20 Nis 2010

Volkan patladı, külleri turizmi yaktı, Turizm Bakanlığımız uyuyor mu?

İzlanda'da volkan patladı, turistler ortada kaldı, oteller acentalar perişan durumda…Nerede bizim Turizm Bakanlığımız?

Bir bomba patlar, turizmcinin yüreği ağzına gelir…hem teröre lanet okursunuz, hem de arkasından rezervasyon iptalleri gelecek mi diye endişe ile beklersiniz.

Toplumsal bir olay çıkar, tv lerde arbedeler dakikalarca görüntülenir…dua edersiniz ki yabancı medya bu görüntülere yer vermesin diye.

Sahte içki piyasaya sürülür, turistler ölür…küfredersiniz bu baltayı turizmin tam ortasına indirenlere, üzülürsünüz, içiniz yanar ölenlere.

Ekonomik kriz turizmi nasıl etkileyecek diye endişelenirsiniz… ya acentam iş yapamazsa, ya işimden olursam, ya otel boş kalırsa, ya dükkanımdaki malları satamazsam, ya uçağımı dolduramazsam, ya aracımı, otobüsümü hiç çalıştıramazsam, ya teknem bu sezon limana demirli kalırsa, ya restoranım sinek avlarsa, ya aldığım krediyi geri ödeyemezsem diye uykularınız kaçar.

Domuz gribi, kuş gribi, terör, sahte içki, ekonomik kriz…beliniz bükülür de bükülür. Hep bir korku, hep bir telaş, hep bir panik.

Ya turist gelmezse! Ya rezervayonlar iptal olursa! Ya onca emek, onca çile boşa giderse!

Şimdi de İzlanda’daki volkan patlaması, doğal afet!

Gelemeyen uçaklar, gelemeyen turistler, dönemeyen uçaklar, evlerine dönemeyen turistler. Şu anda Türkiye’de tatil yapmakta olan binlerce turist, volkan patlaması sonrası Avrupa hava sahasını kaplayan kül bulutları nedeniyle ülkelerine dönemiyor, çünkü onları Türkiye’den evlerine dönmesini sağlayacak uçaklar gelemiyor, çünkü hava sahaları uçuşlara kapalı. Aynı şekilde yine binlerce turist Türkiye’ye gelemiyor. Zarar ziyan neresinden bakarsanız bakın milyonlarca dolar.

Hava trafiği kilitlenince, doğal olarak turizm trafiği de kilitleniyor. Tabii ki sadece Türkiye’ye has bir durum değil. Düşünün ki dünyada her gün milyonlarca insan çeşitli amaçlarla hava trafiği yoluyla bir yerden bir yere gidiyor ve bu milyonlarca insan uçakların iptali nedeniyle tüm programlarını iptal etmek durumunda kalıyorlar.. Olayın sağlık, çevreye etkisi, bilim, tarım v.s boyutları da ayrı bir konu ve önemde.

Uzmanlar kül bulutlarının önümüzdeki hafta Türkiye’ye geleceğinden söz ediyorlar, “kül bulutları Türkiye’yi teğet geçer mi geçmez mi?” bunu konuşuyorlar…turizmcinin halini soran yok. 3 gündür teyakkuz durumundayız, havaalanlarında görevli arkadaşlarımız 3 gündür uyumuyorlar, uçaklar ha geldi ha gelecek diye bekliyoruz. Evlerine dönemeyen turistlerimizin konaklama v.s hizmetlerini organize etmeye çalışıyoruz, gelemeyen turistlerimizin haklı olarak bitmek bilmeyen email ve telefon trafiğiyle haşır neşiriz, tatillerini önümüzdeki günlere kaydırabilmek için uçak, hotel, tur rezervasyonlarını yeniden ayarlıyoruz.

Koskoca bir emek sil baştan, hem turist, hem otel hem de acenta mağduriyetleri bir yandan!

Ama Turizm Bakanlığımız’dan çıt yok!

