Başbakan’ın şimdiye kadar açıkça dile getiremediği buydu; “Türk üst kimliği tutmadı, Müslüman üst kimlği verelim”
‘Eğer ki Kürt sorununa “ümmetçilik” kavramı altında çözüm düşünülüyorsa, yani İslamiyet Türk’ü Kürdü birleştirir diye düşünülüyorsa işte en büyük yanılgı budur ki Türkiye’yi Orta Doğu ateşinin içine atar’ demiştim.
Bugün Başbakan ilk defa “Kürt kardeşilerimiz” vurgusunun yanına “Müslüman” tanımını da ekledi. Bu defa “Müslüman Kürt kökenli” kardeşlerine seslenerek, terör örgütünün ibadethaneleri de roketatarlara bombaladığını hatırlattı ve Kürt vatandaşlara direniş çağrısında bulundu.
İlk defa, en yetkili ağızdan Kürt sorununa çözüm için “din kardeşliğinin”, diğer bir deyişle “ümmetçiliğin” birleştiriciliği vurgulanıyor.
Bu vurgu şu anlama geliyor; “Hepimiz Müslümanız, Türklüğün, Kürtlüğün bir önemi yoktur. Müslüman kimliğimiz, ortak bir kimlik olarak hepimize yeter. Bunun dışında diğer alt kimlikleri öne çıkarmaya ne gerek var?”
AK Parti iktidarı, bugüne kadar, meşruiyetini sağlamlaştırmak çabasında idi. Bugün artık böyle bir çabaya gerek görmüyor zira yüzde ellilik bir halk desteğini almış durumda. Bu meşruiyetini sağlamlaştırana kadar Kürt sorununu üst yapısal hukuki ve siyasi tedbirlerle çözmeye çalışıyor görüntüsünde idi. Hatta zaman zaman aşırı milliyetçi söylemlere de başvurmaktan çekinmiyordu. “İslam kardeşliği” vurgusunu ve “Müslümanlığı” bir üst kimlik olarak öne sürmeyi geri plana itmiş, bu doğrultuda açıklamalar yapmamaya da özen göstermişti.
PKK’nın terör eylemlerinin neden artış gösterdiğini, örgütün şu anda bir kırılma yaşadığını ve kendi içinde liderlik çatışması olduğunu, bir iç savaş ortamı yaratak Kürt halkı üzerinde meşruiyetini koruma çabasına girdiklerini belirtmiştim.
PKK, iç savaşa oynuyordu, peki ya şimdi iktidar neye oynuyor?
İşte bu sorunun yanıtı bugün Başbakan’ın bizzat kendi ağzından geldi. “Müslüman Kürt kardeşlerini” direnişe çağırdı.
“Din kardeşliği”, bölgede birleştirici ve bütünleştirici bir unsur olmak bir yana, kendi içinde çok ciddi sonuçlara neden olabilir, ayrıca son derece boşuna bir çaba olacaktır.
Neden boşuna bir çabadır, bakalım;
Türkiye’de din tamamen devletin kontrolündedir ve resmi olarak sunni inanışın koruyucusu ve kollayıcısıdır. Dinin devlet tarafından bu kadar kontrol edildiği bir ülkede Kürtelere “din kardeşiyiz, gel Müslümanlıkta birleşelim” demek asimilasyonun başka bir şeklidir. Alevi Kürtler de, kardeşliğe uygun görülecek midir? Bugün İran, Suriye, Irak’ta halen var olan kanlı mezhep çatışmalarını, Müslüman kardeşliği neden engelleyemiyor?
Din kardeşliği, Müslüman Arap ülkeleri arasında yıllardır süregelen düşmanlığı önleyebildi mi? Irak, İran'la yıllar boyu savaştı. Kuveyt işgali neden engellenemedi?
Saddam, Kürtlere karşı soykırımda bulunmadı mı? “Kürtlerin kanı, canı, malı-mülkü, karısı, çocukları Müslüman Araplara helaldir” demedi mi? Buna hangi Müslüman devlet karşı çıktı, tepki verdi?
Bugün Iran’da, yönetime başkaldıran Kürt gençleri bir bir idam ediliyor. Başbakan, Ortadoğu ülkelerindeki Arap baharını desteklerken, İran’da idam edien Kürt gençlerine neden hiç tepki vermiyor? Bu nasıl din kardeşliği?
Bir dönem bölgede binlerce “faili meçhul” Kürt cinayetleri işlendi. Cinayetleri işlemek için Hizbullahçıları devletin bizzat kullandığı ispatlanmadı mı? Bu Hizbullahçılar Müslüman değil miydi?
Kürt sorununun kaynağı din değildir, sosyal, siyasal ve iktisadi kaynaklıdır. Bu anlamda din kardeşliği bağlamında çözülmesi de mümkün değildir. Din kardeşliği Müslüman ülkelerin bugüne kadar hangi sorununu çözmüştür ki? İşte mezhep çatışmaları halen sürüyor.
Türklerle, Kürtlerden bir din kardeşliği nasıl çıkar? Daha düne kadar Kürtleri Müslüman bile kabul etmiyorlardı. Şimdi de Kürtlere deniyor ki “Müslüman üst kimliği altında Türkleş”…bu da dinin farklı bir asimilasyona alet edilmiş olanı.
Müslüman kardeşliği diyerek, Alevileri Sünniliğe asimile et, Kürtleri Türklüğe asimile et…Osmanlı’dan beri de uygulanan zaten budur. Tıpkı diğer halklara da yaptıkları gibi.
