28 Mar 2009

13 yaşındaki bir “çocuk” devleti yıkabilir mi?



Bir elindeki taşa baktı, bir karşısındaki polis abisine…Ter içindeydi, kalbi yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu.

“At” demişlerdi, “ fırlat!”

Tekrar elindeki taşa baktı; dününün acısı, yarınının korkusu sinmişti o taşa...farklı bir güç vermişti taş O’na. Öyle bir güçtü ki bu; batıdaki büyük şehirde, özel okulunda arkadaşlarıyla gülüşerek konuşan mutlu ve karnı tok yaşıtı ile eşdeğer kılıyordu O’nu!

O, daha mı büyüktü ki yaşıtlarından?...Çaresizlik, ezilmişlik, yoksulluk, ötekilik, yok sayılmışlık daha mı hızlı büyütmüştü O’nu?

Fırlattı taşı ne gelirse önüne…fırlattı isyanına, fırlattı dününe, fırlattı O’nu yok sayanlara…var olacağını sandı!

Bilemezdi ki kullanıldığını…O daha çocuktu!

Bizim çocuklarımız onlar, bu ülkenin çocukları…hani her gün kardeşimiz edebiyatı yaptığımız ama beynimizin içinde dışladığımız Kürtlerin çocukları.

Bu ülkede;

Hertürlü hırsızlığı yolsuzluğu yapanlar dokunulmazlık zırhıyla korunuyor, ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşıyorlar…

Bu ülkede siyasete sıvanmış kocaman adamlar devlet adına adam öldürürken halen hesap sorulmuyor…

Bu ülkede binlerce insana düşüncesi nedeniyle işkence yapanlar, işkencelerden ölümüne sebep olanlar halen kahraman muamelesi görüyor…

Darbeler yaparak, Denizleri, Erdalları Ulucanlar’daki çınar ağacında sallandıranlar sıcak evlerinde resim yapıyorlar…

Bayrampaşa’da yaşama döndüreceğiz diye yaşamları katledenler zaman aşımından paçayı kurtarıyorlar…

Gazetelerin 3.sayfa manşetlerinde yer alan vahşi cinayetlerin, tecavüzcülerin suçları indirime giriyor, kısa bir süre sonra da sokağa salınıyor…

Yaşları henüz 15’i bulmamış masum çocuklar da sadece polisin verdiği ifadelerle polise taş attığı gerekçesi ile vatan haini muamelesi görüp, 25 yıla varan cezalarla yargılanıyorlar.

“Adana’da, ağır ceza mahkemelerinin çocuklara yönelik verdiği ağır cezalara bir yenisi eklendi. Polisi taşladığı, yasadışı slogan atıp bir araca zarar verdiği ileri sürülen altı çocuğa toplam 25 yıl 10 ay hapis cezası verildi. İnsan Hakları Derneği Adana Şubesi’nden yapılan açıklamaya göre, Adana’da beş ay içinde 41 çocuğa toplam 143 yıl hapis cezası verilmiş oldu”. (radikal.com.tr)

Hangi akıl veya vicdan ölçüsüne göre 13 yaşında bir çocuğa, eline taşı aldı polise attı diye 25 yıl ceza verilir?

13 yaşında bir “yetişkin” sayılmak, bölgesine göre değişir mi?

13 yaşındaki bir “çocuk” devleti yıkabilir mi?

Adana’da yargılanan çocukların cezaları ertelenmemiş.

Gerekçe;

“Çocukların ayrı ayrı kişilikleri ve işledikleri suçun toplumsal boyutu göz önüne alınarak, gelecekte bir daha suç işlemeyecekleri hususunda mahkememize kanaat gelmediğinden CMK’nın 231. Maddesi uyarınca haklarında verilen hükmün açıklamasının geri bırakılmasına yer olmadığına…”

Ben de bir taş atıyorum…insanlığın böylesine!


25 Mar 2009

Yine fok katliamı...bunlara nasıl kıyıyorsunuz?



Dünyanın en medeni ülkelerinden birinde, Kanada’da yüreği buz tutmuş adamlar ellerindeki sopaları sallıyorlar, avlarının peşinde, ağızlarından salyalar akıyor…

Bir bebek fok, buzların üstünde sürüne sürüne denize kaçmaya çalışıyor…

Denize ulaşmalı, deniz özgürlük, deniz hürriyet, deniz yaşam…

Denize ulaşamazsa biliyor ki yüreği buz tutmuş adam kafasına çekiç, sopa veya buz kıracağı "hakapik"le vuracak, sersemletecek, çengelli sopayla boynundan yakalayacak…

Kardeşine yaptığı gibi, onun da canlı canlı derisini yüzecek…

Bu dehşet sahnesi yıllardır, uygar bir ülkede bu mevsimde tekrarlanıyor… uygarlıkları yerin dibine batsın.

Kanada üç yıl içinde bir milyondan fazla fokun öldürülmesine izin vermiş. Bu katliam izninin nedeni ise "kürk modası". Kanada, fokların soyunun tükenme tehlikesinin artık ortadan kalktığını, sayılarının çoğaldığını ve bu nedenle morina balığı stoklarına büyük zarar verdiğini belirterek bu vahşete izin veriyor.

Her yıl ilk baharda yüzlerce fok dünyaya geliyor ve yüzlerce hayvan daha birkaç aylıkken öldürülüyor.

Anne sütüyle beslenen bebek foklar, günde iki kilo alıyor, doğduktan 25 gün sonra yüzmeyi öğreniyor. 3-4 aylıkken bu vahşi adamlarların avı haline geliyorlar.

Geçen yıl 270 bin bebek fok katledildi, bu yıl 280 bin bebek fok kafalarına vura vura öldürülecek…

Bunlara nasıl kıyıyorsunuz?


24 Mar 2009

Afrika yeniden talan ediliyor


Hayatta kalabilecek kadar yiyecek bulamadığı için ölen yoksul insanların Afrika'sını “yeniden talana” başladılar.

Önce insanların topraklarına göz diktiler, ülkelerin sosyal ve politik yapılarına bakılmaksızın cetvelle sınırlarını çizdiler, kanlı darbeler ile istikrarsızlık yaratıp yeraltı ve yerüstü zenginliklerine, petrolüne, altınına, elmasına, gümüşüne el koydular.

Bu öyle bir zenginlikti ki ‘medeni’ ülkeler tarafından ‘medeniyet götürme’ adı altında talan edile edile bitirelemedi.

Önümüzdeki ayın ilk günlerinde Londra’da G20 ler toplanacak. Gündem maddelerinden biri de Çin’in Afrika’daki ekonomik faaliyetlerinin artışı ve Afrika ile ilişkileri.

