31 Eki 2008

Ensest ilişki kurbanları utanmasın, saklamasın ve susmasın!

Aile bireyini ensest ilişkiye zorlamak ve ensest ilişkide bulunmak bir suçtur ! Utanması gereken ensest ilişkinin kurbanı değil, aile içinde cinsel ilişkiye zorlayandır.

İşte bir ensest kurbanı daha, içe kanayan bir yara daha, tam 9 yıl saklanan bir yara…

Ensest ilişki kurbanı E., 9 yıldır öz babasının tecavüzüne uğramış ve 3 kez kürtaj yaptırmış.

Korkunç gerçek, olayı hala N.V.’nin öğrenmesiyle ortaya çıkıyor. Emniyetteki sorgusunda suçlamaları yalanlayan baba K., “Bunlar bana atılmış iftira. Başka bir şey değil” demiş. Baba B.K., tutuklanarak cezaevine gönderilmiş. Kürtajı yapan hastahaneye de soruşturma açılmış.Babanın kızına defalarca tecavüz ettiğini E.’nin annesi ve babaannesinin bildiği ancak korkularından sustukları öne sürülmüş. Mağdure E.’ye annesi “Babanı söyleme. Daha önce çıktığın erkek arkadaşının ismini ver” demiş. Yıllar önce gittikleri bir piknikte, baba B.K. kucağındaki kızını dudağından öpüyor. Bunun üzerine büyükbaba A.K. oğlunu uyarıyor. Çıkan tartışma sonunda büyük baba torununu o evde bırakmıyor ve yanına alıyor. Mağdure E. 4 yıl boyunca büyükbabanın evinde kalıyor. (Büyül bir olasılıkla büyükbaba oğlunun bu sapık temayülünün farkında). Ancak daha sonra Baba B.K., büyükbabaya düzgün davranacağına dair söz verince E.’yi geri alıyor . Kısa süre sonra da tacizler yeniden başlıyor. Baba B.K, öldürme tehdidiyle E.’ye yıllarca tecavüz ediyor. Artık genç kız olan E., bu tecavüzlerden birinde 2007’de hamile kalıyor. Doktor Sadık Ahmet Özel Hastanesi’ne götürülen E.’ye kürtaj yapılıyor. Daha da bitmiyor tecavüzler, devam ediyor, üç ay geçtikten sonra E. yeniden hamile kalınca bir kez daha kürtaj yapılıyor. Aralıksız cinsel saldırılarına devam eden baba, 3 ay önce yine kızını hamile bırakıyor. Yine aynı hastaneye götürülerek kürtaj yapılan kızın sara hastalığına yakalandığı fark ediliyor. (milliyet.com.tr)

Daha önce “ensest” konusu ile ilgili bir yazımda bir soru sormuştum; “Kızınızın, oğlunuzun, torununuzun, kardeşinizin en yakın arkadaşınızın, sevgilinizin, eşinizin, “ensest” kurbanı olmadığını nereden biliyorsunuz?”.

Ensest kurbanlarının ailelerinin birkısmı kendi çatılarının altında olan biteni bilmiyor, bir kısmı da biliyor ve saklıyor. Çoğu ensest kurbanı bu sırrını kimseye söyleyemeden , saldırgan da ceza görmeden ölüp gidiyor.

Ensest, aile içinde gizlenmiş her sır gibi, nesilden nesle aktarılarak kendisine yeni kurbanlar buluyor. Ensest sadece eğitimsiz ailelerde görülmüyor, iyi bir kariyer ya da üniversite diploması ensest dürtülerine “dur” diyemiyor.

Ensest kurbanlarının yüzde doksanı başlarından geçeni veya hala geçiyor olanı kimseye söylemiyor.

Ensest öyle garip bir şey ki bir babanın kızına, kardeşin kardeşe, dedenin torununa tacizi söz konusu. Ve başladığında da, devam ediyor. Şiddetle, baskıyla çocuk yıldırılabiliyor ve onlarca yıl sürebiliyor bu tür olaylar.

Şimdi bu 16 yaşındaki E. yi düşünün. Ruh hali bitmiş, ezik, sara hastalığına yakalanmış. Yıllarca babasının tecavüzüne mağruz kalmış bu genç kız yarın normal ve sağlıklı bir anne olabilir mi?

Bu konu ile yazılı materyal de çok az. Ensest diye nette aradığınız zaman karşınıza porno siteler çıkıyor. Bunu izlemekten zevk alan sapık beyinler var ki porno sitelerinde ensest ilişki izlettiriliyor, ensest hikayeler anlatılıyor. İnternet yasakları asıl ensest hikaye yazan porno sitelerine konulmalı. Çünkü böyle bir yarayı pornolaştırıp piyasaya sürenler de en az bunu yapanlar kadar ruh hastasıdır. Güya çocuk tacizine yasak geldi.

Dünya ensestle mücadelesini dört koldan sürdürüyor, bizler bu ürpertici olguyu daha yeni yeni konuşabiliyoruz. Sadece bazı STK ların yaptığı çalışmalar Türkiye’de yaşanan ensest sorununa ışık tutuyor.

Sosyal Hizmetler'in yapısı hali hazırda ensesti önlemeye uygun değil. Birçok vaka özellikle kırsal kesimde gizli kalıyor. Ancak tesadüfi ve polise yansıyan vakalar ortaya çıkıyor.

Türkiye’de ensest sorunu ile en çok uğraşanlardan biri AKP İstanbul Milletvekili Alev Dedegil; “ensestin Türkiye'de oldukça yaygın ve trajik hale geldiğini, acil önlem alınması gerektiğini” söylüyor. Yaklaşık bin kadın arasında yapılan ankette ortaya çıkan sonuçların korkunç olduğunu belirten Alev Dedegil, kadınlar formu doldurduktan sonra küçük kâğıtlara yazılmış notları eline sıkıştırıp yardım istediğini belirtmiş. “Bu notlarda, kayınpeder, kardeş, baba ve dedeleri tarafından taciz edildiklerini belirtiyorlardı" diyor.

Ensest davranış ve ilişkiler, Türkiye'de ne tıbbın ne psikiyatrinin ne de hukukun tam olarak noktayı koyamamış olduğu en ciddi toplumsal yaralardan ve bozukluklardan birisidir.

Türkiye, mahkemelere yansıyan onca davaya, ırza geçme, babadan hamilelik, ağabeyinden doğan çocuğu öldürme, intihar davalarına karşın, ensesti ayrı bir ceza maddesi haline getirmedi. Ensest suçunun bir an önce ayrı bir ceza maddesi haline getirilmesi ve bu suçu işleyenlere cezanın ağırlaştırılması gerekiyor.

Ensest ilişki kurbanlarına ve bunun farkında olupta saklayan aile bireylerine sesleniyorum;

Ensest; aileyi oluşturan bireyler tarafından çocuğa ve gence yönelik yapılan her türlü cinsel eylemdir. Aile içinde ensesti yaşayan sorununu açıkladığında, istismar edenin sorumlu olması gerektiği halde istismara uğrayan ayıplanmakta, yalancılıkla suçlanmakta ve aşağılanmaktadır.

Aile içi cinsel ilişki bir sapıklıktır ve suçtur. Görerek ve bilerek saklayan da en az istismar eden kadar suçludur. Aile içi cinsel istismara uğrayanlar saklamasın, utanmasın, susmasın ve acil olarak ilgili kuruluşlara ihbar etsin. Sadece kız çocuklarına değil, erkek çocuklarına bile aile içinde tecavüz ediliyor oabilir. Aile içi tecavüz suçtur. Suç olmanın yanısıra içten içe kanayan bir yaradır. Bu yaranın kanamasına, çocuğunuzun göz göre göre tecavüz edilmesine engel olun , çok geç olmadan çocuğunuzu kurtarın.

Ensest ilişkiyi ihbar edebileceğiniz kurumlar ;
En yakın karakol veya Cumhuriyet Savcılıkları
Baro'nun Kadın ve Çocuk Hakları Komisyonu
SHÇEK Genel Müdürlüğü'ne bağlı İl Sosyal Hizmetler Müdürlükleri
Üniversite ve hastanelerdeki Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Bölümleri

Ensesti, bu içe kanayan yarayı durdurmanın, engellemenin bir yolu mutlaka olmalı!!!

30 Eki 2008

Ekonomik kriz gençlerimizin geleceğine ipotek koydu

Gençlerimiz imdat diyor, "imdat ! kurtarın bizi". Gençlerimiz işsizliğin pençesinde...

Ekonomik kriz kapıda, kriz kapıya dayanmadan önce de ekonominin bir ayağı hep çukurda idi. Üstüne dünyayı sarsan kriz eklenince, etkiler kendisini göstermeye başladı bile.

Türkiye’de gerçek işsizlik oranı şu anda yüzde 20 civarında . Ekonomik krizin reel sektörü etkilemesi kaçınılmaz ve çoğu fabrikada, işyerinde, küçük ölçekli işletmelerde işten çıkarılmalar şimdiden başladı.

İşsizlik sorunundan en çok etkilenen kesimlerden biri de 15-24 yaş arası gençlerimiz. Bir de kangren olmuş eğitim sorunu, toplumdan dışlanmalar, parasızlık, cinsel problemler, sanal dünyaya kapanma ile birlikte gençlik iyiden iyiye bunaldı.

Dünya Bankası İnsani Kalkınma Sektörünün hazırladığı "Türkiye’nin Gelecek Nesillerine Yatırım Yapmak, Okuldan İşe Geçiş ve Türkiye’nin Kalkınması" konulu raporda, Türkiye’de genç nüfusun istihdam sürecinde yaşadığı zorluklara yer verilmiş. (radikal.com.tr)

Rapora göre; 15-24 yaş arası genç nüfusun sadece yüzde 30'u istihdam ediliyor. Gençlerin yüzde 40'ı ne okula gidiyor ne de çalışıyor (Türkiye’de 15 milyon genç nüfus olduğu düşünüldüğünde 7 milyonu hem işsiz hem de okumuyor) . Özellikle iyi eğitimli genç kadınların durumu bir önceki nesilden kötü.

2006 yılında genç işsizlik oranı yüzde 20 imiş. Türkiye’de gençlerin faal olmama oranlarının gittikçe artarak "endişe kaynağı" olduğu ifade ediliyor.

Türkiye'nin yaşadığı ekonomik krizler, gençlerimizin geleceğine ipotek koydu. Devletin ödediği dış borç faizleri, bütçeden eğitim ve sosyal güvenlik hizmetlerine ayırabildiği miktardan fazla.

Peki, bu krizlerin ve birikmiş borçların sorumlusu gençlerimiz midir?

Mevcut toplumsal yozlaşmalar, parasızlık, işsizlik korkusu, eğitimdeki tatminsizlikler, aile içi veya karşı cinsle ilişkilerde tutarsızlıklar ,toplumdan dışlanmalar, büyük şehire göç zorunluluğu gençleri girdabın içine çekerken, gelecekten umudunu yitiren gençlerin içindeki enerjiyi boşaltmak için farklı yollara sapmaları işten bile değil.

Kandırılarak tarikatların kucağına düşenler, ellerine taş ve sopa verilerek teröre bulaştırılanlar, kapkaç ve hırsızlık amaçlı kullanılanlar, uyuşturucu batağına girenler, cinsel sapkınlık içinde bulunanlar da bu işsiz ve eğitimsiz gençlerin içinden çıkmıyor mu?

Özellikle doğuda aile bireylerinin fazla olmasından kaynaklanan insan gücü potansiyelinin hiçbir alana yönlendirilmemesi, toplumda bir huzursuzluğa neden oluyor. Gençler bunun aile içi geçim sıkıntısının yanında geleceğe dair ümitsizliğe ve kaygıya yol açtığını da dile getiriyorlar.

Gençlerimizi daha dinamik, okuyan, düşünen, üreten, iş bulabilme umudu taşıyan, memleket meselelerine duyarlı hale getiremezsek aydınlık bir geleceğimiz olabilir mi?

Gençlerimize bütçeden ayrılan kaynaklar mutlaka artırılmalıdır. İşsizlik fonunda birikmiş olan kaynaklar genç işsizliği ile mücadelede başvurulacak bir kaynak olarak kullanılmalıdır. Gençleri istihdam edecek işyerleri vergi indirimi ile teşvik edilmelidir.

Üniversite açmakla bu iş bitmiyor, mesleki eğitime de yönelmelidir. Gençler üniversiteye kayıt yaptırmak için harcını bile zor denkleştiriyor. Eğitim olanaklarındaki yetersizlik gençlerin durumunda ciddi tehlikeler yaratıyor.

Her fırsatta genç nüfusa sahip olmakla övünen Türkiye, genç nüfusun taşıdığı dinamik potansiyeli heba etme noktasındadır. Bu nokta "sosyal patlama" lara davetiye çıkarıyor.

Gençlik “imdat” diyor. İmdat !

Acilen bu sese kulak vermeli !

29 Eki 2008

Bu Cumhuriyet Cumhur'un mudur?


Cumhuriyetin 85. Yılında halen cumhuriyet tartışmalarının içerisindeyiz. Bu cumhuriyetin kime ait olduğu, ne olduğu, anlamı, tanımı, içeriği tartışılıyor.

Bazıları Kemalizm, kimileri 2.cumhuriyet, kimileri de İslam çerçevesinden bakıyor cumhuriyete.
Mustafa Kemal Atatürk bile tahayyül edemezdi sanırım kurduğu cumhuriyetin 85 yıl sonra bile halen özünden çok farklı bakış açılarından tartışılıyor olacağını.

Bugün Türkiye’nin “cumhur” u yani “halk” Cumhuriyeti’ni kutluyor!

