31 Oca 2010

Davos’un bu yılki sloganı, dünyayı yeniden tasarlamak !

Yeni bir dünya tasarlamak elbette mümkün…ama önemli olan “adaletli” ve "yaşanabilir" bir dünya tasarlayabilmek!

İsviçre’nin Davos kasabasında 40’ıncı defa toplanan Dünya Ekonomik Forumu yine ekonomik krize çare arıyor. Bu yıl Davos’ta Türkiye siyasi olarak temsil edilmiyor. Geçtiğimiz yıl, Davos Ekonomik Forum’unda “one minute” çalımı atan Başbakan Erdoğan, sözünü tuttu ve Davos’a gitmedi. Yerine Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz katıldı…gösterilen ilgiden bir hayli memnunmuş, 2 tane koruma bile vermişler, limuzinle karşılanmış!

Davos; İsviçre Alpler’indeki bu küçük dağ kasabası, 1973’ten beri her yıl dünya zenginler klübü üyelerinin buluşma noktası. Dünya Ekonomik Forumu (World Economic Forum) denilen bu buluşmalarda, dünyada ekonomik ve siyasi gündeme damgasını vuran konular ele alınıyor, kapitalizmin tanrıları Davos’ta günah çıkarıyor, birbirlerinin nabzını yokluyor, gövde gösterisinde bulunuyorlar. Bir süredir gelişmekte olan ülkeleri de aralarına alıyorlar.

2004 yılından itibaren, Davos’ta küreselleşmenin neden olduğu olumsuzluklar ve çözüm yolları görüşülse de, aslında sürekli krizlere gebe olan ve tıkanan kapitalist sisteme hava delikleri aranıyor.

Davos’ta her yıl sadece slogan üretiliyor…bu defa küresel krizin ardından belirlenen slogan “dünyanın durumunu iyileştirme, yeniden düşünme, yeniden tasarlama, yeniden inşa etme”.

Amaç; “dünyayı yeniden tasarlamak” gibi görünse de aslında “kapitalizm yok oluyor” imajını “kapitalizm kendini yeniliyor” imajı ile değiştirmek arzusu. Çünkü toplum kapitalizmi sorguluyor, sesler yükseliyor, toplumsal muhalefet oluşuyor. Zira; şu anda dünyanın en büyük sorunu işsizlik…ekonomiler büyüse de küçülse de işsizlik tüm dünyanın kronik ve yapısal bir sorunu olmaya devam ediyor.

2009 yılında küresel olarak 27 milyon kişi daha işsiz kalmış. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün raporuna göre geçen yıl küresel işsizlik oranı yüzde 6.6, ancak dünyada 600 milyon kişi ve aileleri günlük 1.25 doların altında bir parayla geçimini sağlıyor. İşsizlik sorununun yanısıra yoksulluk ve açlık tüm dünyaya yayılıyor. Bu da küresel çaplı sosyal krizlerin ve toplumsal cinnetlerin işareti.

Dünyayı yeniden tasarlamak, sadece küresel finans sisteminin içine düştüğü sıkıntılara çözüm arayışları ile mümkün değildir. “Daha az risk daha çok ihtiyat” gibi yeni norm arayışları, denetim ve müdahalelerin artışı sadece kapitalizmin yenilenmesine yarıyor, dünyanın değil!

Dünyanın yeniden tasarlanabilmesi için çok daha etkin çözümlerin üretilmesi şart… tüm dünyada silahlanmaya ayrılan kaynakların, sosyal iyileştirmeler için kullanılması gibi. Veya sandalın fırtınadan en az hasarla kurtulabilmesi için gösterilen çabaların, işsizlik ve yoksulluğu engellemek için gösterilmesi gibi. Ya da kaynakların insani ölçülerde ve rasyonel şekilde dağıtılabilmesi gibi.

Dünya ekonomik krizin pençesinden kurtulmak için çareler ararken, bundan çok daha yıkıcı etkileri olan "ekolojik kriz" kapımızda. Ekolojik kredimizi hızla tüketiyoruz, doğaya olan borcumuz çığ gibi büyüyor. Sadece ekonomi değil gezegendeki tüm canlı yaşamı krizde! Yaşayan her dört memeli türünden birinin nesli tükenmek üzere. Dünya’yı yeniden tasarlarken biyolojik çeşitlilikteki kayıpların finansal kayıptaki kadar büyük önem taşıdığını da görebilmek gerekiyor.

Davos’ta dünyayı yeniden tasarlamayı düşünenler, gezegendeki doğal kaynaklardan tüketimimizin bu hızla gitmesi durumunda, 2030`larda yaşam biçimimizi koruyabilmek için iki dünyaya ihtiyacımız olacağını sanırım biliyorlardır.

Yeni bir dünya tasarlamak elbette mümkün…ama önemli olan “adaletli” ve "yaşanabilir" bir dünya tasarlayabilmek!

Bu yıl da Davos’ta salt slogan üreterek, maalesef dünyamızı yeniden tasarlamak mümkün görünmüyor.

Balyoz planı ve vicdansızlık tarihi

Gördükçe ve yaşadıkça “vicdansızlık” tarihini, kimin sabrının taşmaya hakkı olduğunu elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin.

Kim vicdanlı, kim vicdansız şaşırdık…Herkes birbirini vicdansızlıkla suçluyor.

Komutan yumruğunu masaya vuruyor, “Askerine ‘Allah Allah’ diye hücum ettiren bir ordu nasıl Allah’ın evi camiye bomba atmayı düşünür? Vicdansızlıktır. Lanetliyorum bunları…Türk ordusunun da bir sabrı var” diyor.

Başbakan, “Bizi demokrasi karşıtlığıyla itham etmek vicdansızlıktır, demokrasiyi kökleştiren bir hükümeti demokrasi karşıtlığıyla itham etmek haksızlıktır, tutarsızlıktır, daha ötesi vicdansızlıktır” diyor.

