21 Kas 2010

Ben bugün hüzünlenmeyi öğrendim

Aslında herşey bir yazar arkadaşımızın “sizde hiç kadın hissiyatı yok” diye bir yazıma yorum bırakmasıyla başladı. Önce şaşırdım, sonra çok az kızdım. Ama kafama da takılmadı değil.

Düşündüm, haklı olabilir miydi? Epeyi bir zamandır “hiç” olabilmek uğruna bir mücadele veren ben, acaba bırakın kadın ya da erkek hissiyatı diye cinslendirmeyi, “hissiyatımı” yitirmiş olabilir miydim?

Kimi zaman duygusal yazılar yazan arkadaşlara gıpta ediyorum. Hatta zaman zaman da bunu itiraf ediyorum, diyorum ki “ben neden böyle yazılar yazamıyorum, ya da yazmak istesem bile çok zorlanıyorum, neden hissiyatımı ifade etme konusunda yeteneksizim?” Halbuki yazmayı seviyorum, konuşmayı da…ama çıkan yazılar da sözler de his yoksunu gibi geliyor. Ben bunu “hat höt” yazılar ya da sözler diye tarif ediyorum.

Eskiden editörüm olan değerli bir gazeteci arkadaşımızın, düz ama gerçekten her kelimesi duygu ile anlamlandırılmış bir yazısını okuduktan sonra kendisine sordum “ben neden böyle yazılar yazamıyorum, arızalı mıyım neyim?”. Dedi ki “üslup meselesi, herkesin üslubu farklıdır”.

İçimden “hay benim üslubuma”, dışımdan da “bozacağım ben bu üslubu artık” dedim. Çünkü aklımın bir köşesinde de “hissiyatsız kadın” benzetmesi var ya, ha bire “hiçlikle” çarpışan. (Ağırıma gidiyor, racona ters).

Tabii ki hissiyatsız değilim, bunu biliyorum hatta çok eminim ancak gel gör ki dışa vurmada sorunum var galiba, arıza hali de buradan kaynaklanıyor zaten. İçeri ile dışarının iletişiminde tellerden bazıları kopuk, neysem oyum haliyle, samimi ve içten olsam da duygu yükümü boşaltmada sorunum var doktor bey…(ay ne doktoru yav, pardon).

Yazının bundan ötesinde cıvıtıp yine hat höt olmaya zorlansam da yapmayacağım bu sefer. Telleri onarıma almak gerekiyor.

Yıllar yılı dünyayı gezdim durdum, balta girmemiş ormanlara, güneş görmemiş buzullara ulaştım, her dinden, her dilden, her renkten beş yüz milyon insanla karşılaştım…yaşadım, yaşamaksa! Birikim binbeşyüzken, bir anda sıfırladım, kayaların altında kaldım, yerlere yapıştım, gün yüzü görmemiş üzüntülerle savaştım, ayağa kalktım ve yeniden nefes almaya başladım. Yavaşladım, yavaşlayabildiğim kadar. Bu nefes mücadelesine direnebilme gücü için de “hiç” olmaya sığındım.

Neyse bu acınaklı hikayeleri burada keseyim, hissiyata evrileyim…

Bugün bir blogger arkadaşımın şahsi blog sayfası ile tanıştım. İsmini kendisi izin verirse sonra eklerim. Bloğunun teması “hüzün”. Aslında bu bloğa ulaşmamdaki neden de “hız kesip duracak bir yer bulma ihtiyacı” idi.

Duracak yeri buldum…”hüznün tam ortasında”.

Ne güzel bir duyguymuş bu “hüzün”…yazıların, şiirlerin her kelimesi, her dizesinde ancak bu kadar naif taşınabilir.

Hüznü nasıl tarifleyebilirim?

Benim gözümün altındaki halkaların adı “hüzün”. Mesela, olabilir mi?

Ama bu somut bir tanımlama oldu, şöyle daha hissiyatlı, soyut bir tarife ihtiyacım var…hımm.

Sevgili Cansın Erol’un güftesindeki gibi;

“hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir
gönlümün kıyısına vurur
aşınan kayalar gibi ruhum
suskun yorgun öylece durur”

mu?

Arkadaşın yazılarını, şiirlerini okudukça sarhoş oldum, içki içmediğim için sarhoş olmayı da bilmiyorum ama sarhoşluk böyle bir şey olsa gerek…içimdeki hüzün nihayet dışarı çıktı. Deli dalgalarla gelmedi ama varmış demekki temeli, hüzün harcı sağlam yani!

Sıcak bir günde aniden bastıran sağnak yağmur gibiydi…ama kaçmadım, kaçacak yer de aramadım, hatta şemsiye bile açmadım…ıslandım, ıslandım iliklerime kadar hüzünle ıslandım. Hayır gözyaşlarım bu yağmura karışmadı, o kadar da değil, hatta gülümsedim…Hüzünle gülümsemenin tadına vardım…çünkü satırlar süzüldükçe imbiğimden, hüzünde kendime buldum.