Çin son yıllarda Afrika’da atağa geçti. Afrika’ya ticaret hacmini hızla büyüttü, enerji ve maden yatırımlarına ağırlık verdi, petrol arama ve imtiyaz anlaşmaları ile Afrika’daki siyasi nüfuzunu, ekonomik varlığını iyice güçlendirdi. Bugün pek çok Afrikalı Çin’deki üniversitelerde eğitim görüyor, yine bir kısım Afrikalı askerler Çin’de eğitiliyorlar.

Keza dünya bilgisayar endüstrisini kasıp kavuran Hindistan da Afrika’da hızla adını duyurmaya başladı. Hindistan, Afrika Birliği ile ortaklaşa dünyanın en büyük bilgisayarlı tıp eğitim projesini yürütüyor. Projede kullanılan ağ, Afrika'nın en büyük bilgi teknolojisi yatırımı olacak. Ayrıca Hindistan da Çin gibi Afrika ile ticaretini gittikçe yoğunlaştırıp, enerji yatırımlarına da başladı.

Çin ve Hindistan’ın Afrika’daki bu hamleleri Amerika ve Avrupa’yı çok rahatsız ediyor. Küresel ekonomik krize çözüm arayışlarının hızla devam ettiği bu günlerde, paylaşım savaşları da hızlanıyor.

İşin Amerika cephesine bakacak olursak; Amerikan araştırma kurumlarına göre 2015’te Amerika petrol ihtiyacının yaklaşık yüzde 20’sini Afrika’dan sağlamak zorunda kalacak. Ortadoğu petrol ve gaz rezervleri azalacağından ABD, petrol ve gaz sektöründeki yatırımlarını Afrika’ya kaydıracaktır.

Obama, kökeni nedeni ile Afrika’da seviliyor, barış mesajları tüm dünyada hedefini buluyor. Ama Obama Afrika’nın yeni yüzyıldaki önemini de iyi biliyor. Obama’nın Afrika’yla ilişkileri diğer kıtalarla olan ilişkilerden daha farklı olacaktır. ABD’nin son zamanlarda gerileme görülen Afrika’daki yatırım projeleri hızlanıyor, Afrika’ya maddi destek planları hazırlanıyor.

Şimdilerde Afrika’nın küresel ekonomiye katılımı hızlandırıldı. Ancak bunu yaparken yöntemlerde yine bir değişiklik yok… Afrika’da iş yapma biçimi halen “ortaklık”, “sosyal refahı sağlamak” veya “yardım” adları altında Afrika’ya empoze ediliyor. Asıl amaç yine "talan"...

Afrika’yı sömürme yarışında Türkiye’nin kullanılıyor olması da cabası. Çünkü Türkiye, bölgesinde bir güç haline geldi, herkes bunun farkında ve bu güç bazı doymazları Afrika’ya yanaştırma da etkin olabilir. Düğün değil bayram değil eniştem beni niye öptü hesabı, devlet büyüklerimizin Afrika’ya kimi zaman konsolosluğumuz bile olmayan ülkelerine ziyaretleri de bunun bir göstergesi olabilir mi? Kenya ve diğer Afrika ülkelerinde açılan Fetullah okulları da cabası.

Küresel tanrıların Afrika’daki hamleleri yine milyonlarca yoksul ve aç insanın sırtına basılarak yapılacaksa ve bir bu kadar daha Afrikalı çocuğun açlıktan ölmesine göz yumarak yapılacaksa bunun adı “ortaklık” değil “talan” dır.

Afrika’nın yeniden talanı!

Obama’nın gelişine yakın dikkate alınması gereken bir konu olduğunu düşünüyorum…

Türkiye, Afrika’da yeni bir talan için alet olmamalıdır.

Türkiye, Amerika ve Avrupa istediği için değil, Afrika’da zor durumda bulunan insanların gerçekten refahı için çalışacak bir ülke konumunda olmalıdır.

Başka bir dünya elbette mümkün ancak bu dünya Afrika’nın da sömürülmeden içinde bulunduğu bir dünya olmalı!

Ve nihayet bir Afrika atasözü;

Sular yükselince, balıklar karıncaları yer… Sular çekilince de karıncalar balıkları…. Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmemelidir…Çünkü kimin kimi yiyeceğine, "suyun akışı" karar verir.

21 Mar 2009

Hadi gülümse anneanne


Bugünlerde daha bir sıklaştı dönüp dönüp geri bakmalar…neler neler yaşanmış, kimler gelmiş ne çabukta gitmişler.

Sevgiler ömrüme ömür katmış, kırgınlıklar çentik atmış…

Ekranda torunumun yüzünü görüyorum, yazmayı bilse yazacak klavyede, anneannesiyle chat yapacak…iki nokta üstüste aç parantez… “Hadi gülümse anneanne”.

Devir tuşlu duygular devri. Ne çabuk geçtik biz bu devre…daha dün heyecanlar tuşsuz volta atıyordu yüreğimizde.

Şimdiye kadar geçmek bilmeyen zaman nasıl da hızla tükeniyor. Ne zaman sabah ne zaman akşam?

Bugün gündüz geceye eşit…ne gündüzü ne de geceyi elde tutamadıktan sonra eşitlense ne olur, biri diğerinden uzun sürse ne olur?

Böyle zamanların şairidir Ümit Yaşar Oğuzcan…tam da zamanında gelir, vurur da vurur hüznün taa en dibine;

Ne zaman baksam çevreme elli yıl sonra
Hep aynı gördüklerim; bir keşmekeş, bir bozuk düzen
Bir lokma ekmek uğruna tükenmesi insanların
Yaşamak ve ölmek için hep aynı neden


Sefil doymazlık: ete, kana, paraya
Öylesi bir açlık ki eksilmeyen, bitmeyen
İnsan, ezebildiğince mutlu insan, oğul
Nereye gidersen git hep o tuzak, o dümen


Küçük hesaplarla kabaran büyük hesaplar
Ve değişmez çığlığı insanoğlunun: Ben, ben, ben!"
Sen yok musun? Onlar yok mu? Biz yok muyuz?
Nereye bu gidiş? Delicesine pupa yelken


Söyle neyi değiştirebilirsin ki tek başına
Yıldırırlar, sustururlar vururlar seni de hemen
Düşler bitmişse, gerçekler bir tokat gibi inmişse
Tek başına mutlu ol bakalım, olabilirsen


En güzeli sevmek diyeceksin insanları tümüyle
Usanmadan, bir şey ummadan, beklemeden
Ver, durmadan ver, eller uzanmış, baksana
Ver ki; kurulsun sofra, başlasın şölen


Bir yanda umutların, düşlerin, düşüncelerin
Bir yanda aldığını geri vermez koca bir evren
Bak! Bütün ağızlar yutmaya hazır seni
Bir noktadan, bir lokmadan başka nesin sen


Dönüp gerilere bakıyorum, bir de kendime
Elli yıl geçmiş, ha gün, ha yarın derken
Değişen birşey yok, bir şaşkın benden başka
İşte aynı yol, aynı kapı, aynı merdiven


Hani nerdeler? Kimi yitmiş kimi gitmiş dostların
Bir ak saçlı anan kalmış yolumu bekleyen
Sabah-öğle-akşam...Hep o tekdüze yaşam
Ve kırılmış bir kalple yorulmuş bir beden


İşte böyle geçti yıllar, bozbulanık
Ben sevdim, ben ağladım, başkalarıydı gülen
Ne zaman uzattıysam ellerimi, parçalandı
Mutluluk serseri bir mayındı denizlerimde yüzen”.