Hiç biri “halkın da bir sabrı var, taşar mı taşmaz mı?” diye düşünmüyor.


Bu memleketde yıllar yılı her gün ayrı bir kaosa uyandık…faili meçhuller, katliamlar, kışkırtmalar, kaos yaratma planları, darbeler, darbe tertipleri, şehitler, etnik sorunlar, PKK, devleti yönetenlerin kavgaları, siyasilerin kısır çekişmeleri, ekonomik zorluklar, işsizlik, yoksulluk, her günümüzün korkulu rüyası oldu…yine de “vicdansızlar” demedik, gittik güle oynaya, gururla oyumuzu verdik…sandık ki “oyumuz demokrasiye güller açtıracak, gökyüzüne barış güvercinleri uçurtacak”. Bir gün de masaya yumruğu vurmadık, vuramadık! …“ bizi sürü gibi bir toplum haline getirdiniz” demedik, diyemedik!

Sorsanız, her şey “halk adına, halk için” yapıldı!... anlamadılar ki tüm rezillikler “halka rağmen” yapıldı!

27 Mayıs’la başladı ihtilal merakı, darbe hevesleri. Tek parti ideolojisi ve onun zihniyeti, reddetti demokrasiyi, hazmedemedik çok sesliliği, ilk darbe anayasası ile vesayet sistemini yasallaştırdık.

10 yıl dayanamadılar…O yıllarda da askeri, hukukçusu, medyası, iş dünyası elele verdi, harekete geçen gençliği de kullanarak, sağa sola bombalar attırarak darbeye zemin hazırladılar…ve arkasına 12 Mart geldi.

Demirel’i, Ecevit’i, didişerek demokrasi yaptıklarını zannetiler, bir adım ileri kıpırdayamadık…kavga, uzlaşmazlık, siyasi kültürümüze geldi yerleşti…

Kontrgerillasından tutun karanlık güçlerine kadar, Abdi İpekçi’lerin öldürülmesi, Çorum, Maraş katliamları, Bahçelievler cinayetleri, Türkiye’nin cephelere böldürülmesi ve anarşiyle yaratılan darbe ortamı ve 12 Eylül… postallar altında çiğnenen özgürlükler, işkenceler, insan hakları…sahi neydi bizim suçumuz? Neydi o karanlıktan da beter zindanlar? Kolu kanadı kırıldı, felç ettiler demokrasiyi.

Bitmiş miydi? Kim bilir daha hangi cinayetler, hangi kanlı ortamlar bekliyordu bizi? Daha kaç kişi ölecekti? Jitem’li, Susurluk’lu günler uzak değildi. Doğu’da PKK ile birlikte palazandı sözüm ona vatan kurtaran kahramanlar! Şehit haberleri dağladı yürekleri, dağdakilerin anaları da yandı, ağlamayan ana mı bıraktılar bu memleketde?…hepimizin anasını ağlattılar!

Devlet baba, babalığını şaşırdı… "Bu devlet uğruna kurşun atan da, yiyen de her zaman bizim için saygıyla anılır” diyenler sayesinde palazlanmadı mı çeteler, korunmadı mı katiller? Hukuk dışına çıkmak devlet eliyle kutsanmadı mı bu memleketde…bu soruların yanıtları 1990’ların Güney Doğusu’nda kanlı karanlığında kaybolmadı mı? Hangi siyasi cinayetlerin, hangi darbenin hesabı soruldu? Sivas’ta yakılanlar hangi vicdansızlığın kurbanı oldular? Ya asit kuyularındaki kemikler!

28 Şubat, bu defa doğrudan değil de endirekt balans ayarı…sokakta tankları yürüterek salınan yeni korkular…böyle böyle gelindi 2000’lere… Hep korku, hep karanlık,önce komünizmdi, sonra irtica…nedense vatan elden gidiyor nağmeleri hiç eksik olmadı. Halkın oy çoğunluğu ile iktidara gelmiş bir hükümeti yine sindiremeyip yine tertipler başladı. 2003-2004 , Sarıkız, Ayışığışığı, darbe günlükleri…

Sorulmayan hesaplarla Ergenekon denilen zihniyete çanak tutanlar bugün toprak altından çıkan suikast silahlarına, bombalara, patlayıcılara ağız burun eğiyorlar…boru diyeni bile var! O günden sonra da zaten at izi, it izine karıştı…Kaos, karmaşa yaratıcıları her dönem olduğu gibi bu dönemde de hep iş başındaydı. Cumhuriyet’e bombalar, Danıştay baskını, Hrant Dink’ler!

Daha bitmedi, e-muhtıralar, post modern darbe tertipleri, Kafes Planları, İrtica ile Mücadele Eylem planları…ne kadar da darbe planlı bir ülkeyiz! Her an hazırlıklı…İttihatdan beri her an hazırız darbelemeye.

Karanlık günlerdi, çok karanlık…halen de bu karanlığın içindeyiz. Bu ülkede cinayetlerin, suikastların, darbe tertiplerinin sonu bir türlü gelmedi. Şimde de balyoz planı çıktı…daha devamı var mı bilinmez. Ama yıllardan beri hukuksuzluktan, hukuksuzluğa göz yumanlardan hesap sorulmadığı için ülke gündemini işgal eden konular hala hep aynı, hep karanlık.

Tekrar tekrar düşünün karanlık geçmişi ve bu topluma yaşattıklarınızı!

Ve gördükçe, yaşadıkça “vicdansızlık” tarihini, kimin sabrının taşmaya hakkı olduğunu elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin.

25 Oca 2010

Balyoz teğet geçmez, AK Parti neden bekliyor?

AK Parti hükümetine sormak lazım, neden bu kadar suskunluk, neden bu kadar eylemsizlik? Balyoz deler geçer, deldiği ile kalmaz süründürür !