Öyle ya “cumhur” en kesin manası ile “halk” değil midir? Biz kutlamayacağız da bayramımızı başka kim kutlayacak?

Cumhuriyet Bayramımıza hepimiz sahip çıkarız. Öğretiliriz ve biliriz ki; "milli egemenlik" ve
"Cumhuriyet'in kazanımları" bizim içindir, yani “halk” içindir.

Buna hiç kimsenin itirazı olamaz.

Sorun da bunda değil zaten; Cumhuriyet'in "demokratik, laik, sosyal hukuk devleti" nitelikleri ile ilgili bir tartışma yok.

Sorun; teoride değil pratikte yani uygulamada…

Sorun; Cumhuriyeti, halk için doğru olanın ne olduğunu bildiğini iddia eden “seçkin ve yerleşik” bir kesimin Cumhuriyeti algılama biçiminde…

Halkı adam yerine koymayan, halkın “cumhur” un ta kendisi olduğunu bilerek görmezden gelen, “tepeden inmeci” bir kesim bu. Osmanlı’dan beri süregelen tepeden inmeciliği ile kendi doğrularını halkın doğruları gibi gösteren ve cumhuriyete rağmen bunu devam ettirebilen “seçkin ve yerleşik” bir kesim bu.

Kurtuluş mücadelesinde Mustafa Kemal’e destek veren bu “seçkin ve yerleşik” azınlık, cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra “egemen güç” olma yolunda hızla halktan ayrışmıştır.

1930 ların genç cumhuriyetini bilerek ve isteyerek günümüzde nerede ise “oligarşik cumhuriyet” olarak tanımlanabilecek hale getirenler de bunlar değil midir?

Bu “seçkin ve yerleşik güç” günümüzde milletin egemenlik hakkını bazı anayasal kurumlar ile paylaşmaktadırlar. İş bununla da bitmiyor; gerektiğinde halkın seçilmiş temsilcilerini baskı ve tehditlerle yıldırarak iş yapamaz hale getirebilmektedirler.

Bu “seçkin ve yerleşik güç” kimi zaman dışarıdan kimi zaman da içeriden kendilerine destekçi bulurlar. Dilediklerini iktidara getirir dilediklerini iktidardan indirirler.

Bu ülkede 85 yıllık cumhuriyet tarihinde askeri müdahalelerle iki defa parlamento feshedildi, iki defa da hükümet düşürüldü. Muhtıralar da cabası.

Bu “oligarşik cumhuriyet” anlayışının en önemli ayaklarından birisi de siyasi partilerdir. Oligarşik bir düzende örgütlenirler, halkın tercih ve taleplerine göre değil “seçkin ve yerleşik gücün” istekleri doğrultusunda hareket ederler.

Bu sistemin içerisinde “cumhur” yani “halk” yoktur; seçimlerle halkın kendisini yönetecek
olanları seçmesi istenir ancak seçilenler de ülkeyi bu seçkin yerleşiklerin görüş ve düşünceleri doğrultusunda yönetirler.

Konuyu şu yaşadığımız günlere uyarlayacak olursak;

Ekonomik, sosyal, politik olarak halkın tüm sorunları gittikçe artan bir ivme ile devam ediyor.

Gelir dağılımı arasında uçurum, giderek yoksullaşan geniş halk kesimleri, açlık sınırında hayata tutunma çalışanlar, eğitim kalitesi, sağlık ve sosyal güvenlikteki ciddi yetersizlikler, demokratik hak ve özgürlükler, şeriat hevesleri ve dinle istismar, insan hakları ve en kötüsü toplumsal barıştan git gide uzaklaşma, tarihin hiçbir dönemimde görülmemiş boyutda Türk-Kürt kutuplaşması, terör belası, çeteleşme ve derin devlet yapılanması gibi pek çok sorun kapımızda.

Tüm bunların kaynağında yatan neden; şimdiye kadar ki seçilmişlerle, yerleşik egemen güçlerin arasında her zaman var olduğu bilinen yakınlık ve iş birliğidir.

Çünkü bu sorunlar çözüldüğü anda, ellerinde tuttukları gücün yok olacağından korkarlar.

Bu nedenle “cumhur” u yani “halkı” yok sayarlar, sorunlarını görmezden gelirler. Sahte konuşmalarla halka en yakın kendilerinin olduğunu, tüm halkı eşit derecede kucakladıklarını beyan etseler bile, halkın sorunlarını çözmeye yanaşmazlar. Şeffaf olmaya hiç yanaşmazlar.

Türkiye’nin kaderi ve geleceği 1930’lardan beri bu seçkin ve yerleşik azınlığın yönlendirmesi ile belirlenmektedir.

Halkın cumhuriyeti algılama biçiminde bir sorun yok.

Halkın cumhuriyeti “bayram” olarak kutlamasında da bir sorun yok.

Bilinmesi gereken “cumhuriyet kazanımları” nın kimler tarafından ne şekilde yok edildiği veya kendi menfaatleri doğrultusunda kullanıldığıdır.

Seçkin ve yerleşik egemen güç ile iktidardakiler her dönem iş birliği içerisinde olup, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin kazanımlarını, “cumhur” dan yani “halk” tan yana değil kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmışlardır ve kullanmaya da devam etmektedirler.

Her ne kadar “Cumhuriyet’in asıl sahibinin cumhur olduğunu” görmezden gelseler bile, işlerine gelmese bile yine de;

Cumhuriyet ve Bayramı Cumhur'un dur ! Kutlu olsun...

28 Eki 2008

Blogspot açıldı, kablumbağlarım özgürlüğüne kavuştular


Blogger/Blogspot'a erişim mahkeme kararı ile engellendiğinde Milliyet Blog'da bir yazı yayımlayarak diğer blogdaşlarım gibi bu demokrasi ayıbını kınamıştım.
İşte kınama yazım;

Blogspot kapatıldı, kablumbağlarımın hayatından endişeliyim

Blogspot / Blogger erişimi mahkeme kararı ile engellendiği için blogumda bulunan ve bloguma her girişimde yem vererek sanal olarak beslediğim, büyüttüğüm, benimle ve blogumla bütünleşen 2 adet su kaplumbağmın hayatından endişe ediyorum.

Hatta kaplumbağlarım, internetin demir parmaklıkları arkasında işkenceye tabi tutuluyor bile olabilirler.

İnternet için dediler ki ; “bak burası bilgi otobanı, burada yol alacaksınız, son sürat her bilgiye ulaşabileceksiniz”.

Bilgi otobanının orta yerinde istibdat sevdalısı kafalar oturmuş, blogcuların düşüncelerini demir parmaklıklar arkasına hapsediyorlar.

Benim düşüncelerimi, yazılarımı, resimlerimi, kaplumbağalarımı demir parmaklıklar arkasına hapsedenlerden hesap sormak istiyorum.

Bloglarında şiirleri, yazıları, resimleri, fotoğrafları, karikatürleri, yemek tarifleri, nakışları ve tüm benliği ile kendini ifade etmeye çalışanların özgür düşüncelerini demir parmaklıkların arkasına hapsedenlerden hesap sormak istiyorum.

Baskı, sansür, gözetleme, kapatmalar ile internete erişimimizi, bloglarımıza ulaşmamızı yasaklayan teknoloji düşmanlarından hesap sormak istiyorum.

Osmanlı, Avrupa’dan 400 yıl sonra matbaayı kullanmış. Neden? Müslüman tebaanın “kitap çoğaltması” yasaklanmış da ondan. İstibdat beyinleri insanlar okumasın, öğrenmesin, bilgilenmesin, ot gibi olsun, fikren güçlenmesin istemişler. Tıpkı bugün olduğu gibi.

Şimdiki zihniyetin ne farkı var? Toplum artık düşünüyor, yazıyor, eleştiriyor diye mi korkunuz?

Teknoloji üretmeyi bilmeyen zihniyetlerin aklına ancak “men etmek” geliyor.

İstibdat sevdalısı kafalarla gidilen yol bilgi otobanı değil olsa olsa uçurumun yamacında ki keçi yoludur... Her an aşağı uçabilirsiniz. Uçururlar.

İnternete yasak koymak da, medyayı haklamaya çalışmak da aynı kafaların marifetidir.

Bunların “özgürlük anlayışı” işte bu kadardır.

Bunların “demokrasi” anlayışı işte bu kadardır. "

***

Bu yazıma ilham kaynağı olan kablumbağlarım; sayfamda da gördüğünüz gibi birinin ismi "punto", diğerinin ki "munto".
Onlar bir obje, blogumda kendimi ifade edebilme özgürlüğümün ve internet kullanıcılarının bilgi edinebilme özgürlüğünün simgeleri.

Kablumbağlarım kazandı !

Özgür düşünce ve ifade için fikir ve güç birliği kazandı !

Demokrasi kazandı !

Bugün blogger/blogspot erişime açıldı.

***

Konu ile ilgili yayınlanan basın bildirgesi ;

Bilişim Sivil Toplum Kuruluşları Basın Bildirgesi

Türkiye İnterneti Yasaklama Ayıbından Kurtulmalıdır !

Youtube 6 aya yakındır yasaklı. Myspace, Dailymotion, Dawkins, ve
nihayet Blogger yasaklandı. Wordpress ve Alibaba'yı yasaklamaktan
çekinmedik. Son bir yılda 5651, kişilik hakları ve fikri ve sinaihaklar
nedeniyle bini aşkın webi yasakladık. Türkiye dünya internetine kendi
kurallarını empoze etmeye çalışıyor ve bunu sadece yasaklarla yapmaya
çalışıyor. Yapılanlar, Anayasaya aykırı, Hukukun temel ilkelerine ters,
bu iş için çıkartılan 5651'ın 9. maddesini ihlal ediyor. Yasaklamalar,
savunma almadan, tebliğ edilmeden, tedbir olarak alınmasına rağmen, bir
ceza olarak uygulanıyor. Yasaklar, suçluyu değil, sıradan Türk
yurttaşını, ve internet üzerinden iş yapmak isteyen, görüşlerini
paylaşan, Türkiye'yi dünyaya tanıtmak isteyen girişimci, öncü
yurttaşlarımıza zarar veriyor; yasaklar pire için yorgan yakarak
adaletsizlik yaratıyor. Kanımızca, mahkemelerimiz ve diğer ilgililer
kolaycı bir yaklaşımla herşeyi yasaklayarak, haksızlığa sebeb olarak
suç işliyorlar; tazminat davalarına muhatab olacaklardır. Yasaklar,
Türkiye'nin AB, Demokrasi ve Bilgi Toplumu projeleriyle uyuşmuyor.

Ülkemizin yasakçı bakış açısından vazgeçip, tüm dünya ile birlikte
yönetişim ilkeleri ışığında internetdeki "zararlı" içerik ve bilişim
suçları ile mücadele etmelidir. Bu mücadele tek başına kamu otoritesi
ve mahkemelerle yapılacak bir mücadele değildir. Yasaklamalar,
bilenlerce kolayca delinmekte, gittikce artan bir oranda, yurttaşların
bu yasakların aşılması bilgisi yayılmaktadır.

Sivil toplum örgütleri bu sürecin bir parçası olarak çalışmaya hazırdır.

Yeter ki makulde uzlaşmak istensin ve diyalog kurulsun. Örneğin, çocuk
pornosu, ihtihara teşvik konularındaki yasaklamaların, uzman görüşü
ışığında mahkemelerce yapılmasına hiç bir itirazımız yok. "İkaz
et/Kaldırt" yönteminin uygulanması istiyor, ve bu sürecin parçası olmak
istiyoruz.

Kısa vadede ülkemize büyük zarar veren bu trajedinin önlenmesi için
acil tedbir alınmalıdır. En başta, Ankara ve İstanbul'da 2 uzmanlaşan
mahkeme geçici bir süre için İnternet yasaklarına bakmalıdır. Adalet
Bakanlığı, Barolar Birliği, Yüksek Hakimler Kurulu bu konuda Sivil
Toplum Kuruluşlarıyla işbirliği ile böyle bir yapılanmayı sağlamalıdır.
Telekomunikasyon Kurumu, katalog suçları dışındakiyasaklamalarda da, resen yetkilerini artırmadan, mahkeme kararlarınınuygulanmasında aracı olmalı; 5651/9'un uygulanmasında üzerine düşen sorumluluğu almalıdır. Ama, TK resen karar verme yetkisini acil haller
dışında kullanmamalı, ilgili mahkemeden karar almalıdır. 5651'in
yönetmelikleri gözden geçirilip, hem katalog dışı yasaklamalar, ve yurt
içi/ yurt dışı konusu; hemde "yasaklı nesnenin kaldırılması" konusunu
berraklaştırmalıdır. Youtube yasağı açmazını çözmenin tek yolu budur.

Yasakların ancak son çare olarak, bütün yollar bittikten sonra
uygulaması benimsenmeli; o halde bile nesne temelli engelleme
yapılmalıdır. TK bunun mali sorumluluğunu almalıdır. Nesne temelli
engellemenin yapılması Bilişim Kurultayı ve İnternet Konferansı gibi
açık ortamlarda ilgili taraflar ve uzmanlarca tartışılmalıdır.

Uzun vadede 5651'i kaldırıp, Siber Suçlar sözleşmesine uygun, Adalet
Bakanlığı Komisyonunca hazırlanan ve askıya alınan taslakla başlayarak
yeni bir düzenlemeye gitmeliyiz. Sektörle ortak yapılar
(self-regulation/co-regulation) kurmalıyız.

Türkiye internetin marjinal problemlerine cok fazla enerji harcıyor.
Asıl, İnterneti demokrasimizi geliştirmek, toplumsal kalkınmaya katkı
vermek ve bilgi toplumu yönünde nasıl kullanırız konularına kafa
yormamız gerekir.

