26 Haz 2011

Ne bu böyle çen çen çen

Offff of! bıktım usandım vallahi, millette ne çene var kardeşim, çen çen çen…hiç susmadan biteviye bir konuşma hastalığı!

İşten çıkıyorum, markete uğruyorum, ekmek sigara v.s alıcam, millet bakkalın etrafını çevirmiş, süper loto yine devretti muhabbetinde. Benim kafa zaten işten güçten bin beşyüz olmuş, paramı ödeyip defolacam, ne mümkün…anında kafamdan aşağı bir ter boşanıyor…foşşşş.

Sokağa adımımı atıyorum, günde en az on kere geçen ambulanslardan bir tanesi daha… yav daha 10 dakka önce geçtiniz, töbe töbeee, yani anladık hasta taşıyorsun da, allah tez zamanda şifa versin de, ben de şifayı kaybetmek üzereyim, yıkıldım yıkılacam.

Şu ara sokaktan gideyim de sessiz sedasız, çabuk çabuk evime ulaşayım diyorum, rektifiye şahin kenara parketmiş, açmış camları, “şaziyede kaçmış osmana çek çek dünyanın kahrınıda vur vur rakı şaraba dar geldi sana ankara” , Ankaralı Namık tan geliyor... Allahım allahım ne çok nakarat kısmı var, bir türlü bitmiyor. Ben artık bayılmaya ramak kala susuyor, binlerce şükür, ohhhh bitti yarabbim, ben de zaten epey uzaklaştım.

Kapının önünde komşu Nadya Hanım, nöbet tutmuş, beni bekliyor..kesin beni bekliyor. Çünkü sabah Kopuk tüylerini onun kapısının önüne silkelemiştir yine. Aaa hayret, hatırımı soruyor!...iyiiim, iyi, şeyyy yorgunum da biraz…baktım daha konuşası var, kaç, durma kaç!

Oh yarabbim, evim evim güzel evim, soyun dökün, aç tv yi, aç bilgisayarı, yaparsın bir kahve…o ne? Hatip Dicle, Balbay, Haberal, kaos, meclis, ysk, hak, hukuk…haber kanallarını çevir dur, hep aynı karmaşa, çok bilmişlerin her biri ayrı bir kanalda, spiker hanımların soruları, sorarkenki dövecek gibi halleri, karşıdakinin açıklamaları, geçirmeleri, çakmaları…

Beynimin içinde her bir ses mevcut; sanki tüm sesler beni çıldırtmak için planlı bir şekilde öztaki borumun ta içinde uğulduyorlar.

Bu aralar yaş ilerlediği için mi yoksa yoğun çalışma hayatının getirdiği bir tahammülsüzlük mü bilemiyorum, yüksek ve anlamsız sesler, bağırtılar benim için fobiye dönüşmüş durumda.

Aslında bu fobi bende Kaynana Semra’nın sesi ile başladı. Ne alaka demeyin, o günden beri beynimde sesi çınlıyor. Kaynana Semra, gelinim olur musun yarışmasında bağırıyordu ya bir zamanlar... "Aşşıııkıımmmm...Aşşıııkımmm", müstakbel gelinin taklidini yaparken hani şu meşhur su bardağını yanağına sürterek ve tv ler de bu sesi aylarca spot olarak kullandılar...İşte o günden beri iflah olmadım.

Süpermarkette en gıcık olduğum ses kendi cep telefonumun sesi. Tam kasadayım. Ürünler hızla banttan geçiyor, kasiyer kızın hızına yetişmek ve eş anlı bitirebilmek anlamında ben de o hızla torbalara dolduruyorum, kan ter içinde kalmışım...sanki eforlu ekg! Çantamın en ücra köşesindeki cep telefonum çalmaya başlar, ya bre arkadaşlar, aramazsınız aramazsınız, tam kasadayım olacak iş mi bu? Hadi çantayı, telefonu, torbaları, her şeyi fırlat at yere.

Bir de korna seslerine takıntılıyım, evvelü zamandan beri…sesler fobimin açık hava modu. Yolda yürürken dalgın olmak gibi bir hakkınız asla olamaz, dalgın olmak yasak. Es kazara daldınız mı sizi bir korna ile daldığınız derinden öyle bir çıkartırlar ki mancınık topu gibi havaya bile uçabilirsiniz. Aman Allah korusun.

Bunlar ritm dışı sesler, bir de bunların ritmik olanları var; örneğin cakkıdı cakkıdı sakız, iki metalik parayı parmaklar arasında çevirme, çakmağı boyna yakıp söndürme, geğirme... bir şey de diyemem, sinirimden sırıtırım...

Böylece uzayıp gider bu "ses-fobim-trak" listem.

Şimdi yarın sabah kalkacam, yine yola koyulacam, halen taze kalmaya, seslere tahammül sağlamaya çalışan beynimi takacam boynuma, ama biliyorum ki ofise adım atar atmaz , o da ne? koş koş… hindi sesi gibi bir telefon bağırtısı karşılayacak beni…ya bir uyanın, kendinize gelin, çayınızı kahvenizi için, rüyanızda mı gördünüz bre mübarekler?