Balyoz darbe planının deşifre edildiğinin ertesi günü Anayasa Mahkemesi, askerlere sivil yargı yolunu kapatıyor. Daha önceki darbeleri tertipleyenler, uygulayanlar zaten serbesttiler, şimdi hiçbir çekinceleri de kalmıyor…artık dileyen dilediği gibi darbecilik oynayabilir, darbe senaryoları hazırlayabilir, başarırsa adı darbe başaramazsa savaş oyunu, tatbikat semineri olur…

Bundan böyle askerler ancak askeri yargıda yargılanabilecek…askeri yargı sistemindeki hakim de sicil amiri durumunda olan komutanını yargılayıp cezalandıracak…yani o da yargıcılık oyunu oynayacak!

Darbeyi tertipleyenler, bizati yapanlar, yapamayıp, başaramayıp “bu bir savaş oyunudur, bu bir tatbikat semineridir” diye gözümüzün içine baka baka bize yalan söyleyenler de elini kolunu sallaya sallaya gezecek…

Hangi anayasa ile balyozları savuşturacaksınız? 12 Eylül ürünü darbe anayasası ile mi? Taraf gazetesindeki deşifrenin ertesi günü Anayasa Mahkemesi, gerekçeli karara bile gerek duymadan, askere sivil yargı yolunu kapattı!

AK Parti iktidarına bunun için sormak lazım “daha neyi bekliyorsunuz, balyozun teğet geçmesi için iş duaya mı kaldı?” …28 yıldır darbe anayasası ile yönetiliyoruz, şu ilkeli ve çok cesaretli iktidarınızı bir çalıştırsanız da şu anayasayı artık demokratik ve sivil bir anayasa ile değiştirseniz…yüzde 47 yi arkanıza almanızın sorumluluğunu o yüzde 47 ye hissettirseniz de kafamızın neresine balyozu yiyeceğiz diye her gün korku içinde yaşamasak.

Çoktan zamanı geldi de geçiyor…“darbe” denilen iptidai ve faşizan uygulamayı Türkiye'nin gündeminden silip atmanın zamanı bugün değil de ne gün? Hükümet sözcüsü “beklemedeyiz” diyor. Neyi bekliyorsunuz? Hadi bu balyoz darbesini savuşturdunuz, madem bu bir savaş oyunuymuş, canı sıkılan balyozculuk, darbecilik oynuyor, ne malum diğer balyozların hazırlanmadığı!

Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Ergun Özbudun diyor ki “Askerin işlediği her suç askeri mahkemede yargılanır diye bir durum yoktur. Darbe planının hangi bina da yapıldığı önemli değil tüm toplumu ilgilendiriyor olmasıdır. Bu nedenle darbe suçları sivil mahkemede yargılanabilirler”…

Savaş oyunuymuş, tatbikat semineriymiş!

Düpedüz darpe planı, o kadar açık ve net ki…ne farkı var bunun 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat öncesi planlarından? Balyoz Planını deşifre edenleri “ahalaksızlık ve vicdansızlık” ile suçlayanlar, sözüm ona savaş oyunu ya da tatbikat seminerinde ıslak imzalar ile kararlara ve emirlere bağlanan kanlı planların hangi ahlak ve vicdana sığdığını nasıl izah edersiniz? Halkın tepesine balyoz indirmek nasıl bir vicdanın zihniyetidir?

İnsanın kanını donduran kanlı eylemler… Fatih ve Beyazıt Camilerinin bombalanması, tahrik timlerinin kurulması, İstanbul’a çökülmesi (ne demekse),cüppeli, sarıklı gruplar oluşturularak Hava Müzesi’ne saldırması, Yunan savaş uçaklarının taciz ve tahrik edilerek Türk jetinin düşürülmesi, daha olmadı bir Türk jeti’nin diğer Türk jetine ateş edip düşürmesi, böylece hükümetin acizliğinin ortaya konulması…

Düşman unsur olarak kabul edilen 36 gazetecinin tutuklanması, darbeye direnen 200 bin kişinin stadlarda tutulması, sivil kontrgerillanın devreye sokulması, toplumda korku ve tedhiş yayılması, yani 12 Eylül’ün yeni versiyonu. Balyoz’u indirmek için 137 dost gazeteciyle işbirliği yapılması planlanıyor ve darbe hükümeti bile hazır…bir de insanları darbeci sıfatı ile zan altına alıyorlar.

Ekonomiyi de unutmamışlar… Nasıl bir savaş planıdır ki özelleştirmeler bile konuşulmuş, çoğu ekonomik teşebbüs devletleştirilecekmiş, IMF’ye de defol denilecek, bankalar, şirketler, sermaye grupları elden geçirelecek, para hareketleri incelenecekmiş.

Tüm bunların adı da savaş oyunu, tatbikat semineri olacak!

AK Parti’ye yine sormak lazım? Daha neyi bekliyorsunuz…bu savaş oyunları sizin için hazırlandı…sizin yüzünüzden bu toplum yanacaktı, yazık değil mi bu halka, size güvendi oyunu verdi, iktidar yaptı…

Balyoz teğet geçmez Beyler, Balyozu illaki de kafanıza yemeyi mi bekliyorsunuz?

Acilen, demokratik ve sivil bir anayasa…darbecileri ve darbe tertipçilerini yargılayacak, hesap soracak…balyozların ve balyozcuların konuşulmadığı aydınlık, özgür ve demokratik bir Türkiye için…

Daha ne bekliyorsunuz?

23 Oca 2010

İnternet gazeteciliğinde paralı haber dönemi başlıyor

New York Times, internetteki içeriğine erişimin 2011’den itibaren paralı olacağını açıkladı.

