlar, faili meçhul cinayetlerin dosyaları aydınlatıldıkça ne yapacaklar ya da nerelerde olacaklar çok merak ediyorum?

Zira, faili meçhullerin kanı üzerinde daha fazla yürünmüyormuş, değil mi?

Bu vicdan ve yüz karasından kurtulmanın zamanı geldi…

6 Eki 2010

Farklılıkları reddederek özgür olamayız

Gündem, 10 yıl sonra yeniden türban. Siyasilarin tartışmalarına bakılırsa halen aynı noktadayız, bir adım ilerleme kaydedememişiz...

Birbirini anlamaya çalışmayan, bir diğerine yaşama hakkını dahi çok gören bir toplum olarak ayrışa ayrışa gidiyoruz.

Reddediyoruz…kendimiz gibi olmayanı ya reddediyor ya da kabuğumuza çekiliyor, sınırımızı daraltıyoruz.

Laikliğin sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına geldiğini algılayamayıp, bir yaşam tarzı sanmak yanılgısı içindeyiz. Laikliği başını örtmemek, mayo ile denize girebilmek ya da içki içebebilme özgürlüğü gibi çok basit eksenlerde değerlendiren bir kesim mevcut ki bu kesim, tamamen şekilci bir yaklaşımla türbana karşı çıkıyor. Sadece türban değil, muhafazkarların yaşam tarzına da karşılar, hatta yan yana gelmekten bile nefret edenleri var.

Daha önceleri türban takmış kadınlara soğuk ve tuhaf bakıyordum, “sıkmabaş” diye söyleniyordum, siyasi simge olarak kullanıyorlar diye düşünüyordum. Nihayetinde alışkın olmadığım bir kadın tiplemesiydi ve onca sıcakta bir baş örtüsü ve bir pardesüye neden tahammül etmek durumunda olduklarını algılayamıyordum, karşı çıkıyordum.

Balkonda oturan beyaz atletli bir erkek gördüğüm zaman ben de suratımı ekşitiyordum, nerden çıktı bunlar diye serzeniyordum. Ama İskoçya’da gayda çalan, etek giymiş bir İskoç erkeğininin fotoğrafını çekmiş ve bu görüntüden hiç rahatsız olmamıştım…neticede etek, onların kültüründe vardı, beyaz atetle seyran etmek de bizim kültürümüzde…

Sonradan sonradan empati kurmaya çalıştım, ön yargılı düşündüğüm ve davrandığım sonucuna vardım…Birbirimizin yaşam tarzına, kılığına kıyafetine bakmadan uzlaşmamız ve farklılıklarımıza tahammül etmek gerekiyordu. Çünkü önce insandı!

Ben bu memleketten ekmek yiyorsam, onların da yemeğe hakkı vardı. Tahammül etmeye çalışmak değil, farklılıklardan nasıl zenginlik yaratılabileceğine kafa yormak gerekiyordu. Demokratik bir sistem ve ortak bir kültür zemininde buluşmak, bir diğerinin “varolma” ve “yaşama” hakkına saygı duymakla renkler arasında uyum ve uzlaşma da sağlanabilecekti…böyle düşündüğüm için şimdi beyaz atletli erkeklere de, yanımdan geçip giden türbanlı kadına da, haşeması ile denize girene de hoş görü ile bakabiliyorum, beni hiç rahatsız etmiyorlar…belki onlar benden rahatsızlar ama zamanla bana da alışacaklarını ve hatta farklılıklarımızdan bir bütüne ulaşabilmeyi umuyorum.

Ancak toplumumuzun büyük bir kesimi, uzlaşmak bir yana, bu ayrışmayı daha da keskinleştirme çabasındalar. Ya da farklılıklardan kopuk yaşamayı tercih edip, kendi doğrularından asla vazgeçemiyorlar. Toplumsal değişim ve dönüşümleri anlamakta güçlük çekiyorlar. Seçkin ve elit olabilme paranoyası, toplumun dinamizmine kapalı hayat algısı, “biz ve onlar” olarak ayrışmayı daha da derinleştiriyor ve kültürel çatışma kaçınılmaz hale geliyor. Ne yazık ki, halkın eğitim, kültür, ekonomik yapısı ve dini algılayış biçimine göre, sınıfsal ayrışma gittikçe büyüyor.