Teknoloji harikası bilgisayarımın sesini hiç tarif edemiyeceğim. Böyle bir yetenek yok, eşi benzeri görülmemiş bu alemet-i harika sesi nasıl tarifleyebilirimki ve ben bu sesle akşama kadar çalışmak zorundayım, zaplayamam, kulaklarımı tıkayamam, uff hadi kapat kapat diyemem... mecbur çalışacağım. Terapi yapmam lazım önce 10 dak. filan, yerde duran kasasını da tekmelememek için muhteşem bir gayret ve sabır göstermeliyim. Benim malım değil ayıp olur, yakışık almaz...

Ayrıca yarın pazar var, her şey nasıl tazecik, yemyeşil, sarılar, kırmızılar, mis gibi taze nane kokuları...şöleee keyifle bir pazar yapacam. Ancak biliyorum ki; hıyar seçerken karşı tezgahtaki pazarcı bağıracak..."ablaaaaa....(kalan kısmı biiippppp)", şöyle ters bir bakış attıktan sonra hemencecik daha ilerideki tezgaha yönelecem. Hıyarların yanında mutlaka domates olur, sen efendi efendi seçerken hıyarları, "abla bahçe domatesi çok şahane" demek varken... "abıılaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa bakçe domatisiii bunlarrrrrrraaa giiiieeeeeellllllllllllllllll" diye km ler halinde bir bağırışla pazar sefam son bulacak, çok eminim.

Velhasılı kelam; bu gürültülü yaşamdan kafayı bit bit yemek üzereyim…bi sakinlik, bir sukunet, bir sessizlik, yok yok, nerdeee…

Benim de çenem açıldı, ama sessiz sessiz yazıyorum valla, kimseye bi zararım var mı?

Alalaaaa ne kızıyorsun ya, sen benim günlüğüm değilmisin?

Yazarım, yazmam…çattık nezleye gece vakti ya!

Bak Çehov amca ne demiş; “kendini saçma göstermekten korkma, bize düşünce özgürlüğü gerekiyor ve yalnızca saçma şeyler yazmaktan korkusu olmayan biri, bağlarından kurtulmuş bir yazardır. Dağınık şeyleri toparlama, cilalamakla uğraşma, gerekirse sakar ve arsız ol. Kısalık yetenekle elele gider. Bu arada, sakın unutma, sevgi demeçleri, karıların ve kocaların sadakatsizlikleri, dul kadınlar, öksüzler ve her tür başka gözyaşları çoktan yazılıp tüketilmiştir. Konu yeni olmalı, ama "fabl" olmak zorunda değil”

Hııı…geveze günlük, ne olcek işte …çen çen çen :))

BDP'nin Meclis’i tanımama kararı

Devletin kurumları, bireyin hak ve hukukuna göre değil, devletin hak ve hukukuna göre yapılanmış olduğu için, demokrasinin işleyişi de işte böyle tıkanıyor.

YSK seçimler öncesinde bır kısım bağımsız Kürt milletvekili adaylarını, kesinleşmiş terör suçları nedeniyle önce veto etmiş, daha sonra gelen tepkiler üzerine, adaylıkları engellenenler, “memnu hakların iadesine ilişkin” belgelerini ibraz edince adaylıkları kabul edilmişti.

Bu işlemler, YSK’nın “kanuna uygunluk ama hukuka aykırılık” ikileminde kaldığının ve gerektiğinde mevzuatları devreye sokup “duruma göre” karar aldığının en somut göstergesi oldu. Haliyle seçim öncesinde yargı ciddiyetine de gölge düşürmüş oldu.

Ne yazik ki bireyin değil, devletin yargı sistemi olunca her konu devlete göre yorumlanıyor, bireyin hak ve özgürlüklerine ilişkin olarak değil.

Türkiye’de yargı sistemi sadece devleti ayakta tutmaya yetiyor, insanı değil !

Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi de aynı yargı sistemi doğrultusunda alınmış, kanuna gör doğru ancak hukuka göre yanlış bir karar.

Evet, kesinleşmiş 18 aylık bir mahkumiyet, kanunen Hatip Dicle’nin milletvekili olmasına engel. Ama ya bireyin hukuku, ya Hatip Dicle’ye oy veren 78 bin seçmenin hakkı, hukuku nerede?

Hatip Dicle'nin adaylığı önce YSK tarafından onaylanıyor, yani seçmene deniyor ki “Hatip Dicle milletvekili adayıdır”. Seçmen de gidiyor oyunu veriyor. Halbuki Hatip Dicle’nin mahkumiyetini Yargıtay 22 Mart’ta onamış. Ne ilginçtir ve nasıl bir yargı sistemidir ki, YSK’nın bundan haberi yok, Hatip Dicle de kendisi gidip, benim mahkumiyetim kesinleşti demiyor! Niye desin ki?