Rupert Murdoch'un sahibi olduğu New York Times uzun süredir internette paralı haber konusunu zorlamaktaydı. Alınan bu kararla konuya son noktayı koyan New York Times'da bir kısım haberlere parasız giriş izni verilecek ama bazı ek içerik için ücret gerektiren sayaç sistemi kullanılacak. New York Times'in basılı versiyonuna abone olanların ise internet sitesine ücretsiz erişim hakkı olacak.

İngiltere merkezli Financial Times sitesinde de, herkes sadece bir haberi ücretsiz görebiliyor, ancak üye olan kişi ayda 10 ücretsiz habere ulaşabiliyor. Buna karşılık yılda 186 dolar ödeyen aboneler, internet sitesine sınırsız erişebiliyorlar. New York Times'ın internet sitesinin de Financial Times gibi olacağı belirtiliyor ama internet sitesi aboneliği için alınacak ücret henüz belli değil. New York Times'ın rakibi olan The Wall Street Journal da ücretli internet içeriği olan bir gazete.

Amerikan medya sektöründeki bu gelişme haliyle dünyadaki diğer örneklerini de uzun vadede etkileyecektir. Ancak Türkiye’de İnternette bedava gazete ve haber dönemi sona erecek gibi bir durum söz konusu değil. Türkiyede paralı internet gazeteciliği şu an için bir hayal. Zira neredeyse kağıda basılı gazeteler bile bedava dağıtılacak durumdalar.

Türkiye’de internet gazeteleri, kağıt baskı gazetelerden çok daha ucuza mal ediliyor, kağıt ve baskı maliyeti yok, sadece güçlü bir teknolojik alt yapı gerektiriyor ve bir anda milyonlarca okura ulaşması mümkün olabiliyor. İnternet gazetesine alınan reklamların geliri düşünüldüğünde, internetten haberlere erişimin bedava olması da kaçınılmaz. Ancak internet gazeteleri arasında kıyasıya rekabet yaşandığı da bir gerçek. Bu da internet reklamlarından elde edilen gelirin payının dağılmasına ve de azalmasına sebep oluyor. New York Times’ın paralı internet aboneliği sistemine geçmesinin en önemli nedeni bu.

Türkiye'de yüksek reklam gelirine sahip olan internet gazeteleri parasız erişime devam edecektir. Ancak reklam gelirlerini artırmak veya en azından koruyabilmek için okur sayılarını artırmak gerekecek ve bu da içerik kalitesini etkileyecektir. Şu anda Türkiye’de internet gazetelerinin içinde bulunduğu çıkmaz da budur. Bu yüzden erotik içerikler ve fotoğraflar, cicili bicili bol boyalı figürler internet gazetelerinin ön kapağında bolca yayımlanmaktadır. Haber ise pahalı bir üründür ve maliyetlidir, bu nedenle bizdeki internet gazatelerinde, haberden ziyade bol bol fotoğraf yer alır. İnternet gazeteciliği bizde henüz emekleme aşamasında, hal böyleyken bir de üstüne para almak hayalcilikten öte bir şey değil.

Belki şöyle bir yol izlenebilir; kişiye özel haber sistemi geliştirilebilir, okuyucuya okumak istediği alanda kaliteli haber sunmak için birçeşit özel abonelik sistemi getirilir, okur ertesi günün sabahını beklemeden anında kaliteli ve doğru habere ulaşabilir. Haberin altında uzmanların yorumları, bilgiler yer alır, bir haberi tüm detayları ile okumanın keyfi için de o gazetenin bu kişiye özel haber portalına abone olunabilir. Ama bu da ciddi bir alt yapı ve haber politkasında ciddiyet gerektirir.

Tüm dünyada haber basını şu anda bir krizin içinde. Bu krizi aşmak için basın çeşitli yolları deniyor, ancak kaliteli haberi okura ulaştırmanın da maliyeti yüksek. Önümüzdeki yirmi yıl içinde belki Türkiye’de de internet gazetelerinin paralı olması yönünde adımlar atılabilir ancak şu aşamada pek mümkün görünmüyor.

21 Oca 2010

Balyoz Planı; Cumhuriyeti korumak için hep darbe mi planlanacak?

Askeri hukukun içine almak ve bu ülkede demokratik hukuk devletini ayakları üstünde layık olduğu yere oturtmak için, darbe tertiplerinin hesabını sormaktan başka çaremiz yok…

Cumhuriyet’i korumak ve kollamak demek, oturup kalkıp darbe planları yaparak, halkın iradesiyle seçilmiş mevcut siyasi iktidarları devirerek ülke yönetimini ele geçirmek için senaryo hazırlamak mı demektir?

Her siyasi iktidara bir balyoz vurulucaksa o zaman halkın iradesine ne gerek var?

Taraf gazetesinde yayımlanan “Balyoz Güvenlik Harekat Planı” dosyasında, 2003 yılında sıkıyönetim ilanı ve hükümeti devirecek bir darbeye zemin hazırlamak amacıyla bir dizi provokasyon ve halkı galeyana getirecek “tedhiş” eylemlerine ilişkin planlar, ıslak imzalar, ses kayıtları, fişleme tutanakları ve talimatların yer aldığı ve bu planda dönemin 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan’ın imzası olduğu belirtildi.

Taraf’ın bu dosyası şu an için bir iddia…ilgili belgelerin kendilerinde olduğu dosyada açıklanmış…sanırım talep edildiğinde dosya adalete intikal edecektir…

27 Mayıs 1960 darbesinden sonra TSK içinde sürekli bir cuntacı yapılanma var olmuş, darbe ortamı yaratmak için de hep bir “iç düşman” var edilerek darbe planları hazırlanmıştır. 12 Mart, 12 Eylül darbeleri, 28 Şubat post modern darbesi bunların fiiliyata geçirilmiş olanlarıdır. TSK içinde 2003-2004 dönemindeki darbe planları gerçeğini ise bilmeyen duymayan kalmamıştır. Sarıkız, Ayışığı, Eldiven adı verilen darbe tertipleri Ergenekon davası kapsamında yargıya intikal etmiş, yakın zamanda Kafes Planı ve şimdi de Balyoz planı yine medya tarafından kamuoyuna servis edilmiştir. Kimbilir belki diğerleri de vardır ve ifşa edilmek üzere bekliyordur.

