30 Tem 2009

Biz Türkler her zaman ve her koşulda çok iyimserizdir!




Nasılsın ? “Eh işte, fena değil, idare eder”…

Nasılsın ? “iç güveysinden hallice”…

Nasılsın? “ Allaha şükür, seni sormalı”…

Nasılsın sorusuna verdiğimiz yanıtlar genellikle bu şekilde. Ben hiç “berbat” diyenine rastlamadım. Biz hep “iyiyiz”…Öyle bir iyilik ki bu, dünya yansa yorganım yok içinde misali iyimserliğe şartlanmışız. Kötümser olup, felaket tellallığı yapanlarımız da yok değil ama yine de genellikle “iyiyiz” dir. Hatta kötü düşünürsek daha da kötü şeyler olacağı gibi bir avuntu ile “iyimserlikte” mütemadiyen ısrar ederiz, bardağın dolu tarafını görme kabiliyetimiz hususunda elimize su dökemezler.

Baş iyimserimiz, kriz teğet geçecek dedi, maşallah tüm teğet teorisi altüst oldu. İyimser olmak çok güzel ama iyimser olacağım diye gerçeklere gözümüzü kapatırsak, iyimserlik “saflık” haline dönüşebilir. .

Her şey kötüyken, her şeyin iyi olduğunda ısrar etmek, iyimserlik midir yoksa kendi kendimizi kandırmak mıdır?

AB, yılda iki kez “Eurobarometre” araştırması yapar ve toplumların önemli güncel konularla ilgili eğilimlerini, duyarlılıklarını, düşüncelerini v.s değerlendirir. Bu defa krizin sosyal boyutunu ortaya çıkarmak amacıyla yapılan Eurobarometre araştırmasında, 30 ülke arasında en fazla Türklerin krize ve işsiz kalmaya rağmen 'umudunu kaybetmediği' belirlenmiş.

Tüm dünyada ekonomik kriz sürerken biz “eh işte idare ediyoruz, Allaha şükür”!… Krizin başlangıcından itibaren Türkiye'de çalışanların yüzde 12'si işini kaybetmiş ama buna rağmen “krizden ve istihdam piyasasının muhtemel etkilerinden ne kadar endişelisiniz" sorusuna "çok endişeliyim" cevabını verenlerin oranı Türkiye'de yüzde 34 çıkmış. Yani geri kalan yüzde 66 halinden memnun…iyimser.

Diğer Avrupa ülkelerinde ekonomik kriz için iyimserlik oranı düşük, kötümserlik oranı daha yüksek…Şimdi bu sonucu nasıl yorumlayabiliriz?

“Nasılsın” sorusuna mutlaka her daim iyimser yanıt veren toplumumuzun, ekonomik krize karşı da iyimser olması zaten kaçınılmazdı.

“Bugünkü sosyal bilimlerin Türkiye'yi anlama şansı yok” demişti bir zamanlar, başka bir anketin sonucu…sanırım en doğrusu da bu sonuçtur.

“Atın ölümü arpadan olsun” sözünü şiar edinmiş bir toplumuz vesselam.

Nasılız? “iyidir, idare eder”…zaten ömrümüz idare etmekle geçiyor.

Kötümser olmayalım ama iyimserlikle gerçeklik arasındaki sınırı da kaybetmeyelim.

İyimserlik yalaması olmayalım!

26 Tem 2009

Aşkınızı nasıl alırdınız?



Hatırlayamıyoruz ki “aşkı nasıl alırdık?”…

San-al-lı mı olsun? San-al-sız mı? Sanarak mı alırdınız aşkınızı? Yoksa “san” madan mı? Hıı, hangisini tercih ederdiniz?

Daha doğrusu aşkı nasıl alacağınızı bile unuttunuz mu? Nasıl tadlandıracağınızı, nasıl adlandıracağınızı?

Bu gece barda, ihale siz de mi kaldı? Sabaha ihale mihale hak getire, “sen de kimsin” mi? Bu muydu aşk…”san” dığın? Bar tezgahında kotardığınız aşkınızı nasıl alırdınız? Limon da ister misiniz? Alkolü fazla mı olsun? Sabaha kadar uyuşmuş iki ten midir aşk?

Eyy aşk sen nelere kadirsin…bilmem kaç inçlik ekranlara da sığabilir misin? Cigabaytın yetmiyorsa, şuradan birkaç daha ekler misin “eyyy her şeye kaaadir aşk” !...bir format at da yenile kendini.