Dünya hava trafiği, havaalanları, uçaklar, otel, acenta, rezervasyon sistemleri arap saçına döndü, bakanlıktan hala bir açıklama yok!...Ne olacak? Ne yapmalıyız? En az zararla nasıl atlatırız? Ortak bir harekat planımız dahi yok, sektördeki her kafadan ayrı bir ses çıkıyor, herkes kendi çabaları ile çözüm bulmaya çalışıyor… “İŞTE BİZİM TURİZM POLİTİKAMIZ BURAYA KADAR” demek istiyorum…tüm dünyayı etkileyen bir doğal afet sonucunda turizm sektörü olarak ne yapmalıyız sorusuna verilecek hiçbir yanıtı olmayan bir turizm politikası!...sadece tanıtıma harcanan milyonlarca dolar, turizm politikasını sedece tanıtım yapmak sanan bürokratik kafalar!

Hadi Avrupa’dan gelen turistler Avrupa Birliği’nin tüketici güvencesi altında, hatta zararları için tazminat talep hakları bile var…Portekiz, İspanya yaşanan ve yaşanacak olan iptaller nedeniyle yüzde 100 para iadesi yapıyormuş…ya bizim turizmcimizin hali ne olacak? Onca emek, onca maddi kayıp, biz kimden hakkımızı talep edeceğiz? Volkan küllerinin daha 6 ay hava trafiğini etkilemesi bekleniyor, kaybettik mi yani biz şimdi 2010 turizm sezonunu da?

Elbette turiste yazık da bizlere de yazık değil mi?

“Havalanının çıkış kapısında rengarenk giysilere bürünmüş turistlerimizi karşılayacağız…bir tatlı telaşla otellerine yerleştirip, onlara ülkemizin tarihi ve turistik güzelliklerini sergileyeceğiz, insanımızın sıcaklığını yansıtacağız, mutluluklarında emeğimiz olduğunu düşünerek gururlanacağız, ülkemize döviz kazandırmış olmanın gönül rahatlığını yaşayacağız” diye sevinçle sezona hazırlanırken, yine mi iflaslarla karşılacağız?

Onlarca emeğin, onlarca çilenin, onlarca sabrın bir volkan patlamasıya yerle bir olmasından biz “sahipsiz” turizmciler korkmasın da kim korksun?

1.5 milyon çalışanımızla, 40’dan fazla sektöre sağladımız katkı ile emeklerimiz heba olmaz umarım…üstelik ülke ekonomisini, bu kadar turizme indekslemişken!

Bir volkan patlamamız eksikti !

Milliyet Blog; Milliyet'in internet sahnesinde artık biz de varız

New York Times, Guardian gibi etkili ve güçlü medya kuruluşlarının internet sitelerinde, aynı Milliyet Blog gibi toplu blog yapılanmaları var. Bu blogları elimden geldiğince takip ediyorum, görüyorum ki hiç birisinde Milliyet Blog’daki gibi bir dinamizm ve görsellik söz konusu değil. Bu yabancı blog yazarlarının çoğu blog dünyasının ünlü blogcuları, hatta anlı şanlı köşe yazarlarından daha meşhur olanları, daha çok okunan, takip edilenleri var. Bu blogcular oluşturdukları her blog içeriği için ücret de alıyorlar, işleri güçleri blog yazmak.

Bu yabancı blog yazarlarının, bizden hiçbir farkları yok, hatta bizler özgün içerik yaratmakta veya medya haberlerini yorumlamakta çok daha ustayız. Ancak blogculuğa bakış açınız eğer günü yorumlamakla sınırlı ise ki şu anda biz daha ziyade bunu yapabiliyoruz, bunun adı “vatandaş gazeteciliği” değil, bunun adı blogger ya da blogcu.

Kimimiz günü yorumluyor, kimimiz de tematik yani belli bir konuda blog yazıyoruz. Türkiye’de iki tip blogcu var…biri bizim gibi belli bir sitenin içinde toplu blog yazanlar, diğeri de kişisel bloglar. Kişisel bloglar bu yorumun amacı dışında. Toplu blog yazarlığı diye de tabir edebileceğimiz ve şu anda Milliyet Blog’da yaptığımız ise, bize Milliyet tarafından ücretsiz olarak sağlanan yazılım teknik alt yapısını kullanarak, toplu bir sitenin içinde kişisel sayfalarımızda yazı ve yorumlarımızı paylaşmak.