Asker neden darbe planları yapar? Balyoz planında birinci dereceden imzası olduğu iddia edilen Çetin Doğan bir açıklama yaparak söz konusu plan ve senaryoların “Cumhuriyeti koruma ve kollama görevinin gereği” olarak hazırlandığını söylemiştir.

Bu artık yalama olmuş “görev gereği” bizde İttihatçı bir gelenektir…Bu ülkeyi ancak biz kurtarabiliriz, biz daha iyi yönetebiliriz, siyasiler becereksizdir” zihniyetinin pratiğe ve plana dökülmüş halidir…sonuçları da bugün, bu yüzyılda hala demokrasi kavgası veren, darbe paranoyasına tutulmuş bir Türkiye’dir ve ne yazık ki darbecilik bizim siyasi, ekonomik ve sosyal pek çok büyük sorunumuzun da en baş müsebbibidir…Askeri vesayet sisteminin asıl manası da budur; siyasiler hiçbir işe yaramaz, ama asker her şeyi yapabilir..üstelik silah gücüne de sahiptir.

Bu durum ve darbe mantığı, 1960 dan beri hiç değişmedi…şu değişen dünya konjonktüründe, neredeyse darbe ile iktidara gelmenin anlamsız ve imkansız olduğu günümüzde bile bu askeri vesayet sistemi mantığı bir türlü değişmedi. Ordu, Türkiye’de kağıt üzerinde değil ama pratikte hep devlet içinde bir devlet olmuştur. Ordu’nun içinde de cuntacı faaliyetlerin hep var olduğu gibi!

TSK da, son yıllarda ortaya çıkartılan bu darbe tertiplerinden bir hayli rahatsız. Bir türü homojen bir ordu olamadığı, içinde farklı yapılanmaları barındırdığı için komuta yönetim sisteminde de bir huzursuzluk olduğu aşikar. Her darbe sonrasında, Ordu iktidarda çok fazla kalmamış ama hep arka planda kalarak devleti yönetmiş, faturayı da hep siyasetçiye çıkarmış. Ama şimdi, ara sıra mutabakat yapsalar da pek de söz geçiremediği bir iktidar var ve TSK eskisi gibi siyasete çok hakim değil. İnsanlarda, “Ordu artık bir daha eskisi gibi bu ülkeyi yönetemeyecek” kanaati ve sivil demokratik bir zihniyet oluşmaya başladı.

Ordu eğer daha fazla yıpranmak istemiyorsa değişmek zorunda…batılı demokrasilerde olduğu gibi sadece yurt savunmasını görevi saymak, siyasetten elini eteğini çekmek zorundadır. Seçimle gelen bir iktidarın, ancak yine seçimlerle değiştirilebileceğini kabul etmeli, hükümete bağlı olduğunu da unutmamalıdır.

Darbe planlarına gelince; yargı yoluyla, demokrasi adına bu planların hesabı mutlaka sorulmalıdır… Kimsenin, ne görevde olursa olsun hukuktan üstün olamayacağını bilmesi, anlaması ve kabul etmesi için siyasi iktidar cesur adımlar atmak zorundadır. Demokratik hukuk devletinin tüm kural ve kurumlarıyla çalıştırılması ve yaşatılması sivillerin görevi ve sorumluluğudur.

Askeri hukukun içine almak ve bu ülkede demokratik hukuk devletini ayakları üstünde layık olduğu yere oturtmak için, darbe tertiplerinin hesabını sormaktan başka çaremiz yoktur.

Umarız bir gün asker ve sivil ortak bir demokrasi zemininde buluşmayı başarabilirler…Buna şiddetle ihtiyacımız var.

Türkiye’de sivil ve asker ilişkilerini birinci sınıf demokrasilerdeki gibi bir yapı ve zihniyete kavuşturmanın tek yolu da, sivil bir anayasadır.

17 Oca 2010

Yaşam tarzı ve trendleri araştırması; Türkiye'yi anlamak zor!

Türkiye'yi anlama klavuzu hazırlanmış ama Türkiye toplumunu anlamak öyle kolay değil…İnsanlar iş ve aş istiyor, geleceklerinden kaygılı ama “her şeye rağmen mutlu bir insanım” diyen yüzde 65 gibi bir kesim söz konusu!...bu da bizim tüm yaşam tarz ve trend araştırma sonuçlarını altüst ettiğimizin bir göstergesi olsa gerek.

Toplumdaki tarihsel ve sosyolojik değişimler, yaşam tarzını ve eğilimleri belirler. Bir toplumdaki eğilimler ise politik ve ekonomik olarak o ülkede nelerin nasıl planlanması gerektiği konusunda yol gösterir. Bunun için anketler düzenlenir, halka bir takım belirleyici sorular sorulur, araştırmalar yapılır…araştırmaların sonucunda ise “toplumu anlama klavuzu” hazırlanır.

Türkiye’de 2003 yılından beri her iki yılda bir yapılan bir araştırma söz konusu, ”Türkiye’de yaşam tarzı ve trendleri araştırması”… Bu yıl ki araştırma, Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Halil Nalçaoğlu tarafından koordine edilmiş, Türkiye'nin seçilen 6 bölgesi ve 34 ilinde, 14 yaşüstü 16.000 kişiye 10 ana başlık altında sorular sorularak, sonuçları analiz edilmiş…baya kapsamlı bir araştırma.