Unutuldun eyy aşk… herkes seni çoktan unuttu, tek gecelik alışverişlerin parekende fişi gibisin, bir alış veriş, bir fiş!

Ne duygularla dolu sofralar, ne yastıklar, ne omuzlar, ne de yürünecek aşk dolu yollar kaldı…avutamaz hale geldin insanları…göster şu kaaadirliğini şu duygusuz insanlığa, hadi artık. Çiz tahta masaya bir eğriti kalp, İspanyol Meyhanesine de bir uğra bu gece…kararmış tahta masada bir şarap ol, “san” anları utandır aşk.

Bir sabah kahvesi ol, orta şekerli, takıl fincanın kulpuna…”günaydın” de yorgun ama mutlu ve huzurlu bedenlere…kahvaltınızı nasıl alırdınız? Aşkı nasıl alırdınız? Çift yumurtalı bir omlet ve yanında “aşk” olsun mu?

Bitmeyen geceler, doğmayan güneşler, üzerinde uykusuzluktan dönüp durulan yataklarla mı aşkı alırdınız? Sahi nasıl alırdınız?...hatırlıyor musunuz?

Hep aynı hisli şarkıları dinleyerek mi? Özleyerek mi? Bir tutam acı da katalım mı? Aşkın acılı ayak sesleri yaksın kavursun mu? Pudra şekeri ile bezeyip, pudra şekeri tadında ve hafifliğinde bulutların üstünde mi uçursun? Ayaklarınızı yerden keserek mi alırdınız aşkınızı, kesmeden ama kesildiğini “san” arak mı?

Aşk neredesin sen? Nereye kayboldun, göçtün gittin mi?...insanları "aşksız" mı bıraktın ki bu kadar çabuk "san" arak aşık olabiliyorlar?

İçimizdeki toprak nasıl da kurudu bu kadar, nasıl da aşkı besleyen suyun kaynağını el birliği ile kuruttuk? Güneş ne zaman soldu, nasıl da farkedemedik?

Hatırlayamıyoruz “aşkı nasıl alırdık?”…

Hani nasıldı o şarkı? “Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk” mıydı, neydi?


Kemer sıkmaya alışkınız, ama!



Ayağını yorganına göre uzatmayan devletin, siyasi ve sosyal politakalarındaki tavizler ile yerel seçim harcamaları için kesenin ağzını vara yoğa açması sonucunda bütçesi açık vermeye başladı. Bir de üzerine küresel krize karşı önlemler, teşvik uygulamaları da eklenince bütçe alarma geçti. 2009’un ilk altı ayında bütçe açığı 24 milyarı buldu, anti-kriz uygulamalarını da hesaba katarsak bu yılın sonunda bütçe açığının 60 milyara dayanacağı öngörülüyor.

Devlet, küçülen ekonomi sonucu azalan gelirlerini artırmak için 37 maddelik zam listesi hazırladı. İğneden ipliğe zam geliyor.

“Krize karşı devletin reel sektörü teşvik etmesi çok da kötü bir şey değildir ancak bu korumacılığın kamu harcamalarının üzerine çok yük bindirerek ekonomiyi daha da hantallaştırması tehlikesi de yok değildir. Teşvikler veya korumacılık, yatırıma ve istihdama yönelik ve akılcı kriterlerle yapıldığında, üretimi destekleyip, iç talebi canlandırıp, rekabeti artırıcı unsurlar ön plana alındığında kısa dönemde olmasa da uzun dönemde fayda sağlar” demiştik.

Şimdi hem iç talebi canlandıralım hem de zamları peşi sıra dizelim…nasıl olacak bu iş? Demek ki her krizde umudu devlete bağlamak doğru değilmiş. “Hem devlet baba kesenin ağzını açsın, yandık bittik” deniliyor, arkasına zamlar gelince, vergiler artınca “yine mi kemer sıkacağız?” diye oflamalar puflamalar başlıyor.

“Kar yaparsam kendi cebime zarar edersem devlet zararımı karşılasın, bir an önce IMF ile anlaşsın” anlayışı işte bu zamları getiriyor.