İnternet Yaşamdır !


İnternet Teknolojileri Derneği - İNETD
Türkiye Bilişim Derneği - TBD
Türkiye Bilişim Sektör Derneği -- TÜBİDER
Linux Kullanıcıları Derneği - LKD
Tüm İnternet Evleri Derneği -- TİEV
Türk Kütüphanecileri Derneği -- TKD
Üniversite ve Araştırma Kütüphanecileri Derneği -- ÜNAK
Tıp Bilişimi Derneği - TürkMIA
ODTÜ Mezunları Derneği -- ODTÜ MD

22 Eki 2008

Çocuk Gelinler

Eliflere sahip çıkmamız gerek…

“Elif 13 yaşında, dudağında kıpkırmızı ruj sürülü, memeleri büyük ve orantısız bir şekilde kalın basma elbisesinden belli oluyor. Kerpiç evin içerisinde, ev işi yapıyor. Masadaki yemek sonrası kalanları topluyor. Masanın boyu biraz yüksek olduğundan her seferinde sandalyeye çıkarak ellerine büyük gelen tabakları, çanakları tepsiye diziyor, tepsiyi titreyerek mutfağa taşıyor. Bulaşık yıkamak için musluğa ulaşamaz, levyenin önüne bir tabure koyar ve musluğu açar. Yatak odasına giderken koridordaki kırk üç numara erkek terliklerini yerine yerleştirir. Yatak odasının kocaman pencerelerinin kepenklerini açar, yerdeki üzeri kırmızı lekeli havluları toplar. Yorgundur, minik elleriyle yatağa kendini çeker, yatağa yatar, yatak kocamandır. Elif anca yatağın beşde birini kaplar. Tam gözleri kapanırken irkilir kapıya doğru ilerler, kapı kolu yüksekte ve kapı kocamandır, kapıyı açar, içeri irice Kazım (26) girer. Elif’i kolundan çekiştirerek yatak odasına iter, cebinden adi basit dantel kırmızı bir don çıkartır, yatağın üzerine atar. Elif minicik elleriyle donu alır, ince bacaklarına geçirerek giyer. Kazım yatağın üzerinde tek bacağı altında otururken, Elif’e doğru uzanarak çekiştirir yatağa doğru ve üstüne çıkar, Kazım’ın altında Elif görünmez. Kazım işini bitirir kalkar kapıyı çarpar gider. Elif kalkar yataktan ayaklarını sallar, ayakları yere değmez, yatağın altında kırmızı plastik bir top vardır. Yere zıplar, kilotu çıkarır, uzun don giyer, göğüslerinin yerindeki pamukları çıkarır, Banyoya gider, tabureye çıkarak lavabonun üzerindeki aynaya bakar, ruju yüzünü kızartırcasına bastırarak siler, yıkar, parmaklarıyla ovalar. Saçlarının iki yandan örer. Gözlerini aynadan kaçırır. Yatak odasına koşar, yatağın altından kırmızı topu alır koca kapıdan cıkarak sokakta ayakları poposuna değerek meydana koşar. Meydanda diğer yaşıtları olan kız çocukları ile istop oynamaya başlar.”

Uçan Süpürge Organizasyonu’nun “Çocuk Gelinler” projesi kapsamında düzenlenen “Sözsüz Kısa Film Sinopsis Yarışması” nda ilk beşe giren, Ayşe Güler’ait “İstop” isimli kısa filmin bu senaryosunda olduğu gibi, binlerce Elif binlerce “çocuk gelin” var Türkiye’de.

Cinsel Eğitim, Tedavi ve Araştırma Derneği’nin (CETAD) verilerine göre 15-19 yaş grubu kadınlarda evlilik yüzde 11.9 oranında.

Çocuk gelinler, “berdel”, “beşik kertmesi”, “başlık parası” gibi çok değişik nedenlerle ortaya çıkıyor ve özellikle Anadolu’da halen ve artarak yıkıcı bir gelenek olmaya devam ediyor.

Uluslararası Dünya Vizyonu Örgütü’nün verilerine göre, yoksul ülkelerde 18 yaşından küçük kız çocuklarının evlendirme oranı gittikçe artıyormuş.

Küresel gıda krizinin, az gelişmiş dünyada çok sayıda ailenin yoksulluk nedeniyle kız çocuklarını erken yaşta evlendirmeye teşvik ettiğine işaret ediliyor.

Çocuk gelinler, eğitimlerini tamamlayamadan, bedensel gelişimlerini tamamlamadan doğum yapıyor, hastalıklara ve ölüme maruz kalıyor.

Dünyada her yıl 15 yaşın altında 3 bin 500, 18 yaşın altında da 21 bin kız çocuğunun evlendiriliyor ve bu sayının gelecek 10 yılda 100 milyon gibi bir rakama katlanabileceği kaydediliyor.

Erken yaşta ve zorla yapılan evlilikler, bugün dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi, Türkiye’de de yaygın bir sorun olmasına karşın, halen “sorun” olarak tarif edilmiyor, geleneklerin bir parçası sayılıyor.

Halen kız çocuklarını bir yük gibi gören zihniyet,

Halen başlık parasına kızını satarak maddi kazanç sağlayan aile düzeni,

Halen ‘kız çocuk okuyup da ne yapacak, evlensin, kocasına hizmet etsin’ anlayışı.

Elifler artık sadece istop oynamak istiyor, Elifler memelerini pamukla şişirmek istemiyor…

Elifler, kendileri daha çocuk…nasıl çocuk doğuracak?

Eliflere sahip çıkmamız gerek…

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=130319

( 06 Eylül 2008 de Milliyet Blogda yayımlanan yazım)

_____________________________________

http://www.ucansupurge.org/

http://www.ntvmsnbc.com/news/458417.asp

BASIN BİLDİRİSİ: 14 yaşında evlendirme yasasına hayır!

Türkiye Ruh Sağlığı Platformu, Bebek Ruh Sağlığı Derneği, Koruyucu Aile Evlat Edinme Derneği, Çocuk İstismarını ve İhmalini Önleme Derneği, Türkiye Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı, Ergen Sağlığı, Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği Genel Merkesi ve Şubeleri Dernekleri TARAFINDAN KAMUOYUNA DUYURULUR

9-10 Ekim 2008 tarihlerinde Adalet Bakanlığında düzenlenen bir toplantıda;

“Medeni Kanunda evlenme yaşının 14’e indirilmesi, TCK’da ‘reşit olmayanla cinsel ilişki’de suçun cezalandırılması için gereken şikayet koşulunun 15 yaştan 14’e çekilmesi ve tecavüz edenin, mağdurla evlenmesi durumunda cezadan kurtulması ve eşe tecavüzde 7 yıla kadar olan cezanın 1 yıla indirilmesi” gibi yasa değişikliği önerilerinin tartışıldığı basına yansımıştır.

Bizler, çocuğu ve kadını değil, tecavüz edeni koruyan düzenlemeler yapılması fikrine karşıyız.
Şu anda yürürlükte olan çocuk hakları, kadın hakları ve insan hakları Sözleşmelerinin tarafı olan ve Anayasanın 90. maddesiyle bu Sözleşmelere öncelik tanıyan Devletin böyle bir geriye gidişe evet dememesi gerekir.
Yine Çocuk Hakları Sözleşmesi ve Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesine taraf olan bir Devletin Mahkemelerinin görevi, çocuğa ve kadına öncelik tanıyıp onun haklarını korumak olmalıyken, kadına ve çocuğa tecavüz edeni koruyan bir sistemin Türk Hukukuna girmesine onay verilmesini kabul edemiyoruz.
Türk toplumunun temeli olan aile yapısını korumanın yolu sağlıklı aileler oluşturmaktır; çocuk kadın- çocuk anne yaratmak değildir.

Anne olmaya zorlamak ya da yönlendirmek, çocuğun gelişimini olumsuz etkilemektedir. Yasalarda yapılması önerilen değişiklikler;

1. Çocuklara karşı işlenen cinsel suçlarda şikâyet hakkının 15 yaştan 14 yaşa indirilmesi, 14 yaştan itibaren istismarın koşulsuz olarak cezalandırılmasını değil, çocuğun ve / ya da ailenin cinsel istismara ilişkin şikâyetini esas almaktadır. Bu da, çeşitli baskılarla şikâyetini geri çekmek zorunda kalacak olan çocuk yaştaki ergenlerin bedensel ve ruhsal mağduriyetine yol açacaktır. Evlenme vaadiyle çocukların kandırılması olasılığını artıracak, yasanın caydırıcılığı ortadan kalkacak, istismarı teşvik edecektir.

2. İstismara maruz kalan bir çocuğun kendisini istismar eden kişiyle evlendirilmesi, çocuğun bir ömür boyu kendisini istismar etmiş olan kişiyle yaşaması anlamına gelmektedir ki, bu tasarıda çocuğun ruhsal ve bedensel gelişimini korumaya yönelik hiçbir yan bulunmamaktadır. Aksine tasarı, çocuğa yönelik cinsel istismar eylemini istismar tanımı kapsamından çıkarmayı, istismarı meşrulaştırmayı ve istismarcıyı korumayı hedeflemektedir.

3. Evlilik yaşının 14’e indirilmesi, istismar bir yana, en olumlu koşullarda gerçekleşecek olan bir evlilikte dahi, ruhsal ve bedensel gelişimini tamamlamamış bir çocuğun zamanından çok önce altından kalkamayacağı bir yükün altına sokulması, baş edemeyeceği yaşantılarla karşılaştırılması ve olası ruhsal ve bedensel hastalıklara açık duruma getirilmesi demektir; çocuğun eğitim hakkının engellenmesidir.

4. Bu durum sadece o çocuğun yaşamını olumsuz etkilemekle kalmayıp, onların çocuklarını da olumsuz etkileyerek gelecek kuşakların sağlıklı gelişimlerine engel oluşturacaktır.

Sonuç olarak, cinsel istismarın, mağdurları için ahlakî sorunlar yaratmakla sınırlı bir eylem değil, ağır psikolojik yaralara yol açan bir eylem olduğunun göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Ayrıca bu tür eylemlere uygulanacak yasal düzenlemelerin, hatta bu düzenlemeler öncesindeki tartışmaların yalnızca suçlu ve mağdurları değil, bütün toplumu etkilemekte olduğu da unutulmamalıdır.

(Sn.Mehmet Deniz Kırımlı'nın Onverita'da yayımlanan yazısından, desteklemek amacı ile ile alınmıştır)

Lütfen siz de destek veriniz.

21 Eki 2008

Varlık barışı ile kara para aklanabilir mi?


Dikkat! dikkat yine dikkat! Türkiye ekonomik krize karşı “varlık barışı” na hazırlanırken sınırı tanımlanmamış miktarda paranın dolaşıma girmesi, Türkiye'yi bir kara para aklama cenneti yapabilir.

Ne zaman ekonomi daralsa Türklerin yurt dışındaki paralarının cazibesine kapılırız, “ah bunları yurda bir sokabilsek her şey ne güzel olacak” diye düşünürüz.

Hükümet her ne kadar “Hamdolsun durumumuz iyi”, “panik yapmaya gerek yok”, “yangın çıkmadan yangına su sıkılmaz” gibi özünde endişe ifade eden cümlelerle ekonomik krize karşı güven vermeye çalışsa da bir yandan da gece yolda ıslık çalarak yürümeye başladı.

Yukarıdakiler sesini yükseltince, Kemal Unakıtan “hadi gelin birlikte oturalım, düşünelim, beyin fırtınası yapalım” diyor. Aşağıdakiler nasıl olsa krizlere alışkın. Zaten bir lokma ekmeğe muhtaç, ayın sonunu nasıl getiririm derdinde. Hamdolsun lafını da en çok kullanan aşağıdakiler değil midir?

Maliye Bakanı Kemal Unakıtan diyor ki; “Yurtdışında parası olanlar, belli bir zaman içinde getirdikleri takdirde, ister şirketlerine ister bankaya koysunlar, sisteme sokmak şartıyla hiçbir soru sormayacağız. İnceleme yapmayacağız. Türkiye dışında kazançları olan herkes getirsin. Vergi yok, geriye dönük bir şey yok.”

Piyasadaki likidite sorununa çözüm bulmak, ekonomiyi canlandırmak için “varlık barışı” gündeme geldi.

Ne demektir “varlık barışı” ? Eğer gurbetçiler, Türk şirketleri veya zengin Türkler yurt dışında bulundurdukları dövizlerini ister bavulla ister banka yoluyla Türkiye’ye getirirlerse, “nereden buldun” diye sormadan – ki şimdiye kadar da zaten sorulduğunu sanmıyorum- çok cüzi bir vergi uygulanacak veya hiç vergilendirilmeden sorgusuz sualsiz sisteme girmesi sağlanacak.

Türklerin yurt dışında 100 milyar Euro’su olduğu tahmin ediliyor. Bana göre gerçek meblağ bundan da büyük.

“Varlık barışı” uygulaması doğru bir adım. Krize karşı kalkan olarak alınacak en etkin önlemlerden biri.

Ancak unutulmaması gerekenler olduğu gibi, uygulamanın açılım gerektiren bir yanı da var;

Ne zaman bu ülkenin başı sıkışsa, Türklerin yurtdışında tuttuğu dövizi, yeniden Türkiye’ye sokmak için yöntemler geliştirilir, kararlar alınır. Zekeriya Temizel’in 1998 barışında sadece 4 milyar dolar yurda girerken, banka kredileri vasıtası ile 6 milyar dolar “kara para” aklanmış!