Araştıma kapsamında sorulan sorular, genel anlamda kişinin kendini ve toplumu nasıl algıladığı ile ilgili, alt başlıklarda ise siyaset, ekonomi, medya, teknoloji ve internet, aile, özgürlükler ve diğer güncel konular yer alıyor. Bu sorular sonucunda; yaşam tarzı grupları ve bunların belirleyici özellikleri, göreli büyüklük ve önemleri ile toplumun genel yaşam eğilimleri hakkında ilginç sonuçlar ortaya çıkmış…

Araştırma sonuçlarına göre Türkiye 5 ayrı gruba ayrıldı;

Kentli Modernler: Çoğunlukla Marmara ve Ege’de yaşayan yaklaşık 10 milyon kişi bu gruba dahil. Bu kesim CHP’nin de oy tabanı… “ Beyaz Türkler” diye de tabir edilebilir. Gazete okuma oranı, internet ve kredi kartı kullanım oranı bir hayli yüksek olan bu grubun çoğunluğu ekonomi ve siyasetin gidişini iyi bulmuyor. Demokratik açılıma destek vermiyor, Kürtçe eğitimi gereksiz buluyor, orduya güveniyor, din konusunda radikal değil ama dini bütün, türbana karşı, kadına dayağa da karşı. Ekonomik anlamda geleceğini garanti altında hissetmiyor, genç kesimi geleceğe endişe ile bakıyor.

Kentli Gelenekçiler: Tüm Türkiyeye yayılmışlar, yaklaşık 21.6 milyon kişinin bulunduğu bu grup, AKP’nin oy tabanı içindeler, “Gri Türkler” de denilebilir. Gelenek ve değerlere bağlı yeni orta sınıf sayılan bu kesim din konusunda radikal sayılabilir, türbanı savunuyorlar, orduya da yoğunlukla güveniyorlar, demokratik açılıma destek vermiyorlar, kentli modernlerden daha az oranda kadına tokat atılabilir demişler! Ekonomik anlamda geleceğini garanti altında hissetmiyor, genç kesimi geleceğe endişe ile bakıyor.

Kırsal Kayıtsızlar: Kırsal kesimde yaşayan, yaklaşık 16.6 milyon kişinin bulunduğu bu grup, “dünya yansa yorganım yok içinde” felsefesi ile yaşıyor, siyasal ve ekonomik gidişattan pek te haberleri olduğu söylenemez, “banane” tavrı içindeler veya her şeye direk muhalifler...anlaşılan köylüyü yok etmişiz…en acıklı sonuç da bu olsa gerek. Ama kayıtsızlar bile ekonomik anlamda geleceğini garanti altında hissetmiyorlar.

Kırsal Statükocular: 14.4 milyon kişinin bulunduğu grup, AKP’nin oy tabanı içinde…siyasi ve ekonomik gidişattan bir tek bu grup memnun, demokratik açılımı destekliyorlar, dini inançları hayatlarına yön veriyor, “Siyah Türkler” denilebilir mi pek emin değilim… türban serbestiyetini savunuyorlar, orduya da güveniyorlar…gerektiğinde kadına tokat atmakta bir sakınca görmüyorlar…anlaşılan ekonomik kriz bu gruba pek uğramamış…eh bu da statükoculuğun başka bir kötü tarafı galiba. Ha beyaz, ha siyah statüko…pek bir farkı yok.

Tutunamayan Yurttaşlar: Bu grupta bulunan 9 milyon kişi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu ve Marmara Bölgesinde yaşıyor. Yoğunlukla Kürtlerden oluşuyor, başka ülke veya başka şehire göç etme ve yaşama yaşama eğilimi en yüksek grup. Orduya güvenleri diğerleri gibi yüksek değil, turbana karşı değiller hatta dini inanç konusunda radikal bile sayılabilirler…kürtçe eğitimi destekliyorlar. Ekonomik gidişatı o kadar da kötü bulmuyorlar…bu sonuç çok ilginç, aslında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yoksulluktan kırılıyorlar, pek inandırıcı gelmedi…Şöyle de denilebilir mi? “Hükümetin ekonomik politikalarına güveniyorlar, ama yine de geleceklerinden endişeliler”…nasıl olmasınlar ki adı üstünde “tutunamayanlar”!

Araştırma sadece bu boyutta değil…tüketici eğilimleri, teknoloji ve medya, internet kullanımı gibi konularda da ilginç sonuçları var… Türk insanı reklamları izliyor ama marka ve ürün seçiminde ‘rasyonel’ davranıyor, artık çok fazla marka bağımlısı değiliz, internetten alışveriş hızlanmış. İki kişiden biri gazete okumuyor, kadınların toplumsal özgürlüğü hâlâ sınırlı, kadının çalışması, sokakta yalnız dolaşması gibi konularda Türkiye toplumunun güçlü bir cinsiyetçi tavır aldığı gözlemleniyor. Türkiye’de televizyon başına oturanlar en çok yerli dizileri izliyor, sonra sıra haberlerde ama televizyon tamamen bilinçsiz izleniyor. Tabi ki msn ve facebook kullanımı tavan yapmış durumda.

Araştırma Türkiye’li toplumun fotoğrafını çıkarmış, aslında bilinmeyen veya sıradışı bir durum söz konusu değil.

Bence en önemli sonuç; Güncel siyasi çatışma ve kutuplaşmalar, toplumun çok umrunda değil ancak ekonomik kaygılar ve gelecek endişesi bir hayli yoğun. Yani demokratik açılım, dini özgürlükler konusu daha ikinci plana düşmüş durumda. Özellikle gençler gelecekleri konusunda umutsuzlar.

Araştırma; her yönden irdelenebilir, yorumlanabilir. Ancak araştırmacının söylemine göre “Her şeye rağmen mutlu bir insanım” diyen yüzde 65 gibi bir kesim söz konusu ise bu da araştırmanın diğer sonuçlarını anlamsız hale getiriyor...