Ümmetçiliğin birleştirici gücünün ne kadar işe yaradığı ortada. Şimdiye kadar Müslüman Müslümanı hep kırmış geçirmiş.
Bugün Kürt sorunu halen canlı ve kanlı bir sorun olarak karşımızda duruyorsa, devletin bu asimilasyon politikaları yüzündendir.
“Türk üst kimliği tutmadı, Müslüman üst kimliği verelim” demek aynı yanlış politikadır.
Türkiye’ye sadece “insan üst kimliği” gerekiyor…
2 Eki 2011
Egolar çöplüğü
İnsanların kendini konuşarak veya yazarak ifade etmesi iyi bir şey, eğer ki hayatı sadece kendi gördükleri ve bildiklerinden ibaret sanmasalar...
İnsan şişmiş egosu ile aslında kendisini körleştirdiğinin, kendini kendi içine hapsettiğinin farkında mı bilmem ancak yeryüzü şişmiş ve körleşmiş egolar çöplüğüne çoktan dönüşmüş durumda.
EGO; en yalın anlamı ile “BEN” ya da “BENLIK DUYGUSU”. Adem ile Havva’dan beri var olan kişilik olgusu ya da kişinin ta kendisi.
Düşünmek, hissetmek, diğerleri ile aramızdaki ilişkinin şeklini biçimlendirmek, algılamak, öz güven, öz savunma gibi pek çok kişisel yapıların toplamı, kişisel bilincin merkezi. Aslında işe yarar bir şey bu EGO…tabii ki doğru yönlendirildiğinde.
Eğer ki insan kendi kifayetsizliğinin tanrısı haline dönüşmüşse kaldır at o EGO’yu…egolar çöplüğüne
Elbette her insan önemli ancak hiçbir insanın varlığı ve diğer insanlar arasındaki konumu, bir diğerinden önemli değil, olmamalı. Bir diğerinden önemli olmak ancak dünyaya ve topluma kattıkları iyi şeyler ile olabilir, buna sözüm yok. Zaten o önemli insanlarda ego şişkinliği göremezsin, alçak gönüllüdür ya da önemini hazmetmiştir. Hani “aşmış” deriz böylelerine. Aslında aştıkları egolarıdır.
Bir de sebepsizce kendini çok önemli bulanlar vardır, kendi egosunun ötesini göremeyecek kadar kör olanlardır bunlar. Her hangi bir konuda elle tutulur, dişe dokunur tek bir söz sarfedemediği halde her konuda ahkam kesebileceğini sanan kifayetsiz muhterislerler de denilebilir böylelerine… . İnsanlık, tarihte en çok bu tip ego şişkinlerinden, dev bencillik kütlelerinden zarar görmüştür.
Bu ego şişkinleri, buldukları her fırsatta egolarını kusarlar ki rahatlasınlar…çünkü ego temizlenmesi en zor şey, kusmadan şişkin egoyu boşaltamazlar. Kussun ki yeni şişkinlikler için yer açılsın…işte böyle böyle oluşur devasa boyutlardaki egolar çöplükleri, üstelik geri dönüşümsüz, yığılır da yığılır.
Kahramanımız başlar yeniden ego şişirmeye…kendince doğrularını en üst noktaya yığmaya, buna ters olanları kendi kuralları ile cezalandırmaya. Hiç aklına bile getirmez daha öneceden yaptığı yanlışları ve haksızlıkları. Doymak bilmez,doymadıkça çirkinleşir, saldırganlaşır, terbiyezleşir, abuklaşır, sakilleşir… terkedemez bir türlü egosunu.
Bir insanın egosu bir diğerininki ile karşılaşır ve çatışırsa da işte o zaman kıyamet kopar. Birbirlerinin egosunu yok edene kadar uğraşırlar. Bir tehlike mi sezdiler, hemen pençeler çıkar. O güne kadar sarfettikleri sevgi ve saygı sözcükleri, bir bakmışsın ki çamura dönüşmüş. Çünkü ego, kendini haklı çıkarmak için sayısız bahaneler üretebilir.
EGO; iyi yönetilemediğinde tüm mutsuzlukların kaynağı. Egosunu iyi yönetebilen insan hiç bir zaman çatışmaz. Birileri onunla çatışsa da , o kimseyle çatışma halinde değildir.
EGO’yu iyi yönetebilmek biraz ZEKA gerektiriyor sanırım, ancak öfke, kin, kibir, nefret öyle etrafımızı kuşatmış ki kimi zaman zekamız bile tüm bu kötü duygulara yenik düşebiliyor.
Evet, kendimizi sevmek, kendimize değer vermek çok güzel, yeter ki EGO’muz bir diğerine sevgisizliğin dili olmasın, yetersizliğin aracı hiç olmasın.
Bir diğerini anlamaya çalıştıkça ego çöplükleri azalacaktır diye umud ediyorum.
İyi pazarlar…
İnsan şişmiş egosu ile aslında kendisini körleştirdiğinin, kendini kendi içine hapsettiğinin farkında mı bilmem ancak yeryüzü şişmiş ve körleşmiş egolar çöplüğüne çoktan dönüşmüş durumda.
EGO; en yalın anlamı ile “BEN” ya da “BENLIK DUYGUSU”. Adem ile Havva’dan beri var olan kişilik olgusu ya da kişinin ta kendisi.