Savrulmuşuz yurdun dört bir yanına, zaman dört nala…sevdiklerimin gülen yüzleri ekranların arkasında kaldı.

Yine de her yeni günümü öpüp başıma koyuyorum…iyi ki sevdiklerim varlar.

Darbe geyikleri; bir darbe de biz rica etsek!

Yaz katip, biz de rahatsızız...

“Biz de rahatsızız” ama elimizde gücümüz yok ki şöyle koduk mu bir de biz oturtalım.

Ne elimizde “altın üçgen” şeması, ne de etrafımızda gaz veren var…yazıcı kuvvetimiz de yok ki bizim adımıza bol bol rahatsızlığımızı dile getirse, korkutmak istediklerimizi bizim adımıza korkutsa, pıstırsa.

İlkokuldan beri en büyük gücün devlet olduğunu öğrettiniz, devleti beyinlerimize mıhladınız…"devlet her şeyin üstündedir, Allah ordumuza zeval vermesin” dedik, saf saf inandık!

Bir de demokrasi diye bir şeyden bahsettiniz…”bir tane oy hakkınız var, kime istiyorsanız kullanın” dediniz.

Kimin sesi daha gür çıkıyorsa ona mı kullanalım?

Peki sonrasında bizi adam yerine koyacak mısınız? Yoksa yine korkmaya devam edelim mi?

Bazıları da diyorlar ki; Devlet bizlerden gizli gizli işler çevirebilirmiş, rutinin dışına çıkıp, bizim oyumuzu verdiklerimizi başaşağı edebilirmiş, çünkü onun topu tüfeği varmış, yazıcı kuvveti varmış, altın üçgen şeması çizenleri varmış.

Benim oyumdan güçlü müdür bu top tüfek, altın üçgen şeması veya yazıcı kuvvet denilenler?

Yazıcı kuvvetler nasıl yazdı ise "genç subaylar rahatsız" diye, biz de şikayet etsek, desek ki “ rahatsızız” , yazarlar mı acep?

Hem “al işte oy” diyorlar, “hadi seç bakalım ”…bir yandan da kodu mu oturtma planları yapıyorlar…

Madem seçtiğimizi beğenmeyeceksiniz ne diye bizi uğraştırıyorsunuz.

Zaten kafamız olmuş binbeşyüz, bir yandan işsizlik, bir yandan fakirlik…evde çoluk çocuk ekmek bekler.

Fazla uğraştırma bizi, yaz katip… “ Biz de rahatsızız!”

Yazdın mı?

Tebrik ederim, güzel yazmışsın!

Altına da Usta’dan bir iki laf edelim, herkes bizi sol tarafından kodu mu oturtuyor sansın…

“Ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa”

Tamam şimdi daha iyi oldu, kimse çakmaz manzarayı artık!

Şimdi biz de koduk mu oturtabilir miyiz?

E hadi o zaman!

***

Bu bir darbe geyiğidir!

Tek gücümüz, oyumuz...istemediğimizi ancak biz göndeririz.

Herkes kendi işine baksın...

19 Mar 2009

Maymun savaşları ve siyasallaşan maymunlar


Maymundan doğal seleksiyonla insan olduk diye, doğal olmayan seleksiyonlarla tekrar maymunlaşmanın alemi var mı?

Darwin amca! biz sana ne kötülük ettik?

Bizim babamızı, ceddimizi, yedi sülalemizi maymundan türettin diye ortada kıyamet kopuyor.

Bir an önce gerçekliğe kavuşsak da ne olduğumuzu, nereden çıktığımı anlasak…

Maymun muyuz, insan mıyız?

İnsanlaşan maymun mu, maymunlaşan insan mıyız?

Varoluşumuzun kaynağını belirlemeden toplumsal duruşlar sergileme çabamız bak bizi ne hale getirdi?

Başbakanımız diyor ki; “maymun olmak isteyenler maymun olabilir, biz insanız”!

Türkiye yine ortadan ikiye ayrıldı; Maymunlar ve insanlar!

Economist dergisi bir araştırma yapmış; Dünyada evrim teorisine inananların oranı giderek azalıyormuş. Türklerin ise sadece yüzde 26’sı teoriye inanıyormuş. Yüzde 52 evrim teorisi için “kesinlikle yanlış” derken, kararsızların oranı ise yüzde 22 imiş.

Buyrun işte Türkiye’nin maymun-insan savaşı haritası…çok tanıdık bir orantılama bu.

TÜBİTAK, Darwin amcama sansür uygulamış…farklı bir davranış beklenebilir miydi? Siyasi iradenin kontrolü altına girmiş bir bilim kurumundan ne umuyorduk ki bu vaveyla kopuyor? Dünya CERN'de cirit atarken TÜBİTAK var mıydı? Esamesi okunuyor muydu?

Sivas faillerini savunan, alevilere “mum söndü oynuyorlar” diyen bir adam bu ülkede Adalet Bakanı olmuştu. Zamanın Milli Eğitim Bakanı ders kitaplarından evrim teorisini çıkarmadı mı?

Bu ülkeyi Darwinizm ile ateizmi bir tutanlar yönetiyor. Birileri de ne zaman Darwin tartışması çıksa hemen peşine laiklik veya irtica kavramlarını takıyor.

Darwin amca! böldün bizi yine tam ortadan…

Ağızlarından hukuk, demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü gibi kelimeleri düşürmezler...

Bir yanda sırf inançlarına ters diye Darwinizmi yok sayıp, insanları “maymuncu” ilan ederler…

Diğer yanda “bunlar peygamberin kılına tüyüne taparlar” diye inançlara saygısızlık ederler…

Velhasılı kelam garip bir durum…“Uçağa nazar değdi!” diyen bilimselcilerle, “Darwin’e sansür” koyan anti-bilimselcilerin ülkesiyiz.

Kimse bilimsellik kavramını kullanarak siyasi görüşünü pazarlamasın!

Kimse Darwin üzerinden siyaset yapmasın!

Maymundan doğal seleksiyonla insan olduk diye, doğal olmayan seleksiyonlarla tekrar maymunlaşmanın alemi var mı?

11 Mar 2009

Bu kalp işe yarar mı?