“Artık kalan yolu sırtınızdaki hüzünle bitirmek zorundasınızdır"... diyordu. İşte bu satırdan sonra hiçliğime hüznü, nefes mücadeleme umudu katmam gerektiğini ve tüm bu duyguların bir şekilde konuşarak ya da yazarak ifade edilmesi gerektiğini daha iyi anladım.

Hüzün de, sevinç de hepsi bizler için, içimizde her an varlar… ne zaman hangisinin ön plana çıkacağını kestiremiyoruz. Ben bugün üzülmeden hüzünlenmeyi keşfettim.

Keşfettikten sonra da yokmuş gibi yapamazdım…yazdım.

Demek ki cinsli, cinssiz “hissiyatımı” henüz yetirmemişim diye de sevindim…hüznüm sevince dönüştü.

İşte böyle, arta kalan yoluma hüznümü ekliyorum artık…yeter artık gözlerimdeki açığa çıksın.

CHP’nin ekonomi politikasını merak ediyorum


“CHP’nin bir ekonomi politikası var mı?”…sorusu sorulduğunda Kemal Kılıçdaroğlu “daha oralara henüz gelemedik” diyemezdi elbette, bu nedenle “arkadaşlar üzerinde çalışıyorlar” diyerek ortaya karışık bir yanıt vermişti.

Bu arkadaşlar, ki içlerinde Faik Öztrak gibi çok değerli bir ekonomistin başını çektiği bir ekipten bahsediyor, CHP'nin ekonomi politikası ile igili çalışmaları henüz bitiremediler galiba...

Yoksa parti içi alaboralardan sıra ekonomiye bir türlü gelmiyor mu?

CHP’den ekonomiye ilişkin olarak, şu anda iktidarın yaptıklarını kötülemekten, ekonomide karamsarlık yaratmaktan başka bir ses duydunuz mu? Ben şahsen duymadım. “Sosyal piyasa ekonomisi” diye bir şeyden bahsediyorlardı ancak bu ekonomi politikası çeşidi nedir, yöntemi ve uygulaması nasıldır, ben bilmiyorum. Ya da onlar tam olarak ne olduğunu anlatamıyorlar. Serbest piyasa ekonomisinin daha sosyal daha adil bir yaklaşımla yeniden irdelenmesi gibi bir şey mi acaba? Öyle ise çıkın açıklayın, ekonomi politikanız nedir?

Ancak öyle yapacağız, edeceğiz ile değil, önerilerin içi dolu olacak. Dayanakları, maliye ve para politikalarınızı, projelerinizi anlatın, halkı ikna edin. Ak Parti iktidarındaki ekonomi politikalarının üzerine neler koyabileceğinizi, neleri değiştirmek istediğinizi veya Türkiye’yi şu anda bulunduğu noktadan daha ileriye, refaha nasıl taşıyacağınızı anlatın.

Bakın işte size bir dizi sorular…

Kronik işsizlik sorunumuzu hangi plan ve projelerle artık kader olmaktan çıkartacaksınız? Gizli işsizlik, merdiven altı işsizliği, sosyal güvenliksiz işçilik gibi derin yaraları nasıl kapatacaksınız?

Dışarıdan sıcak para girişine karşı çıkıyorsunuz, haklı olduğunuz noktalar da var, paradan para kazanıp gidiyorlar. Peki siz bunun Türkiye’de yatırıma dönüşmesini, üretim ekonomisine entegrasyonunu, istihdama dönüşmesini nasıl sağlayacaksınız? İstihdam yaratmadan büyümeyi nasıl istihdam yaratan büyüme modeline çevireceksiniz? Ara malı ithalat bağımlılığımızı nasıl azaltacaksınız? Üretimimizi ithalata bağımlı olmaktan nasıl çıkaracaksınız?

Özelleştirmelere ve yabancılara satışa karşı çıkıyorsunuz. Yıllar yılı bir kuruş kar etmeyip, devletin sırtında yük olan hantal kurumların zararlarını nasıl kara dönüştüreceksiniz? Halka ağır vergi olarak geri dönen bütçe açıklarını kapatma yönteminiz nedir? Cari açık vermeden büyüyemeyen bir ekonomi yerine dengeli ve sürdürülebilir bir büyümeyi nasıl sağlayacaksınız?

Vergi affına karşı çıktınız, peki elinizde bir vergi reformu projeniz var mı? Dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar ağır vergiler söz konusu değil. Verginin kökenine inip nasıl tüm vergi sistemimizi dünyadaki gelişmiş örnekleri gibi rasyonel ve güvenilir hale getireceksiniz? Kayıt dışı ekonomiyi nasıl kayıtlı hale getireceksiniz?