Bu durumun 9 Haziran'da medyada haber olması üzerine, YSK durumu araştırıyor, ancak bu arada da Hatip Dicle milletvekili seçilmiş oluyor. YSK bu sefer daha önceden onaylamış olduğu adaylığı geriye yönelik olarak iptal ediyor, adaylık iptal olunca Hatip Dicle’nin milletvekilliği de düşmüş oluyor.

Tam bir hukuk zaafiyeti! 78 bin oy sahibine deniyor ki, “senin seçtiğin milletvekili aslında milletvekili olamazmış, pardon ben bunu yeni öğrendim, sizin oylarınızın hiçbir geçerliği yoktur” …tam bir hukuk rezaleti, tam bir seçim süreci skandalı!

Halkın iradesini hiçe saymak değildir de nedir bu? O zaman hiç seçim yapılmasın, yani demokrasi işlemesin.

İşte gelinen noktaya “kaos” diyorlar ya, böyle böyle kaosa davetiye çıkarılıyor.

BDP zaten, düz ovada mı yoksa dağda mı siyaset yapacağını, daha doğrusu siyaseti nasıl yapacağını doğru düzgün belirleyememişken, kaostan kaos çıkartmayı kendine vazife ediyor ve Meclis’i tanımama ve milletvekili yemin törenine katılmama kararı alıyor.

Evet, BDP haklıdır, halkın demokratik tercihi engellenmiştir ancak demokratik tepki göstermek için meclise gitmemek yanlıştır.

Neden yanlıştır? Çünkü Kürt sorunun çözülmemesi ve yeni bir anayasa yapılmaması için var gücüyle çalışan derin statükocuların ekmeğine yağ sürmek demektir.

YSK’nın hukuka aykırı bir kararına tepki vermek Meclis’i tanımamakla değil, Meclis’te var olup yeni bir anayasa için en baş sırada ve bu konuda ciddiyetle çalışmakla olur. Hatip Dicle’nin milletvekilliğini YSK düşürmüşse bunda Meclis’in suçu ne?

Amaç sorun çözmek mi yoksa bağcıyı dövmek mi? Bu anlamda BDP’nin duruşunu yeniden gözden geçirmesinde fayda var.

Meclisi tanımama tepkisi, BDP’nin çözümden yana değil statükodan yana bir duruşu olduğunu gösterir. Meclis’e 35 milletvekili sokabilme başarısını göstermişken, eğer bir kitle partisi gibi hareket edilemez ise Meclis’te demokrasi ve barış diliyle bir mücadele yapmak mümkün olabilir mi?

Tabii ki arzu edilen, Hatip Dicle’nin mahkumiyetinin, daha önce fazladan yattığı altı yıla mahsup edilmesi için avukatlarının yaptığı itirazın kabul edilmesi ve 36 milletvekilinin de halkın iradesi doğrultusuna Meclis’te var olmasıdır.

Ancak Hatip Dicle yok diye, geride kalan 35 milletvekilini Meclis’e gönderen halkın iradesi de yok sayılmamalı.

Eğer Meclis’e gidilmezse, YSK le aynı noktaya gelinmiş olunmaz mı? Çünkü o halk sizi çözüm için Meclis’e gönderdi, demokrasi yolunu tıkamak için değil.

17 Haz 2011

Yunanistan AB ile sirtaki oynuyor

Tavernalarda kırılacak tabak kalmayınca, Avrupa’dan borç aldılar, o tabakları da tükettiler… şimdi Atina’daki camı çerçeveyi kırmaya başladılar. Halk, sosyalist iktidar Papandreu’nun istifasını istiyor.

Yunanistan, Avrupa’nın şımarık çocuğu…yıllardır üretmeden tüketmeye alıştı, kendisinin olmayan paraları harcayarak hayat standartını yükseltti. Sağlık, eğitim, yol, elektrik, telefon gibi kamu hizmetleri için bütçesini hesapsızca kullandı.

Karamanlis makyajlı bilançolar ile Avrupa’yı ve kredi derecelendirme kuruluşlarını kandırdı, şimdi Papandreu bedelini ödüyor, tüm Avrupa’ya da ödetiyor.

Yunanistan’ın hem cari açığı hem de bütçe açığı çok yüksek. Borçlarını, devlet memurlarının ve emeklilerin maaşlarını bile ödeyemeyecek durumdalar… tam bir kriz, tam bir iflas!

Turizmci arkadaşlar, gidip görenler diyorlar ki; lüks villaların, yazlık evlerin çoğuna satılık levhası asılmış. Zira, Yunanistan hükümeti çok yüksek oranda emlak vergisi uygulamaya hazırlanıyor. 400-500 bin avroluk gayri menkullar 100 bin avroya alıcı bulamıyormuş.