Laik-muhafazakar ayrışması, diğer yandan da etnik ayrışmalar, yaşam tarzına müdahaleleri beraberinde getiriyor. Her tür manüplasyona ve provakasyona açık, yönlendirilerek birbirine kışkırtılmaya hazır bir toplum, sadece ve sadece empati ve hoşgörü eksikliği nedeni ile derin odakların elinde bir oyuncak haline geliyor.

Devlet, din, bilim, kültür, para, ideoloji v.s, insanı inanca yaşatmak ve onu mutlu kılmak için bir araçtır. Bireyi üstün saymayan, bireyin hak ve özgürlünü amaç edinmeyen hiçbir düşünce ve yönetim tarzı meşru olamaz, olmamalıdır. Birey de her hakkı ve özgürlüğü sadece kendine layık görüp, bir diğerinden esirgiyorsa, farklılıklardan zenginlik yaratmak mümkün olamayacağı gibi, toplumsal çürümeye de sebep olur.

Uzlaşma, hoşgörü ve barış içinde yaşama kültürünün yol ve yöntemlerine çok ihtiyacımız var…

Karşındakini ya anlayacaksın, ya hak vereceksin, ya da ikisini birlikte yapacaksın…Yani reddetmeyeceksin!

Farklılıkları reddederek özgür olamayız…

23 Eyl 2010

Tophane’de neler oluyor? Yoksa provokasyon mu?

Türkiye’de neler oluyorsa, Tophane’de de aynısı oluyor, olduruluyor!

Boğazkesen sokakta 4 sanat galerisi, açılış gecesinde basılmış, yüze yakın saldırganın taşlı, şişeli ve biber gazlı saldırısına maruz kalmış, sanat galerilerinin açılışlarına katılanlara nerdeyse linç girişiminde bulunulmuş…

Bedri Baykam’a gün doğmuş, hemen ortaya atlamış… “az daha yeni bir Madımak olayı ile karşı karşıya kalınacaktı”, “vay efendim gericilerin işi, sanata düşmanlık” gibi klasik Kemalist yaklaşımlar! “AKP Türkiye’yi ne hale getirdi, şeriatın provaları”… v.s. v.s bilindik korku tüneline sokma çalışmaları, bilinçli çabalar!

Ya medya…"mahalle baskısı, içki içenlere linç girişimi, sanata yobaz saldırı"!

Daha başka?

Devlet erkanından açıklama da geliyor… “ rutin bir olay”, sanki mahalle kavgası!

Hedefler ve bahaneler hep aynı… 28 Şubat öncesi canlandı bir an zihnimde. O zamanda bu ve benzeri pek çok olay yaşandı, sonuç malum.

Hedefler öyle seçiliyor ki, taa yıllar öncesinde azınlıklar, takip eden zamanlarda Aleviler, komünistler, Kürtler…şimdilerde en önemli hedef yine hedef gösterenlerin tabiriyle dinciler, gericiler. Her dönemde, kendileri gibi olmayan, düşünmeyen herkes için bahaneler buldular. Ortamlar hazırlandı, istikrar nasıl bozulur planları yapıldı ve karanlık eller tetiğe bastı. Sonra yayılsın korku, yayılsın linç kültürü, yayılsın ırkçılık, yerinde saysın Türkiye, saysın ki istikrarsızlıktan nemalananlar yaşamlarını devam ettirebilsinler.