Dünyadaki ekonomik gelişmelere, kur savaşlarına, yeni bir krize karşı reel sektörde ve finans sisteminde ne gibi önlemler alacaksınız? Dünyada 16. sıradaki ekonomimizi ilk ona nasıl sokacaksınız? Gelişmiş ekonomilerin ihracat atakları ile nasıl rekabet edeceksiniz?

Tüm bu sorulanlar için çözümünüz var mı? Varsa eğer neden bunu halkla paylaşmıyorsunuz da hala genel geçer laflarla, sadece eleştirerek ekonomiye köstek olmak yolunu seçiyorsunuz?

Öyle ya; halka, özel sektöre, yabancı sermayeye ekonomik açıdan daha güvende olacaklarını hissettirmelisiniz ki onlar da size güvensin, iktidara taşısın…

Ne çok yanıtlanması gereken soru, sorun var değil mi?

Arkadaşların biraz daha hızlı çalışması gerekiyor…seçim sathına girmeye şunun şurasında ne kaldı ki?

Varsa eğer tüm proje ve planlarınızı vatandaşa bir an önce açıklamak durumundasınız…

Ben hala şu “sosyal piyasa ekonomisi” nin merakı içindeyim, mesela…

Bloglarda çakarak mı farklı bir yazar olacaksınız?


Bilmem kaç inçlik ekranlarınızın arkasından, kimbilir ne kadar isterdiniz falanca kişinin suratına şöyle okkalı bir yumruk çakmayı? Üzgünüm böyle bir teknoloji henüz yok? Egolarınızı tatmin etmek için yine klavyelerinize dokunup hakaretler yağdırmak, aşağılamak, alaycı yorumlarla idare etmek durumundasınız.

Ancak bu sizi kendinize getiriyor değil mi? Ancak hakaret edince rahatlayabiliyorsunuz!

Arkadaş yorumla tacizden hızını alamamış, yazısında koca bir paragraf ayırmış, sonunu da “sulukule dansözleri gibi kıvırmamalı” diye hakaretle bitirmiş!....ohhh, çaktı ya sonunda rahatladı! Üstelik sadece bana değil tüm Sulukule kadınlarına da giydiriyor, gibisi bana, öncesi ise tam bir kimlik soykırımı. Üstelikte” kimliksizim, benim insan kimliğim öndedir" gibi felsefik tanımların arkasına sığınarak.

Bir diğeri belli ki epeydir dolmuş, giydirecek yer arıyor; “Aşırı "tahıl" ağırlıklı beslenmenin beyinde yarattığı hasardan bahsediyorduk” diyerek sallıyor yazının tam da orta yerine.

Edep yahu!...

Soykırım sadece fiziksel değildir. İnsanların fikir ve zihinleri de işte böyle soykırıma tabi tutuluyor!

Yazıları ve yorumları okuduğumuzda ne yazık ki şu camın arkasında kişinin samimiyet derecesini, yazanın sevgi ve dostlukla mı, kin ve nefretle mi yazıyı kaleme aldığını, egosu fazla mi şişmiş yoksa şişirmek için çaba mı gösteriyor, bunları ölçümleyebilecek bir samimiyetmetre henüz keşfedilmemiş.

Ancak yazı ve yorumlarımızda kullandığımız kelimeler referans noktamız.

Yazıları ve yorumları, yorum yanıtlarını okurken öncelikle kötü niyetle kaleme alınmadığı ilk varsayımımdır. Bunun tersini ortaya koyan argümanlar oluştuğunda daha farklı yaklaşımlarda bulunabilirim. Ama yine de neden böyle bir ifade gereğini hissetmiş diye düşünürüm. Objektif değerlendirme yapmak için kendimi zorlarım.

Bir hayli blog yazdım, 4 yıldır yazıyorum...hiç bir ifademde hakaret veya aşağılama niyetim olmadı. Sadece üstü örtülü ya da açık alaycı ifadelerle üstüme çok gelindiğinde tamamen otomatik gelişen bir savunma duygusu ile belki aynı uslupla yanıt vermiş olabilirim. Bu tip yanıtlarımdan sonra genelde hayıflanmışımdır, ne gerek vardı diye düşünmüşümdür.

Tavrım; hangi konuda kim ne ne yazmış olursa olsun, yazanların kendini özgürce ifade edebilmelerinden yanadır. Yazdığı konu ile ilgili bilgisi varmı yok mu benim için çok ikincil değerlendirme kriteridir. O an öyle hissetmiştir, içinden onu yazmak gelmiştir, kaleme almıştır. Yazının konusunu ve yazma yeteneğini eleştirmek de haddim değildir.