Gurbetçi paraları deyince; gurbetçiler eski gurbetçi değil. Hala bir ayakları Türkiye’de de değil. Kazandıkları paraları, hem iş kurmak hem de tasarruf açısından bulundukları ülkelerde değerlendirmeye başladılar. Zamanında yurt dışından getirdikleri marklar “size işçi şirketi kuracağız” diye çarçur edildi. Milyonlarca markları telef oldu, dolandırıldılar. Arkasından yeşil sermaye gurbetçilerin parasını usulsüz topladı ve batırdı. Son olarak ta Deniz Feneri gibi hayır kurumu kisvesi adı altında toplanan paralar battı. Gurbetçi bu sisteme nasıl güvenecek?

“Varlık barışı” uygulamasında diğer ve en önemli soru ise “Türkiye, kara para transferini legalleştiriyor mu?”

Kara para ile ilgili tüm dünyada sıkı önlemler alınmışken ve Türkiye de bu konuda taahhütler altına girmişken, “nereden buldun” diye sormadan girecek bir paranın, ak mı kara mı yeşil mi olduğunu nasıl tayin edeceksiniz?

Avrupa veya ABD’de bankadan bankaya transfer edilen 5 bin doların bile hesabı sorulurken, batıdan doğuya bavulla veya cepte para sokabilir misin? Bavulla para ancak Iran, Irak, Suriye gibi doğu komşuların sınırlarından içeri giriyor. PKK 'nın uyuşturucu trafiğinden elde ettiği paralar da bu yolla aklanmıyor mu zaten?

Kemal Unakıtan’ın konuya ilişkin açıklamalarında terör, uyuşturucu, insan ticareti kaynaklı paraların ülkeye sokulmasına izin verilmeyeceği belirtiliyor ama bir yandan da varlık barışı yöntemi ile gelecek paralar için, MASAK ‘ın (Mali Suçları Araştırma Kurulu) devre dışı olacağı da söyleniyor. O zaman bu ayıklamayı kim yapacak? Yurtdışında bulunan ama hala Türkiye’ye gelmeyen finans sistemindeki “kara para” yı nasıl süzgeçten geçireceksiniz?

Diğer bir konuda, Türkiye’de mevduata uygulanan güvencenin 50 bin YTL olması. Mevduata bu kadar düşük güvence uygulanıyor iken, yurt dışındaki paralar Türkiye’ye gelir mi?

Bütün bu soruların cevabı ve “varlık barışı” nın detay açılımları çok ama çok önemli…

Anlaşılan o dur ki; Türkiye ekonomik krize karşı “varlık barışı” gibi çok ciddi ve riskli bir operasyona hazırlanıyor.

Sınırı tanımlanmamış miktarda paranın dolaşıma girmesine izin verilecek olması, Türkiye'yi bir kara para aklama cenneti yapabilir…

Dikkat, dikkat yine dikkat !

19 Eki 2008

Tabakhaneye mi yetişeceksin?


Hoopp hoopp yavaş! yavaş ol kaplumbağa kardeş… Tabakhane bugünlerde yeteri kadar dolu zaten, aceleye gerek yok.

Tabakhane sendromuna girmeyen bir kaplumbağa kalmıştı, o da yola koyuldu.

Ne olacak bu tabakhane sendromumuz bizim? Dolu, dolu… Tabakhane ağzına kadar dolu. Habire yetiştirmeye çalıştığımız malum şeyle tıka basa doldurduk.

Biraz ağırdan alsak diyorum, yavaşlasak…

7/24, son sürat gidiyoruz.

8 saat uyku, 9 saat mesai etti 17, kaldı mı geriye 7 saat?

3 saat yolda geçen zaman, yemek, tuvalet, banyo v.s

Eeee ne kaldı geriye? Sadece 4 saat.

“Yaşadım” diyebilmek için 4 saatimiz var.

Bu 4 saatin içine sığdıralım bakalım yaşamın arda kalanlarını.

Aşık olacağız, seveceğiz, evliysek eşimizle, çocuklarımızla ilgileneceğiz...

İnsani duygularımızı yaşayacağız, hüzünleneceğiz, sevineceğiz, ağlayacağız, güleceğiz, kızacağız, sevişeceğiz...

Gezeceğiz, belki bir arkadaşımızla buluşup bir yerlerde bir şeyler yiyip içip sohbet edeceğiz...

Yarın için planlar yapacağız, hayal kuracağız...

Sağlıklı olmak için neler yiyeceğimize karar vereceğiz, illa ki spor yapıyormuş gibi yapacağız...

Daha Orhan Pamuk okuyacağız !

Memleket meselelerini konuşacağız, ergenokona takılıp, feneri söndüreceğiz, laiklik elden gidiyor diye kazan kaldıracağız...

Ekonomiyi ve onun yanında bonus olarak Fenerbahçe’yi kurtaracağız,

Devrimler yapıp güneşi zaptedeceğiz, insanlık için kafa patlatıp çözümler üreteceğiz, barış için yırtınacağız...

Son günlerde fırçayı da yedik ...“duruş belirleyeceğiz". Durmak için doğru yer neresi onu gözümüze kestireceğiz.

Sonra bunları oturup blogda yazacağız, nasıl bir başlık atarsak çok tıklanırızı düşüneceğiz, içeriği kim takar... Yazılanlara yorum yapacağız. Blog kavgalarını takip edeceğiz, blog kapatılmasın diye dua edeceğiz... Egolarımızı balon gibi şişireceğiz... Gazı bitenlere gaz vereceğiz!

Bitmez bu gelecek zaman çekimi ceğiz, cağızlar.

Topu topu 4 saat, ne yapacağımızı şaşırmadan belirlemek ve uygulamak için topu topu 4 saat.

Hangi birini sığdıracağız bu 4 saatin içine? Nasıl sığdıracağız?

Vallahi sihirbazlık gibi bir şey bu.

Ve ertesi 24 saate sağlıklı ve mutlu başlayabilmek, yeni bir 4 saat kazanabilmek için kronometreyi sıfırlayacağız.

Bir de bakmışız ki bir gün artık kronometre durmuş, çalışmıyor !

O "4 saat" te yok !

Pardon ! Tabakhane ne taraftaydı?

Bugün Pazar günü mü? O da ne ki? Sen tabakhaneyi göster…

Blogculuk geleceğin medyasını şekillendirecek


Blogculuk ve vatandaş gazeteciliği, profesyonel gazeteciliğin rakibi haline mi geliyor?

“Bilgi çağını yaşıyoruz ve bilgi toplumu olduk derken” kendimizi internetin derinliklerinde blogların arasında bulduk…

Özgür ve demokratik bir ülkede en önemli güvencelerden biri, gerek siyasi gerekse ekonomik güç odaklarının baskılarından olabildiğince kendini soyutlamış medya kuruluşlarıdır.

Yıllar yılı söylendik durduk “gazeteler sahibinin sesi oldu, haber üreten ajanslar yönlendiriliyor, köşe yazarları patronun istediği gibi yazıyor, medya tekelleşti, haberler tek tip insan üretiyor” diye… Ama teknoloji o kadar büyük bir hızla ilerledi ki bir yandan ayak uydurmaya çalışırken diğer yandan basım yayın konusunda da inanılmaz olanaklara kavuştuk.

“Dördüncü kuvvet” kategorisinden hızla yukarılara doğru tırmanma eğiliminde olan medya, internet ve telekomünikasyon teknolojisindeki gelişmeler sonucunda yepyeni bir kavramla tanıştı… "Yeni medya”

Basım yayın dünyası kendisini “yeni medya” kavramının tam merkezinde buldu. İnternet haberciliği ve internet medyası hızla devreye girdi.

Önceleri yeni medya kavramını gazeteleri internet üzerinden okumak veya varolan medya araçlarına bilgisayar üzerinden daha kolay ulaşmak olarak algıladık. Ancak basım yayın dünyası internet haberciliğine yoğunlaşırken, biz haber tüketicileri de kendimizi blogların arasında bulduk.

Artık biz sıradan insanlar sadece haber izlemekle kalmayıp haber üretenler de olabilirdik!

Önce kullanıcı kaynaklı sözlüklerde insanlar kendilerini ifade etmenin keyfine vardı. Daha sonra kendimize kişisel bloglar hazırlayarak, bloglarımızda kendimizi özgürce ifade etmeye ve yaygınlaşan internet sayesinde haberi, haber saydığımız her şeyi başkalarıyla paylaşmaya başladık.

Yeni medya sistemi “vatandaş gazeteciliği” dediğimiz kavramı da beraberinde getirdi.

Günümüzde dünyadaki etkin medya kuruluşları, hazırladıkları blog formatlarında vatandaş gazetecilerin yani blogcuların haberlerine, ekonomik, politik ve güncel yorumlarına yer veriyor ve bunun teknik alt yapısını oluşturuyor.

Ancak biz vatandaş gazeteciler, eğitimli, profesyonel gazeteciler değiliz. Bu da bloglarda gazetecilik değerlerinin nasıl korunabileceği tartışmalarını da beraberinde getiriyor.

Şu da var ki; Türkiye’de şu an için maddi bir kazanç sağlamadan bilgiyi ve haberi üreten, aynı zamanda aktif birer katılımcı olan blogcular, profesyonel gazetecilerden daha sorumlu davranıyor diyebiliriz. En azından yanlış ve yalan bilginin dolaşımına izin vermemeye çalışıyoruz. Kendi izleyici kitlemizi yaratmaya gayret ediyoruz.

Pek çok tüketici kökenli içerik neredeyse en az profesyonel yorumcuların hazırladıkları içerikler kadar iyi.

Bu nedenle; vatandaş gazeteciliği ve blogların artması, profesyonel gazetecilerin daha da profesyonelleşmesini sağlayacaktır. Medya profesyonellerine her zaman ihtiyaç duyulacak ancak herkesin haber yapabiliyor olması karşısında klasik medya şirketlerinin zayıf kalmaması için yeni stratejiler oluşturması gerekiyor.

Sonuç olarak; bloglar medya dünyasının değişen yüzü oldular. Önemli olan bu durumun devam ettirilmesi… Bu sorumluluk da blogculara düşüyor.

“Blogculuk” bir özgürlük ve geleceğin medyasının bloglarla şekilleneceğine inanıyorum.

16 Eki 2008

Turizmde ekonomik krizin etkileri


Ekonomik kriz tüm dünyayı etkisi altına alırken, Türkiye ekonomisinin lokomotifi olan turizm sektörü ne durumda?

Türkiye kriz karşısında halen “hamdolsun” kıvamında , “bize bir şey olmaz” diyenlerle “ya olursa” diyenlerin arasında gidip gelirken, ekonomik kriz tüm dünyanın birinci gündeminde yer alıyor.

Dünyanın en ciddi gazetelerinin baş sayfaları ekonomik krizle ilgili haberlerle dolu. Evde, işyerlerinde, sokaklarda konuşulan en baş konu ekonomik kriz ve yarattığı tedirginlik.

Biz ise “finans sektörü yara almaz, zaten 2001 krizinden alışkınız, gereken önlemler alınmıştır, dünyadaki ekonomik kriz dalgası Türkiye'yi etkilemez, görünmez bir güç! sayesinde üzerimizden atlayıp Rusya ve Uzak Doğu’ya yönelir” diye düşünüyoruz.

İşte bu “aymazlığın daniskası” …Türkiye'de hadi diyelim finans sektörü etkilenmese bile zaten bir ayağı çukurda olan reel sektör etkilenir hem de öyle böyle değil baya bir etkilenir.

Ekonomik krizden en fazla etkilenecek sektörlerden birisi de “Turizm”.
Şu anda sektörde büyük bir belirsizlik hakim. Otelciler 2009 yılı fiyatlarını belirlerken bile tedirginlik içindeler. Tur operatörleri ve seyehat acenteleri 2009 yılı beklentilerini tam olarak ifade edemiyorlar.

“Gelecek yıl satışlar ne durumda olacak, ekonomik kriz turizmi nasıl etkileyecek, dövizin durumu nereye gidiyor?” gibi sorulara cevap arayan turizm sektörü huzursuz.

Nasıl olmasın ki? Türk turizminin yüzde 75’i Avrupa ve Rusya’dan turist almakta. Bir başka deyişle hizmet ihracatımızın geliri bu ülkelerdeki insanların tatil satın alabilme gücü ile doğrudan orantılı.

Avrupa’lı turist, maaşından ziyade yapmış oldukları küçük tasarruflarla tatillerini finanse eder. Avrupa’da yaşanan ve daha da yaşanacak olan ekonomik durgunluğun , tatil talebinde bir daralma yaratması kaçınılmazdır.
Ayrıca kriz bağlantılı döviz oynamaları, petrol fiyatlarındaki dalgalanmalar hem havayolu taşımacılığının hem de turist gönderen tur opertörlerinin riskini artırmaktadır.

Turizmde yaşanan kriz dönemlerinin kurtarıcısı olan Rusya’da da durum pek parlak görünmüyor. Rusya'da yayımlanan İzvestiya gazetesi, küresel finansal krizin Rusya'nın turizm piyasasını da çok olumsuz etkileyeceğini yazdı. Gazetenin haberine göre, Rusların bir bölümü gelirlerinin düşeceği beklentisiyle yurt dışı tatil planlarını iptal edecekler ve bundan dolayı bazı turizm şirketleri özellikle aldıkları kredileri geri ödeyemez duruma düşünce iflas edecekler.