Her şeye rağmen,yani tüm olumsuzluklara rağmen yüzde 65’imiz mutluysa eğer, ya bizim “mutluluk” kavramını algılama biçimimizde bir yanlışımız var ya da bu bizim tüm yaşam tarz ve trend araştırma sonuçlarını altüst ettiğimizin bir göstergesi olsa gerek!

İnsanlar iş ve aş istiyor ama yüzde 65’imiz mutlu!

Ben bu Türkiye’yi anlayamadım.


Çok tartışılacak Türkiye proili

Haiti; yoksulluktan sonra depremin vurduğu uzak ülke

Haiti’nin kara derili, parlak gözlü çocukları ağlıyor! Eskiden çöplerin arasında geziniyorlardı, şimdi cesetlerin!

Bir gemi seyahatinde tanıdım Haiti’yi…adanın Labadee denilen bölgesine bir günlüğüne uğrayan gemiden inişimizde bizi karşılayan Haitili kadın ve erkek dansçıların gösterisi, limanın yakınlarında turistler için kurulmuş çok güzel yağlı boya resimler ve boncuk işlerinin satıldığı Haiti el sanatları pazarı, turkuaz rengi harika bir deniz ve yer yer kumsal, çoğu kayalık sahilleri vardı.

Ada’nın genel görüntüsü dağlık. “Haiti” yerli dilinde “dağlık ülke” anlamına geliyor. Eskiden sık ormanları, her yanda maun ağaçları varmış ancak öyle çok bir ormanlık alan kalmamış…yıllardan beri ağaçların çoğu, şarbon (charbon) denilen odun kömürü elde etmek için kesilmiş. Ada’nın çeşitli yerlerinde, dağ ve tepelerde tüten dumanların sebebi de buymuş.

Etkileyici bir yer miydi diye sorsanız, turistik açıdan hayır derim, zira turizm buraya hiç uğramamış gibi… aynı doğa ve iklim şartlarına sahip komşusu Dominik Cumhuriyeti, tam bir turizm zengini. Halbuki; Haiti’nin de masmavi kıyıları ve 12 ay süren yaz mevsimi var.

Haiti’ye damgasını vuran daha farklı bir şey; sokak ve caddelerde gezinenen, siyah gergin derili sevimli çocukların, yoğun çöp yığınlarının arasında adeta bir oyun alanı kurduklarını gördüğümde aklıma gelen tek şey “yoksulluk”idi. Yetersiz beslenmeden, şimdi adını hatırlayamadığım bir maddenin eksikliğinden çocukların saçları yer yer turunculaşmış. Kirin, çöpün, pis su birikintilerin arasında oynuyor, sağa sola koşuşturuyorlardı. Çocuk ölüm oranı benzer ülkelerinkilerden kat kat fazla, her 1000 çocuktan 80’i ölüyor. Büyüklerin de onlardan farkı yok aslında, ülkenin yarısı işsiz, günde 2 dolara geçinmek zorundalar ve nüfüsun yüzde 80’i yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bir zamanlar haber olmuştu hatta; hamile kadınlarla çocukların kalsiyum ihtiyacını karşılaması için çamurdan kek yapıyorlarmış!

Haiti, Orta Amerika’da Karayip Denizi’nde, Küba’nın doğusunda, Miami’nin hemen güneyinde bir ada… Kristof Kolomb'un 1492'de yeni dünyanın keşfinden sonra adaya Hispaniola adı verilmiş. Hispaniola Adası, Avrupa'dan gelip "yeni dünyayı fethedenler"in üslerinden biri haline gelmiş…yani sömürge olmuş. Haiti, Fransız İmparatorluğunun 18.yüzyıldaki en zengin sömürgelerinden birisi. Bu dönemde, şekerkamışı ve kahve ekim alanlarında çalıştırılmak üzere 790.000 kadar Afrikalı köle getirildiği tahmin edilmekte.(wikipedia)

Ancak Haiti’nin ilginç bir özelliği var; 1804 yılında, kıtada ABD’den sonra bağımsızlığını ilan eden 2. ülke ve dünyada bağımsızlığını kazanan ilk zenci topluluğu.

Haiti, tüm az gelişmiş ülkelerde görüldüğü üzere hep darbelere sahne olmuş, diktatörlerce yönetilmiş…uzun süreden beride sosyal, ekonomik ve politik bir kriz içindeydi. Dünyanın en yoksul ülkelerinden birisi olan Haiti’de, geçtiğimiz yıl artan gıda fiyatları nedeniyle halk isyan etmiş ve yoğun yağmalama eylemleri ve anarşi yaşanmıştı. Bunun üzerine BM askerleri halkın üzerine ateş açarak 6 kişinin ölümüne 190’ının da yaralanmasına neden olmuştu.

Haiti, 20.yüzyıl boyunca darbeler, katliamlar ve iç savaşlardan kurtulamadı…onca yoksulluğun ve zorlu yaşam şartlarının yanı sıra, şimdi de 7 şiddetindeki depremle yerle bir oldu.

Haiti’de meydana gelen depremde ölü sayısının yüzbinlere ulaştığı belirtiliyor. Yollarda cesetler sahipsiz, enkaz altında kalan binlerce kişiyi kurtarmak için ise olanaklar yetersiz. Gönderilen yardımlar anında yağmalanıyor. Ayrıca depremden en az 2 milyon çocuğun da etkilendiğini bildiriliyor…Çocukların çoğu yaralı ve yetim kalmış.

Yaşadığımız 17 Ağustos depremini düşündükçe, bunca yoksul ve uzak bu ülkenin, depremden ne kadar etkilenmiş olabileceğini ancak hissetmeye çalışıyoruz. Haiti'nin başkenti Port-au-Prince’i vuran 7 büyüklüğündeki depremin yarattığı yıkım ve felaketin ne kadar amansız ve korkunç olduğunu bizler en yakınen bilen ve yaşayanlarız.