AB ve IMF’nin 110 milyar avroluk ilk kurtarma paketi de işe yaramadı…Zira Yunanistan sıkı maliye politikasına zamanında geçemedi. İlk paket hibe değildi ancak geri döneceği kuşkulu. Şimdi tüm kamu kuruluşlarını ve devlet arazilerinin satılması söz konusu. Ama alıcı bulmada da problem yaşanabilir. Siyasi istikrar yok, Papendrau hükümeti sallantıda, kim Yunanistan’a yatırım yapacak?

AB şimdi Yunanistan’ın bu vahim durumdan nasıl çıkacağı konusunda kara kara düşünüyor. Yunanistan batarsa hem AB hem de Avro rezil olacak. Başta Almanya ve İngiltere olmak üzere bir çok Avrupa ülkesi, milyarlarca avroluk alacaklarının derdindeler. Endişeler borsaları dalgalandırmaya, Euro’yu dolar karşısında eritmeye devam ediyor. Bu şımarık çocuğun desteklerle bile ekonomisini toparlayacağından şüpheliler. Ekonomisi üretimden ziyade hizmet sektörü ve tüketime dayalı olan Yunanistan, pek çok uzmana göre umutsuz bir durumda.

Üstelik Yunanistan AB'ne karşı sessizliğini korumaya devam ediyor. AB’nin Yunanistan’ı kurtarmak zorunda olduklarının farkındalar. Çok sıkıştıklarında da “Avro’dan çıkarım” diyerek tehdit ediyorlar. AB’nin parasını kullanarak yaşam standartlarını yükselttiler, şimdi yine AB’nin parasının kullanarak krizden çıkma gibi bir niyetleri var. Tam bir sorumsuzluk örneği!

Her şeye rağmen AB, Yunanistan’ı kurtarmak zorunda kalacak, alacaklıların alacaklarından vazgeçmesini ya da çok uzun vadeye yaymasını isteyecekler.

Yunanistan’ı iflas ettirmezler, ancak AB’nin ciddiyetine ve yaptırım gücüne de gölge düşürmüş olurlar!

16 Haz 2011

BDP, çatı partisi ve beş benzemez

Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloğu olarak Meclis’e giren 36 milletvekilinin öncelikle kendi aralarında uzlaşabilecekleri konusunda endişelerim var…

Meclise 36 milletvekili sokmayı başaran Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloğu gerçekten önemli bir başarıya imza attı. Bloğun başını BDP çekiyor, EMEP (Emek Partisi) ve çok sayıda sosyalist gruplar da blogun çatısı altında yer alıyor. Kürt hareketi ile Türk sosyalistleri yeniden seçimler öncesi bir ittifak oluşturdular ve bu defa başarılı da oldular.

Bu defa diyorum zira bu blok ittifakı yeni bir oluşum değil. 1995’te “Emek Barış Özgürlük Bloğu”, sonrasında “Çatı Partisi”, “Demokratik Güç Birliği Cephesi”, “Bin Umut Adayları” gibi adlarla sürekli bir araya gelme çalışmaları yapıldı, çalıştaylar oluşturuldu. Kürt dinamiği ile Türk sosyalistlerin birlikte iş yapma ısrar ve niyeti uzun zamandan beri söz konusu. Ahmet Türk’ün de bu konudaki gayretleri göz ardı edilemez. Bir zamanlar ÖDP olarak Ufuk Uras’ta bu ittifaklara destek verdi ama sonradan desteğini çekti. İşçi Partisi ve Halkevleri ise hiç yanaşmadı, onlar devrim yerine darbe tarafına geçti!

Şimdi BDP’de, Kürtlerin başrol üstleneceği bir çatı partisi için ciddi anlamda görüş ve düşünceler öne sürülüyor, tartışmalar başladı. Çatı partisinin önderliği için Kürt hareketinin temsilcisi Hatip Dicle ile birlikte Türkiye solununun temsilcisi olarak, EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel ya da Marksist Ertuğrul Kürkçü düşünülüyor. Sosyalist Sırrı Süreyya Önder de mutlaka etkin bir konumda olacaktır. Tabii ki blokta Şerafettin Elçi gibi muhafazakar bir Kürt kanaat önderi, Altan Tan gibi İslami Kürt entelektüeli de başı çekenler arasında.

Öcalan da avukatları aracılığıyla, seçim öncesinde Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nu, sonrasında da bir çatı partisi kurulmasını desteklemekteydi. Ahmet Türk, özellikle son yıllarda sol partileri ve sol liberalleri de kapsayacak bir çatı partisi önerisini hep gündeme almıştı. Her ne kadar çatı partisinin tüm ilerici demokrat, aydın, sol liberal kesimlerin en azından mevcut sisteme karşı güçlerini birleştirmeleri, taktiksel ittifak yerine stratejik bir birliktelik içinde olmaları önerilmişse de şu an için blogda sol liberallere ilişkin bir isim henüz göze çarpmıyor.