Düşünmek, hissetmek, diğerleri ile aramızdaki ilişkinin şeklini biçimlendirmek, algılamak, öz güven, öz savunma gibi pek çok kişisel yapıların toplamı, kişisel bilincin merkezi. Aslında işe yarar bir şey bu EGO…tabii ki doğru yönlendirildiğinde.
Eğer ki insan kendi kifayetsizliğinin tanrısı haline dönüşmüşse kaldır at o EGO’yu…egolar çöplüğüne
Elbette her insan önemli ancak hiçbir insanın varlığı ve diğer insanlar arasındaki konumu, bir diğerinden önemli değil, olmamalı. Bir diğerinden önemli olmak ancak dünyaya ve topluma kattıkları iyi şeyler ile olabilir, buna sözüm yok. Zaten o önemli insanlarda ego şişkinliği göremezsin, alçak gönüllüdür ya da önemini hazmetmiştir. Hani “aşmış” deriz böylelerine. Aslında aştıkları egolarıdır.
Bir de sebepsizce kendini çok önemli bulanlar vardır, kendi egosunun ötesini göremeyecek kadar kör olanlardır bunlar. Her hangi bir konuda elle tutulur, dişe dokunur tek bir söz sarfedemediği halde her konuda ahkam kesebileceğini sanan kifayetsiz muhterislerler de denilebilir böylelerine… . İnsanlık, tarihte en çok bu tip ego şişkinlerinden, dev bencillik kütlelerinden zarar görmüştür.
Bu ego şişkinleri, buldukları her fırsatta egolarını kusarlar ki rahatlasınlar…çünkü ego temizlenmesi en zor şey, kusmadan şişkin egoyu boşaltamazlar. Kussun ki yeni şişkinlikler için yer açılsın…işte böyle böyle oluşur devasa boyutlardaki egolar çöplükleri, üstelik geri dönüşümsüz, yığılır da yığılır.
Kahramanımız başlar yeniden ego şişirmeye…kendince doğrularını en üst noktaya yığmaya, buna ters olanları kendi kuralları ile cezalandırmaya. Hiç aklına bile getirmez daha öneceden yaptığı yanlışları ve haksızlıkları. Doymak bilmez,doymadıkça çirkinleşir, saldırganlaşır, terbiyezleşir, abuklaşır, sakilleşir… terkedemez bir türlü egosunu.
Bir insanın egosu bir diğerininki ile karşılaşır ve çatışırsa da işte o zaman kıyamet kopar. Birbirlerinin egosunu yok edene kadar uğraşırlar. Bir tehlike mi sezdiler, hemen pençeler çıkar. O güne kadar sarfettikleri sevgi ve saygı sözcükleri, bir bakmışsın ki çamura dönüşmüş. Çünkü ego, kendini haklı çıkarmak için sayısız bahaneler üretebilir.
EGO; iyi yönetilemediğinde tüm mutsuzlukların kaynağı. Egosunu iyi yönetebilen insan hiç bir zaman çatışmaz. Birileri onunla çatışsa da , o kimseyle çatışma halinde değildir.
EGO’yu iyi yönetebilmek biraz ZEKA gerektiriyor sanırım, ancak öfke, kin, kibir, nefret öyle etrafımızı kuşatmış ki kimi zaman zekamız bile tüm bu kötü duygulara yenik düşebiliyor.
Evet, kendimizi sevmek, kendimize değer vermek çok güzel, yeter ki EGO’muz bir diğerine sevgisizliğin dili olmasın, yetersizliğin aracı hiç olmasın.
Bir diğerini anlamaya çalıştıkça ego çöplükleri azalacaktır diye umud ediyorum.
İyi pazarlar…
Kürt sorununda emperyalizm kolaycılığına kaçmak
Yıllardır Kürt sorunu tartışılıyor; Özgürlükçü solcular diyor ki “daha fazla insan hakları, daha fazla demokrasi” ki ben de bunu iddia ediyorum, ulusalcı solcular da “Kürt sorunu ABD’nin ve işbirlikçisi diğer emperyalist güçlerin oyunudur” diyor.
Bu iki ana görüşten ilki çözüm odaklı, ikincisi ise sadece tesbit! Yani çözüm içermeyen ve Kürt sorununu sadece emperyalizmin bir oyunu olarak algılayan, kolaycılığa kaçan bir ifade tarzı. Çözüm ne diye sorduğunuzda alınan yanıtların geldiği nokta hep aynı “Kahrolsun Amerika, Yaşasın tam bağımsız Türkiye”.
Yani Amerika kahrolunca, Türkiye tam bağımsız olunca – ki teknolojinin geldiği şu aşamada nasıl bir şeyse bu tam bağımsızlık- Kürt sorunu çözülecek, Kürt halkı haklarından vazgeçecek, herkes mutlu mesut yaşayacak! Devrim olacak arkadaşlar devrim, bekleye durun siz. Dünyada iki örneği kaldı, hala kahrolsun Amerika modunda yaşayan, biri Küba diğeri Venezuella…hallerine bir bakın, can çekişiyorlar. Neden, çünkü küreselleşme denilen çağın kaçınılmaz döngüsünü kendi lehlerine ve menfaatlerine kullanamadıkları için.