Blogculuk geleceğin medyasını şekillendirecek mi tartışmaları sürerken, ben blogculuğun geçici bir heves olmadığını düşünenlerdenim. Blog yazmak kadar okumanın da faydalı ve gerekli olduğuna inanıyorum. Pek çok haberi, yazarın yorumlaması ile birlikte Milliyet Blog’dan öğreniyorum. Zira onca haber sitesini izlemek için zamanım yok. Ama Milliyet Blog’da sadece günün blog başlıklarına şöyle bir göz atmakla bile, hem haberler, hem yorumlar hepsi bir arada takip edilebiliyor, ayrıca güzel deneme yazıları, şiirler, öyküler ve pek çok faydalı bilgiye topluca ulaşmak mümkün olabiliyor.

Milliyet Blog, çoğu haber sitesine göre çok daha dinamik ve günün haberlerini yorumlamada çok daha hızlı. Üstelik her fikirden, her düşünceden bir mozaik oluşmuş durumda, sadece tek yanlı bir yazı-yorum sisteminden söz edilemez. Ancak bazen yanlış bilgilerle yapılan yorumlamalar veya oldukça hırçın ve saldırgan yazılara da rastlanıyor, e bunlar da böyle kalabalık bir toplu blog sisteminin olmazsa olmazları…blog içi otokontroller ile bunlar da zaman içinde dengeleniyor. Bloglarda aktarıcılık ile haber üretmek ise apayrı bir konu ve gerçekten “biz burada ne yapıyoruz, neyi nasıl yapmalıyız” gibi soruları da beraberinde getiren bir başka blogculuk tartışması.

Bloglarımızı okuyanlar için “Milliyet Blog’da neyi bulabilirsiniz, bu size ne kazandırır?”, biraz buna değinmek istiyorum…tartışma için açık bir platformdasınız, her fikir burada mevcut, eğer ki Milliyet internet sitesine üye iseniz burada yazmasanız bile yorumlayarak siz de kendinizi ifade edebilirsiniz. Medya tarafından çeşitli nedenlerle işlenmemiş konuları burada bulabilir, sadece bir iki haber kaynağıyla sınırlı kalmamış olursunuz…en önemlisi - ki bu aynı zamanda Milliyet Blog’un ana felsefesidir- okuduklarınızı yine “sizden birisi” yazmış ve yorumlamıştır. Hiç bir maddi kaygı gözetmeden, “sizin gibi insanlar” günü yorumlamaktadırlar. Bizler gazeteci veya köşe yazarları değiliz, biz Milliyet Blog yazarları özgürce kendimizi ifade edebilmek, sizin de sokakta şahit olabileceğiniz her şeyi veya memleketin gidişatına ilişkin düşüncelerimizi, duygularımızı, sevinçlerimizi, hüzünlerimizi burada yazarak ifade ediyoruz ve paylaşıyoruz…Milliyet, bize bu alt yapıyı sağlıyor.

Milliyet Blog, artık Milliyet.com.tr sahnesinde daha çok yer alıyor, bilmem farkında mısınız? Okunurluklarımız yükseliyor…Milliyet internet sitesinde “gündemde öne çıkanlar” bölümünde yer alıyoruz, yine ana sayfada eskiden beri olduğu gibi kısa sürelerle güncellenen “BLOG” bölümü var. Haber kategorilerine girdiğimizde, yazdığımız blog hangi kategoriyi ilgilendiriyorsa, o sayfadaki her haberi tıkladığımızda 2 adet resimli blog duyurusu, 4-5 adet resimsiz satır halinde konu ile ilgili blog duyuruları mevcut. Kültür-sanat, teknoloji, bebek-çocuk gibi kategorilerde de bloglarımızdan örnekler yer alıyor. Milliyet Blog , Milliyet.com.tr ana ve alt sayfalarında artık daha sık ve çoklukla görürünür, okunur hale geldi. Ayrıca haber yorumlarımızın editörlerce uygun görülenleri Google Haberler bölümünde, Milliyet haberi olarak yer alıyor ve okunuyor. Milliyet Blog ana sayfamızın ve içerik yapısının da yenileneceği, daha dinamik, daha ilgi çekici hale getirmek için çalışmaların yapıldığı haberlerini de alıyoruz…Son zamanlarda Editör Seçkilerini takip ediyor musunuz? Ne kadar dinamikleşti, seçkilere alınmalar hızlandı…

Bunların hepsi Milliyet Blog yapılanması için güzel ve olumlu gelişmeler, aynı zamanda Türkiye’de toplu blog yapılanması için de yegane örnek.