Samiyet nedir? Benim için samimiyet, bir kişiye ve olaylara karşı hissedilen gerçek duyguların gösterilmesidir. Birini severseniz seversiniz, onunla paylaşırsanız bu her durumda devam eder, kızdığınızı da söylersiniz, endişenlediğinizi, gücendiğinizi, sevindiğinizi, bir şey hoşunuza gittiğinde de söylersiniz.

Samimiyet; iç olma halidir.İçimden geldi de onun için halidir. Kendin olma halidir. Maskelemediğimiz tavır ve duruşlarımızdır.

Sanal da olsa bloglarda bazılarına kapınızı sonuna kadar açarsınız ki bu benim için çok önemlidir, bir bakarsınız bu samimiyet ve iyi niyet kapılarınızı açtığınız andan itibaren, bu kapıdan ne samimiyet ne de iyi niyet geçer. Sadece içinde insan sevgisi ve saygısı olmayanların kişisel egoları, kompleksleri ve mutsuzlukları eşliğinde büyük bir gaz kütlesi geçmeye çalışır. Tabi siz yine de empati kurma yoluyla gördüklerinize, tecrübelediklerinize inanmak istemez ve hep daha anlayışlı olmaya çalışırsınız. Ta ki bu gaz kütlesi şişe şişe sizin o iyi niyet kapılarınızı zorlayıp orada sıkışına kadar.

Neden yazı ve yorumlarınızda, üstü örtülü ya da alen beyan insanlara hakaret ediyorsunuz? Bilen, bildiğini ifade edebilen, birikimli bir insan, hakaret sözlerine ihtiyaç duyar mı?

Ancak blogda “çakarak” mı farklı bir insan ya da farklı bir yazar olunur? Farklı olmaktan ya da iyi yazar olmaktan anladığınız bu mudur sizin? Yönteminiz bu mudur?

Nedir bu yazı ve yorumlarımızdaki samimiyetsizlik? Neden bunca hakaret etme ihtiyacınız? Adını koymakta ve nedenini bulmakta zorluk çekiyorum.

Sizinle aynı fikir ya da aynı düşüncede olmak zorunda mıyım? Fikirlerimiz çatıştı diye neden bu yumruklama, çakma ihtiyacı?

Yazı ve yorumlarınız kişiliğinizin aynası…ben de sizin kadar çirkin olabilirim, ben de üç beş hakaretle yazımı, yorumlarımı “farklı!” kılabilirim, ama yapmam, yapamam…

İnsan kimliğinize saygı duymaya devam ederim ancak kişiliğinize ve şahsınıza asla…

İthal anguslar, yerli boğalar, koçlar…birleşin ve kaçın kaçabildiğiniz kadar


Şu anguslar ne kadersiz, Türkiye’nin yerli koyunları, koçları, danaları, boğalarına rakip olacağız diye sen binlerce kilometre yoldan gel, üstüne de onca rezilliği yaşa...

Taa Uruguay’dan, Avustralya’dan geldikleri yere bak…

Kurban satış yerine götürülmek üzere, ittire kaktıra, boynuna ipler bağlanarak kamyona bindiriliyorlar, bir anda ipinden kurtulan başlıyor kaçmaya. Hayvan kendi memleketinde hiç ipe bağlanmamış ki, çayırda bayırda özgür özgür dolaşıyor.

Bir tanesi köfteci dükanından içeri girmiş, zavallı ne yapsın, kimin aklında gelir benzin istasyonunda köfteci dükkanı…gitmiş elleriyle teslim olmuş gariban, kadersizliğin de bu kadarı. Koş çayıra bayıra, ne işin var senin benzin istasyonunda. Feleğini şaşırtmışlar, yazık.

Bir kısmı daha araçlara bindirilirken telef olmuşlar, kurban satış yerine bile ulaşamamış. Telef olunca doğru Et Balık Kurumuna, birkaç gün bile olsa Türkiye havası almak nasip olmamış kadersizlere…şöyle bir turistik İstanbul turu yapabilselerdi bari.

Bir tanesi daha bir gözü pek, Beylikdüzü’ne gelince, düzlük görmüş, “ulan battı angus yan gider, ya herro ya merro demiş” atlamış araçtan…arabaların ortasından, metrobüs yolundan 40 km…ohhh sefan olmuş.

Kurban satış yerine ulaşanlar da bin dert, bin cefa içinde…doğduğuna doğacağına pişman etmişler angusları. “Allahım ne çilem varmış, çek çek bitmedi”diye yakarıyorlar. İklim değişikliğinde olsa gerek bir kısmı hastalanmış. Bizim memleketde hastalanmayacaksın, sağlık sistemimiz bize yetmiyor diye görevliler hemencecik orada işlerini bitirmişler, hadi siz de yallah Et Balık Kurumu’na.