Yarım asır, dile kolay. Ortalama ömrün üçte ikisini tüketmişim.

Bunca çokluğun arasında “yaşadım!” diyebilmek için “nasıl geçti o güzelim yıllarım” şarkısını dinlediğimde hüzünlenmemem gerekiyor.

Hani derler ya “film şeridi” gibi…kimler geldi, kimler geçmedi ki?

Hayatı rölantiye almak, artık yavaş ama hissederek yaşamak için hızımı azalttığımda sandım ki film şeridi de yavaşlayacak.

Bernard Shaw ne demiş; “Bu hayat tersine yaşanmalı, yaşlı olarak doğup bebek olarak ölmeliyiz”…öyle mi olmalıydı ki? Yarım asır olunca mı Bernard Shaw’ın bu sözü aklıma takıldı?

“Her günü öpüp başıma koyuyorum, yaşın kemale ermesi bu olsa gerek” yazmış bir blogdaşım…çok yakın geldi bu sözcükler, hissettim, anladım, önerdim yazısını…her blogumun altında duruyor…banko!

Yaşın kemale ermesi, sıkı bir tecrübedir diye avutuyorum kendimi.

Ancak eskiden “boşver” dediğin ağrılar, sızılar ille de hatırlatmaya başlıyor; “yaşın kemale erdi, yavaş yaşamaya da karar verdin, ancak o taşıdığın bedenin senin ritmine uymak zorunda değil, o beden yoruldu, birden bire sen istedin diye yavaşlıyamıyor”…

“Hızlı hayatların, düşmelerin kalkmaların bedenini yoracağını tahmin edemedin mi? Her günü öpüp başına koymayı taa doğduğundan beri yapsaydın olmaz mıydı? Anlamak için ille de yarım asır mı tüketmeliydin?”

Bir zamanlar “sol yanım acıyor” demiştim…halen de acıyor.

Şimdi de “sol yanım ağrıyor”…sordum doktora

- Bu ağrı hayra alamet midir? Bu kalp daha işe yarar mı?
- Bakacağız , inceleyeceğiz, hemen söyleyemem

Keşke yüze bakarak, yüreğin de işe yarayıp yaramayacağını anında söyleyebilse idik...Ne kolay ne güzel olurdu hayat, ona göre hemen önlemimizi alabilir, etrafımızı yüreği güzel insanlarla doldururduk.

Bir sürü tüpe doldurdular kanımı, ne kadar yoğundu, koyu kırmızı. “Zaten O Rh negatif olmasının vardı bir hikmeti” deyince, hemşire hanım garip garip yüzüme baktı…al sana kanıyla övünen bir manyak demiştir. Neresi övünülecek bir kan, herkese verirsin, sadece kendi grubundan alırsın, üstelikte negatif. Az bulunuyor ya , sanki o zaman daha değerli oluyor!

Kalbimin sesini de dinlediler, yazılı ifadesini aldılar…bir tuhaf konuşuyordu, bir aşağı bir yukarı çizittiriyor…bizim anladığımız dilden değil.

Hele bir alamet-i farika var ki, yarım asırlıkların vücüduna taktın mı bu farikayı, evlere şenlik… 24 saattir bedenimde taşıyorum. Her yanımda kablo, sol kolumda bir bant, belime bağlı bir kutucuk, ordan giriyor burdan çıkıyor, tüm bedenim işgal altında!

Tansiyonumu ölçüyor…otomatik olarak. Kendi kendine bantı şişiriyor, kendi kendine ölçüyor…hiç bana sormak yok. Saat başı mı, tansiyonum çıkınca mı ölçüyor daha çözemedim. Gece uykusuz bıraktı, aklım fikrim “ ne zaman ölçecek, aaa bak bak çalışıyor, dur hareket etmeyim bari”…ne bu be?

Bir de elime bir sayfa kağıt tutuşturdu, üstünde yazıyor ki “Ambulatory Blood Pressure Monitoring Diary”…ba ba ba ne havalı.

Yazıyorum…şu satte bunu yaptım, şu saatte şuna kızdım, buna güldüm, yedim, içtim, boşalttım, yattım kalktım…ahanda şimdi günlük yazıyorum ama bu senin bildiğin günlükten değil…e-günlük bu, yayıma vereceğim ve seni şikayet edeceğim….aynen yazdım işte.

Hani kuşların bacağına veya kanadına bir alet takarlar da göç yollarını filan izlerler ya…

Ev hapsine hüküm giymiş bir mahkum da olabilir…her hareketi kontrol altında.

Kızdırmayın kafamı, bak çekerim pimimi ha!...Canlı bombanın hasosu burada.

Az birazdan gideceğim, doktora soracağım yine…

Kalbim işe yarar mı?

Sadece yaş kemale erince her günü öpüp başımıza koymayalım, biz bunu hep yapalım…

Hangi yaşta olursak olalım…kalbimiz hep işe yarasın.

Sevgiyle,

İstanbul'un sahnesi çöktü


'Sahne senin İstanbul' dediler, sahneyi yüzlerine gözlerine bulaştırdılar.

İstanbul’da sahne filan kalmadı, onca umutlarla 2010'da Avrupa Kültür Başkenti olmaya ramak kala, bakın sahne ne alemde...

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti için oluşturulan İstanbul 2010 AKB Ajansı'nın Yürütme Kurulu Başkanı ile üyeleri istifa etmişler. Ajansın açıklamasına göre “kendi istekleri” ile görevi bırakmışlar. İstifa edenler ise “çeşitli engellerle karşılaştıkları için” göreve devam edemeyeceklerini ifade etmişler.

İstifa eden Yürütme Kurulu üyeleri, Genel Sekreter Eyüp Özgüç ile birlikte çalışmak istemiyormuş. Eyüp Özgüç'ün arkasında ise Devlet Bakanı Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı varmış.

İstanbul’un sahnesi öyle bir karışmış ki işin içinden çıkabilene aşk olsun. Diyorlar ki bu işin çözümü Başbakan Erdoğan’a kalmış.

İstanbul, Avrupanın 2010 başkenti olacak dediler, hatta nerdeyse dünya başkenti bile ilan ettiler.

1 milyar TL bütçe ayırdılar, köklü yapısal değişimler gerçekleşecek, kentin tarihi dokusu korunarak dönüşüm projeleri hazırlanacak diye sağır sultana duyurdular.

Ajanslar kuruldu, bütçeler emirlerine verildi, uzmanlar başa geçti, STK lar devreye girdi…

Sonra?

Anlar anlamaz herkes işe burnunu sokmaya başladı. Ajansa bürokratlar da atandı…Evlere şenlik bir ajans, içerisinde yok yok.

Bir işi yapmak istemiyorsan komisyona havale et demişler…çok önemli bir proje ancak bu kadar verimsiz yönetilebilirdi.