Öyle ya; devlet bütçe açığını nasıl kapatacak?…ya karşılıksız para basacak, ya borçlanacak, ya da gelirlerini artırmanın yollarını bulacak. Açıktan para basmanın korkunç sonuçlarını 30 yıl yüksek ve kronik enflasyon olarak yaşadık. Para basmak çözüm olmuyor, o zaman IMF ye borçlanacağız, bilmem kaçıncı kuşağa yine faiz ve borç yükleyeceğiz…IMF de bize parayı kara kaşımızın gözümüzün hatırına vermiyor ya!

Bütçe açığını kapamanın en doğru yöntemi, devletin gelirlerini artırmak ancak bunu yaparken de toplumsal adaleti göz önünde bulundurmak, mali disiplini elden bırakmamak, ayağını yorganına göre uzatmak olmalıdır.

Bütçe açığının yükünü zaten işsizlikten ve yoksulluktan bunalmış kesime yüklersen, teşviklerini üretime yönlendiremezsen, mali disiplinin sağlanması da kısır döngü ile yine güme gider.

Ancak kararlı bir şekilde mali disiplin ile üretim arasındaki denge sağlanabilirse ve mali disiplin anayasal düzeyde oluşturulabilirse, ekonomi de bütçe de rayına oturur.

Yok, eğer ekonomi, siyasi çıkarlara hizmet ediyor hale gelirse Türkiye’yi daha çok zor günler bekler.

Bu halk kemer sıkmaya alışkındır ancak faydası peşinen az kişiye, bedeli bütün topluma olursa o zaman “dur” demeyi de bilir.

Mali disiplin şart, hatta mali disiplinin siyaset koşullarına göre zaman zaman laçkalaşmaması için anayasayal düzeyde sağlanması da şart.

20 Tem 2009

Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni



Yasaklayan yasaklasın, kim takar sigara yasağını!

Yasaklanan yerlerde içmeyiveririm olur biter…hem bu sigara yasağı beni korumak için değil, içmeyenleri korumak için.

Sigaramın dumanına sarıp saklayım, koruyayım ben sizi, he mi?

Ne bu be? Sigara içmeyenler içenleri ikinci sınıf vatandaş yerine koyuyor, devlet de buna aracılık ediyor…ben kendimin birinci sınıfıyım, sizin ikinci sınıfınız olsam kaç yazar?

Sigaranın zararlarını dünya alem biliyor, içenlere, çevreye, kendimize…bi bakın bakayım günlük yediklerinize içtiklerinize, o bilmem ne “jen” maddelerle dolu ürünlere, günde ne kadar tükettiğinize. Yasakçı devlet önce bunlarla mücadele etsin, pislikten tarümar olan çevreye çözüm bulsun. Benim apartmanın önündeki çöp bidonun etrafına neden görmez bu devlet?

Sigarayı bırkacaksam eğer, kendi iradem ne güne duruyor? Zorla irade mi tesis edeceksiniz milletin bünyesine?

Oldu olacak, giydirin bir deli gömleği…üzerine de yazın “bu vatandaş çok tehlikelidir, sigara içiyor”… hehehe, sigaracılar dikkat! , deli olunca kurtuluyoruz, baksanıza akıl hastahanesinde sigara içmek serbest…gözünü sevdiğim delilerim, en rahatı sizsiniz bu dünyada.

Sigara içmeyenler rahat rahat gezsin, tozsun artık, ikinci sınıf vatandaşların sizlere canları feda, yeter ki siz bunalmayın. Biz içenler için de, “ah vah tüh” üzülmeyin…

Can benim, hayat benim, keyif de benim, ister içerim ister içmem, hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım.

Gitmeyiveririm oralara buralara, kapalı mekanlara…şurada kaç yıllık ömrüm kalmış, onu içme bunu yeme!

Evimi de basacak haliniz yok ya, evim benim özgürlüğüm…

Yemişim sizin yasakçı zihniyetinizi…

Kahvemi yapmışım, balkonuma kurulmuşum, sigara yasağına inat yakmışım sigaramı….ohhhh, gel keyfim gel!

Bi fırt daha çekeyim,dumanını da şöyle bir savurayım, sizi de dumanına sarıp saklayım, canlarım benim!

16 Tem 2009

Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları




Elinde taş izi var çocuk…adalet senin neyine?

“Eline bir taş geçirip polis abinin üzerine atmayasın sakın, sonra yakalarlar, mahkemeye çıkarırlar, hakim amcalar seni hapishaneye koyarlar, 15 yıl yatarsın mapuslarda”…

“Peki ana bu nasıl bir adalettir?”