Bir de günahlarını alıyorlar, ne o anguslar hırçınmış, bizim yerli koyunlar, danalar munismiş…yahu bu memleketde psikopat, sosyopat olmayan mı kaldı…suyunu içsen yeter, anında psikopata bağlaman işten bile değil. Sen gel de hırçın olma. Onca sopayı, tekme tokadı ye bakalım da görelim seni daha ne kadar munis kalabileceksin.

İthal anguslar o kadar hızlı kaçıyorlarmış ki "Angus Yakalama Timi" kurulmuş…biz timler halinde örgütlenmeye nasıl da hemen hazırız, hem de tam donanımlı. Ellerinde bayıltıcı çubuk ve tabanca olan tim elemanları gerektiğinde etkisiz hale getirmek için bu silahlara başvurabilecekmiş. Anguslar için olağan üstü hal ilanı gibi bişi… ne de olsa alışkınız, baş edemedin mi time havale.

Angus’un biri kaçmış, ortadan yok olmuş…"Angus Yakalama Timi" ayak izlerini takip etmiş, bakmışlar ki ayak izleri bir inşaata gidiyor.Hemen operasyona hazırlanmışlar, sopalar, tabancalar, uçlarına bayıltıcı iğneler sürülmüş, ya allah ya bismillah deyip angus'a 5 uyuşturucu iğne atmışlar. Angus baygın, operasyon tamam!

İthal anguslardan alan bir vatandaş diyor ki “angus aldığıma bin pişman oldum, keşke bir koç kesseydim. Bu hayvan 6 saat bizi peşinden koşturdu. Anguslar'ın hepsi maratoncu herhalde”…

Angusların ilk günki şaşkınlığı geçiyor, siz onları bir de yarın sabah görün…dilerim bir tanesini bile yakalayamazsınız.

İthal anguslar, yerli boğalar, koçlar…zaman rakip olma zamanı değil, birleşin ve kaçın kaçabildiğiniz kadar.

Biz blog yazarları, sokaktan geliyoruz, yeni medyanın baş ağrısıyız


Bu yazı Milliyet Blog'da "Blog yazarları tartışıyor" kategorisindeki "Blog yazarları mı, köşe yazarları mı? Günümüz medyasında hangisi daha güvenilir ve inanılır? Geleceğin medyasını oluşturmada hangisi daha etkili olacak?" konusu üzerine kaleme alınmıştır.



Yan kulvarda ilerliyoruz...haberiniz ola!

Medya siyasetten ekonomiye, spordan magazine, kültür sanattan teknolojiye kadar her alanda haber ve yorumları okuduğumuz, izlediğimiz ve bilgi edindiğimiz geniş kapsamlı bir alan.

Eskiden sadece izler ve okurduk, web teknolojileri ve sosyal ağlar sayesinde “benim de söylenecek sözüm var” diyen haber tüketicileri, artık içerik üretir ve yorumlayabilir hale geldi. Medya kavramı, “yeni medya” kavramına dönüşürken, bu aşamada, adına “blogcu” veya “blog yazarı” denilen bir kesim oluştu.

Blog yazarlığı, “bireysel” tabanlı yani yorum ve yazılarımızda tamamen kişisel fikir ve düşüncelerimizi ortaya koyuyoruz. Sokaktaki “bizim gibi” olana sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. Sokaktan geliyor, sokağa hitap ediyor, cesaretli, farklı düşünebiliyor, söylenmemesi gerekeni söyleyebiliyor, eski köye yeni adet getirebiliyoruz.

Gazeteler ve global üretim devlerinin, kalabalalıkların ne öğreneceğine karar verme dönemi bitti. Bunca teknolojik gelişme ve internet denilen uçsuz bucaksız bilgi ağında artık buna olanak kalmadı. Zira kalabalıklar bilgiyi her yerden edinebilir ve bunu da bir tuşla yapabilir durumda.

İşte blog yazarlarının vasfı da bu noktada önem kazanıyor. “bireysel düşüncenin özgürce ifadesi ve kendin gibi olana ulaşabilme”… Hiç bir maddi kaygı gözetmeden, patron ne der çekincesi olmadan, yarın ne yazayım zorlaması yaşamadan, okuyucuyla yüzleşmekten korkmadan içerik üretebilen blogculara güven artıyor. Artık blogları takip eden önemli bir kitle söz konusu.

Kendini tanrı katında gören, halktan kopuk, yıllardır aynı şeyleri yazan, ahbap çavuş ilişkisi ile ya da torpille ya da bir diğer meslekdaşını karalayarak bir köşeye yerleşmiş köşe yazarı devri miadını doldurdu. Üretkenliği ve yorum gücü sınırlı, etkisini yitirmiş köşe yazarları, köşelerini Eyüp Can’ın deyimi ile “sokak yazarları” na bırakmak zorunda kalacaklardır.