Yine bu sadece tesbitçi ama hiç çözüm üretemeyen ya da siyasi tarihin akışının belki 30 yıl gerisinde kalmış demode çözümleri, emperyalizmin bu ülkeyi böldüğü kolaycılığı ile birlikte sahneye koyanların bir zamanlar ki korkutma yöntemi de “şeriat geliyor, laiklik elden gidiyor” du. Aradan 10 yıl geçti ne şeriat geldi, ne laiklik gitti. Üstüne üstlük Başbakan Erdoğan, Mısır’a ziyaretinde laikliğin baş savunucu olduğunu, hatta bu korkutuculardan daha çok laik olduğunu ilan etti. Tarihin cilvesi işte; bugün hem ulusalcılık hem de laiklik konunda ulusalcı solcularla muhafazakar bir iktidar aynı kefeye girdiler.
Milliyetçi ya da diğer tabiri ile ulusalcı solcuların ( bir solcu insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi tüm evrensel değerlerini yitirip nasıl milliyetçi olur, nasıl ulusçu olur onu da anlamış değilim) Kürt sorununa bakışlarını, emperyalizmle, BOP, BAP gibi saçmalıklarla sınırlandırmasını tamamen dar bakış açılarına bağlıyorum. Evet, emperyalizmin yakıcı ve yıkıcılığını tüm dünya kabul ediyor zaten, ama artık bunun adına emperyalizm bile denmiyor. Bunun adı internet, bunun adı teknoloji.
Amerikanın gelirinin yüzde 85’inin sanılanın tam tersine petrol ve silahtan değil, hizmet sektöründen geldiğini biliyor muydunuz?. İnternet teknolojleri de buna dahil. Devir, enformasyon ve hizmetler devri. Dünyanın gidişatını belirleyen dinamikleri de dolayısıyla bu yeni devrin gereksinimleri yönlendiriyor. Ne yapsın Amerika Ortadoğu petrollerini, silah satıpta ne yapacak, gelirinin yüzde 10’unu bile oluşturmayan bir şey için bunca şiddeti bunca savaşı neden çıkarsın? Amerika bunun için bizi neden bölmek istesin? Biraz akıl izan lütfen! Amerika megalomanca dünya gücü olma halini devam ettirmek istiyor deseniz, çok daha inandırıcı olacaksınız.
Kürt sorununu halen anti-Amerikancı bir söylemin arkasına saklamak zaten Cumhuriyet tarihinin resmi ideolojisidir. Yıllardır ABD’nin kucağında politika yapan ırkçı-milliyetçi çevreler kimlerdi? Kürt düşmanlığını anti-Amerikan bir söylemin arkasına saklamaya çalışanlar da statükocu asker-sivil bürokrasi değil miydi?
Daha da gerilere gidelim; Kurtuluş Savaşı sırasında varlığı ve kimliği tanınıp, cephede savaşa giden Kürtlerin, işimize geldiğinde ulusal kimliği kabul edilirken, Cumhuriyetin ilanıyla beraber, Türk ulusunu oluşturan etnisitelerden birisi olarak görülmesi, dahası Türklerin Orta Asya’dan gelen bir kolu olduğu ve dağda yürürken ‘kart kurt’ sesi çıkarmaları nedeniyle Kürt adını almış olan Türkler olduğu ilan edilmedi mi? Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra inkar edilmediler mi? Hak ve talepleri baskı altına alınmadı mı? Kürtleri asimile etmek için tek parti iktidarı döneminde çıkarılmadı mı ırkçı kanunlar, doğuya gönderilen müfettişlerin esas amacını bir araştırın bakalım! Katliamları, sürgünleri, dışkı yedirmeleri!
Bu bilinçli asimilasyon politikalarını kabul edenler yaşadıkları baskılara boyun eğdiler, Türkçe eğitildiler, kamuda görev yapabildiler, iş adamı oldular v.s. Türkler de onları sevdi. Peki ya doğuda kalanlar aşiretlerin emrine girdiler, hem ekonomik hem de sosyolojik açıdan ezildiler.
İşte bunun için Yıldız Nihat diyor ki;"PKK bir sonuçtur, aslolan insan hakları ve demokrasidir"
PKK, Kürt sorununun temsilcisi olarak ortaya çıkmadı. PKK, Stalinist ideolojiye sahip bir terör örgütü idi. Yıllar içinde PKK ile Kürt sorunun içiçe girmesinin tek nedeni 80 yıldır doğuda yaşanan ağır insanlık sorunudur. Kürtleri kazanmaya çalışmayan, birlikte yaşamayı ve paylaşmayı reddeden zihniyet ve aynı zamanda damarımızda dolanıp duran, bilinç altımıza işlemiş “Türk milliyetçiliği” değil midir PKK’ya taban yaratan, PKK’yı etnik milliyetçi bir terör örgütü yapısına dönüştüren?
Kürtler şimdi ne için ayrımcılığa uğradılarsa onunla birlikte kabul edilmek istiyorlar. Ve bunu istedikleri için “vay efendim BOP, BAP, Amerika bizi bölmeye çalışıyor, emperyalistlerin oyunu” gibi saçma sapan tesbitlerle karşı karşıya kalıyorlar. Çözüm dediğiniz de “kahrolsun Amerika, yaşasın tam bağımsız Türkiye”. Böyle bir tesbitin çözümü de ancak böyle komik oluyor işte.