Ekonomik kriz dönemlerinde, lüks tüketimden uzak durmak, daha sade ve ihtiyaçlara yönelik yaşamak genel bir sosyolojik eğilimdir. Önünü görememek ve ekonomik belirsizlikler, tüketiciyi ister istemez lüks tüketimden alıkoyar.
Bu eğilim 2009 yılında hem Avrupa’lı, hem Rus, hem de yerli turistin tatil ihtiyaçlarını yeniden gözden geçirmesine sebep olacak, tatil için para harcamak en son tercih olabilecektir.

2009 yılı için yurt dışında turizm pazarlama faaliyetlerinin yoğunlaştığı şu günlerde, gelecek yılın turist potansiyelinin ne olabileceği konusunda tahminde bulunmak için henüz erken. Yurt dışındaki tur operatörü katalogları henüz çıkmadı. Turizm birlikleri, otelciler, tur operatörleri ve Bakanlık dahi ekonomik krizi henüz masaya yatırmış değil. En yakın ve en büyük turizm fuarı Kasım’ın başında Londra’da.

Ancak, turizm pazarlamacılarımız ve Bakanlığımız yurt dışında faaliyetlerde bulunup, tanıtım yaparken, unutmamalılar ki turizmde rakibimiz olan İspanya, Yunanistan ve Mısır’da boş durmuyor. Onlar da aynı nedenlerden ötürü olası bir turizm talep daralması için önlem geliştiriyorlar.

Bu anlamda; mevcut tanıtım ve pazarlama faaliyetleri ile tanıtım bütçelerinin tekrar gözden geçirilmesinde fayda var.

Şu anda Avrupa ve Rusya'da uygulanan tanıtımların yanı sıra daha ne yapabilirizi irdelemek, acilen ekonomik kriz sosyolojisine ve psikolojine uygun yeni ve ek tanıtımları gündeme almak ve hemen uygulamaya sokmak gerekiyor. Geçtiğimiz dönemlerdeki olağan tanıtım ve pazarlama faaliyetleri, ekonomik kriz ve turizm talep daralması yaşanan şu günlerde fazla etkin olmaz.

Kesin olan bir şey vardır ki; turizm son derece dinamik bir sektördür ve atılan her doğru adım krizin olumsuz etkilerini ülkemiz lehine çevirebilir.

Asıl biz turizmciler krizlerle yaşamaya alışkınız. Terör, ekonomik kriz v.d den en çok ızdırabı çekenleriz. Krize karşı önlem almakta diğer sektörlere göre daha atağız.

Turizm sektörü ve çalışanları 24 saat yaşarlar. Bunu en iyi sektördeki arkadaşlarımız bilir. Emek yoğundur. Gece, gündüz demez onca güneşin altında ter dökeriz. Havaalanlarında kapıdan ülkemize ayak basan her turist için canımızı dişimize takar, otelcisi, acentesi, rehberi, taşımacısı olarak en iyi hizmeti vermeye çabalarız.

Dünyadaki ekonomik kriz nedeni ile Türkiye ekonomisinin lokomotifi olan turizm sektörünün yara almasına engel olabilecek de yine bizleriz.

Kriz dönemlerinin turizmcilerine yine çok iş düşüyor.

Fiyatları düşürmek çare değildir!

Turizm sektörümüzde krizin etkilerini en aza indirgemek için el birliği ile tüm pazarlarda eskisinden daha etkin olarak boy gösterme zamanıdır. Yani biz turizmcilerin tabiri ile "pazarlara saldırmak" zamanıdır.

Şu günlerde her turist önemlidir, ülkeye turizm yolu ile sokulacak her cent de önemlidir.

Tsunami gelirken rahat rahat güneşlenemeyiz...

15 Eki 2008

Ankara başkent olma ruhunu yitirdi


13 Ekim 1923, Ankara’nın başkent oluşu. 85 yıl sonra Ankara’nın anayasada “başkent” olduğuna dair değiştirilemez hükmünden başka bir “başkent” olma özelliği kaldı mı ki?

Köşe yazarı Bekir Coşkun, bir yazısında Mustafa Kemal’in canlanarak günümüzün Ankara’sına gelişini kurgulamıştı; “Ulu önder, yanında İsmet Paşa ve diğer komutanlar olduğu halde, Ankara’ya ilk gelişindeki gibi Dikmen sırtlarından kente bakar. Yanındakilere sorar:Düşmanı geri püskürtmemiş miydik?”

Atatürk, genç Türkiye’ye yakışacak, çağdaş bir ülke başkenti hayal etmiş. Şimdi Ankara’nın hali içler acısı. Başkent olma niteliklerini kaybettiği gibi, yaşanılır bir kent olma özelliği de kalmadı.

Bulvarları otoban haline getirilmiş, yayaların yürüme ve yaşam alanları yok edilmiş, insanlar birbirlerine uzaklaştırılmış…

Meydanlarına boldozerler girmiş, son derece estetikten uzak çok katlı kavşaklar yapılmış…

Her yerde bir üst geçit, alt geçit, mühendislik harikaları! ne üstünden geçebilirsiniz ne altından, bir yağmur yağar, geçitler evlere şenlik...

Kızılay tam bir curcuna, ne yöne yürüyeceğinizi şaşırırsınız, zevksizlik örneği, göz estetiğinden uzak bir başkent merkezi…

Ankara Kalesi'nin çevresi, en çok korunması düzenlenmesi gerekli tarihi alan ne hallerde…

Bakanlıkları, alış veriş merkezlerini Eskişehir yoluna taşıdılar , trafik iyice içinden çıkılmaz hale geldi. Melih Gökçek dikti gözünü O.D.T.Ü 'ye. Yol açaçakmış! Şehrin yegane nefes aldığı yeşil alanı, üstelikte bir üniversiteyi rant uğruna yok etmeye niyetlendi.

Gölbaşı'nın etrafını rezil ettiler, şimdi “Eymir'i istiyoruz" diye tutturdular.

Melih Gökçek, bir zamanlar kendisine çarpık kentleşme ile ilgili öneriler getiren, ikaz eden mimarlara “ gelin size nasıl mimarlık yapılır öğreteyim" diye dalga geçiyordu, şimdi kafasının doğrultusuna gitmesinin cezasını Ankara’lı çekiyor.

Kamu alanları imar kontrolünün dışında, bu kontrolsüzlük sonucu her gelen yerel yönetim bu alanları dilediği gibi kullanmış. Rant elde ederken, kent yaşamına ve Ankaralı'ya katlanılamaz maliyetlerler getirmişler.

Bu kadar başı bozuklukla bugün Ankara bir gecekondu şehire dönüşmüş durumda. Konut veya işyeri olarak yapılmış binalara baktığınızda hepsi birbirinin aynı, zevksiz, düzensiz yayılmışlar her yana.

Yanlış kentleşme çorap söküğü gibi sorun üretiyor, bir sorun başka bir sorun yaratan yama ile örtülmeye çalışılıyor.

Ankara artık görsel kirliliğin had safhaya ulaştığı, başkent olma vasıflarını tamamen yitirmiş bir başkent.

Ankara’da ışıklar bile otobanlar ve taşıtlar için. Işıklandırmadaki aynı canlılık aynı parıltı sokaklarda ve caddelerde yok. Bozkırın aydınlık şehri yerine karanlığın hakim olduğu bir başkent haline gelmiş.

Ankara artık Cumhuriyet’in değil yoksulluğun başkenti.

Sokaklarında, caddelerinde yürünemeyen, kültür merkezi kimliğini yitirmiş, tarihini, simgesini tüketmiş bir başkent.

Ankara; artık “başkent ruhu” taşımayan bir başkent.

14 Eki 2008

Engin Ceber, işkence ile gelen ölüm ve yola devam Türkiye !


Kim bu hala “işkence” ile “insan canı” almaya devam eden 12 Eylül bozuntuları?

Kim bu insanlık utancı cinayeti işleyenler?

Engin Ceber; suçu devrimci olmak, suçu solcu olmak, suçu yasal olan bir dergiyi halka dağıtmak…

Engin Ceber; 28 Eylül’de haftalık Yürüyüş Dergisi’ni 4 arkadaşı ile birlikte İstinye’de dağıtırken gözaltına alındı. İstinye Karakolu’nda işkenceye uğradı, darp edildi. Tutuklanmak üzere Metris Hapishane’sine gönderildi, burada da işkence gördü. Ve Metris'te öldü. Gözaltına alınması ile ölmesi arasında geçen süre 10 gün.

Gençlerin darp edildiği, İstinye Devlet Hastanesi tarafından resmen raporlandı. Hastane raporlarında, karakolda dövülen gençlerin, omuz, kol, sırt ve boyunlarında morluklar ve şişkinlikler olduğu ortaya çıktı.

Metris hapishanesi gardiyanları, “Cihan’la birlikte tutuklanan arkadaşı öldü” diyerek Engin Ceber'le birlikte gözaltına alınıp tutuklanan Cihan Gün ile görüşmek isteyen abisi Mahir Gün'e “Ne yapalım öldüyse, ölene Allah rahmet eylesin” dediler.

Avukatın, müvekkillerinden birisinin oturamaz, birisinin yürüyemez vaziyetine nasıl geldiklerine ilişkin sorusuna polislerin verdiği yanıt ise “kendilerini yerden yere attılar” olmuş.

Engin Ceber , Bingöl’den İstanbul’a göç eden işçi bir ailenin oğlu. 29 yaşında. İşsiz. Türk halk müziği dinler, Nazım Hikmet okur.

Engin Ceber’in babası diyor ki; Bana çocuğun yasal olmayan bir gösteride bulunmuş dediler. Hayır! Çocuğum yasal bir gösterideydi. Çocuğumun dağıttığı dergi de yasaldı. Engin’i sürekli göz altına alıyorlar ve her defasında işkence ediyorlardı. İşkenceden dolayı dişleri dökülmüştü oğlumun. Metris’e gönderdiler. Her gün işkence yaptılar. Hukuken zorunlu olmayan bir uygulamaya direndiği için, onurunu ayaklar altına aldırmadığı için demirlerle, sopalarla, suyla ıslatarak dövdüler. En sonunda öldürdüler ve bunu yapanlar hakkında bir soruşturma bile açılmadı. Hükümet “Avrupa yolunda, demokrasi yolunda yola devam, reformalara devam!” diyor ancak işkence gerçeğinin önüne geçmiyorlar. Başka Engin’ler ölmesin artık. Oğlumun canını alanların cezalarını çekmelerini istiyorum. Gerekirse AİHM’kadar gideceğim”.

12 Eylül’den yıllar sonra dahi değişmeyen bir zihniyet… Kana susamış, solcu öldürmeye and içmiş bir zihniyet.

12 Eylül mirası "sistematik işkence".

Türkiye’nin kirli insan hakları sicilinde tekrar yeni kapkara bir leke…

Adalet Bakanlığı soruşturma başlatmış.

Sonucunda suçlu (lar) 3-5 ay ceza alırlar, görevden men edilirler.

Sahi “kasten ve bilerek” adam öldürmenin cezası ne idi Türkiye’de?

Utanıyorum…İnsanlık adına, Türkiye adına utanıyorum.

Bitmez bu işkenceci 12 Eylül zihniyeti...

12 Eki 2008

Açık bir kapısı olmalı insanın


Kapı benim için bir metafor, yaşam benzetmelerimden bir simge...

Kim bilir nelere tanık olmuştur, insana ilişkin duyguların, anların arkasında yaşandığı kapılar. Doğum, ölüm, ayrılıklar, kavuşmalar, sevişmeler, kavgalar, ağlamalar, yalnızlıklar. Duygularımızın, yaşantımızın en yakın tanığıdır kapılar...

Kimi zaman açık, kimi zaman kapalı, eski, yeni, süslü, süssüz kapılar; arkasında yaşamları saklayan, örtüldüğünde içeride var olanı koruduğu düşünülen veya dışarıdakini içeridekinden ayıran kapılar...

Ardındakilere, tanıklığını hiçbir zaman dile getiremeyen, izleyen ama paylaşamayan kapılar...

Bir dile gelse ne çok şey anlatacaklar.

Kapılar kapanmaz, örtülür. Neyin üstüne örtülüyorsa onu saklarlar adeta.

Bir blogdaşım galerimdeki kapı fotoğrafları için diyordu ki “galerindeki kapılar kimlere açıldılar, kimler çaldı, kimler açtı, neler duydular?”. O’na baba öğüdü imiş, dermiş ki babası “düşmanını bile çaresiz bırakmayacaksın. Ezmeyeceksin. Kaçabileceği açık bir kapı bırak... Hapsetme, bağlama, tutma”.

Kesinlikle “açık bir kapısı olmalı insanın”...iç dünyamızdan dışarı açılan bir kapı, iç dünyamızın tanığı açık bir kapı.

Nefesimiz tükendiğinde yeniden nefes almaya yarayacak açık bir kapısı olmalı insanın.

Sevdiklerimizin duvar aşmaya gerek duymadan içeri girebileceği açık bir kapı, nasıl ki düşmanımızın rahatlıkla çıkmasını sağlıyorsa, dostumuzun da engelsiz girebileceği açık bir kapısı olmalı insanın.

Hiçliğe açılsa bile yine de açık durmalı, ola ki “hiçliği çok şeyliğe tercih etmek” de gerekebilir kimi zaman.

Açık bir kapısı olmalı insanın…”dışarıdan sakladığım hiçbir şey yoktur benim” diyecek kadar özgüveninizi, cesaretinizi kendinize ve dışarıdakine hissettirebilecek.

Açık bir kapı bırakabilecek kadar şeffaf olmalı yaşamda, çünkü ön yargılara dur diyecek tek şey, açık bir kapıdır. Görünür, hissedilir olmaktır ön yargıyı yıkan.