Yeni medya düzeninin, bilgili, kalemi işlek, dünyayı anlayabilen ve anlamlandırabilen, cesur, objektif, ahkam kesmekten uzak, internet teknolojilerini, sosyal ağları kullanabilen, okurla yüzleşmekten korkmayan köşe yazarlarına ihtiyacı var.

Bizler profesyonel gazeteci ya da köşe yazarları değiliz, bizler “blog yazarıyız”…gücümüz yönetilemememizden geliyor. Sosyal ağlarda etkin bir şekilde varız, sokağın nabzıyız.

Medyada biz blogcuları “baş ağrısı” diye nitelendiriyorlar, doğrudur da.. çünkü başağrısı olmak blogculuğun ruhunda var.

Blog yazarlarının, geleceğin medyasını şekillendirmek olmasa bile, köşe yazarlarının ve medyanın kendine çeki düzen vermesinde etkili olacağı kesin…

Blogların kendine has bir evreni var, bunu algılayabilen köşe yazarları da kendilerini değişime uydurmak zorunda hissedeceklerdir.

Sokaktan geliyoruz, yan kulvarda ilerliyoruz...haberiniz ola!

8 Kas 2010

New York mu? 5 Minare mi? Yoksa New York’ta 5 Minare mi?

Mahsun, kendini sınav havasına kaptırmış, yönetmenliğini sanki sınava sokmuş gibi bir film...New York’ta 5 Minare.

Hani bu sınavı da geçerse, “benim yalnız ve güzel ülkeme hediye ediyorum” havasına girecek gibi bir sıkıntı, bir zorlama var bu filmde.


Peki film güzel değil mi? Kesinlikle güzel, izlenmeye değer… Bakmayın öyle “hiç olmamış Mahsun, hiç olmamış” diyenlere, göz var izan var şimdi, adam çalışmış çabalamış, haksızlık etmeyelim.

Amaç mesaj vermekse ki bir film illaki mesaj verecek diye bir şey de yok, böyle bir mesaj zorlaması hissettiğim için söylüyorum, eh işte, mesaj verilmiş!

Bilindik konular biraz eğreti bir şekilde birbirine eklemlenmiş ve sonuçta bilindik mesajlar art arda sıralanmış, “İslami kökten dinci terör asla gerçek İslam’la bağdaşmaz”, “Amerika sen İslam’a yanlış bakıyorsun, ikiz kulelerin devrildi diye her Müslümanı terörist sanma”, “Emniyet teşkilatı da yanlış yapabilir”, “işkenceci polis gerçeği”, “ cehalet ve kan davası gerçeğimiz”, “medeniyetler ittifakı ya da çatışması”, “tarikatlar da var”….

Ve benzer mesajlar…Eee, sonuç? Bu mesajlar kime? Bize ise zaten bilindik konular, değilse kime ne kadar etkisi var?

Zarf güzel; görseller, çekimler, efektler…tipik Amerikan aksiyon filmlerindeki gibi, hatta tıpkısın aynısı. Şok etkisi yapan sahneler, geçişler, manzaralar, oyuncular. Hepsi tamam.

Peki bu mudur? Bilmiyorum, bu filmde bir tuhaflık var, onca zarf görüntüsüne rağmen mazrufta bir basitlik var.

Mahsun’un bir önceki filmi “Güneşi Gördüm” sanki daha bir dolu idi, daha bir “film” di.

Zarfla mazrufun boyutlarında bir uyumsuzluk var…

Ya zarf büyük, mazruf içinde sallanıyor…ya da mazrufa çok şey sığdırılmaya çalışılmış, zarfın dışına taşmış gibi, zarfın ağzı kapanmıyor.

Mahsun, sınava girmiş, ortaya bir zarf atmış, ya tutarsa, ya sınavı geçersem hesabı…

Bu arada bilet almak için sinema gişesinde sıraya giren insanlar, gişe görevlisine diyorlardı ki “14:45 seansı, 5 minareye 2 bilet”… “New York’ta” yı eklemek uzun geliyordu, kestirmeden “5 minare”…

Film’in sonunda düşündüm ki; Mahsun “New York” ile “5 minareyi” bir arada söylemek istemiş ama hangisini söyleyeceğine tam karar verememiş gibi bir hal var bu filmde…

Anlayamadım gitti…

İzleyin bakalım, siz de aynı hisse kapılacak mısınız?

Facebook nereye koşuyor?


Facebook kullanıcı adımız yegâne sanal kimliğimiz mi olacak?