“Elinde taş izi var çocuk…sen bittin, adalet senin neyine?”

Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları Grubu, Terörle Mücadele Kanunu (TMK) mağduru olan ve halen Diyarbakır, Adana, Van, Hakkâri, Şırnak, Mardin ve Batman’da 50 yıla varan ağır ceza istemleriyle yargılanan 12-18 yaşlarındaki 3 bin çocuğun sesi olmak için biraraya gelmiş bir sivil insiyatif grubu.

Aralarında sanatçılar, yazarlar, gazeteciler ve aydınların da bulunduğu Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları Grubu, 14 Temmuz’da bir basın toplantısı düzenlediler…2 senedir yargılanmakta olan 3 bine yakın Kürt çocuğun bu durumlarının, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirgesine aykırı olduğunu ve Türkiye’nin bu çocukları topluma kazandırmak yerine, terörist muamelesi yapıp, hapislerde çürümelerine neden olduğu için insanlık suçu işlediğini çeşitli platformlarda dile getiriyorlar.

Milliyet Gazetesi yazarlarından Meral Tamer de bu grubun üyelerinden. 15 Temmuz tarihli "Deniz Seki’yi bırak, hapisteki 3 bin çocuğa bak" başlıklı yazısında “Bu akıl almaz durum, devletin de toplumun da medyanın da utancıdır. Türkiye’nin utancıdır!” diyor. Bu konuyu bütün partilerden milletvekillerine götürdüklerini, onlardan da sorunun çözümü doğrultusunda verdikleri sözleri tutmalarını istiyor ve TMK ‘nunda değişiklik yapılması gerekliliğini vurguluyor. “Türk toplumu bu sorunun farkına varmadıkça ve devlet de gereken yasal düzeltmeleri yapmadıkça, bugün Kürt çocuklarının başına gelenler, yarın her inançtan, etnik kökenden, sınıftan ve ideolojiden “ötekileştirilecek” ana - babanın çocuklarının başına da gelebilir” demekle ne kadar da haklı ve doğru bir eleştiri getirmiş.

Türkiye'de korkunç bir adalet sistemi olduğunu söyleyen dansçı Zeynep Tanbay da "Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün yetkisini kullanarak tutuklu bütün çocukları serbest bırakmasını" istemiş… "Eğer herkesin cumhurbaşkanıysa bu çocukları affetmeli. Ben 18 yaşın altındaki bir çocuğun sırf polise taş attı diye hapiste tutulmasını ve yetişkinlerle aynı şartlarda yargılanmasını kabul edemiyorum. Bu sorunu görmeyen medyayı da anlamıyorum." diyor.

Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları, internette açtıkları imza kampanyası ile duyarlı herkesi bu çocukların haklarını korumaya çağırıyor. "Çocuklara Adalet İmza Kampanyası".

Diyarbakır’da çıkan olaylar sonrası polis, çocukları yakalayıp avuçlarına bakıyor. Avucunda taş izi olan çocuğu “örgüt üyeliğinden” tutukluyor. Bu çocuklar bizim çocuklarımız…Türkiye’li çocuklar

Çocuklar on iki, on üç, on dört yaşlarındalar…Avuçlarındaki “taş izinden” alacakları ceza 50 yıla kadar çıkıyor!

Elinde taş izi mi var çocuk, sırtın terli mi çocuk, kalbin heyecandan atıyor mu çocuk? O zaman hayatın bitmiş demektir.

Keşke; Gazze’deki çocuklara, Doğu Türkistan’daki Türklere acıdığımız ve sesimizin yükselttiğimiz gibi kendi çocuklarımız için de sesimizi yükseltebilseydik.

Keşke; sürekli olarak temel hak ve hürriyetlerden bahseden bir Başbakan yeri geldiğinde "çocuk da olsa gereği yapılır" demeseydi…

BM Çocuk Haklarının Bildirgesi'nin 8. maddesinde "Çocuk her koşulda koruma ve kurtarma olanaklarından ilk yararlananlar arasında olmalıdır" deniliyor. Bu ilke Türkiye Cumhuriyeti tarafından kabul edilmiş ve altı imzalanmış ise o çocuklara çevrilen silahların, kafalarına indirilen dipçiklerin ve 50 yıla kadar hapis istemiyle yargılanıp, mapuslarda çürümeleri için hiçbir haklı neden olamaz.