Hayat yolculuğumuzda, dar geçitlerle karşılaştığımızda kullanabileceğimiz açık bir kapımız olmalı. Bilmeliyiz ki o kapının ardında bambaşka bir dünya olacak.

Dünya, sadece kendisi için yaşayanlara en büyük örtülü kapı olmuş. Başka yaşamların da var olduğunu algılayabilmek için açık bir kapısı olmalı insanın.

Kapıların ardında kalan olmamak için, ardındakilerle yüzleşmeye cesaret bulabilmek için, yenilgilerimizi kabullenmediğimizi gösterebilmek için açık bir kapısı olmalı insanın.

Ne çok kapılar örttük, üzerine de ne kör kilitler taktık. Örttüğümüz sadece kendimiz aslında.

Yaşamın en yaşanmaz yerinde, açık bir kapı bulabilmek istiyorsak eğer , mutlaka açık bir kapısı olmalı insanın.

Açık bir kapı pek çok kör kilitli kapıyı açabilir.

Altın mı döviz mi daha çok kazandırır?


Türkiye’de büyük finans yatırımcıları kadar küçük yatırımcılar da huzursuz.

Ekonomik kriz tsunami gibi dalga dalga gelmeye devam ederken finansal piyasalar bugün de çalkalandı ve yine "Kara Pazartesi" yaşandı.

Bayram tatilinde piyasaların etkilenmeyeceğini söyleyenler yanıldı. Cuma gününden beri bugün de dahil borsa yerlerde sürünüyor... Üstelik; ABD’de kurtarma paketinin kabul edilmiş olmasına, Avrupa’da bazı ülkelerin Merkez Bankalarının piyasayı fonlama kararı almış olmasına rağmen.

Avrupa borsalarında kayıp yüzde 5, İMKB de yüzde 7 düşüş var. Dolar ise 1, 37 seviyelerine yükselerek son bir yılın zirvesine çıktı.

Japon Yeni, Euro ve Dolar'a karşı güçleniyor. Ekonomik krizin Avrupa’ya kayması Dolar ve Euro’nun Yen’e karşı hızla değer kaybetmesine neden oluyor.

Küçük yatırımcı elindeki üç beş kuruşluk şahsi tasarrufunu neye yatırmalıyım diye kara kara düşünüyor. Çünkü şu kriz ortamında dişinizden tırnağınızdan arttırdığınız birikim ile yatırım yapmak öyle pek kolay iş değil.

Borsa düşüşte, Dolar, Euro yükselişte.

Altın ise şu anda finansal krizin etkilemediği en risksiz yatırım aracı. Finansal krizin yayılmasının ardından altın yeniden bir yükseliş ivmesi kazandı.

Peki, bugün dövize mi yoksa altına mı yatırım yapmak lazım?

Bu sorunun cevabı için önce altın fiyatlarındaki duruma bakalım;

2006 yılı sonunda altının onsu 635 dolar, 2008 yılının birinci çeyreğinde 1050 dolara kadar çıkmış, sonra inişe geçmiş. 700 dolara kadar geriledikten sonra yeni bir ivmeyle yükselmeye başlamış. Şimdilerde 890-900 dolar/ons gibi bir fiyata ulaşmış durumda.

Geçmiş dönemlerde ekonomiler kötüye gittikçe, kağıt para değer kaybetmeye başladıkça altın hep revaçta olmuş, değer kazanmaya devam etmiş. Finansal yatırımcıların belirsizlik dönemlerinin güvenli sığınağı hep altın olmuş.

Petrol gelirleri artan Arap ülkeleri ile hızla büyüyen Çin ve Hindistan aynı zamanda geleneksel altın yatırımcısı ve ithalatçısı ülkeler. Bu ülkelerin altın talebi son yıllarda giderek artıyor. Buna karşılık rezervleri sınırlı olan altın arzında aynı artış yok.

Dünya’da altın rezervleri oldukça sınırlı, bilinen altın rezervleri 42 bin ton civarında. Rezerv sınırlı olduğu için de ekonomilerin kriz dönemlerinde altına talep artıyor. Talep arttıkça da fiyat artıyor.

Ayrıca altın, tek başına herhangi bir politika veya siyasi baskı ile değerine müdahale edilebilecek bir durumda değil. Paranın arkasında sadece parayı basan ülkenin güvencesi varken altının başka hiçbir ülke, kurum ya da kişinin bir yükümlülüğüne ihtiyacı yok... Tek başına bir değer ve değeri tamamen piyasada belirleniyor.

Bu nedenle altın, krizin derinliğinin tam olarak anlaşılacağı, ABD ile Avrupa’nın krize karşı tavrını netleştireceği önümüzdeki birkaç ay için iyi bir yatırım aracıdır. Bunun dışında da altın uzun dönemde her zaman iyi bir yatırım aracı olmuştur.

Altına yatırım yapmak şu kısa kısa dönemde de, uzun dönem de “küçük yatırımcı” için doğru bir tercihtir.

Büyüyen Türkiye ve küçülen doğusu


Türkiye'nin doğu ve güneydoğu bölgesinde Osmanlı'dan beri hala ekonomik kalkınma sağlanacak!

Türkiye’nin yıllardır artık kanıksadığımız doğu ve güneydoğu manzarasıdır; Terör her can alışında “şehitler ölmez, vatan bölünmez” nidaları yükselir, 3-5 gün bayrak, millet nutukları atılır, tv ler ağıtları görüntüler, ordu ve iktidarın üst düzeyi acilen toplanır, teröre karşı etkin önlemlerler alınacağı söylenir, sınır ötesi operasyon için Meclis’ten izin çıkar, terör yuvaları bombalanır, sivil toplum kuruluşları devreye girerek terörün siyasi, ekonomik, sosyolojik ve psikolojik çözümlerini dile getirir, en fazla iki üç hafta yazılır çizilir…

Sonra ?... Sonra herkes vazifesini yapmış olduğunu sanmanın gönül rahatlığı ile yaşamına devam eder.

Ölenler öldüğü ile kalır, doğu ve güneydoğudaki “insanlık sorunu” güya alınan her tür önleme rağmen sürer gider.

Osmanlı zamanında, 19. yüzyılın ortalarından itibaren Doğu ve Güneydoğu’ya askeri seferler düzenlenmiş, bölge halkının haydut, soyguncu, Ermenileri saklayan ya da Ruslarla işbirliği yapanlar olduğu iddia edilerek, bu harekatlarla hakimiyet altına alınmaya çalışılmış, ancak tam bir hakimiyet oluşturulamadığından ekonomik plan ya da program da olmamıştır.

Cumhuriyetin ilanının hemen akabinde yapılan 1923 yılındaki Birinci İzmir İktisat Kongresi’nde, “sanayinin bütün bölgelere taşınarak bölgelerarası dengesiz gelişmesinin engellenmesi” kararı alınmış ve bu karar, kalkınmada bir devlet ilkesi olarak gündeme gelmiştir.

Ancak bu ilk ciddi karar hayata geçirilememiştir. Çünkü 1915 te çıkan “Tehcir Kanunu” ile bir kısım halk bölgeden sürülmüş, göçe zorlanmış, bunun sonucunda bölgede zaten yetersiz olan sanayi ve ticari hayat ciddi bir darbe yemitştir. Göçler, yıkımlar bölgenin gelişme potansiyelini azalttığı gibi; bölgede sürekli bir ekonomik istikrarsızlık ve güvensizlik kaynağı olmuştur.

Bundan sonra bölgede ekonomik kalkınma konusunda bir daha dikiş tutturulamamıştır. 1920-40 arası yaşanan isyanlar, bölgeye yönelik ekonomi politikaları da etkilemiş, bu korku ile sermaye bölgeye ihtiyatlı yaklaşmaya başlamıştır. Bu dönemde bölgeye yapılan yatırımlar sadece karakol, cezaevi ve hastaneden ibarettir.

İsyan dönemi sonrasında ekonomik canlılığını yitiren bölge, zamanın iktidarının “bölgenin ekonomik kalkınmasına öncelik” verileceği söylemlerine rağmen “makus talihini” yenememiş, çünkü söylemler yine sadece görüntüde kalmıştır.

1962’de her 100 traktörün ancak 5’i doğu ve güneydoğuda bulunmakta idi; bunların çoğu ise Urfa, Elazığ, Diyarbakır, Kars, Mardin ve Malatya’da toplanmıştı. Tarım alanında bölgede ufak çaplı gelişmelerden edinilen sermaye de batıya sanayi sermayesi olarak kaymıştı.

1960’lardan itibaren Türkiye ekonomisi bir büyüme yaşarken, bölge küçülmeye devam etmiştir. 1980’ e kadar verilen tüm yatırım teşviklerinin sadece % 6 sı doğu ve güneydoğuya ayrılmış, bunların da çoğu seçim yatırımı amaçlıdır.

MSP’nin israfa yol açan hayali büyük sanayi projelerine ise sadece gülmek gerekiyor.

1980 sonrası ise tam bir felaket. Bölge çapında tarım üretimi düşüyor, sütçülük ve hayvancılık geriliyor, nüfus iyice yoksullaşıyor, işsizlik had safhaya yükseliyor.

1990’da bölgeye ayrılan yüzde 34 lük teşvik, 1995’te yüzde 7’ye düşmüş, yatırım muslukları tamamen kısılmıştır. OHAL Bölge Valiliğinin 1997 yılı verilerine göre, binlerce yerleşim yerinin boşaltılması sonucu yüzbinlerce kişi bölgeyi terk etmiş, tarım ve hayvancılık aynı dönemde dibe vurmuştur.

Osmanlı'dan günümüze gelindiğinde, Türkiye büyürken doğu ve düneydoğusu küçülmeye devam etmiş, toplumsal ihtiyaçları ve “insanlık sorunu” çözülemeyen bir bölge haline gelmiştir.

AKP’nin 2002 yılından beri sümen altı ettiği ve geçtiğimiz aylarda yeniden ortaya çıkarttığı yeni GAP projesi ise 2009 yerel seçim yatırımdan başka bir nitelik taşımamakta olup tamamen siyasi gösteriye yöneliktir.

Bölgede Fethullah Gülen tarafından sağlık ve eğitim sektörlerinde yatırımlara başlanmıştır. Amacı bellidir. İslami Kürt şovenizmini bölgede iyice yerleştirmektir. Tabiki yine ABD desteklidir.

Sonuç olarak ;

Osmanlı’dan bu yana Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi halen ekonomik olarak kalkındırılacaktır! Söylemler ve planlar hep bu doğrultuda olmuş, ancak uygulama hep yetersiz kalmıştır. Söylemlerle uygulamalar hiç bir zaman örtüşmemiştir.

Türkiye’de Doğu ile Batı arasında çok ciddi farklar mevcut. Türkiye’de toplam gelirin yüzde 45’ini büyük şehirler alırken, İstanbul ile doğu illerimiz arasında tam 5 katı gelir farkı vardır.


Yanlış özelleştirmelerle bölge halkı tamamen işsiz bırakılmıştır. Güneydoğu’nun Paris’i Diyarbakır’da anası babası işsiz, hiç okula gitmeyen 9 kardeş bulabilirsiniz. Hepsinin hayali İstanbul’a gitmektir.

Bugün doğu ve güneydoğu, sadece seçim politikalarında ve şehit acısı ile yanan ailelerin dramlarıyla gündeme gelen bir bölgedir.

Yine teskere Meclis'ten çıktı, sınır ötesinde PKK kamplarına askeri harekat yapılıyor, yapılacak…

Yine terörist baskınlar olacak, yine şehitlere ağlayacağız.

Yine “insanlık sorunu” yaşayan gençler kandırılarak dağa çıkacak, dağda vurulacak. Onların da anaları babaları ağlayacak.

Ta ki; Doğu ve Güneydoğu’daki problemin bir “insanlık sorunu” olduğunu anlayana ve kabullenene kadar,

Ta ki; yatırımları bölgeye çekecek gerekli ulaşım, sağlık, eğitim, enerji alt yapıları gerçekleşinceye kadar.

Ta ki; yüzyıldır beyinlerde, bilinçaltında var olan etnik ayrımcılığa, “önce insan” felsefesinden yola çıkılarak , “demokratik” yaklaşımlarla son verilene kadar.

Yoksa bu yüzyılda da hala "insan" yitirmeye devam mı edeceğiz?

Ruh sağlımız alarm veriyor


Yaşadığımız toplumsal sıkıntılar nedeni ile ruh sağlığımız iyiden iyiye bozuluyor. Biraz daha zorlanırsak, toplumsal cinnet bile geçirebiliriz.

“İnsan” dediğimiz nedir? Düşünebilen, üretebilen, paylaşabilen toplumsal bir varlık. İnsan olabilmenin bu fonksiyonlarını içinde bulunduğumuz toplumsal koşullar belirliyor.

Toplumsal koşullarımıza baktığımızda ise; nasıl insan olabildiğimize ve nasıl insan kalabildiğimize şaşırmamak mümkün değil.

Günümüz insanı, insanlığından çıkartılmış vaziyette, yaşam stresi, şiddet olgusu, sosyoekonomik olumsuzluklarla boğuşan, ruhsal yapısı bozuk, cinnet geçirmeye ramak kalmış bir görüntü çiziyor.

Tüm toplum olarak barut fıçısına dönmüş durumdayız. Sıkıntı ile uyanıp, gerilimle günümüzü devam ettirip, yoğun stres yumağı halinde günümüzü bitiriyoruz.

Toplumsal bilinç öyle bir noktaya ulaştı ki artık hiç kimse hiçbir şeye inanmaz hale geldi. “Bu ülkede her şey sahte”, “Bu ülkede artık hiçbir şey değişmez”, “Bu memleket adam olmaz” gibi söylemler sıkça duyulan ve giderek yaygınlaşan söylemler.