Verimsizlik bir yana, kime hangi çıkarlara hizmet ettiği belirsiz bir proje haline getirildi, esas amacı unutuldu, rant kavgası başladı.

Bu işin arkasından, kim, nasıl, ne kadar yiyecek kokuları geliyor.

2010’da İstanbul, Avrupa Kültür Başkenti olacak, biz de AB ye adım atacağız! Biz AB ye girene kadar girmeyen kalmadı zaten.

İstanbul, dünyada “kültür başkenti” olarak daha çok yerini arar…

Onca kaçak yapılaşma devam ederken, kentin yüzde altmışı kaçak, ruhsatsız iken, bir yağmur yağdığında insanlar karşıdan karşıya yüzerek geçiyorken, trafik arap saçına dönüyorken, kentsel dönüşüm projeleri adı altında kent yağmalanıyorken…( İstanbul’un o kadar çok problemi var ki, yaz yaz bitmez) bir de üstüne beceriksizlikler eklenince…

Bir yazımda da dediğim gibi; “Hangi Avrupa kültürü? Hangi Avrupalı İstanbul? Hangi Avrupalı Türkiye?”

Ne bekliyorduk ki?

İstanbul’un sahnesi yerlerde sürünüyor…insanın içi acıyor.

9 Mar 2009

Hillary geldi bizimle oldu; Ilımlı İslam out oldu


Yaşasın! barış elçisi Hillary geldi, bizimle oldu.

“Demokrasi, laiklik, aşk, sevgi, reform” dedi, “kim tutar sizi yürü Türkiye” dedi, ağzımıza bir parmak bal çaldı, şimdi o bir parmak balı yalamakla meşguluz.

Aman ha! İdareli kullanalım, hemen bitmesin.

Facebook bile dedi, inanamıyorum! Biz ve Amerika, Facebook en çok b.nu çıkaranlarmışız, ortak noktanın üstünlüğünün dayanılmaz hafifliği!

Yepis yeni bir elbise dikmişler, sağolsunlar hep düşünürler bizi…”Ilımlı İslam out” diyor…yerine “Ilımlı Milliyetçilik”, uyar mı? Şimdi moda “ılımlı milliyetçilik”…meydanlardan belli değil mi?...al birini vur öbürüne.

Sen demokrasiden haber ver hani devletin halkın üstünde olduğu değil de halka hizmet için var olduğu, hani askerinin filan siyasete bulaşmadığı, durulacak yeri belirlemediği, hani insanın insan yerine konulduğu seçimden seçime hatırlanmadığı, hani ırkçılığın yapılmadığı, insanlarının etnik ve dini kimliklerine göre bölünmediği, hani "saygın" birer birey olduğumuz...Amerikan demokrasisi değil! Kendine göre demokrasi hiç değil...

İslam referanslı formüllerin Türkiye’de tutmayacağı aşikardı ama gel gör ki bunu anlayana kadar tam ortamızdan ikiye bölündük…öteki, beriki olduk.

“Demokrasi, laik anayasa, dini özgürlük, piyasa ekonomisi, sorumluluk hissi gibi birçok değere bağlılık duyuyoruz” diyor barış böceği…yatıp kalkıp Obama’ya dua etmek mi gerek?

Aldatılmış ve ruhu zedelenmiş kadın imajı ile de gönüllerde taht kuruyor…severiz mağduru. Dünya Kadınlar Günü için bir kırmızı karanfil de Hillary’e.

“Haydi Hillary, gel bizimle ol!” dedik, geldi, olduk.

Gelmeden önce de parmağını salladı…”insan hakları raporu” ile. Amerika ve insan hakları!...uyuma bak hizaya gel.

Obama’yı da ikna etti, Obama tüm Ortadoğu’ya mesajı Türkiye’den verecek. Geçen hafta Brüksel’de İsraille arayı iyi etmeseydik yine de gelir miydi acaba?

Obama’yı hangi programa davet etsek ki? İbo show uyar mı? Yok olmaz, o yayından kaldırıldı…

Ya yemekteyiz yarışması? Yav ne işi var yemekte…sosyal içerikli bir program olması lazım.

“Var mısın yok musun?”…tamam işte super bir program!

Acun, Obama’ya sorsun “var mısın yok musun?”. Hamdi Bey de kesenin ağzını açsın…bu ara ABD'nin mali desteğe çok ihtiyacı var..malum hani küresel şey var ya. Hem nesi küresel bu şeyin, düpedüz ABDsel.

Obama da desin ki “varım!”…

Bu ne muhabbet, bu ne sevgi, ahhhh!

Yeni elbisemizi güle güle giyinelim…iyi oldu iyi, kendi kendine elbise dikip giyemeyenlere giydirirler istedikleri elbiseyi.

Eee artık İran’la aralarını da iyi ederiz…olacak o kadar!

Biz neymişiz de haberimiz yokmuş…

Ver coşkuyu ver coşkuyu…

Kim tutar bizi!

8 Mar 2009

Bahar gelmiş kentime


Yine bahar geldi...

Tabii ki gelecek...Her kışın arkası bahar değil midir? Daha önceleri de geldi bu baharlar, hem de kaç baharlar geldi geçti.

Üşümeden uyumak, üşümeden uyanmak zamanı şimdi…

En şahane olmanın tam da sırası şimdi.

Mis gibi limon çiçeğinin kokusunu beyinlere mıhlama zamanı şimdi…yürekleri bahar dalları ile sardırma zamanı, güneş tam yakmadan yanıp tutuşma zamanı şimdi…

Kış vakti örttüklerimizin kaçıncı açığa çıkışı bu…kaçıncı sancıların bitişi, unutulmaya yatmış duygularımızın uyanışı bu?

Ben bu baharlara çok aşinayım, hatta bir keresinde çok fena aşık olmuştum ve hatta çok fena başım dönmüştü. Güzel havaları görünce Orhan Veli gibi olmuştum hatta. Şair değilim ama en az onun kadar mahvolarak mutlu olmuştum bu güzel havalarda.

"Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti."

Mahvet be bahar, bu sefer de mahvet…vur gönüllere, vur yüreklere, vur karanlık beyinlere…doldur baharını içlerimize be bahar!

Çeki düzen verilmeli hayata...kirlettiğimiz sayfaları kapatıp, özetlerimizi temize çekmeli, kenarına mor menekşe çizmeli, yeşil çimen üzerine tepişen filler değil, gülen çocuklar, kınalı kuzular, sarı papatyalar çizmeli…

Yaza hazırlanmalı…güneşli günlere, maviliklere sürmek için, motoru hazırlamalı…

Bahar gelmiş duygularıma...

Bahar gelmiş evime...

Bahar gelmiş memleketimin dağlarına...

Bahar gelmiş Türkiyem’e...

Baharın gelmesine çok seviniyorum...