Bu “beş benzemez” diye tabir edilen grup ya da kişilerin sol adına bir araya gelmeleri ve Türkiye solunun 36 milletvekili ile Meclis’te temsil edilebilecek olması elbette 1960’larda TİP’in meclise girmesi kadar heyecan yaratır. Demokrasi ve meclis aritmetiği açısından da ideal bir tablodur.

Ancak endişelerim var; Nedir bu endişeler? İttifakın sürdürülebilirliği, Kürt sorunu ve yeni anayasaya ilişkin çalışmalarda önce blogun kendi içinde sonra da iktidar ile uzlaşmaya varıp, varamayacağı konusunda ne kadar yetenekli olabilecekleri…

Sol ittifakların geçmiş deneyimleri ve bu tip demokrasi bloklarınının hedeflerini hayata geçirmedeki başarısızlıkları yaşanmış bir gerçek. Masa başında tepeden kurulan ittifakların işe yaramadığı gerçeğiyle kaç defa karşılaştık.

BDP’nin Kürt hareketine ilişkin farklı öncelikleri var. Sosyalist grupların değişim dönüşümle ilgili sancıları var, emeğe ilişkin öncelikleri var. Bloktaki muhafazakar, İslamcı ya da sol liberallerin öncelikleri de başka başka. Tabanda bir uzlaşma sağlanamazsa çatıda birlik nasıl olacak?

Üstelik sadece seçim kazanmak için bir işbirliğine gidilmişse ki benim şahsi görüşüm bu yöndedir, zamanla ne çatı ne de demokratik güç birliği kalacağından endişeliyim. Kürt sorununun çözümü ya da sivil bir anayasa, askeri vesayetin sonlandırılması gibi çok önemli adımlarda minimum da olsa bir ortak hedefin yakalanabileceği konusunda endişelerim var.

Aynı gruplar 2008 Aralık ayında benzer bir çatı partisi kurmak için yola çıktıklarında bir bildiri yayınlamışlardı. Bildiride deniyordu ki; ‘demokrasiyi, özgürlüğü, adaleti, eşitliği, kardeşliği, dayanışmayı ve barışı öncelikle bu inşa sürecinde aramızda hayata geçireceğiz...tüm yurttaşlara sesleniyoruz, sesimize sesinizi, aklımıza aklınızı, yüreğimize yüreğinizi katın. Gelin bu topraklarda hep beraber yeni bir umut yaratalım. Birbirimize güvenelim, korkularımızdan kurtulalım, katliamları durduralım. Böyle bir birlikteliğin bundan sonra nelere talip olacağını, ne araçlar yaratıp nasıl yola devam edeceğini hep beraberce belirleyelim...bu aslında sizin davetiniz.’

Çok güzel, çok ideal!

Bir de 2009 Haziran ayında (ittifak niyetinden sadece 6 ay sonra), Levent Tüzel’in başkanlığındaki ki EMEP’in, ki şu anda kendisi bloktan milletvekilidir, neden ittifak çalışmalarından çekildiğini okuyalım; ‘...çalışmalar çatı partisi fikriyatından bütünüyle sapmış, Türk, Kürt her milliyetten ve inançtan Türkiye demokrasi güçlerinin birlik zemini olması lazım gelen çatı partisi, Kürt demokratik hareketini de kapsayacak biçimde adeta "solcuların birliği" platformuna dönüşmüş bulunmaktadır’…!

Yani kısaca deniliyor ki…sadece solda birlik değil, ülkede demokrasi adına kim, hangi grup, hangi köken varsa bir arada adam gibi uzlaşarak “demokratik güç birliği” oluşturmalıdır.

Levent Tüzel, o zaman çok doğru söylemiş…umarım halen bu görüştedir. Aksi takdirde çatı partisi oluşumu yine doğmadan bu defa meclisin salonlarına gömülür.

Umarım ve dilerim ki endişelerimde haksız çıkayım…

14 Haz 2011

Seçmen AK Parti'yi çok ciddi bir eşiğe getirdi

Şunu bir daha anladım ki; bu halk hizmete oy veriyor, bu seçimlerde de böyle oldu...ancak hizmete doyduktan sonra demokrasi demeye başlayacak ve önümüdeki yıllarda hizmet+demokrasi kazanacaktır.

Aslında normal bir gelişim süreci bu...bizim gibi gelişmekte olandan gelişmiş ülke kategorisine geçmeye çalışan bir ülke için normal bir seyir...çünkü herkes önce ekmeğine ve cebine bakıyor, sonra demokrasi diyor...çünkü demokrasi bilinci henüz oluşuyor.

Zaten hizmetin peşi sıra demokrasi gelişmezse, işte o zaman tek parti diktasına evrilirz ki, bu durumda top yekun telef oluruz, zira hizmeti verip "sus" da diyebilirler...