Milliyet Blog’un okur kitlesini yaratmak ve yaygınlaştırmak için yazılarımıza gereken özeni gösterelim. Yazılarımızın daha geniş okuyucu kitlelerine ulaşabilmesi için hem reytinge ve hem de imaja ihtiyacımız var. Milliyet bize bu olanağı sağlıyor ancak herşeyi de editörlerimizden ve site yöneticilerinden beklemeyelim…Sizler de Milliyet Blogun okur kitlesini yaygınlaştırmak için bulunduğunuz Facebook, Twitter gibi sosyal ağlarda Milliyet Blog yazılarınızı paylaşabilir, üzerinde konuşulmasını sağlayabilirsiniz. Bu hem sizin bireysel hem de Milliyet Blog’un kitlesel okunurluğuna büyük katkı sağlayacaktır.

Blogcu arkadaşlarıma…Bizler, amatör blog yazarlarıyız ama blogculuğun gelişmesi ve medyaya şekil verebilmesi için profesyonelce düşünüp, yazalım derim…

Okuyucularımıza….Bizler, Milliyet Blog yazarlarıyız, bizim kalemimiz, klavyemizdir. Yüreğimizi ve beynimizi klavyemiz ile buluşturup sizlere sunuyoruz. Sizden biriyiz, sayfalarımıza bekliyoruz!

Yönetici ve Editörlerimize…teşekkür ediyoruz. Bliyoruz ki biz hepimiz bir ekibiz, başarılarımız daim olsun.

1 Nis 2010

Ekonomi büyümeye başladı ama sokaktaki insan hala büyüyemedi

Kağıt üstünde büyüyoruz, rakamlarla kendimizi avutuyoruz!

Ekonomiyi izlemek ve değerlendirmek için öncelikle sayısal verilere bakarız. Bütün ekonomistler de önce bunu yapar ve rakamlara göre ekonominin güncel durumu hakkında düşüncelerini açıklarlar. Rakamlar elbette ekonominin temel göstergeleri ancak ekonomiyi izlerken sokaktaki inanın ekonomik durumunu da göz ardı etmeden sayısal verileri yorumlamak en doğrusudur.

İlgi alanı ekonomi olmayan birisi için, sayısal veriler değerlendirilirken kullanılan ekonomik tabirler ya da yorumlar kafa karışıklığına sebep olur ve yapılan onca değerlendirmeler de havada asılı kalır. İnsanları anlamadığı veya anlamak zorunda olmadığı bir konuda bilgilendirirken mümkün olduğunca net olmak gerekiyor…sonuçta sokaktaki insanı ilgilendiren aslında sadece kendi ekonomik durumudur. Bir ekonomist kadar derinlemesine bilmek ve anlamak durumunda değildirler.

Bugün TUİK tarafından 2009’un son çeyrek dönemine ve yılın tamamına ilişkin milli gelir verileri açıklandı. Yarın medyada pek çok analiz okuyacak, sansasyonel başlıklarla karşılaşacaksınız…kimileri "kriz teğet geçmemiş" diyecek, kimisi de "artık büyüyoruz maşallah, gerisi gelir inşallah” diyecek…ve büyüme oranlarını sıraladıktan sonra yine kafa karıştırıcı yorumlar yapanlar olacaktır.

Bu nedenle ben rakamlara derinlemesine girmeden, sadece kabaca değinerek sizlere basit ve anlaşılacağını umduğum yorumumu yapmak istiyorum…bu aralar ülke siyasetle o kadar gerildi ki ekonomiyi de pek takan yok zaten.