Göz bebeklerimin içindeki o izahı zor parlamanın sebebi başka ne olabilir ki?

Dolar yine çıldırdı, doların yükselişi devam eder mi?


Dolar için psikolojik sınır 1.70 idi ancak dolar bugün bu sınırı aştı ve durgunluk yerini çılgınlığına bıraktı.

Dolar gün içinde 1.76'ya dayandı. Amerika’nın dev şirketi General Motors’un “iflasımızı ilan edebiliriz” açıklamaları ile borsa sert bir düşüş yaşadı, dolar yine yükselişe geçti,

2008 Ağustos ayında “1 Dolar 1 Lira olur mu?” diye sorarken “önümüzdeki dönemde dünya genelinde ciddi kriz beklentileri var, her şey bir anda tersine dönebilir, tüm ekonomik dengeler altüst olabilir, yabancı piyasaları iyi gözlemlemek gerekiyor” demiştim. Nitekim Kasım ayında olan olmuş, küresel mali krizin kapıya dayanması ile dolar yine 1.70 seviyesine kadar çıkmış, borsa dibe vurmuştu.

Bugün dolar yine tetiklendi…Petrol fiyatlarındaki aşırı düşüş, dünya merkez bankalarının sürekli faiz indirimleri para piyasalarını o kadar tedirgin hale getirdi ki, dünya ekonomisinde varlıkların üçte birini oluşturan ABD nezleye yakalansa tüm dünya hapşırmaya başlıyor.

Küresel bir krizin tam da göbeğindeyiz. Dünya ekonomisi hızla küçülüyor, tüketici talepleri daralıyor. Dünyayı kurtarmaya soyunanların önlem paketleri dünya ekonomisinde bir canlılık yaratmaya yetmedi. Talep tarafında da bir iyileşme sağlanamadı. Bir taraftan mal ve emtia fiyatları da hızla düşüyor.

Şu an gelişmekte olan ülkelerde dolar borcu olan herkes dolar bulup borcunu kapatmaya çalışıyor ve dolar yetmiyor.

Dolardaki bu dengesizlik, dolara yatırım yapanları, dolarla borçlananları, borsayı, ithalat ve ihracatçıları, üretim sektörünü ve bir başka deyişle dövize endeksli tüm sektörleri tedirgin ediyor.

Şimdi vatandaş merak ediyor ve soruyor “ 1 Dolar 2 lira olur mu?”

Doların ne olacağının tahmin etmek zor. Türkiye’de bankalarda ve cepte hala büyük miktarda dolar stoku var ve bu dolarlara kıyamıyoruz, satamıyoruz.

Merkez Bankası’nın dolar yükselişi karşısında alacağı tutum önemli. Türkiye'nin 80 milyar dolar döviz rezervi Türkiye'yi krizden korur diyenler yanılıyor. Bu kriz şartlarında bir de bakmışsınız ki elinizdeki rezervler erimiş gitmiş…Üstelik bu rezervler sadece sıcak para çıkışı için de tutulmuyor.

Bu ekonomik kriz verilerinde, doların herşey olması mümkün. Dolar inecek, çıkacak hesabına girip bu eğilimde olmak da doları artırır veya indirir. Ekonomide beklentiler ve eğilimler önemlidir.

Doların 1.60 – 1.70 seviyesinde korunabilmesi için Merkez Bankası gereken tedbirleri alacaktır ancak kısa vadede yine keskin çıkışlar görülebilir.

Cari açığımız yüksek, ekonomi gitgide daralıyor. Kamuda ciddi bir borç yükü yok, ancak özel kesimin ve bankaların borç yükü bir hayli fazla. IMF’ile yapılacak anlaşmanın içeriği de önemli. Göstermelik bir kredi sağlanması düşünülüyor ise kur artışı devam eder.

Üstüne Hükümet’in ekonomik kriz karşısındaki umursamaz tavırları ve yarattığı güvensizlik ile yerel seçime odaklanmış olması da cabası!

Doların yükselişinin nereye kadar gideceği kesin olarak öngörülemez ancak kısa dönemde hareketlilik devam eder.

5 Mar 2009

Deflasyon; Kapımızdaki yeni tehlike


Dünya bir türlü toparlanamıyor…

Küresel ekonominin kaptanları birbirinin peşi sıra ekonomik krize karşı tedbir paketleri açıklıyor ancak yeterli gelmiyor, ekonomiler küçülmeye devam ediyor, piyasa bir türlü canlanamıyor.

Çünkü bunlar adı üstünde “tedbir”…krize “çözüm” değil.

Bundan bir yıl önce küresel mali krizin bu boyuta gelebileceğini öngöremeyenler, tedbir alırken de yanılıyorlar. Her kaptan kendi gemisini kurtarma telaşına düşmüş…işte yanlışlık burada başlıyor.

Şöyle düşünelim; Gemiler birbirlerine kalın zincirlerle bağlanmış durumda iken tsunamiye yakalandığınızda sadece kendi geminizi kurtarmaya çabalamanın bir anlamı var mıdır?

Bu krizin önünde “küresel” tanımlaması var…küresel olarak ekonomiler birbirlerine zincirlerle bağlı, dünya ticareti, para piyasaları bu küreselliğe göre işliyor. Dünya para piyasaları halen spekülatif balon fonlarla dolu. Kapitalizm bu kadar küreselleşmişken, birdenbire kabuğuna çekilmek, korumacı, ikameci önlemler dünya ticaretini daraltmaktan başka bir işe yaramıyor.

Küresel krizin çözümü için yine küresel kararlar gerekiyor…yerel tedbirlerle küresel kriz çözülemiyor.

Her ne kadar ABD, henüz “resesyon” yani “ekonomik durgunluk” sözcüğünü kendine yakıştıramasa da, Euro Bölgesi ve Japonya resesyona girildiğini kabulleniyor.

Dünya bir türlü toparlanamıyor; Küresel mali kriz ve ardından gelen ağır ekonomik durgunluk, “deflasyon” riskini yarattı.

Deflesyon, 1930’ lardan beri Japonya hariç dünyanın çok aşina olmadığı bir durum…enflasyonun tam tersi.

Deflasyon; mal ve hizmet fiyatlarının bir dönemden diğer döneme düşmesi demektir. Arz fazlası var ama tüketim yok, hal böyle olunca malın üretici fiyatı düşer. Deflasyonist süreçte fiyatlar daha da ucuzlar psikolojisi ile zaten kısılmış olan harcamalar dibe iner, bu da krizi daha da derinleştirir.

Bir dönem dünyanın en pahalı ülkeleri olan ABD, Avrupa ve Japonya’da fiyatlar hızla düşüyor. Hatta Çin’de bile enflasyonda hızla düşüş var.

Tüm dünyada ekonomiler daralıyor, fiyatlar düşüyor, harcama eğilimleri en asgariye iniyor. Bir yandan işsizlik had safhada, küresel talep durma noktasına geliyor.