Haiti’nin kara derili, parlak gözlü çocukları ağlıyor! Eskiden çöplerin arasında geziniyorlardı, şimdi cesetlerin!


Haiti'de insanlığın yüreğini acıtan görüntüler..

2011 seçimlerine doğru, Ak Parti’nin popülaritesi düşüyor mu?

ABD’de yayınlanan Foreign Policy dergisinde, Ian Bremmer tarafından kaleme alınan makalede, Ak Parti iktidarının son dönemlerde yaşadığı gerilimlerden bahisle, askerler, laik kesim, medyanın ve iş dünyasının tehdidi altında bulunduğunu, demokratik açılımın yeterince ciddiyet ve ivme kazanamadığı, DTP’nin kapatılması ile şiddetin sokağa taştığı ve bu durumun milliyetçi kesim tarafından Ak Parti’nin aleyhine kullanıldığı, siyasetteki bu gerilmelerin de Ak Parti’nin oy oranında azalmaya yol açarak yüzde 32’lere kadar düştüğü” görüşleri ifade ediliyor. Aynı zamanda Ak Parti’nin muhafazakar ve dindar kesimlerin de tepkisini çektiği belirtiliyor. Turkey's AKP faces challenges from all sides

AK Parti İl Başkanı Adem Güney ise 2011 yılı seçim çalışmalarını başlattıklarını açıklayarak, "Hedefimiz, adam adama markaj yöntemiyle çalışarak, yüzde 56'lık oranı geçmektir. 2011 yılında yapılacak olan seçimler Türkiye Cumhuriyeti'nin belki de en önemli seçimlerinden birisi olacak. Henüz bir buçuk yıl var ama bu günden diyoruz ki bu seçimler son derece önemli seçimlerdir. AK Parti bu günden itibaren bu seçimlere hazırlanmalıdır” diyor.

2011’de ve büyük bir ihtimal Temmuz ya da Eylül ayında yapılacak olan seçimler, gerçekten de Türk siyasi tarihindeki en önemli seçimlerden biri olacak.

Öyle ki; 2002 yılından beri tek başına iktidarda olan AK Parti’yi güçsüzleştirmek, Recep Tayyip Erdoğan'ı pasifize etmek için, yapılmayan kalmadı. Hani derler ya Ak Parti’nin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi.

2003-2004 Sarıkız ve Ayışığı darbe teşebbüsleri, 2007 ‘de yaşanan 367 darbesi ve Çankaya savaşları, bizzat dönemin Genel Kurmay Başkanı Büyükanıt tarafından yazılan 27 Nisan Muhtırası, Cumhuriyet Mitingleri, 2008 de Türk demokrasi tarihine kocaman kara bir leke olarak geçen ve yüksek bir oy oranı ile tek başına iktidara gelmiş bir partiyi kapatma girişimi, irtica ile mücadele eylem planı adı altında Ak Parti ile mücadele eylem planı, Kafes planları ve tüm bunların çevresindeki bir Ergenekon zihniyeti ve örgütlenmesi… 8 yıldır uğraşıyorlar, devletin kurumları bir birine giriyor ama Ak Parti halen iktidarda. Bilakis ordu ve yargıdaki yıpranma, CHP deki çöküntü çok daha fazla. Medya ise tamamen ikiye ayrılmış durumda, ancak medyanın şu andaki görüntüsüyle yüzde 60’ı AK parti’yi destekler konumda.

AK partinin popülarite kaybındaki en kuvvetli etmen ekonomik krize karşı duyarsızlığı ve demokratik açılımdaki ciddiyetine güven duyulmamasıdır. Ayrıca parti içindeki milli görüşçü dindarların yavaş yavaş Saadet Parti’sine yönelmeleridir.

Son zamanlarda AK Parti üzerinde farklı bir senaryo uygulanmaya başlandı; “sivil faşizm” kavramı öne sürülerek, Ak Parti’nin “tek adam iktidarı”na doğru yol aldığı ve “kurumlar arasındaki çatışma” meselesinden bahsediliyor. “Ordu ile emniyet ve yargı arasında çatışma var” deniliyor ve erken seçim çığırtkanlığı yapılarak, CHP ile MHP nin oluşturacağı bir koalisyondan, bir Milliyetçi Cephe’den söz ediliyor. Ak Parti’nin elbette eleştirilecek yönleri var, vizyonsuzluğu, cesaretsizliği v.s var ancak bir Milliyetçi Cephe’nin, bir koalisyon hükümetinin Türkiye’yi 20 yıl geri götüreceği, AB ile tam üyelik müzakerelerine sekte vuracağı, kendini ve demokrasisini yeni yeni sorgulamaya başlayan, darbelere hayır demeyi yeni öğrenen bir Türkiye’ye çok büyük bir zararı vereceği aşikardır. Türkiye, hem bölgede hem de dünyada önem ve etkisini artırıyor. Bu aşamada bir erken seçime gidilirse ve eğer ki seçimden koalisyon çıkarsa bu Türkiye için olumlu sonuçlar doğurmayacaktır.

Ak Parti iktidarı için en büyük tehlike şu anda mevcut olan işsizlik, yoksulluk ve ekonomik krizin göz ardı edilen sonuçlarıdır. Eğer 2010’da ekonomik büyüme elde edilemez ve işsizlik oranında artış sürerse işte bu Ak Parti’nin popülaritesini düşürür.

Darbecilik oyunları, statükocuların korusu, devlet katında kavgalar, her şey bir yana, halkın ekmeği diğer yanadır…eğer ki bir el halkın cebine uzanmaya başlarsa hiçbir iktidar iflah olmaz, halk çıkardığı yere yani sandığa o iktidarı geri gömer.

Ben yine diyorum ki; 2011 seçimleri için Ak Parti’nin yegane rakibi ekonomik krizdir.