Bakmayın siz bunların anti-Amerikancı olduklarına, ulusalcılar ve kızılelmacı denilen bu solcular, yıllardır “ABD ülkeyi bölmek istiyor, Kürtleri de kullanıyor” propagandası yaptılar ve bu doğrultuda Cumhuriyet’in kuruluşundan beri var olan “Kürt halkının demokratik talepleri ülkeyi bölünmeye götürür” resmi tezini öne süren ırkçı-milliyetçi, sivil ve askeri bürokrasi ile de zıtların birliğini oluşturdular. Bu öyle bir birlikti ki Erkenekon zihniyeti denilen derin devletle işbirliği yapmaktan da hiç çekinmediler. Şimdilerde Silivri kardeşliği yapıyorlar!
Bir kısım solcularının her kötülüğün altında emperyalizmi görmesi, en basit ve temel gerçekleri bile algılamasına engel oluyor. Böylelikle kendilerini rahatlatıyorlar, ama asıl gerçeği görmek istemedikleri için de çözüm üretemiyorlar.
Çözüm diye sundukları; tam bağımsızlık, dik duruş, onurlu dış politika yani vatan, millet, sakarya. Daha doğrusu hamaset, demagoji, popülizm, alenen faşizm ve nihayet ırkçılık. Siz bu ideolojilerinizi kaldığınız 80 li yıllara gömün, 2011’e gelin. Sadece bireye saygıyı, bireylerin özgürlüğünü savunun.
Devletin kendisinin ürettiği, sonra da içinden çıkamadığı bir sorunun, emperyalizm kolaycılığına bağlamadan, daha fazla demokratikleşme ve daha fazla insan hakları için uğraş vererek nasıl çözülebileceğine kafa yorun.
Kürt sorununun çözümü için ve de tüm evrensel sol değerleri için Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu tek şey insan hakları ve bu hakları savunacak demokratik bir hukuk devletidir.
Bu iki ana görüşten ilki çözüm odaklı, ikincisi ise sadece tesbit! Yani çözüm içermeyen ve Kürt sorununu sadece emperyalizmin bir oyunu olarak algılayan, kolaycılığa kaçan bir ifade tarzı. Çözüm ne diye sorduğunuzda alınan yanıtların geldiği nokta hep aynı “Kahrolsun Amerika, Yaşasın tam bağımsız Türkiye”.
Yani Amerika kahrolunca, Türkiye tam bağımsız olunca – ki teknolojinin geldiği şu aşamada nasıl bir şeyse bu tam bağımsızlık- Kürt sorunu çözülecek, Kürt halkı haklarından vazgeçecek, herkes mutlu mesut yaşayacak! Devrim olacak arkadaşlar devrim, bekleye durun siz. Dünyada iki örneği kaldı, hala kahrolsun Amerika modunda yaşayan, biri Küba diğeri Venezuella…hallerine bir bakın, can çekişiyorlar. Neden, çünkü küreselleşme denilen çağın kaçınılmaz döngüsünü kendi lehlerine ve menfaatlerine kullanamadıkları için.
Yine bu sadece tesbitçi ama hiç çözüm üretemeyen ya da siyasi tarihin akışının belki 30 yıl gerisinde kalmış demode çözümleri, emperyalizmin bu ülkeyi böldüğü kolaycılığı ile birlikte sahneye koyanların bir zamanlar ki korkutma yöntemi de “şeriat geliyor, laiklik elden gidiyor” du. Aradan 10 yıl geçti ne şeriat geldi, ne laiklik gitti. Üstüne üstlük Başbakan Erdoğan, Mısır’a ziyaretinde laikliğin baş savunucu olduğunu, hatta bu korkutuculardan daha çok laik olduğunu ilan etti. Tarihin cilvesi işte; bugün hem ulusalcılık hem de laiklik konunda ulusalcı solcularla muhafazakar bir iktidar aynı kefeye girdiler.
Milliyetçi ya da diğer tabiri ile ulusalcı solcuların ( bir solcu insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi tüm evrensel değerlerini yitirip nasıl milliyetçi olur, nasıl ulusçu olur onu da anlamış değilim) Kürt sorununa bakışlarını, emperyalizmle, BOP, BAP gibi saçmalıklarla sınırlandırmasını tamamen dar bakış açılarına bağlıyorum. Evet, emperyalizmin yakıcı ve yıkıcılığını tüm dünya kabul ediyor zaten, ama artık bunun adına emperyalizm bile denmiyor. Bunun adı internet, bunun adı teknoloji.
Amerikanın gelirinin yüzde 85’inin sanılanın tam tersine petrol ve silahtan değil, hizmet sektöründen geldiğini biliyor muydunuz?. İnternet teknolojleri de buna dahil. Devir, enformasyon ve hizmetler devri. Dünyanın gidişatını belirleyen dinamikleri de dolayısıyla bu yeni devrin gereksinimleri yönlendiriyor. Ne yapsın Amerika Ortadoğu petrollerini, silah satıpta ne yapacak, gelirinin yüzde 10’unu bile oluşturmayan bir şey için bunca şiddeti bunca savaşı neden çıkarsın? Amerika bunun için bizi neden bölmek istesin? Biraz akıl izan lütfen! Amerika megalomanca dünya gücü olma halini devam ettirmek istiyor deseniz, çok daha inandırıcı olacaksınız.
Kürt sorununu halen anti-Amerikancı bir söylemin arkasına saklamak zaten Cumhuriyet tarihinin resmi ideolojisidir. Yıllardır ABD’nin kucağında politika yapan ırkçı-milliyetçi çevreler kimlerdi? Kürt düşmanlığını anti-Amerikan bir söylemin arkasına saklamaya çalışanlar da statükocu asker-sivil bürokrasi değil miydi?