AK Parti çok ciddi bir eşiktedir...bu seçimlerdeki başarısını, halkın yarısı bizden yana ve biz bunu perçinledik diye düşünüp, yeni anayasa, kürt sorunu, demokrasi konusunda yan çizer ya da uzlaşmacı çözümler üretmezse, hizmetin üzerine demokrasiyi ekleyemezse, sonuç hiç hayırlı olmayacaktır. Çok fazla ihtimal vermemekle birlikte, Tayyip Erdoğan'ın, dönem dönem çelişkili ve ne olduğu belirsiz ideolojik yaklaşımları sürerse, Başkanlık hayallerine iyice kapılıp, yeni anayasayı rafa kaldırırsa, Türkiye sürdürülebilir bir demokrasiyi rüyasında görür.

CHP'ye söz etmeye bile değmez, işte ittire kaktıra gelinen yer ancak bu noktadır. 4-5 puanlık oy artışı da Kılıçdaroğlu'nun gelişi ile değil, Baykal'ın gidişi ile kazanılmıştır. Kılıçdaroğlu ve CHP'den ne köy olur ne kasaba!!

CHP, bu seçimlerde halktan "standart belgesi" almıştır, yüzde 25 standartını tescillemiştir, ağzıyla kuş tutsa CHP bu ülkede bu oy oranının üstüne çıkamaz...

Kasetler, MHP'nin işine yaramıştır, ahlaksızlık mağduriyet yaratır mı, yaratmıştır işte...bundan sonra belki film şirketi kurmayı düşünürler:) ancak mecliste bulunması gereken bir ideolojiydi, barajı aşması isabet oldu.

Bağımsızlar yani BDP diyelim, başarılıdır, meclise daha çok milletvekili sokmuşlardır...ancak Kürtlerin demokratik hak ve özgürlükleri yerine Kürt Milliyetçiliğine soyunurlarsa, o da Türk milliyetçiliğini tetikler ki bu terörün devam etmesi demek olur...umarım uzlaşmacı bir tavır takınırlar, barış dili ile meclste var olabilirler...

Sonuç olarak; halk görevini yapmıştır. Bundan sonra AK Parti'den demokrasiye yönelik adımlar beklemektedir...

Aheste çek kürekleri

Biraz ağırdan alsak diyorum, yavaşlasak…Ne bu sürat , 7/24 ha babam de babam koştur dur.

Bir hesaplayın bakın, görün…çalışmak, uyumak, yollarda geçirilen süreler, yemek yemek, banyo, tuvalet, evli iseniz aile ile ilgilenmek v.s… kaç saatinizi alıyor biliyor musunuz? Tam tamına 20 saat!

Bir gün içinde yaşadım diyebilmek için sadece 4 saatiniz var! Yani kendinizle, duygularınıza baş başa kalabileceğiniz sadece 4 saat...

Bu kısa süre içinde seveceğiz, sevişeceğiz, insani duygularımızı yaşayacağız, hüzünleneceğiz, sevineceğiz, ağlayacağız, güleceğiz…

Gezeceğiz, belki bir arkadaşımızla buluşup bir yerlerde bir şeyler yiyip içip sohbet edeceğiz…

Yarın için planlar yapacağız, hayal kuracağız...

Sağlıklı olmak için neler yiyeceğimize karar vereceğiz, illa ki spor yapıyormuş gibi yapacağız...

Daha Zülfü Livaneli’nin ‘Serenad’ ını okuyacağız…

Memleket meselelerini konuşacağız, ekonomiyi ve onun yanında bonus olarak demokrasiyi kurtaracağız…

İnsanlık için kafa patlatıp çözümler üreteceğiz, barış için yırtınacağız...

Sonra bunları oturup blogda yazacağız, nasıl bir başlık atarsak çok tıklanırızı düşüneceğiz (içeriği kim takar), yazılara yorum yapacağız, blog kavgalarını takip edeceğiz, egolarımızı balon gibi şişireceğiz, gazı bitenlere gaz vereceğiz!

Bitmez bu gelecek zaman çekimi ceğiz, cağızlar.

Topu topu 4 saat, ne yapacağımızı şaşırmadan belirlemek ve uygulamak için topu topu 4 saat. Hangi birini sığdıracağız bu 4 saatin içine? Nasıl sığdıracağız?

Vallahi sihirbazlık gibi bir şey bu !

Ve ertesi 24 saate sağlıklı ve mutlu başlayabilmek, yeni bir 4 saat kazanabilmek için kronometreyi sıfırlayacağız.

Bilim adamları habire çalışıyorlar, ebedi yaşamın formülünü bulma derdindeler, hücrelerin ölümüne nasıl engel oluruz diye kafa patlatıyorlar. Daha uzun, sağlıklı ve yaşam dolu bir hayata olanak sağlamak için uğraşıyorlar.

Onlar uğraşa dursun, ya biz ne yapıyoruz? Dört nala koşuyoruz, illaki sonumuzu yakalamak istercesine.

Ne tezat !

Gün be gün tükendiğimizin farkında bile değiliz.