Bir dönem yüksek enflasyon yüzünden ekonomiyi canlandırmak için faiz indirmekte zorlanan küresel merkez bankaları ise artık gönül rahatlığı ile indirim üstüne indirimler yapıyor.

Tüm dünya şimdi enflasyondan çok daha tehlikeli olan “deflasyon” riski ile karşı karşıya.

Türkiye’de neler oluyor?

1940 lardan beri fiyat düşüşlerine hiç tanık olmayan Türkiye, deflasyona aşina değil ama çok yakında tanışacak.

Türkiye’yi yönetenler hala “küresel kriz” tanımına bile aşina değiller ki sadece seçime odaklanm

ış vaziyette meydanlarda kabadayılık peşindeler ya da kandırmacaya devam ediyorlar.

Birileri Başbakan’a arada bir “küresel” lafı etse, Başbakan’ın hışmına uğruyor…bu nedenle kimsenin sesi çıkmıyor. İşsizler yeteri kadar örgütlü olmadığından etkin olamıyorlar.

Küresel krizden kendimizi soyutlayamayız. Tüm dünya deflasyona girmek üzere iken, bu kadar vurdum duymazlık, bu kadar umursamazlık hayra alamet değil.

Küresel ekonominin kurmayları çözümünü bulur, yola devam ederler…

Peki ya Türkiye? Zaten pamuk ipliğine bağlı, zaten yerlerde sürünen Türkiye ekonomisine çözümü kim bulacak?

Türkiye de birilerinin umurlarında olmalı artık…Çok geç kaldık çok!

Aşk, meşk, cinsellik; Saçma sapan sorular-1


Kimi zaman aklıma takılıyorlar, kafamı kurcalıyorlar, bazen yanıtı oluyor, çoğu zaman olmuyor…

“Bit bit kafayı yemek bu olsa gerek” diyorum, sonra da “saçma sapan sorular ve detaylar yaşamın ta kendisidir” diyerek kendimi normal ilan ediyorum…

Amma velakin cümbür cematin gelince yazayım dedim.

Saçmalama hakkımı kullanarak “seçme saçma” sorularıma başlıyorum;

Neden belaltı bilimsel çalışmaları hep İngilizler yapar? “İngiliz araştırmacıların araştırmalarına göre cinsel…” diye başlıyan cinsellik araştırmaları sadece İngilezlere mi mahsustur? Neden İtalyanlar, Kenyalılar, Meksikalılar v.d leri değil? Belaltı, İngilizlerin özel ilgi alana desem…hani yani İngilizleri soğuk insanlar diye biliriz ya belki de ondandır.

Şu kediler gerçekten paranoyaklar mı? Böyle bir cins var mıdır her an başına bir kötü bir iş gelecek diye bekleyen?

Felsefe gerçekten boş adam işi midir? “Seversin kavuşamazsın adı aşk olur” mantığından gidersek “okursun anlayamazsın adı felsefe” olur mu? Felsefi olabilmek için illakide anlaşılamaz şeyler mi konuşulup yazılır? Lisedeyken felsefe dersinden nefret ederdim. 30 yıl sonra ilgimi çekmesinin nedenini anlayamadım.

Bazıları aşık olunca “midemde kelebekler uçuşuyor gibi oluyor” diye ifade ederler. Kelebeklerin "beklenen yaşam süresi" 2 ile 14 gün arasında değişirmiş. Daha uzun ömürlü, pır pır eden bir canlı bulamaz mısınız, midenizde uçuşacak? Örneğin papağan 100 yıl, akbabalar 52 yıl yaşarlarmış. Aşkı, kelebeklerle tanımladıkları için kısa sürüyor belki de.

Cinsel performans sorunu neden hep erkeklere ait bir sorundur? Kadınların cinsel performansı tam olduğu için mi hiç konuşulmaz yoksa kadının cinsel performansı olsa ne olur olmasa ne olur diye mi düşünülür? Hani şu iksirler falan veya viagra neden hep erkekler içindir. Düdüklü tencerede pişen kuru fasulye düdüğü öttürür diye inanan erkekler bile varmış…o derece yani.

Erkekler, zeki kadınlardan neden korkarlar? Korkarlar demeyim de neden çekinirler? Genelde böyledir ama azınlığı tenzih ederim. Azınlık az olduğu için azınlık denmiş, tenzih etmeye de gerek yok ya…"Kadının zekasından korkma amacından kork” demişler. Tam o sırada havuz problemi sorarmış mesela...“Heh hee... Bilemedin kalk yataktan kalk, kalk kalk! Bak hala duruyor” diye bir amacı olamaz yani.

Bu seferlik bu kadar seçme saçmalama yeter, arkası yarın veya bir gün veya öteki bir gün…

Bir de fıkra;

Tavşan, komşusu olan aslan hakkında ileri geri konuşuyormuş;
- Yiyorum, içiyorum, gidip aslanı (seviyorum!)
Tavşan bunları, tilkiye, kaplana ve diğer hayvanlara da söylüyormuş.
Herkes, “tavşan bu işi acaba nasıl beceriyor” diye merakta imiş…
Söylenti aslanın da kulağına gelince, gidip tavşanın kapısına dayanmış:
- Sen herkese, “yiyorum, içiyorum, sonra da gidip aslanı seviyorum” diyormuşsun, doğru mu?

Tavşan hafif panikte ama belli etmeden “Vallahi” demiş,

- Yiyorum, içiyorum, arada sırada da saçmalıyorum!

Recep İvedik; Kodu mu oturtanların sembolü



Biz, kodu mu oturtanların kaderini tayin ettiği bir toplumuz!

Yine bölündük…

Konu; Recep İvedik.

Recep İvedik, postmodern bir maganda mıdır?

Recep İvedik, bir halk kahramanı mıdır?

Recep İvedik, topluma kötü örnek midir?

Recep İvedik’e gülelim mi, gülmeyelim mi?

Yoksa Recep İvedik, bir rezalet midir?...

Tartışıla dursun, Recep İvedik 2 rekorunu egale etmeye doğru koşuyor. 3.5 milyon kişi izlemiş.

Milliyet.com.tr, “Recep İvedik’in nesini seviyoruz” başlıklı bir haber-araştırma yayınlandı. Çeşitli kesimlerden izleyicilerin, sosyologların, sinema eleştirmenlerinin görüşlerine yer verilmiş.

Bir lise öğrencisi diyor ki; “Bu aralar Recep İvedik taklidi yapmak çok moda”.

İlkokul mezunu bir garson diyor ki; “ Onu kendime benzetiyorum. Konuşma tarzı, küfürleri ve tavırları çok hoşuma gidiyor”.