Daha da gerilere gidelim; Kurtuluş Savaşı sırasında varlığı ve kimliği tanınıp, cephede savaşa giden Kürtlerin, işimize geldiğinde ulusal kimliği kabul edilirken, Cumhuriyetin ilanıyla beraber, Türk ulusunu oluşturan etnisitelerden birisi olarak görülmesi, dahası Türklerin Orta Asya’dan gelen bir kolu olduğu ve dağda yürürken ‘kart kurt’ sesi çıkarmaları nedeniyle Kürt adını almış olan Türkler olduğu ilan edilmedi mi? Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra inkar edilmediler mi? Hak ve talepleri baskı altına alınmadı mı? Kürtleri asimile etmek için tek parti iktidarı döneminde çıkarılmadı mı ırkçı kanunlar, doğuya gönderilen müfettişlerin esas amacını bir araştırın bakalım! Katliamları, sürgünleri, dışkı yedirmeleri!
Bu bilinçli asimilasyon politikalarını kabul edenler yaşadıkları baskılara boyun eğdiler, Türkçe eğitildiler, kamuda görev yapabildiler, iş adamı oldular v.s. Türkler de onları sevdi. Peki ya doğuda kalanlar aşiretlerin emrine girdiler, hem ekonomik hem de sosyolojik açıdan ezildiler.
İşte bunun için Yıldız Nihat diyor ki;"PKK bir sonuçtur, aslolan insan hakları ve demokrasidir"
PKK, Kürt sorununun temsilcisi olarak ortaya çıkmadı. PKK, Stalinist ideolojiye sahip bir terör örgütü idi. Yıllar içinde PKK ile Kürt sorunun içiçe girmesinin tek nedeni 80 yıldır doğuda yaşanan ağır insanlık sorunudur. Kürtleri kazanmaya çalışmayan, birlikte yaşamayı ve paylaşmayı reddeden zihniyet ve aynı zamanda damarımızda dolanıp duran, bilinç altımıza işlemiş “Türk milliyetçiliği” değil midir PKK’ya taban yaratan, PKK’yı etnik milliyetçi bir terör örgütü yapısına dönüştüren?
Kürtler şimdi ne için ayrımcılığa uğradılarsa onunla birlikte kabul edilmek istiyorlar. Ve bunu istedikleri için “vay efendim BOP, BAP, Amerika bizi bölmeye çalışıyor, emperyalistlerin oyunu” gibi saçma sapan tesbitlerle karşı karşıya kalıyorlar. Çözüm dediğiniz de “kahrolsun Amerika, yaşasın tam bağımsız Türkiye”. Böyle bir tesbitin çözümü de ancak böyle komik oluyor işte.
Bakmayın siz bunların anti-Amerikancı olduklarına, ulusalcılar ve kızılelmacı denilen bu solcular, yıllardır “ABD ülkeyi bölmek istiyor, Kürtleri de kullanıyor” propagandası yaptılar ve bu doğrultuda Cumhuriyet’in kuruluşundan beri var olan “Kürt halkının demokratik talepleri ülkeyi bölünmeye götürür” resmi tezini öne süren ırkçı-milliyetçi, sivil ve askeri bürokrasi ile de zıtların birliğini oluşturdular. Bu öyle bir birlikti ki Erkenekon zihniyeti denilen derin devletle işbirliği yapmaktan da hiç çekinmediler. Şimdilerde Silivri kardeşliği yapıyorlar!
Bir kısım solcularının her kötülüğün altında emperyalizmi görmesi, en basit ve temel gerçekleri bile algılamasına engel oluyor. Böylelikle kendilerini rahatlatıyorlar, ama asıl gerçeği görmek istemedikleri için de çözüm üretemiyorlar.
Çözüm diye sundukları; tam bağımsızlık, dik duruş, onurlu dış politika yani vatan, millet, sakarya. Daha doğrusu hamaset, demagoji, popülizm, alenen faşizm ve nihayet ırkçılık. Siz bu ideolojilerinizi kaldığınız 80 li yıllara gömün, 2011’e gelin. Sadece bireye saygıyı, bireylerin özgürlüğünü savunun.
Devletin kendisinin ürettiği, sonra da içinden çıkamadığı bir sorunun, emperyalizm kolaycılığına bağlamadan, daha fazla demokratikleşme ve daha fazla insan hakları için uğraş vererek nasıl çözülebileceğine kafa yorun.
Kürt sorununun çözümü için ve de tüm evrensel sol değerleri için Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu tek şey insan hakları ve bu hakları savunacak demokratik bir hukuk devletidir.
AKP’nin Kürt sorununu çözmeye niyeti yok
Daha doğrusu Başbakan’ın bizzat kendisinin bu sorunu çözmeye hiç niyeti yok…
Tabii ki bu kanıya birden bire varmış değilim. Seçimlerin az öncesi ve hemen sonrasındaki süreçte kanaat getirdim ki bu iş iyice çıkmaza giriyor.
Öncelikle; Kürt sorunu ve terör sorununu birbirine karıştıran bir siyasi zihniyet, geçmiş iktidarlarda olduğu gibi bugün de sorunun çözümünde başarızlığa mahkumdur.