2009 yılının ilk 9 ayında, küresel ekonomik krizin etkisiyle ortalama yüzde 10 lar seviyesinde küçülmüştük. Ancak 9 aydan sonra toparlanabildik ki kış aylarında ekonomiler mevsimsel etki nedeniyle genelde fazla büyüyemez, 2009’un son 3 ayındaki yüzde 6 lık ekonomik büyüme ile yılı toparladık ve 2009’u tüm yıl bazında yüzde 4.7 küçülme ile kapattık. Yani son 3 ayda ekonomi biraz biraz çukurdan çıkmaya başladı diyebiliriz. Tabi ki küresel ekonomideki toparlanmanın da bunda etkisi büyük oldu. Hükümet, ekonomik kriz konusunda daha erken duyarlı davranabilseydi 2009 yılındaki küçülme oranı daha da küçük çıkabilirdi…neyse ki tam tabiriyle top direkten döndü.

Aslında ekonomik küçülmenin yani milli gelirimizdeki azalışın, “fakirleşme” demek olduğunu hepimiz biliyoruz ancak tüm dünyada öyle bir kriz yaşandı ki, daha olumlu bir yaklaşımla “küçülme hız kesti, toparlanma başladı” diye düşünüyoruz…yani kötünün iyisi gibi bir durum.

Ekonomiyi izlerken bir de sokaktaki insanın durumuna bakmak gerekir demiştik. Büyüme rakamlarında iyileşme var ama vatandaş haliyle soruyor “benim ekonomik durumumda neden halen bir iyileşme yok, neden hala işsizim veya borçlarımı ödeyemiyorum?”

Büyüme ne yazık ki bir türlü sokağa yansımıyor!

Küresel kriz Türkiye’yi elbette teğet geçmedi; azalan üretim, düşen kapasite kullanım oranı, azalan ihracat, daralan iç talep, duran yatırımlar, kapanan işyerleri, enflasyonda görülen büyük düşüşe rağmen zorunlu tüketim mallarındaki anormal fiyat artışları tabii ki direk olarak hane halkını etkiledi. Çünkü “küçülen ekonomi” demek, işsizlik ve yoksulluk demek. Ekonomik iyileşme sağlanırken, eğer ki bu toplumun genel refahına yansımıyorsa, büyüyen ekonomi istihdamı artıramıyorsa, o ekonomide yapısal sorunların var olduğu olduğu anlamına gelir.

Gelişen teknoloji ile sermaye yoğun üretim yapılıyor olması emeğe olan talebi azaltıyor ancak verimliliğin düşük olması da işgücü kaybının önemli nedenlerinden biri. İş gücü üzerindeki yüksek vergi oranları da başka bir sorun. Ayrıca kayıt dışılık gibi bir baş belasını yıllar yılı çözemedik, vergi sistemimiz ayrı bir hengame.

Tüm dünyada sermaye piyasasaları bütünleşiyor, yatırım göçü hızlandı…Türkiye ekonomisinin bu hızlanmaya göre ivmesi yavaş kalıyor, ayak uyduramıyoruz.

Düşük döviz kuru nedeniyle ithalatımız artıyor, ekonomi şişiyor, döviz harcamalarımız döviz gelirlerimizden daha çok, ihracatımız az, dış borcumuz yüksek. Evet, rakamlar olumlu gelişmeleri işaret ediyor ama sadece kağıt üzerinde büyüyoruz…bu büyümeyi sokağa, insanımıza refah olarak geri döndüremiyoruz.

Ha bir de en önemlisi; siyasi istikrarımız yok…ekonomik iyileşmeyi insanımıza yansıtabilmek, yapısal sorunlara kalıcı önlemler ve çareler gerçekleştirebilmek için siyasi istikrara ve aynı zamanda tutarlı ve kararlı siyasetçilere de ihtiyaç var.

Biz ekonomideki yapısal sorunları kökten çözmek için cesur adımlar atamıyoruz…siyasilerin çıkarları devrede olduğu sürece ekonomik büyüme de sokaktaki insana haliyle yansımıyor…biz de rakamlarla kendimizi avutuyoruz işte!