Facebook Uluslararası İş Geliştirme direktörü Christian Hernandez diyor ki; “Dünyanın en büyük web sitesi olmak istemiyoruz. İstediğimiz web dünyasında paylaşma ve kimlikte öncülük yapmak. Web’i sosyal hale getirmek istiyoruz. Facebook kimliği her yerde kullanılsın istiyoruz. Facebook kimliğiyle, bir haber sitesine girip arkadaşlarımızı görüp haber okumak, Farmville’de arkadaşlarımızla oyun oynamak istiyoruz. Kurucumuz Mark Zuckerberg, milyarlarca kullanıcı sayısı hedefliyor. Bunlar Facebook kimlikleriyle web’te sosyal deneyim yaşayacak. Facebook’u kimlik platformu olarak konumlamak istiyoruz.” (Webrazzi Summit).

Bu ifadede öne çıkan cümle “Facebook kimliği her yerde kullanılsın istiyoruz”… Ben bunu şu şekilde algılıyorum; Bilgisayarımızı açtığımızda ya da akıllı telefonlardan internete bağlandığımızda tek bir kullanıcı adı ve şifre ile gerçek alemden sanal aleme geçeceğiz.

Facebook internetin giriş kapısı ya da bu kapıdaki tek kontrol görevlisi olabilmek gibi bir iddia içinde ve bu iddiasını gerçekleştirme yolunda hızla koşuyor.

Tek çıkış noktasının insanların sosyalleşmesi olduklarını ifade etseler de Facebook’taki veya diğer sosyal ağlardaki kimliklerimiz ve paylaşımlar, milyarlarca dolarlık bir alış veriş ekonomisi olarak geri dönüyor. Hedef “5 yıl içinde 5 milyar kullanıcıya ulaşabilmek”, yani 5 milyar Facebook kimliği! Şu anda 500 milyon Facebook kullanıcısı var ve bun insanlar günde en az 3-4 saatini Facebook’ta geçiriyorlar. Türkiye ise Facebook kullanımında dünyada dördüncü, 23 milyon kullanıcı Facebook’ta sosyalleşmekle meşgul.

Dünyadaki tüm Facebook kimliklerine tek kanaldan ulaşabilmenin cazibesi, Facebook iş geliştiricilerinin de her an bir yeniliği devreye sokmasına ve yeni projeler üretmesine neden oluyor. Akıllı telefonlarla entegrasyon gerçekleşti, iPhone kullanıcıları sosyal ağlara kolaylıkla ulaşabiliyor. Henüz ülkemizde uygulanmasa bile “places” yani “neredeyim” özelliği, yerel mağazalar ile işbirliğine giderek kullanıcılara özel fırsatlar sunmak ve son günlerde Facebook ile birleşmeye karar veren Skype sırada. Artık Facebook kullanıcıları listelerindeki arkadaşları ile sesli ya da görüntülü görüşme yapabilecek. Hatta Facebook’un kendi akıllı telefonunu üretmesi gibi bir projeden de söz ediliyordu ama Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg “Ne kadar ilginç bir fikir. Fakat hayır, böyle bir şey yok diyerek” konuyu kapattı.

Twitter popülerliğini şu an için devam ettiriyor olsa bilse bunun çok uzun süreli olamayacağını düşünüyorum zira özellikle Web 3.0 a geçildikten sonra yani “internet anlam kazanmaya” başladıktan sonra Google ile Facebook arasında var olan rekabetin daha da artacağı ve diğer sosyal ağların popülaritesini yitireceği açık, belki de yeni birleşmeler olabilir.

Facebook’un bu koşusunu nereye kadar götürebileceğini merak ediyorum. Gelecek yıllarda tüm internetin tahtına oturabilir mi bilinmez ama şu bir gerçek ki sadece veri ve kullanıcı sayısı olarak güçlü olan ayakta kalabilecek, salt bir arama motoru ya da salt bir sosyalleşme ağı olarak kalmak mümkün olamayacaktır. Bu sistemin adı ne olursa olsun yakın gelecekte insanların akıllı telefonlarından, tablet bilgisayarlarından, PCTV lerinden tek bir kimlikle giriş yaparak sanal alemde var olması (ya da kaybolması) kuvvetle olasıdır.

Sanal alemin yatay değil dikey olarak büyümesi ve bu büyümede coğrafi sınırların artık önemini yitirmesi, ortak özellikleri olan insan kalabalıklarının sanal alemde “kalabalık etkisi” ile oluşturacağı her tip platform ve gücün, birey ve toplumsal yaşamda etkili olması kaçınılmaz gibi görünüyor.

Tek kimlikle sanal alemin her tarafında var olabilmek ile bu alemde gereğinden fazla sosyalleşmek insanlığımızdan neler götürür bu da ayrı bir konu…

1 Kas 2010

Kantarın topuzunu kaçıran sadece Oktay Ekşi mi?


Yarım asırlık tecrübesi, son yıllarda medyada yaşanan “iktidara çakma” ya da “diğer meslekdaşlarına çakma” modasına ve şehvetine kapılmasına engel olamadı.