Başbakan, Kürt sorunu ile ilgili siyasi çözüm önerileri sunanlara “vayy, demek teröristin ağzıyla konuşuyorsun, PKK propagandası yapıyorsun” diyebiliyor. Başbakan’ın bilinçli mi yoksa iç güdüsel mi anlayamadığım bir şekilde Kürt sorunu ile PKK’yı aynı kefeye koyma eğilimi çok güçlü. PKK’nın şiddet eylemlerini tırmandırdığı şu günlerde, çözüm söcüğünü terörle mücadele sözcüğü ile eşdeğer tutmaya başladı. Açılım zaten epeydir tavsamış durumda. Yıllardır iktidardalar, elle tutulur tek yaptıkları TRT Şeş’i yayına almak oldu.
Başbakan, Kürt meselesini ya unuttu, ya da 2011 seçimlerinin hemen öncesinde Diyarbakır’da da söylediği gibi, yatıp kalkıp bu mesele ile mi uğraşacağız düşüncesinde . Halbuki 2005’te Diyarbakır’da aynı meydanda Kürt meselesi ile ilgili umut vaad eden çok ciddi söylemleri vardı.
Ama aynı Başbakan, 2007’de Hakkari’de yeniden “devletperestlik” yanına yenik düşüyor, “tek millet, tek vatan, tek bayrak” gibi gayet “ulusalcı” ve hatta “aşırı milliyetçi” söylemler yapabiliyor, rahatlıkla “ya sev ya terk et” diyebiliyordu.
Aslında Başbakan’ın zamanın ruhuna ve de partisinin oy durumuna göre yaptığı çelişkili söylemler, iktidarın sorunu çözmek için ciddi bir stratejisinin olmadığının açık göstergesiydi. Ama yine de benim gibi özgürlükçü solcular, umut ve barış yönünde acaba demekten kendimizi alamadık, bence yanlıştı veya erkendi. Bu da bir özeleştiridir.
Bugün gelinen nokta birbirinin içine sokulmuş bir Kürt hakları sorunu ve terör sorunudur. Daha doğrusu AKP ve Türkiye Kürt sorununun içinde sıkışıp kalmıştır. Şimdi diyorlar ki önce terörle mücadele, önce operasyonlar, kara harekatı v.s. Neden daha önce hakların tanınması için cesur adımları atamadınız? Belki atılmış olsaydı terör de bu noktaya gelmeyecekti. Neden Türkiye’yi çözümsüzlüğe zorla kilitlediniz?
Kürt çocuklarının anadilde eğitimi, Kürt halkının ulusal kimliğinin anayasal statü içinde tanımlanması, seçim barajının düşürülmesi, yerel yönetimlere özerklik verilmesi, Terörle Mücadele Yasası’nda değişiklik yaparak KCK davasının yarattığı olumsuzlukların bertaraf edilmesi, Doğu bölgesinin ekonomik açıdan güçlendirilmesi, gelir adaletsizliklerinin düzeltilmesi, işsizliğin çözülmesi bu kadar zor muydu? 8 yıldır bunlar yapılamaz mıydı?
Tüm bunlar için Apo ile barış imzalamanız gerelmiyordu ki. Bunlar insanların en doğal hakları, bunlar için müzakereye gerek mi vardı? Nasıl ki baş örtüsü ve inanç özgürlüğü insanların en doğal hakkıysa bunlar da aynı doğrultuda özgürlükler değil miydi? Darbe anayasası yerine demokratik ve özgürlükçü bir anayasa şimdiye kadar yapılamaz mıydı?
Ama gelinen son noktada Başbakan yine “tek vatan, tek millet, tek bayrak ” gibi aşırı mlliyetçi bir söyleme kendini kaptırmış durumda. Bu söylem hem Türk hem de Kürt ırkçılarının, savaşın devamını isteyen şahinlerin önünü açıyor, Türkiyenin’de demokrasi yolunda önünü tıkıyor. Şiddet yine galip geliyor, barış yine yeniliyor.
Bence artık çok geç, Kürt sorunu ile PKK sorunu birbirine karışmış durumda.
Hem demokrasi hem savaş aynı anda olmaz. İktidarın günübirlik değişen politikaları ve taktikleri ile bu işler çözülmez. Hem "sorun yoktur, yok sayarsan yok olur" diyeceksin, hem de "Kürt sorununun adını koyalım, hepimizin sorunudur" diyeceksin. Bir yandan ırkçılığı körükleyeceksin, diğer yanda ileri demokrasiden bahsedeceksin.
Daha da üstüne giderlerse İsrail’e ikinci “one minute” çekip, bakışları başka yöne çevireceksin.
Başbakan, Kürt sorununu çözemez çünkü devet adamlığı siyasi kararlılık gerektirir. AKP iktidarı Kürt sorununda yapabileceğinin azamisini yapmamıştır. Bu konuda yeteri kadar kararlı ve cesur olamamıştır.
Eğer ki Kürt sorununa “ümmetçilik” kavramı altında çözüm düşünülüyorsa, yani İslamiyet Türk’ü Kürdü birleştirir diye düşünülüyorsa işte en büyük yanılgı ordadır ki bu Türkiye’yi Orta Doğu ateşinin içine atar. Bu da başka bir yazının konusu olsun…
Tabii ki bu kanıya birden bire varmış değilim. Seçimlerin az öncesi ve hemen sonrasındaki süreçte kanaat getirdim ki bu iş iyice çıkmaza giriyor.