“Neler oluyor bu topluma?” diye kendimize sorar hale geldik. “Herkesin aklı başında da bir ben mi anormalim acaba?” diye sürekli sorgulamalarla boğuşuyoruz.

Uzmanlar diyor ki; “Türkiye’de 30 yıldır ruh hastalıkları sürekli artan bir ivme gösteriyor. Maalesef toplumun ruh sağlığı pek iyi değil”.

Türkiye’de her 5 kişiden 1’i depresyon içeresinde imiş. Üstelikte bunlar ruh sağlığının bozulduğunun farkında olarak doktora müracaat eden kısmı. Bir de durumunun ne olduğunu çözememiş insanlar var. Depresyonda mı değil mi farkında bile olmayan.

Türkiye’de gerçek bir ruh sağlığı taraması yapılsa, eminim ki Türkiye’nin yarısından çoğunun ruh sağlığı bozuk çıkar.

İşsiz genç, neden beni Türkiye’de doğurdunuz diyerek annesini ve babasını boğazlayıp öldürüyor… anne ve babasını koyun gibi doğradıktan sonra intihara teşebbüs eden canavar evlatlar duyuyoruz…karı kocalar boşanma cinneti geçiriyor, çılgın koca kendisinden ayrılmak isteyen eşini sırtından vuruyor…yeni doğan bebeği çöpe atan anne…çocuklarına bakamayarak iki çocuğuyla kendilerini denize atan anne…çocuğunu satılığa çıkaranlar…böbreğini, kanını satanlar.

Ülkeyi yönetenlere ve söylemlerine bakıyorsunuz, tam cinnetlik haldeler…bunlar kafayı yemiş diyorsunuz. Bütün güveniniz sarsılıyor, yok oluyor.

Gasp, hırsızlık, tecavüz, sapıklık vakaları almış başını gitmiş. Cinsel sorunlar ayyuka çıkmış.

İkili ilişkilerimizde, karşımızdakinde hep bir sahtekarlık şüphesi içindeyiz…sahte sevgi, sahte dostluk, sahte iş ilişkileri, duygusuz , ruhsuz bir yaşam.

Her anımız şikayet, isyan…Evet , uzunca bir dönemden beri toplumsal cinnet, isyan hali yaşıyoruz. İntiharlar ve isyanlar bu çaresizliğin, çıkışsızlığın feryadı.

Belirsizlikler ve kaygı içindeki insanımız, insan olmaktan çıktı. Toplumsal fonksiyonlarının hiç birini sağlıklı olarak yerine getiremiyor. Düşünemiyor, üretemiyor, paylaşamıyor.

Her yıl 10 Ekim, tüm dünyada ''Dünya Ruh Sağlığı Günü'' olarak kabul edilmiş.

Dünya Ruh Sağlığı Günü'nde, ülkemizde yaşanan bu sorunlar gündeme gelecek ve tartışılacak. Bu sene Dünya Ruh Sağlığı Günün’nün ana teması ''Ruh sağlığının, tüm dünyada toplumun tüm kesimlerinin öncelikli konusu yapmak, küresel bir öncelik haline getirmek'' olarak belirlenmiş.

Bir tane Türkiye var, bir tane “biz” varız. Gidecek başka bir memleketimiz yok…gitmemeliyiz de , kalıp ruh sağlığı düzgün nesiller yetiştirebilmek, toplumsal cinnetten çıkabilmek için külahlarımızı önümüze koymalı ve düşünmeliyiz…sadece düşünmekle kalmayıp bir an önce harekete geçmeliyiz.

Her şeye rağmen, geleceğe yönelik umutlarımızı kaybetmemeyi diliyorum.

Masumiyet suçu işliyoruz


Masumiyet; en çok konuşulan kavramlardan birisi. Orhan Pamuk’un kitabına isim bile oldu… "Masumiyet Müzesi".

Masumiyet ve müze deyince, yurdum insanlarının bir “masumiyet müzesi” olabilecek kadar "masumiyet halleri" düşüncelerime takılıyor.

Hani hep deriz ya; “ toplumumuzda bunca yaşananlara rağmen, bunca karmaşa, kaos, yalan, talana rağmen, bunca nifak, kavga, gürültüye rağmen, nasıl oluyor da hala bu memleketin çivisi çıkmıyor?"

Çıkmıyor çünkü; umursamaz, duyarsız, bananeci bir masumiyet içerisindeyiz...şaşkınlıkla saflık arasında gidip geliyoruz. Her durumu sorgulamadan kabullenmek veya elimizde çekirdekler sadece izlemek gibi bir masumiyetimiz var.

Yıllardır, Atatürk’ün “benim milletim zekidir” yüreklendirmesi ile Aziz Nesin’in “bu halkın yüzde altmışı aptaldır” söyleminin hangisine dahil olduğumuzu kestiremedik, hiçbir şeyden anlamıyor görüntüsü verdik, karmaşık konularla işimiz yokmuş gibi davrandık...yani ideal vatandaş ! olduk.

Masumiyet elbisemizi giydik, hiç de çıkarmaya niyetimiz yok. İşimize böylesi geliyor.

Dünya insanı olalım derken, ülkenin Başbakan’ı tarafından azarı yiyip yerine oturan, şamar oğlanına dönen ama yine de boynunu büken bir masumiyet…

Ekonomik kriz geliyor dersin, biz alışkınız bize bir şey olmaz diyen umursamaz bir masumiyet…

Ergenekon iddianamesi çıkar 2500 sayfa… amaannn kim okuyacak şimdi bunca sayfayı diyen bir masumiyet…

Aydınlatmaya çalışanları, “adam sende bunlar entel takımı zaten, kelin ilacı olsa başına sürerdi” diyen, hafif küfürümsü “entel” lakabını şappadanak oturtuveren bir masumiyet…

Komşusundan çok devletine inanan, ne olduğunu dahi anlamadığı anlamsız bir savaşa oğlunu şehit verse de “Allah devletimize zeval vermesin” diyebilen bir masumiyet…

Sosyal devlet kandırmacası ile sadaka verenlere boynu kıldan bile incelerek, seçimlerde oyu ile teşekkür eden bir masumiyet…

Darbelene, debelene kırılmadık iki kemiği kalsa bile, ülkede idamları, yolsuzlukları, işkenceleri bilse bile, bir lokma ekmeği ağzından alınsa bile yine de yönetenlerine önünü ilikleyen bir masumiyet…

Masumlar yaşanan her şeyi kucaklarlar, tıpkı yarım akıllı çocuklar gibi.

Bu memlekette iktidarların da halkına yakıştırdığı, görmek istediği işte bu yarım akıllı masum çocukluktur.

Anlamayacağı konulara karışmayan, bütün hayatını ve haklarını devletinin şefkatli ellerine teslim etmiş, geniş, ataerkil bir aile ve masum bireyleri…

Durmadan korkutulan, azarlanan, eğitilmeyerek, büyütülmeyerek, bilgilendirilmeyerek engellenen “masumiyet müzesi” gibi bir toplum.

Fransız düşünür yazar Albert Camus der ki ; "Tarih, masumlar tarafından işlenmiş kesintisiz bir suçtur”.

İlk kurtulmamız gereken suçumuz; “masumiyet”… Daha da müzelik olmadan.

Aktütün karakolu baskını ve düşündürdükleri


Yine Aktütün Karakolu baskını… Yine şehitler, yine ağıtlar.

Yıllardır birbirinin kopyası baskınları, yıllardır birbirinin aynısı acı sonuçları yaşıyoruz. Tezkereler çıkıyor, sınır ötesi harekatlar yapılıyor, Terörle Mücadele Yüksek Kurulu yine acilen toplanıyor.

Sonuç?

Binlerce şehit, binlerce gazi, binlerce yürek yangını…

Bitmiyor, bitirilemiyor…

Aktütün Karakolu, Irak sınırına 4, İran sınırına 40 km uzaklıkta, çok stratejikbir mevkide. Karakolun resimlerine bakıyorsunuz, sanki gecekondu gibi metruk bir bina. Sürekli PKK baskınlarına mağruz kalmış.

13 Eylül 1992 - Aktütün Karakolu baskını; PKK 500 teröristle saldırmış, 22 asker şehit olmuş.

5 Haziran 2007 – Aktütün Karakolu baskını; Ölen olmamış.

22 Temmuz 2007 – Aktütün Karakolu baskını; 1 asker şehit olmuş.

9 Mayıs 2008- Aktütün Karakolu baskını; PKK 200 teröristle saldırmış, 6 asker şehit olmuş.

3 Ekim 2008 – Aktütün Karakolu baskını ; PKK 350 teröristle saldırıyor, 15 asker şehit.

Geçen sene de Şırnak'ın Beytüşşebap İlçesi'nde 12 şehit vatandaş, ardından Gabar Dağı'nda 13 şehit ve Hakkari'nin Dağlıca Bölgesi'nde 12 şehit var.

Ve daha bilmediğimiz, duymadığımız neler var… Güneydoğu kaynayan kazan.

Tüm bu baskınların kodları hala çözülmeye çalışılıyor.

Gayri nizamı harpte saatlerce saldırı yaşanmaz. Bu saldırıların ortak yanı saatlerce sürmesi ve kalabalık terörist grupları ile saldırının gerçekleştirilmesi.

Dağlıca Baskını’nda da aynı şeyler yaşandı.

Böylesine uzun saldırılar öncesinde nasıl olurda haberleşme, istihbarat olmaz.

Hani PKK kampları BBG evine dönmüştü, herşey gözetlenebiliyordu?

Güya, ABD ile istihbarat paylaşımı yapılıyor !

Sanki baskınlara davetiye çıkarılıyor… "Ben karakolu buraya kurdum, gelin beni öldürün" dercesine konuşlanmış bir karakol.

PKK terör örgütünün, kimin taşeronu olduğu açık açık ortada… İhale ile anahtar teslimi terör yaptığı, değişik istihbarat örgütlerinin bir kuklası haline dönüştüğü herkesce biliniyor…

ABD’nin bölgede kendi menfaatine yönelik uygulmaları için her iki tarafı da kullandığı aşikar…

Ve hala Aktütün Karakolu'nda 15 şehit daha veriyor isek;

Bunun içerisinde ihanet var, istihbarat zaafı var, yanlış konuşlanma var...

Terörle yanlış mücadele yöntemi var!

Hala bir takım konuları sorgulayamama cesaretsizliğimiz var…

25 yıldır dinmeyen bu terör belası için herkes, her kurum elini vicdanına koysun düşünsün…

Aktütün’ler artık sorgulanabilsin…

Barışa yönelik önlemler alınsın ve uygulamalar bir an önce devreye sokulsun.

Biraz vicdan… Biraz niyet !

Yerli diziler ve kadınları


Tv lerdeki yerli diziler ve bu dizilerdeki bazı karakterlerin, arzu edilmeyen davranış modelleri yaratarak “toplumsal yaşamı riske soktuğu” iddia edilmiş.

Yaprak Dökümü dizisinde eşi hapishanede olan ve patronuyla ilişki yaşayan “Ferhunde”, Kavak Yelleri’nde kardeşinin sevgilisinin babasından hamile kalan “Canan” , Avrupa Yakası’nda eşi İzzet’ten boşanıp, dayısının evini eski flörtü Burhan’la paylaşan “Makbule”, arzu edilmeyen davranış modelleri yaratarak geleneksel Türk aile yapısını ve toplumsal yaşamı riske sokan karakterler olarak mimlendi.

“Arzu edilmeyen davranış modelleri”... Ne imiş bunlar?

İddiada bulunan İnönü Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü’nden Dr. Ünal Şentürk’ün Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü bünyesinde yayımlanan Aile ve Toplum dergisindeki makalesine göre; yerli dizilerde, boşanmalar, yalnız yaşama ve "sivil evlilik" diye tanıtılan nikahsız birliktelikler, eşinden ayrı yaşayan kadınlar, çocuklarıyla yaşamını sürdüren bekar kadınlar “normalmiş” gibi vurgulanıyor ve bunlar da arzu edilmeyen davranış modellerini oluşturuyormuş.

Yani sosyolog yazara göre, dizilerdeki kadınların yalnız yaşaması, evlilik dışı ilişki kurması "kötü örnek" oluyor, toplumsal yaşamı riske sokuyor.

Tüm bunlardan dolayı da yerli dizilere “ayar” gerekiyormuş…

Kadınlar…ailenin de toplumsal yaşamın da risklerinin tek başına üstlerine yıkıldığı kadınlar!

Türkiye’de kadınların halen % 20 si hiçbir eğitim almamış, okur-yazar bile değil.

Ya imam nikahi ile yaşamlarını sürdürmeye çalışan kadınlarımız...Hiç de azımsanacak sayıda değil.

Büyük bir yüzde ise ne için evlendiğinin farkında bile değil…Laf olsun torba dolsun evliliklerini yürütmek zorunda kalıyorlar.

Ev içi geleneksel rolleri yüklenmişler, bir de üstüne mahalle baskısı. Ne yapsınlar, oturup günde 8 saat yerli dizi veya kadın programı izliyorlar. Dünya ile iletişimleri işte bu kadar.

Televizyon karşısında geçen zamanda, eksikliklerini gidermeye, yaşamış oldukları topluma tutunmaya çalışıyor, kentlileşmelerine ve toplumsallaşmalarına katkı sağlayacağını düşünüyorlar.

Yerli diziler ve kadın programları zaten toplumun aynası değil mi? Kadınlar da kendilerine yakın buldukları programların karşısına adeta çakılıyorlar.

Son yıllarda geleneksellik ve muhafazakarlık ekseninde iyice baskı altına giren ortalama Türk kadını, kendini bu dizilerde buluyor.