Sanat galerileri basılsın ki ertesi gün gazetelerde kalın puntolarla yazsın “ mahalleli sanata saldırdı, içki içenlere saldırdı” ... İşte buyrun hedef, buyrun bahane…

Sonrasında klasik Kemalist ve ulusacı korunun sesleri hemen çıkmaya başladı “İstanbul’daki Madımak”, “sanata, sanatçıya yobaz saldırı”…bizi böyle böyle ayrıştırdılar işte…

Tophane’de yaşanan olayların bir de öbür yüzü var, olayların salt içki ekseninde olmadığını gösteren diğer bir yüzü, hatta birkaç yüzü…

Saldırıda bulunulan ilk galeri, Non sanat galerisi… “Extramücadele” rumuzunu kullanan bir sanatçı ve bu sanatçının eserlerinden oluşan bir projenin sergilendiği galeri. Bu projenin saldırı ile ne ilgisi var demeyin, bence bire bir ilgili…

Extramücadele 2010 projesinin adı “Bunu ben yapmadım, siz yaptınız”…projede sanatçının Atatürk’ü çok farklı gösteren fotoğraf çalışmaları var, özellikle “Melek Atatürk ya da Rodin Kemalist olsaydı” isimli fotoğraf aşırı Kemalistlerin ve ulusalcıların hedef tahtası haline gelmiş durumda ve sürekli tehditler alıyor. Çünkü Extramücadele, manifestosunda hayali siparişler üzerine çalıştığını ve baskı altındaki tüm topluluklar için işaretler tasarladığını söylüyor. Diyor ki “İnançlarımızın dayanağı birer heykel kaidesi midir? Eğer kendimizi gerçekten, ama gerçekten zorlarsak, başkalarına dediğimizi yaptırabilir miyiz? İleri mi gitmeli geri mi, yoksa yerimizde mi sayalım? Aklınızdan geçeni karşınızda görmeye hazır olun.”

Extramücadele’nin fotoğraf çalışmaları arasında, ters basılmış ay yıldız, doğudan akrebin zehirli kuyruğu çıkmış Türkiye haritası, Atatürk ve bir çarşaflı kadın elele tutuşmuş, melek kanatlı Atatürk yere düşmüş halde görüntülediği benzeri fotoğrafar var. Merak edenler için Galeri Non . Extramücadelenin kendi web sitesi de vardı ancak ulusalcılar tarafından hacklendi.

Tophane’deki ilk ve en yoğun saldırının işte bu Extramücadele’nin eserlerinin sergilendiği Non Sanat galerisine yapılması, olayı salt içki ekseninden ya da salt sokakta araç geçiş kavgası ekseninden çıkartıyor. İçki eksenine kaydırılan mahalleli yani provokasyona hazırlanmış bir ortam görüntüsü veriyor. Daha önce de bu sanatçının eserlerinin sergilendiği galerilere ulusalcılar tarafından saldırılarda bulunulmuş zaten. Sonuçta saldırılara birkaç daha sanat galerisi katılarak provokasyon amacına ulaştırılmış. Artık medya aracığı ile vurun abalıya, hangisine isterseniz!

Peki Tophaneli’nin kanına kim, kimler girdi? Bu da yaşanan saldırıları doğru okuyabilmek için bakılması gereken başka bir nokta.

Son 15 yılda Tophane’nin sosyolojik yapısı değişmiş. Galata'nın Tophane'ye bakan taraflarında ekonomik doku radikal olarak değişime uğramış. Kafeler, yeni mekanlar, oteller açılmış, eski binalar restore edilmiş ve yüksek fiyatlar dönmeye başlamış. Tophane’ye rant girmiş, rant kavgası girmiş. Burada çoğu yoksulluk sınırının altında yaşayan mahalleli de haliyle ürkmüş, sosyal saldırı psikolojine girmiş. Sanıyorlar ki mahalle elden gidiyor ve haksız da değiller. Bu insanları provokasyonlara alet etmek çokta zor olmasa gerek. Saldırıların altında böyle bir sosyolojik ve psikolojik neden de var.

Tophane’deki sanat galerisi saldırısına sadece tek bir gözden ve de aynı taraftan bakılmaması gerektiğine inanıyorum. Türkiye’de madalyonun hep iki yüzüne bakmak gerektiğini tarih bize acı deneyimlerle öğretti.