Lise mezunu bir fast food restoranın vardiye müdürü diyor ki; “Recep’in bir kahraman gibi davranması, insanların normalde yapamayacakları şeyleri yapması, ağzına geleni söylemesi cezbetti beni.”

Üniversite mezunu bir yönetici diyor ki; "Bu filme de eşimin ricası üzerine geldim ve çok şaşırdım çünkü espriler beklediğimden çok daha zekiceydi. Recep İvedik 2'yi izledim, beğendim ve bundan hiç utanmıyorum."

Her eğitim seviyesinden izleyicilerin bu değerlendirmelerine baktığımızda; Recep İvedik’i aşağılamanın bir anlamı olmadığını kabul edelim.

Bence; Recep İvedik toplumun aynası. Bu yüzyılda halkımızın geldiği, getirildiği noktanın ta kendisi.

Bu durumu hicveden bir durum komedisi.

Toplumu kötü etkilermiş!

Tv lerdeki star yarışma porgramları, sözüm ona halkı eğittiğini ifade eden sabah programları, televoleler, izdivaç rezaleti, bir takım tartışma programları…daha aklıma gelmiyor onlarca saçma sapan diziler, sanal rezaletler…bunlar toplum için çok mu faydalı?

Kemal Sunal’ın aptalı, Levent Kırca’nın sarhoşu, Yılmaz Erdoğan’ın serserisi, Cem Yılmaz’ın kurnazı …bunlar ayna değil miydi topluma, bunlara gülmedik mi? Halen gülmüyor muyuz?

En başta Başbakanımız olmaz üzere siyasilerin kabadayı konuşmaları, küfüre varan hakaretleri, Meclis'teki kavgalar …

Neredeyiz, nasılız, biz neyiz?

Recep İvedik kıro, postmodern maganda, halk kahramanı…toplumumuzda prim yapanlar da bunlar değil mi?

Herkez Recep İvedik’e taktı ben de Recep İvedik’e takanlara taktım…

Biz bölünmedik…Biz buyuz! Bunu kabul edin…

Güleriz ağlanacak halimize…

Unutmayalım ki; Kodu mu oturtanlar bu ülkenin kaderini tayin ediyorlar!

_______________________________________________________


Recep İvedik’in nesini seviyoruz? Milliyet;

http://www.milliyet.com.tr/Pazar/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&ArticleID=1065468&Kategori=pazar&Date=01.03.2009&b=Recep%20Ivedikin%20nesini%20seviyoruz&ver=29

Recep İvedik ve Monşerler; gülün gülebildiğiniz kadar
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=162391

Ergenekon ve Deniz Feneri'nin karanlığında yerel seçimler


Biz neden bu kadar umursamaz olduk? Bu umursamazlıkla önümüze dayatılan seçeneklerin hangisinin bize yararlı olduğunu nasıl ölçeceğiz?

Türkiye’de seçimlerde oyunu bilinçli olarak kullananlar, toplam seçmen sayısının sanırım % 15‘ ini geçmez. Halbuki demokrasiyle yegane köprümüz elimizdeki oyumuz…en basit ifadesi ile demokrasiyi, bizi yönetecekleri kendimizin belirlemesi olarak algılıyorsak, tek silahımız oyumuz.

“Oyumuzun ipotek altına alınmadığı hiç bir dönem oldu mu?” diye şöyle geçmişe dönüp baktığımda , ya kırk katır ya kırk satır misali hep önümüze konulanı seçmek durumunda kalmışız. Bu seçimi yaparken de “ben oyumu bilinçli olarak veriyorum, bana hizmet edeceğine inandığım, dürüst kişiye veriyorum” diyebilen yüzde kaçımızdır?

Veya inandıklarımız, güvendiklerimiz ne yaptı, başarılı oldu mu olmadı mı diye değerlendirebilecek bir seçmen bilincimiz söz konusu mudur?

Kanıksamışlıklarımız, alışkanlıklarımız doğrultusunda yine gidip oyumuzu vereceğiz. Biz de haklıyız…ne yapalım, alternatif var mı? Ondan sonra da bunun adı demokrasi olacak.

Bu film 80 yıldır sürüyor, sürecek de…

Ama bu memleketde süren başka filmler de var… Filmin adı Ergenekon, o bitmeden Deniz Feneri vizyona girdi.

Aslında bu filmler öyle esaslı ki; her karesinden ders alınması gerekiyor. Öyle elde mısır seyredilecek filmler değil bunlar.

Hatta ne Ergenekon’un, ne de Deniz Feneri’nin hiç aklımızdan çıkmaması, kesinlikle kanıksanmaması gerekiyor…ta ki tüm kötü adamlar cezalandırılana kadar.

Ergenekon; Türkiye'nin altını üstüne getirecek son derece tehlikeli bir terör örgütü. Topraktan fışkıran cesetler, ordu malı silahlar, bombalar, darbe hazırlıkları, tehditler, provokasyonlar, dinlemeler, el altından PKK’yı destekleyip binlerce askerimizin şehit olmasına neden olanlar, devletin pis işlerini halletsin diye taa Ergenekon’dan geldiklerini sananlar, eski yargı mensupları, eski generaller, eski polis şefleri, iş adamları,medya mensupları. İçinde yok yok…öyle bir derin ki, in in dibi gözükmüyor. Dava bir alevleniyor, bir sönüyor…biz de alışıyoruz, kanıksıyoruz !

Deniz Feneri; yüzyılın soygunu. "Yoksullara yardım" diye binlerce insanın temiz ve masum duygularını kendilerine sermaye yapanların kurduğu sistem. Türkiye’den yönetildiği, tereddütte yer bırakmayacak kadar açık, asıl sorumluları Türkiye’de ve ellerini kollarını sallaya sallaya, yüzleri kızarmadan dolaşıyorlar. Dava dosyası Almanya’dan henüz geldi, şimdi de Türkçe’ye tercüme edilecek diye zaman kazanma telaşı başladı. Davada adları geçen ve Türkiye’de soruşturulması gereken kişiler hala görevleri başında, iktidarın başındakiler ile yakın akrabalıkları veya arkadaşlıkları söz konusu. Yani ortaya çıkan delilleri karartma gücü ve olanaklarına sahipler. Davanın uzadığı her gün, din ve vicdan istismarcılarının kendilerini kurtarmak için manevralar yapabilmesine olanak sağlıyor. Dibi in in görünmeyen bir diğer derin devlet…buna da alışıyoruz, kanıksıyoruz !

Bir de filmlerin aralarında karşımıza geçip, gerdan kıran, kalça kıvıran ve her telden şarkı söyleyenler var.

Bu karmaşada ve haleti ruhiye içinde sandığa gidip oyumuzu vereceğiz, bizi yönetecekleri seçeceğiz…

Ve bu derin yozlaşmanın içinden çıkan seçim sonuçlarını mecburen kabul edeceğiz!

Bu filmler de aynen devam edecek!