TV dizileri toplumun beğeni düzeyi, yaşamı algılayış biçiminin bir göstergesi...

Hal böyle iken, kadınların yerli dizi karakterlerine özenmeleri doğal değil mi?

Kanallar da birbiriyle yarışa girmiş, dizi sektörü yoluna tam gaz devam ediyor.

Muhafazakarlığı kadınlar üzerinden dayatmaya çalışan zihniyet “vay efendim arzu edilmeyen davranış modelleri oluşturuyor” diyerek zaten ezilmiş ve toplumsal baskı ile ha bire darbe alan kadına bir de toplumsal yaşamın sorumluluğunu yüklüyor.

Yerli diziler üzerinden “aileyi koruma” gibi gerekçelerle senaristler üzerinde de mahalle baskısı oluşturulmuş, böyle diziler yazmayın deniyor.

Ama İslami kanallardaki hurafeleri gerçekmiş gibi gösteren programlar hakkında hiç bir yorum yok.

Önce kadınlarımızı bir anlayın, tanıyın, dizilere ayar çekmekle kadın ve aile sorunlarına çözüm bulamazsınız desem ayıp olacak…koskoca sosyologlar oturmuş yazmış…Başbakanlık da yayınlamış!

Dizilerdeki karakterlere gelinceye kadar toplumsal yaşamı rise sokan ne karakterler var bu ülkede… Azıcık tepenize bakın, göreceksiniz.

Türkiye'deki bankalar da huzursuz



Yakında Türkiye’deki bankacıların da ellerine bir mukavva kutu verirler, hadi özel eşyalarınızı toplayın” diyebilirler mi?

Son günlerde tüm dünyanın gözü ABD kaynaklı ekonomik krizde. ABD nin çözüm arayışları sürerken krizin İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerindeki bankacılık sisteminde domino etkisi yaratması kaçınılmaz.

Elbette ki krizden etkilenen veya etkilenecek olan sadece Avrupa değil. New York borsasında Çin, Rusya gibi ülkelerin de işlem hacimleri göz önüne alındığında krizden ABD nin planladığı gibi 1 trilyon dolarla çıkılması zor görünüyor.

Uzmanlar buzdağının altında 5 trilyon dolara yakın bir risk olduğu görüşündeler. Bu doğrultuda Avrupa, Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkelerde de kriz için fonlar oluşturulması gerektiğinden bahsediyorlar.

ABD'deki krizle birlikte dünya yeni ekonomik düzenini ararken, Türkiye’deki bankacılık sistemi de huzursuz.

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Nazım Erken'in yaptığı açıklamaya göre Türkiye'deki bankacılık sisteminin yüzde 42.7'si yabancılara ait.

Türkiyede’ki bankaların aktiflerinin toplamı 850 milyar dolar olduğu düşünülürse bunun yaklaşık 350 milyar doları yabancıların elinde demektir.

Peki, yabancı bankalar derlerse ki “bizim merkezimiz krizde, biz paraları toparlayıp merkezi finanse edelim”, buna nasıl engel olunacak veya engel olacak bir düzenleme var mı?

Türkiye’deki yabancı bankalar, ana bankayı kurtarmak için her türlü uygun olmayan finansman araçlarını kullansalar, borçlar, hisse senetleri gibi asıl finansal araçların yanında diğer türev enstrümanları da kullanarak denetime daha az takılsılar veya makyajlı bilançolarla kar-zarar durumlarını saklasalar, Türkiye’de de bankacılık sistemi çöker mi çökmez mi?

Türkiye'deki yabancı bankalar Türklerin mevduatlarını yurt dışındaki bankaya transfer ederlerse ve daha sonrada da bu yabancı banka batarsa TMSF nin bu kadar bankayı devralacak gücü var mı?

Bu soruların ışığında görünen o dur ki; BDDK ya her zamankinden çok daha fazla iş düşüyor.

Zira dünyada yaşanan krizin en önemli nedenlerinden biri de denetim eksikliğidir. Trilyon dolarların kontrolü iyice elden çıkmıştı.

Türkiye’de de denetim anlayışının mutlaka yeniden gözden geçirilmesi, bankacılık muhasebe kurallarının sıkılaştırılması, finansal piyasalar ve türev enstrümanları, borç verme ve borç alma konularında yeni kuralların acilen belirlenmesi gerekiyor.

Madem dünyadaki finansal sistem değişime girecek, uzun vadeli borç bulma giderek zorlaşacak, o zaman Türkiye’nin de yolları yeniden incelemesi zorunlu hale geliyor.

Bir yandan da Merkez Bankası ile Başbakan Erdoğan arasında süregelen faiz, enflasyon, büyüme tartışmalarına da son verilmesinin zamanı geldi de geçiyor bile.

Onlar tartışırken, ABD den başlayan finansman krizi bizim bankaları da haritadan silip süpürebilir ve bugün bir bankacı arkadaşımın dediği gibi “yakında Türkiye’deki tüm bankacıların ellerine de bir mukavva kutu verirler, hadi özel eşyalarınızı toplayın” diyebilirler.

Milyonlarca bankazede de cabası…

Attabot, Türkiye'nin arama motoru yayında



Türk arama motoru ve kişisel web portalı ATTABOT yayına başladı.

Google , dünyada internet kullanıcılarının neredeyse tümünün kullandığı arama motorudur. “Neden biz de Google gibi bir arama motoru yapamayız?” diye düşünürdüm.

Kısa süre önce iki Türk tarafından hazırlanan Attabot web arama motoru Attabot.com adresinde beta yayınına başladı.

Portalın kurucu ortağı Seyfi Erol tarafndan , “Hayatı kolaylaştıran sayısal platform” olarak tanımlanan Attabot arama motoru fikrini, üç yıl önce Amerika’da internet projeleri hazırlarken şirket ortaklarından Ömer Kurt ile birlikte geliştirmişler.

Attabot arama motorunda , arama işi yine Google ile yapılıyor. Ancak Web 2.0’ın olanaklarıyla arama motoru ve kişisel web portalı işlevi bir araya getirilmiş.

Kullanıcıların arama yaptıkları kelimelerin sonuçları ile entegre çalışabiliyorsunuz. Kimin ne aradığını, hangi konuya yoğunlaştığını takip etmek mümkün. Kullanıcıların aradıkları kelimelere göre birbirlerine ulaşmasını sağlayan ortak arama ve bu aramaların sonuçlarının kaydedilebilmesini sağlayan “AttaRez" işlevi dikkati çekiyor.

Attabot’un benim dikkatimi çeken ve hoşuma giden bir diğer yönü, her 15 dakikada otomatik olarak güncellenen, çeşitli kaynaklardan toplanan güncel haberlerin yer aldığı “haber” bölümü.

Ayrıca; e-posta hesabı, çevrimiçi Türk Dil Kurumu sözlüğü ve Redhouse sözlük gibi hizmetleri tek adreste toplamış ve kolaylıkla bunlara ulaşabiliyorsunuz.

Attabot’da kurumlar da ücretsiz bir hesap oluşturarak kendilerini temsil edebiliyor ve bireysel kullanıcılar ile aynı özelliklerden yararlanabiliyorlar. Attabot’un özellikle KOBİ’ler için ideal bir platform olduğu düşünülüyor. Attabot ile şirketler Web 2.0’ın nimetlerinden yararlanabilecekler, CRM faaliyetlerinde bulunabilecekler. İleride Attabot’ta ürün aranabildiği gibi ürün de satın alınabilecekmiş.

Attabot’un , şu anda sadece Türkçe yayın yapan Beta sürümü devrede ancak kurucuları , şu günlerde küresel sürümünü de yayına almayı planlıyorlar. Bu sürümde temel özellikler aynı kalacak, ancak birkaç dilde sözlük gibi uyarlamalar olacakmış.

Attabot’un yayına başladığı haberi medyada yer aldı, ancak haberlerde dikkatimi çeken şu oldu; tüm haberlerde Attabot , “google’a rakip” Türk arama motoru diye lanse edildi. Kimi teknik bloglar ve yorumlarda ise Attabot’u gereksiz ve yetersiz görenler var.

Google'a rakip olması şu an için düşünülemez ama, “neden biz Google gibi bir arama motoru yapamıyoruz?” diye hayıflanırken, 2 Türk girişimci çıkıyor ve web dünyasının nimetlerinin yeni yeni algılanmaya başlanıldığı ve Türkiye'de birkaç büyük medya holdinginin dışında yatırım olarak halen desteklenmeyen web konusunda, bence doğru ve alkışlanması gereken bir iş yapıyorlar.

Attabot’un, Türkiye’de web konusunda mevcut olan ama destek bulamayan girişimcilere, dünya çapında Google, Facebook gibi siteler yaratabilme konusunda öncü olacağına inanıyorum.

Yukarı çıkanları bacağından aşağı çekmek yerine, desteklemek gerek diye düşünüyorum.

Ben Attabot’a üye oldum ve şu anda bu satırlarıda "Attabot" üzerinden açtığım "Milliyet Blog" linkinden girerek yazıyorum.

Türkiye'nin web teknolojisi konusunda desteğe çok ihtiyacı var, umarım bu konuda her emek karşılığını bulur.

Banka bebekleri



Kayra; Leyla Bilginel tarafından ABD de sperm bankasından alınan spermle dünyaya gelen bir bebek.

Kayra’nın ruhsal ve psikolojik gelişimini koruyabilmek için annesi doğmadan önce mahkeme kararı aldırtarak oğluna "banka bebeği, sperm bankasından alınan çocuk, Amerikalı bebek" denmesi yasaklamıştı.

Ancak bir tv kanalındaki programa bağlanan Beyaz Hoca’nın Kayra’ya gayrimeşru demesini engelleyemedi.

Beyaz Hoca’nın tarzı bu… Polemik yaratıp medyatik olma egosunu habire şişirmek. Bunu yaparken de her yol mübah…

Ama Kayra’nın ileriki yaşamında bu tip sorunlarla ve yaklaşımlarla karşılaşması kaçınılmaz.

Amerika ve Avrupa’da Kayra gibi 50.000 çocuk var. İşte bunlardan iki örnek;

“Ryan, 18 yaşında. Mühendislik okulu ikinci sınıfında okuyor. Pi sayısının 40 haneden oluşan tamamını ezbere söylemek, roket yapımının inceliklerini anlatmak, en zor matematik problemlerini saniyeler içinde çözmek onun için çok kolay. 181 IQ’suyla cevabını veremediği tek soru, babasının kim olduğu.
Annesi sperm bankasından satın aldığı donör spermiyle dünyaya getirdi onu. Biyolojik babasının, varsa üvey kardeşlerinin izini sürmeye karar verince, annesiyle Donor Sibling Registry (Donör Kardeş Kayıtları) adlı bir web sitesi kurdular. Şu anda sitenin, biyolojik babasını ya da kardeşlerini bulmak isteyen 6 bin 593 üyesi var. 1224’ü amaçlarına ulaştı, yani kardeşlerini buldu.”

“Daniel, Amerika’da yaşayan binlerce gençten biridir. Batı eğitim ve kültürü ile büyüyen Daniel’ın mutsuz bir aile yaşantısı vardır. Son model araba ile okula gitse de, en kaliteli okullarda okusa da, aynı anda birden fazla “sevgilisi” olsa da Daniel mutsuzdur. Çünkü bir gece yarısı, O’nu leyleklerin getirmediğini öğrenmiştir!Daniel, burnundan kıl aldırmaz bir medeniyetin(!) yetiştirdiği milyonlarca insandan biridir. Daniel artık bir”babasının” olmadığına inanmış ve şu anda ruhsal problemleri ile uğraşıyor. "

Arnavut ve Rus mafyası, Yunanistan'ın başkenti Atina'da ''bebek çiftlikleri'' kuruyor, bu çiftliklerde genç kızların doğurduğu bebekler İngiltere'de 20, 000 sterline satılıyor. Doğum yapacak genç kızların özenle seçildiği , mavi gözlü bebeklerin revaçta olduğu söyleniyor.

Ülkemizde evli çiftler dışında, sperm bankasından edinilen spermle , çocuk sahibi olmak dinen ve hukuken yasak ama ABD, Yunanistan, İsrail gibi ülkelerdeki sperm bankalarına Türkiye’den de bekar annelerin talebi artıyormuş.

Günümüzde zaten kaybolmaya başlamış olan aile birliği “banka bebekleri” ile gelecekte iyice yok olabilir.

Bu çocukların ruhsal gelişmesinde tabiki anneye çok büyük görevler düşüyor. Bu çocuklar durumu öğrendiklerinde yürüdükleri sokaklarda, gittikleri okulda, gezdikleri yerlerde şu soruları kendilerine sormazlar mı?

“Acaba ben kaç kardeşim?”

“Benim babam da şu adama mı benziyor?

“Sevgilim aslında kardeşim mi? ”

Ellerini başlarına alıp düşünecekler midir veya kendini, olmayan ailesini, şehrini, çevresini hayatını, ülkesini ve tüm dünyayı sorgulayacaklar mıdır?

Annesinin yaptığı “etik” midir değil midir diye sorarak annesini yargılayacak mıdır?

Kimlik problemine girip, yaşamlarını kendisine kim olduğunu anlatacak bir sözü, bir cümleyi, bir bakışı ve aile sıcaklığını bekleyerek mi geçireceklerdir?

Bence , bu çocuklar yaşamlarını “seni leylekler getirdi” yalanına inanmak isteyerek geçireceklerdir.

Çocuklarımızın sevgi dolu bir yuvada anne ve babalarını bilerek, hissederek yetişmeleri en doğrusu.