Bu nasıl bir vicdandır, nasıl bir adalettir? Onlar daha çocuk…

Bırakın demokrasiyi, bırakın hukukun üstünlüğünü bir yana, çocuklarımıza karşı duyarlı her insan "Çocuklara Adalet İmza Kampanyası" na katılmalı.



13 Tem 2009

Sezen Aksu ile iklim değişti Akdeniz oldu



Sezen Aksu, Akdeniz’i gülümsetti, hüzünlendirdi, coşturdu. Konyaaltı Açıkhava Tiyatrosu’na yine özünü, kokusunu, rengini kattı ve yine imzasını attı.

Sıcak mı sıcak, yapış yapış bir Akdeniz akşamında muhteşem bir konserle Antalya’ya "merhaba" dedi.

Konser biletlerinin bir hayli pahalı olmasına rağmen, Konyaaltı Açıkhava silme doluydu…Sezen Aksu’ya hayran olmayan, sevmeyen var mıdır acaba?

Onca yaşına rağmen hala dingin, hala dinamik, hala kendisi gibi…yani olduğu gibi, mütevazi, bir o kadar da kendinde emin, seyircisi ile barışık, yolunu kaybedip sahneye çıkan kediye “içi titreyecek” kadar “insan”.

Sezen Aksu, Türk Pop müziğin efsanesi…ürettikleri, eğittikleri, müzik dünyasına katkıları ile kendini sürekli yaşatan, var eden bir efsane.

1954 yılının 13 Temmuz’unda dünyaya gelmiş, 2 gün öncesi olsa da ilk defa doğum gününü seyircisi ile yaşamanın güzelliğini tattı…Tüm Açıkhava Tiyatrosu, hep bir ağızdan, çoşkuyla “iyi ki doğdun Sezen, mutlu yıllar sana” ile doğum gününü kutladık.

İyi ki doğdun, iyi ki varsın Sezen!

Önümde oturan, elinde rengarenk fosforlu çubuğu sallayan 7 yaşlarındaki bir oğlan çocuğu, Sezen’e bağırıyordu…”seni çok seviyorum”! Neredeyse 40 yıldır müzik dünyasında var olan Sezen’i artık 7 yaşındaki bir çocuk dahi ayakta alkışlıyor ve “seni çok seviyorum” diye sesleniyorsa…Sezen Aksu için “bir efsane” denmez de ne denir?

“Beni oralara koymayın, insan üstü yapmayın, ben hep sizlerle beraberim, sizin yanınızdayım, sizden biriyim” derken ki alçak gönüllülüğü değil midir O’nu “efsane” yapacak olan…

Bazı eski şarkılarını yeni düzenleme ile seslendirdi…harikaydı, doyduk, doyduk ama ne kadar doyduğumuzu sansak da şu anda halen Sezen’i dinliyorsam , bu yazımı hazırlarken Sezen Aksu’dan “ Adı bende saklı” yı dinliyorsam demek ki Sezen Aksu’ya hiç doyamayacağım.

“Salla, salla”…Sezen Aksu, Antalya’yı salladı, gönülleri yeniden fethetti.

“Yürüyorum Düş Bahçelerinde” adlı 29 şarkı ve 2 CD’den oluşan yeni albümünü bizlere sunan Minik “ama dev” Serçe, yeni albümünden birkaç şarkıyı da seslendirdi…yine bir “Sezen Aksu klasiği” ni yıllarca keyifle dinleyeceğiz.

Orkestra muhteşemdi, vokalistler harikaydı, rakkase büyüleyiciydi… bis yaparken tüm ekip bir araya toplandı, hep bir ağızdan söyledik “Bir kıvılcım düşer önce, büyür yavaş yavaş, bir bakarsın volkan olmuş, yanmışsın arkadaş, dolduramaz boşluğunu ne ana ne gardaş, bu en güzel, bu en sıcak duygudur arkadaş”

Yerini kimse dolduramayacak Sezen, ürettiklerin ve yetiştirdiklerin seni yaşatacak…

Sezen Aksu, Antalya’da yıllara meydan okurcasına, bizlere yeniden seslendi…

11 Temmuz akşamı “İklim değişti, Akdeniz oldu”…Sezen’le gülümsedik, Sezen'le avaz avaz şarkı söyledik.


11 Tem 2009

Blog deyip geçmeyin, ürün pazarlamasında blogların önemi artıyor


Belki de bir blogda ürününüzden bahsediliyor veya şirketinizle ilgili bir görüş bildiriliyor olabilir...