Yaşantımızdan, birbirimizden eksiliyoruz, kendimizi azaltırken tüm ilişkilerimizi de tüketiyoruz…ruhumuzdaki kaoslar, bedenimizdeki huysuzluklar, çevremizdeki huzursuzluklar !

Hayatı artırmak yerine azaltmak için gelmişiz dünyaya sanki…ucu ucuna yaşamaya alıştık, hep günü kurtarma telaşındayız. Dünden bahsederken sanki tarih öncesini anlatıyoruz.

Evlerde kadınlar feri kaçmış gözleri ile bir o yana bir bu yana koşuşturuyorlar…

İş yerinde kafası kızmış adamın evine geri dönmesi yüz yıllarını alıyor…

Yan odada bilgisayarının başında oturan genç kapısını kilitliyor ailesine, tüm dünyaya...

Köylü toprağına azalıyor, kentte çoğalacağını sanıyor…Kentli dar sokaklarda kayboluyor, nefes alamıyor…

Kendimize, ailemize, topluma azalıyoruz…

Yaşamanın kendisi, özü ne kadar çok halbuki.

Bilim adamları insan ömrünü uzatmaya çabalıyor…insan daha uzun yaşasa ne olacak ki yaşamı bu kadar tüketmeye uğraşırken.

Beyhude çaba!

İşte o yüzden, aheste çek kürekleri, mehtap uyanmasın…bi yavaşlayalım, bi sakinleyelim, bi kendimize gelelim…

Bir de bakmışız ki bir gün artık kronometre durmuş, çalışmıyor !

O "4 saat" te yok !

Hadi bakalım, yavaştan yavaştan oyumuzu kullanmaya gidelim…

İyi pazarlar, hepinize...yavaş olun yavaş, ağırdan alın biraz, tabakhane ağzına kadar dolu zaten :)

10 Haz 2011

Her şeye rağmen oylarımızda umut var

Bir yorumda okumuştum, hatırlayamıyorum şu anda, hangi yazıdaydı? “Kafamı bulandırmayın…Düşmanım kim? Dostum kim?... Bilmek istiyorum” diyerek öfkesini dile getiriyordu.

Birbirimizi anlayamamanın, birbirimize yabancılaşmanın en somut göstergesiydi bu sözcükler…Kim düşman? Kim dost? Benden olmayan kim, öteki kim, bilelim ki gardımızı ona göre ayarlayalım.

Ne fena bir psikoloji…kendini sürekli güvensiz hissetmek!

Bir iki kuşak öncesine kadar bu güvensizlik duygusunu pek hisseden yoktu…çok güvenli oldukları için değil ama, memleket problemlerini sorgulayıp kurcalamadıkları, ne verilirse, ne dayatılırsa bilinçsizce kabul ettikleri için. O zamanların ikliminde, güven nedir, güvensizlik hangi durumda oluşur, fazla bilinmiyordu böyle şeyler, takan da yoktu…hani tabiri caizse yuvarlanıp gidiyorlardı, öylesine…

Ama dünyada bir şeyler değişiyordu…değişti. İnsanlar ayrıştı, koşullar zorlaştı, menfaatler ön plana çıktı…paylaşılamayanlar kapanın elinde kalmaya başladı. Bir de üstüne başdöndüren hızdaki teknolojik gelişmeler, internet çağı, bilgi çağı.

Çok farklılaştık çok, farklılaştıkça azaldık, içimize kapandık… bir birey olarak tek başımıza çoğalmayı becerebilseydik, toplumu da çoğaltacaktık ama olmadı…hele bu topraklarda bu işler baya bir zor.

Şimdi düşünüyorum da; başımıza bir felaket gelse, bir kriz oıluşsa, bir müsibet musallat olsa, biz nasıl bir araya geleceğiz? Bu kadar ayrışmadan sonra, birbirimizin yaralarına nasıl derman olacağız?

Bir “Türklük” tutturduk, bulaştırmadığımız yer kalmadı…reddettikte ne oldu ötekilerini! “Sen Kürtsün, Sen Ermenisin, Sen Alevisin, Sen Çingenesin, Sen Hristiyansın, Sen Başörtülüsün, Sen sağcısın, Sen solcusun”…hay senin “sen” ine!

Bunca farklılıkları reddederek, hani o çok meşhur genlerimizde var olan merhameti, sevgiyi bir diğerinden esirgedikte ne oldu?

Gazetelerin 3.sayfa haberlerine bakın, anlayın işte ne olduğumuzu… seçim konuşmalarına daha doğrusu dalaşmalarına bakın, anlayın ne hale geldiğimizi!

Artık şiarımız oldu…”bana ne”! Gemi fırtınada sallanıyor…”bana ne, beni ilgilendirmez”! Fareler gibiyiz, kaçıp kurtulmaya çalışan! Özgür, egoist ve de tek başına mutlu fareler…

Sevdim ben bu AKP’nin seçim şarkısını…aynı yoldan geçmişiz biz, aynı sudan içmişiz biz…güzel bir çalışma olmuş. Her ne kadar herşey güllük gülistanlık olacakmış gibi bir hayal alemi gösterilse bile!