Yarım asırlık bir gazeteci, Hürriyet gazetesinin baş yazarı ve Basın Konseyi’nin de başkanı…Ben kendimi bildim bileli Oktay Ekşi var.

“Şimdi anasını bile satan işte o zihniyetin marifetlerini görüyorsunuz” diye iktidara ve Başbakan’a yönelik bir cümle kullandı, istifa etmek zorunda kaldı ya da istifa ettirildi.

Hani özrü kabahatinden büyük derler ya, özür yazısında “nasıl istismar edilebileceğini hesaplayamadım” diyor…Yarımlık asırlık bir gazeteci, bir baş yazar bunun hesabını yapabilmeliydi. Üstelikte Basın Konseyi Başkanı sıfatını taşıyorsanız, sorumluluğunuz basın ahlakını yere düşürmek değil, yükseltmek olmalıdır. Daha öncede bir takım yazılarında çeşitli kesimden insanlara seviye dışı üslup kullanımları vardı ve kalemini kimi zaman alen beyan silah gibi hedefe doğrultmaktan da çekinmezdi. Tecrübeli bir gazeteci, değerli bir köşe yazarıydı ancak değerli köşe yazarları da gün gelip değersiz cümleler kurabiliyormuş.

Tıpkı diğer bazı meslekdaşları gibi…

Medyada düzeysizlik, küfürbazlık, vizyonsuzluk had safhada. Toplumun danışma ihtiyacını gidereyim, şu yaşadığımız dünyayı objektif bir şekilde aktarayım, anlatayım düşüncesinde olan köşe yazarlığı artık geçer akçe değil. Köşe yazarlığı toplumun küfretme ihtiyacını karşılar bir duruma geldi, ne yazık ki getirildi. Hatta sırf küfretsin diye eline kalem verilip, kendisine köşe açılan yazarlar yok mu? Bu hem iktidar yanlısı hem de karşıtı medya için geçerli bir durum. Köşesine kurulan başlıyor hakarete, üç satır düzgün cümle kuruyor, sonra onbeş satır küfrediyor, “çakarak” patronun güvenini kazanıyor ya yeter.

Bir zamanlar Bekir Coşkun ve Yılmaz Özdil iktidara çakmak adına, “göbeğini kaşıyan adam”, “bidon kafalı” sözleri ile halka hakaret etmediler mi? Daha iki gün önce Fatih Çekirge, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşine “eğreti gelin” demedi mi? Engin Ardıç, Emin Çölaşan, Fatih Altaylı, Hıncal Uluç başta olmak üzere bazı köşe yazarları, yıllardır insanların onuru ile oynamıyor mu? Bunun adına “basın özgürlüğü” denilebilir mi?

Basın özgürlüğüne sığınarak küfür etmeyi alışkanlık haline getiren, kantarın topuzunu kaçıran köşe yazarları bence kovulmalı. Zira bunlar sadece basına değil demokrasi kültürüne de yakışmıyor…

Peki ya siyasetçiler farklı mı?

Başbakan “ananı da al git” derken, Oktay Ekşi ile aynı uslubu kullanmış olmuyor mu? Ya da eski Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, Tekel için “babalar gibi satarız” derken seviyesizlik olmuyor mu?

Ne Başbakan’ın, ne Kılıçdaroğu’nun ne de bazı partililerin ağızlarından çıkanı kulakları duymaz oldu. Batılı demokrasilerde de didişme var ancak bizimkilerin tartışmalarında seviye yerlerde sürünüyor. Biri diğerine yüreksiz diyor, öbürü omurgasız! Şu son referandum öncesinde yapılan konuşmalar bile Türkiye’deki siyasetçi profilinin hangi seviyede olduğunu gösterdi. “Alçak” la başladılar, “namussuz” la bitirdiler.

Kılıçdaroğlu’nun şu cümlelerine bakar mısınız? "Başbakan sen zaten omurgasız birisin", "Bir adam aynı ay içerisinde 180 derece kıvırabilir mi?", "Benim adım Recep Tayyip Erdoğan değil", "Sen kimsin?", "Sayın Başbakan asıl senin yatacak yerin yok, ama bu paraları sömürenlerin yatacak yeri var, AK Parti'nin koynunda yatıyorlar"!

Bir köşe yazarı gazeteciliğini, bir siyasetçi politikasını hakaret ve küfür üzerinden yapıyorsa eğer, söyleyecek sözü olmadığındandır.

Bir köşe yazarı ya da bir siyasetçinin seviyesiz üslubu, onun özgür olmadığının ve demokrasi kültürü taşımadığının ifadesidir…

Kantarın topuzunu kaçırdıklarında her ikisinin de kovulması gerekir…Birisi patronu tarafından diğeri de halk tarafından.