Blog arama motoru Technorati’nin yaptığı araşt
ırmalara göre her 100 blogcudan 80’i mutlaka yazılarında bir marka veya üründen söz ediyor. Türkiye’de de 1 milyona yakın blog olduğu düşünülürse “blogtan al bilgiyi” demek yanlış olmaz.

Blogların, geleceğin medyasına yön vereceği artık herkes tarafından kabul ediliyor. Kaliteli içerik üreten pek çok blog geleneksel medya anlayışını altüst ederken bloglara yeni bir bakış açısı daha geliyor…

“Kulaktan kulağa, ağızdan ağıza ürün pazarlamasında bloglar”.

Günümüzde potansiyel müşterilerin tüketim eğilimlerini belirlemek, yeni piyasaya çıkan bir ürünle ilgili düşünceleri öğrenmek veya mevcut ürünün reklamını yapabilmek için elinizin altında artık yüz binlerce blog var.

Herkesin blog yayınlayabilmek için çok fazla olanağının var olduğu, konu başlıklarından arama motorlarında kolaylıkla bulunabilirliği ve bloglarda yazılanların paylaşılabilirliği düşünüldüğünde “siz siz olun blogları es geçmeyin” derim.

Facebook, Friendfeed, Twitter gibi sosyal medya araçlarında da blogların paylaşımı oldukça fazla…bu kitleyi yabana atmamak gerekiyor. Bu platformlarda herhangi bir bilgi, bloglar aracılığıyla veya doğrudan hızla virüs gibi yayılıyor. İnternet kullanıcılarının tüm duygu ve düşüncelerini artık sanal dünya ile paylaştıkları, blogkürenin sınırlarının durmaksınız genişlediği günümüzde herkesin birbirinden öğreneceği çok fazla şey var…hal böyle olunca ürün tanıtımı ve pazarlamasında da bloglar adeta bir cevher.

Bloglar arasında inanılmaz bir ağızdan ağıza iletişim var ve bloglar artık firmalar için hedef kitlelere ulaşmada en etkin araçlardan biri. Firmaların, tüketicilerinde farkındalık yaratmak, onların ilgisini çekip ürünlerini ya da hizmetlerini sunmak, denettirmek için bloglara ihtiyacı olduğu gerçeğini bir an önce görmeleri ve bu ucuz hatta çoğu zaman sıfır maliyetli pazarlama yöntemini hayata geçirmeleri gerekiyor.

Dünyada birçok marka bu pazarlama trendine girdi bile…Bloglar aracılığı ile ürün tanıtımı ve pazarlaması Türkiye’de de hızla yaygınlık kazanıyor. Blogların öneminin farkına varan birçok marka, konuyla ilgili çalışmalarına ağırlık veriyor. Bu çalışmaların sayısı da gün geçtikçe artıyor ve artmaya da devam edecek gibi gözüküyor.

Blog deyip geçmeyin... geleceğin medyasını da internet ekonomisini de biz blogcular şekillendireceğiz! Bu bir iddia veya abartı değil, gerçek…Tabi ki kaliteli içeriklerimizle…aynı zamanda bu bizlere profesyonel blogculuğun yolunu da açacaktır…

Unutmayın, zaman değişim zamanı!



6 Tem 2009

Nohutlu pilavımıza kıymayın efendiler!




Bembeyaz tane tane pilav, üstüne kalınca bir kat nohut, üstüne yine pilav…en üstte didiklenmiş tavuk parçaları… bu bana yapılır mı be hocam?

Ya yanındaki acı biber turşusu, pul biber, kara biber sırada, olmazsa olmazlardan, bir de yanına ayran…of ki ne off!

Lüks lambasının titrek ışığının aydınlattığı, soğuğa inat buğulanmış camekanla çevrili el arabasının içindekiler cihana değer… Geçmiş zaman olur ki nohutlu pilavın hayali bile cihana değer!