Her kesiminden fokurdayan bir Türkiye gayretinde olanları artık bu millet çabuk farkediyor, yutmuyor yani…

Saldırıyı kınıyorum, olayın en ince detayına kadar araştırılması ve soruşturulması, sözde değil özde suçluların bir an önce ortaya çıkartılması gerekiyor.

“Fatmagül’ün suçu ne?” diye hergün beynimize tecavüz ediliyor

Fatmagül’ün suçunu anladık, peki ya bizim suçumuz ne?

Hadi diyorsun beğenmiyorsan izleme, zapla geç…ya yazılanlar ya medya, ya avatara dönüşmüş insanlar topluluğunun artık kafayı oynattırmaya ramak kalmış, o çok güzide sosyal medyası, facebook, twitter…

Facebook’da anında görüntüler, Twitter’de binlerce Fatmagül cıvıltısı…Tecavüzün anatomisinden tutun da psikolojine kadar on bin çeşit yorum, durum…

Google amca, Türk internet kullanıcılarına Fatmagül yetiştiremez oldu…ara, tıkla, tecavüzü izle, yorumla!

Bihterler ölmez, vatan bölünmez paranoyasından tam çıktık derken, şimdi de Fatmagül paranoyası…

“Hülya mı yoksa Beren mi daha başarılı, hangisi daha içten, daha samimi, daha gerçekçi?”…tecavüzün çok içten bir şekilde içselleştirilmesi, normalleştirilmesi!

Yok, yok…”Fatmagül’ün suçu ne” konusunun sosyal, psikolojik etkilerine girip, Türkiye’nin tevacüz haritasını çıkarmayacağım…Zaten herkes her konuda maşallah yeteri kadar uzman, ahkam kesen kesene…

Fatmagül’ün plajda gece yarısı ne aradığını soran yorumlara “işte Türkiye’nin hali, amanin nerelere gidiyoruz, bir kadın sokakta tek başına dolaşır mı diye soruyorlar, işte biz buyuz, yuh olsun” gibi yanıtlar veriyorlar ya…Fatmagül’ü Türkiye’nin her tür sosyal, siyasal ve dahi ekonomik durumuna bulaştırmaya başladılar ya…

Sanki bu konu yeni, sanki bu ülkede her gün bu millet sadece cinsel anlamda değil, her türlü tecavüze uğramıyormuş gibi, Fatmagül’ün tecavüz sahnesi tıklanma rekorları kırınca mı hatırlıyorsunuz Fatmagülleri…

Kadına şiddetden girip, Türkiye nereye gidiyordan çıkan uzmanlar anında sosyal medyayı, medyayı kuşatmaya aldılar bile…

Çok yakında, Fatmagül’ün yırtık donu marketlerde satışa sunulursa şaşırmamak gerek…Bihter intihar edince cenaze namazı kılınır mı kılınmaz mı diye twitterlarda şakıyanlar, Bihter’in iç çamaşırı satılıyor mı diye çarşıda fellik fellik gezenler Fatmagül’ün yırtık donunu da ararsa hiç şaşırmayın…

Ya Facebook gruplarına ne demeli, bir tanesi şimdiden 60.000 üye olmuş, diyor ki bu grubu herkese 5 arkadaşına bildirsin…medya sayesinde, reyting uğruna başlayan beyin tecavüzü zincirine ekleyebildiğiniz kadar halka ekleyin…ekleyin ki millet kendini Fatmagül’den alamasın, yapımcısından oyuncusuna, yorumcusundan, marketine kadar herkese bereket gelsin…tecavüzün tıklanma bereketi!

Bir zamanlar birileri, birilerine medya maymunu demişti…hani çok medyada yer alıyor diye. Durum tersine döndü; sağolsun sosyal medya sayesinde hepimiz “medya maymunu” olduk.

Peki, benim suçum ne?