Asıl mücadele seçimlerden sonra başlıyor, anayasa, kürt sorunu, ekonomi…hepsi sırada bekliyor. Attılar tuttular, bakalım seçim sonrasında kim ne kadar ciddi anlayacağız!

Pazar günü oyumuzu kullanacağız, nedense bu seferki daha değerli gibi geliyor bana, hatta şimdiye kadarkilerin en değerlisi gibi hissediyorum.

Umut işte!

Her şeye rağmen içimizdeki o memleket tutkusu yok mu?

Gidelim, oyumuzu kullanalım, sonrasında da bize verdikleri sözlerin takipçisi olalım.

Kim sözünü tutmuyor, alaşağı!

İnan Kıraç ve The Economist, ha gayret son çabalar bunlar!

Seçim öncesi, son kozlar oynanıyor…köprüden önceki son çıkışı kaçırmamak için siyaset ve meclis tasarımcılarını öyle bir telaş aldı ki, bu telaşın AK parti’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın ne kadar işine yaradığının farkında bile değiller.

AK Parti’nin gücünü azaltmak için uğraştıkça, bu son çırpınışların bumerang misali ters etki yaptığını göremiyorlar. Çünkü her komplo, siyaseti kendi kafalarına göre tasarlamak için attıkları her adım o kadar görünür ve izlenebilir hale geldi ki, herkes yazıyor, çiziyor, konuşuyor.

Taksi şoförü diyor ki ; “bunlar nasıl adamlar, iyice rezilleştiler, inadına AK Parti’ye oy vereceğim”. Bakkal, kasap diyor ki; “memleketi bu komplucuların eline mi bırakacağız, oyum AK Parti’ye”.

İşte siyaset tasarımcılarının anlayamağı, göremediği bu…halk artık birilerinin dediği gibi aptal değil, neyin ne olduğunu bu halkın çoğu biliyor. Son çırpınışlar, son çabalar ters tepiyor…Bu oyunlarla AK parti’yi, daha da bir “tek parti” konumuna getirecekler ki ondan sonrası eyvah ki ne eyvah!

İnan Kıraç’ın ya da onun kurumsal kimliğinde vücüt bulan “İstanbul Sermayesi Krallığı” bunu 12 Eylül sonrasından beri yapıyor. Siyaseti kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etmek, istediklerini iktidar yapmak, istemediklerini devre dışı bırakmak için her seçim öncesinde bu salvolara müracaat ediyorlar, medya destekli tabii ki! Zaman zaman askerle sıkı fıkı oldular, darbelere destek verdiler, kimi zaman ABD deki lobileri kullandılar, dış basını kullandılar…O zaman DYP, MHP koalisyonu diyorlardı, şimdi CHP tek parti, ya da CHP-MHP koalisyonu diyorlar.

Anadolu sermayesinin, İstanbul sermayesini yerle bir etmesinin önüne geçmek için AK parti iktidarı onlara engel. Dananın kuyruğu da burada kopuyor zaten. Laiklik elden gidiyor safsatası bahane! Bunu 1945 ten beri yapıyor, bu malum grup. Yeni bir şey değil ki!.

İnan Kıraç, CHP tek parti olacak diye, iddiaya girmiş…böyle olmayacağını Inan Kıraç da biliyor tabii ki, sadece seçim öncesi kamuoyunu etkileme salvosundan başka bir şey değil. Hemen arkasına The Economist'ten destek geliyor, “Oyunuzu CHP’ye verin ki yeni anayasa uzlaşma ile yapılabilsin, demokrasi için CHP'ye oy verin”. Başbakan, kızmak için eli kulağında bekliyor zaten...İnan Kıraç da Başbakan’ın tehdidi ile çark ediyor, etmiş gibi görünüyor.

Bunların hepsi görüntü, hepsi senaryo dahilinde oynanan oyunlar…sahne kurulmuş, oyuncular hazır ve seçimin hemen öncesinde aniden “perde”! Inan Kıraç’ın çark ettiği filan da yok aslında. Amaç, bir taşla iki kuş vurmak, hani CHP oylarını birkaç puan daha artırabilir miyiz, artıramasak bile Başbakan’ın bu söylemlere nasıl tepki vereceği belli zaten hesabındalar …anında “risk alır” tehdidinin geleceğinin farkındalar. E haliye medya hazırda bekliyor, vay efendim Başbakan tehdit etti!.

Nasıl senaryo, yersen!

Ama kazın ayağı öyle değil işte, yemiyor bu halk bu oyunları…

Onlar oynadıkça, AK Parti güçleniyor…

Onlar komplolar hazırladıkça, bu memleti iyice “tek parti” iktidarının kucağına itiyorlar!

CHP’ye iyilik değil, kötülük yaptıklarının hala farkında değiller!

İtttire kaktıra zar zor toparlıyorlar zaten!