Dünyanın bir ucundayken, sevmediğiniz yemekleri yememek için direnirken guruldayan karnınızın tam da ortasına gelir yerleşir…Usta’nın hayali cihana değen nohutlu pilavı ile hayali bir aşk yaşamamak elde değildir artık…yutkunur da yutkunursunuz. Dönüşünüzde, İstanbul’da işim var diye bahane uydurup 1 gece kalmak ve o guruldayan özleminize kavuşmak farz olmuştur. Çağırır sizi o lüks lambalı, buğulu camekanlı nohutlu pilav arabası ve camekanın içindeki nefaset…vallahi de gerçek billahi de, yaşamayan bilmez!

Çek ustam çek bir nohut pilav, üstüne serpele tavukları, derisinden fazla kaptırma ama…

“İğğğ iğrenç” diyen kadınlara şaşarım! Siz yaşamıyorsunuz ki zaten…varsa yoksa hijyen. Siz pilavı Usta’dan daha iyi asla yapamazsınız da ondan o burun kıvırmalar…bilir misiniz ki pirinç tuzlu suda bekletilmez, tuzsuz ılık su olacak, 45 dakka bekleyecek, kırmayacaksın pirinci, öyle çelikmiş teflonmuş yok, halis mulis alimünyum olacak tencereniz…bi öğrenin, bi tadın, bi yaşayın yaaa…siz şimdi tükürük köftesinin tadını da bilmezsiniz!

Avrupa Birliğine girelim de, mümkünse lütfen Usta’nın nohutlu pilav arabası ile girelim…eski sokak lezzetlerimizi bir kenara atmadan bizi almazlar mı acaba?

Zabıta abilerim de sağolsunlar kovalaya kovalaya kaçırdılar bu lezzetçileri…Şimdilerde İstanbul’un işlek yerlerine dükkan vari oldular, lokanta, restoran oldular. Nohutlu pilava, kira, vergi, stopaj, SSK primi eklenir mi hiç hocam…tadını kaçırdınız pilavın da pilavcının da.

Simitin, simit tablasından simit sarayına girmesi ile kokusu kalmadı. Nohutlu pilav da restorana girince hayali cihanlıktan çıktı…

Şimdilerde de “pilav arabası” zincirleri oluşturuluyor. Elbette güzel bir girişimcilik; nohut, pilav, ayran üçlüsünü farklı ve hijyenik koşullarda sunmak, pilav arabalarını modernize etmek…Güzel de işte bir de o hayali cihana sor bakalım.

Usta’nın lüks lambalı, buğulu camekanlı ekmek teknesi, franchise ile 15 bin dolara “pilav arabası”, 30 bin dolara da “köşe dükkan” oluyor…anahtar teslimi. İzmirli bazı girişimciler bu dahiyene fikirle (gerçekten de katılıyorum dahiyane olduğuna) ortaya çıktılar.

Hijyen, AB kriterleri, her şey kabulüm ammaa gel de söz geçir o guruldayan özlemime!

Nohut, pilav, ayran, üstüne didilmiş tavuk, acı biber turşusu, bolca karabiberle…Tam da sırası şimdi.

Kıymayın efendiler!

Mümkünse nohutlu pilavımızla ama ille de buzlu camekanın içindeki nohutlu pilavımızla girelim AB’ye !






4 Tem 2009

Kayıt dışı ekonominin ağırlığı belimizi büküyor


“Ekonomi yüzde 13,8 küçüldü, milli gelirimiz bu oranda azaldı” derken bu oranın doğruluğundan nasıl emin olabiliriz ki? Devletin kayıt altına alabildiği ekonomik faaliyetlere göre… ya kayıt altına alınamayan kısmı?

Adı üstünde “Kayıt dışı ekonomi”…kayıtlarda görünmeyen ekonomi. Türkiye’de resmi olarak % 30, gayri resmi olarak %60 gizlenen ekonomi varken, hiçbir ekonomik veriye de güvenmemek lazım.

Türkiye’de toplanamayan vergi 20 milyar lira, son yılda kaynağı meçhul 17 milyar dolar ekonomiye girmiş, bir o kadar da çıkmış…bugün gelişi güzel 20 tane küçüklü büyüklü işletmeye gidin, kaç tane kayıtlı çalışanı var bir kontrol edin bakalım? Kayıtlı olanlar da asgari ücretten; adam koskoca şirketin genel müdürü, aylık geliri en az 5 bin lira, ssk bildirgesinde asgari ücretden gösterilmiş! Bu şekilde milyonlarca çalışan var.

Bugün Türkiye’de bila istisna ortak uzlaşıya varılan tek bir sorun var, o da “kayıt dışı ekonomi”. 1980 lerden beri ekonomimizin en başa bela yapısal sorunu!...herkesin vergi mükellefi olmaması, ekonomik işlemlerin gizlenmesi, nasıl ederiz de daha az vergi öderiz veya zarar gösterelim, vergi ödemeyelim.

Bunun için ekonomi uzmanı olmaya gerek yok, çevrenize, alış veriş yaptığınız yerlere, pazara, iş yerlerine bir bakın… kayıtsızlığı kanıksamış, vergi kaçırma iç güdüsü olan ne kadar çok insan var…hatta siz bile düşünürsünüz ki “herkes vergisini tam ödesin ben de o zaman öderim!”…ama işte bu düşünce sistemi nedeni iledir ki; aslında her alış verişiniz üzerinden dünya kadar dolaylı vergi ödemektesiniz…çünkü devlet, gelire göre vergi toplayamadığı için habire dolaylı vergi çıkartır ve düşünemezsiniz ki aslında siz verginizi tam olarak ödemediğiniz içindir bu dolaylı vergiler...e devlet baba ne yapacak, nasıl geçinecek, onun da paraya ihtiyacı var… yoksa bu yol, su, elektrik size nasıl geri dönecek?

Kayıt dışı ekonomi; kamu açıklarının ve ekonomik istikrarsızlığın en önemli nedenlerinden biridir. Ekonomik krizler karşında ince dal gibi sallanıp sallanıp kırılmamıza neden olan en büyük sorundur… kravatsız ekonomi, yeraltı ekonomisi, gizli ekonomi, gayri resmi ekonomi, faturasız ekonomi, görünmez ekonomi, vergisiz ekonomi, gölge ekonomi …ekonomik faktörler dışında sosyal, psikolojik, siyasi ve ahlaksal boyutları ile de karşımıza dikilir ve ekonomiyi bir türlü düzlüğe çıkaramadığınız gibi, son yaşanan krizde olduğu gibi bir de bakmışsınız ki ekonominiz habersizce yüzde 13.8 küçülmüş!...ama bu rakamın doğruluğundan bile emin olamazsınız, çünkü sadece buzdağının görünenidir.

Milli gelirin yarısı kadar bir tutar kaçak ekonominin boyutudur…Türkiye eğer borç batağından kurtulmak istiyorsa, ekonomik istikrar istiyorsa önce ekonomiyi tamamiyle kayıt altına almanın yöntemleri cesurca belirlemelidir.

Ak Parti’nin 2002 seçim vaatlerinden biri idi…kayıtdışı ekonominin boyutunu küçülterek devletin vergi gelirlerini yükseltmek. Evet, devletin vergi gelirlerini yükselttiler ama dolaylı vergilerle, yani gelire oranlı alınan vergilerle değil…Biliniz ki bir ülke ekonomisinde ne kadar oranda dolaylı vergi varsa o kadar oranda da kayıt dışı ekonomi vardır…ve bu dolaylı vergi yükü doğrudan sırtınıza biner…

Batı ekonomilerinde neredeyse yok denecek kadar az olan kayıt dışılık, eğer ciddi önlem alınmazsa Türkiye’de 30 yıldır olduğu gibi gelecek yıllarda da ekonomiyi pamuk ipliğine bağlı kılacaktır.

Kayıtdışı ekonomi ile mücadele için öncelikli olarak tam bir siyasi irade gereklidir. Siyasi irade bu kesimin mümkün olduğunca kayıt altına alınması konusunda azami gayret göstermeli ve cesaretle köklü kararlar alabilmelidir.

Şu anda Türkiye; rüşvet, kayıtdışı ekonomi, kara para trafiği ve yolsuzluk istatistiği bakımından dünyanın en kötü ülkelerinden birisidir…Kayıt dışı ekonomi ile mücadele için devlet uğraş vermeli ama aynı zamanda bireyler de vergi kaçırma ve gelirini gizleme iç güdüsünden kurtularak üzerine düşeni yapmalıdır.

Aksi takdirde daha uzunca yıllar ek vergiler geliyor diye ahlamaya, vahlamaya devam ederiz…

“Kriz teğet geçti, dip yaptı, şu kadar küçüldük, bu kadar büyüdük” diye ekonominin dedikodusunu yapacağımıza şu kayıt dışılığa bir çözüm bulalım.