Öncelikle; Kürt sorunu ve terör sorununu birbirine karıştıran bir siyasi zihniyet, geçmiş iktidarlarda olduğu gibi bugün de sorunun çözümünde başarızlığa mahkumdur.
Başbakan, Kürt sorunu ile ilgili siyasi çözüm önerileri sunanlara “vayy, demek teröristin ağzıyla konuşuyorsun, PKK propagandası yapıyorsun” diyebiliyor. Başbakan’ın bilinçli mi yoksa iç güdüsel mi anlayamadığım bir şekilde Kürt sorunu ile PKK’yı aynı kefeye koyma eğilimi çok güçlü. PKK’nın şiddet eylemlerini tırmandırdığı şu günlerde, çözüm söcüğünü terörle mücadele sözcüğü ile eşdeğer tutmaya başladı. Açılım zaten epeydir tavsamış durumda. Yıllardır iktidardalar, elle tutulur tek yaptıkları TRT Şeş’i yayına almak oldu.
Başbakan, Kürt meselesini ya unuttu, ya da 2011 seçimlerinin hemen öncesinde Diyarbakır’da da söylediği gibi, yatıp kalkıp bu mesele ile mi uğraşacağız düşüncesinde . Halbuki 2005’te Diyarbakır’da aynı meydanda Kürt meselesi ile ilgili umut vaad eden çok ciddi söylemleri vardı.
Ama aynı Başbakan, 2007’de Hakkari’de yeniden “devletperestlik” yanına yenik düşüyor, “tek millet, tek vatan, tek bayrak” gibi gayet “ulusalcı” ve hatta “aşırı milliyetçi” söylemler yapabiliyor, rahatlıkla “ya sev ya terk et” diyebiliyordu.
Aslında Başbakan’ın zamanın ruhuna ve de partisinin oy durumuna göre yaptığı çelişkili söylemler, iktidarın sorunu çözmek için ciddi bir stratejisinin olmadığının açık göstergesiydi. Ama yine de benim gibi özgürlükçü solcular, umut ve barış yönünde acaba demekten kendimizi alamadık, bence yanlıştı veya erkendi. Bu da bir özeleştiridir.
Bugün gelinen nokta birbirinin içine sokulmuş bir Kürt hakları sorunu ve terör sorunudur. Daha doğrusu AKP ve Türkiye Kürt sorununun içinde sıkışıp kalmıştır. Şimdi diyorlar ki önce terörle mücadele, önce operasyonlar, kara harekatı v.s. Neden daha önce hakların tanınması için cesur adımları atamadınız? Belki atılmış olsaydı terör de bu noktaya gelmeyecekti. Neden Türkiye’yi çözümsüzlüğe zorla kilitlediniz?
Kürt çocuklarının anadilde eğitimi, Kürt halkının ulusal kimliğinin anayasal statü içinde tanımlanması, seçim barajının düşürülmesi, yerel yönetimlere özerklik verilmesi, Terörle Mücadele Yasası’nda değişiklik yaparak KCK davasının yarattığı olumsuzlukların bertaraf edilmesi, Doğu bölgesinin ekonomik açıdan güçlendirilmesi, gelir adaletsizliklerinin düzeltilmesi, işsizliğin çözülmesi bu kadar zor muydu? 8 yıldır bunlar yapılamaz mıydı?
Tüm bunlar için Apo ile barış imzalamanız gerelmiyordu ki. Bunlar insanların en doğal hakları, bunlar için müzakereye gerek mi vardı? Nasıl ki baş örtüsü ve inanç özgürlüğü insanların en doğal hakkıysa bunlar da aynı doğrultuda özgürlükler değil miydi? Darbe anayasası yerine demokratik ve özgürlükçü bir anayasa şimdiye kadar yapılamaz mıydı?
Ama gelinen son noktada Başbakan yine “tek vatan, tek millet, tek bayrak ” gibi aşırı mlliyetçi bir söyleme kendini kaptırmış durumda. Bu söylem hem Türk hem de Kürt ırkçılarının, savaşın devamını isteyen şahinlerin önünü açıyor, Türkiyenin’de demokrasi yolunda önünü tıkıyor. Şiddet yine galip geliyor, barış yine yeniliyor.
Bence artık çok geç, Kürt sorunu ile PKK sorunu birbirine karışmış durumda.
Hem demokrasi hem savaş aynı anda olmaz. İktidarın günübirlik değişen politikaları ve taktikleri ile bu işler çözülmez. Hem "sorun yoktur, yok sayarsan yok olur" diyeceksin, hem de "Kürt sorununun adını koyalım, hepimizin sorunudur" diyeceksin. Bir yandan ırkçılığı körükleyeceksin, diğer yanda ileri demokrasiden bahsedeceksin.
Daha da üstüne giderlerse İsrail’e ikinci “one minute” çekip, bakışları başka yöne çevireceksin.
Başbakan, Kürt sorununu çözemez çünkü devet adamlığı siyasi kararlılık gerektirir. AKP iktidarı Kürt sorununda yapabileceğinin azamisini yapmamıştır. Bu konuda yeteri kadar kararlı ve cesur olamamıştır.
Eğer ki Kürt sorununa “ümmetçilik” kavramı altında çözüm düşünülüyorsa, yani İslamiyet Türk’ü Kürdü birleştirir diye düşünülüyorsa işte en büyük yanılgı ordadır ki bu Türkiye’yi Orta Doğu ateşinin içine atar. Bu da başka bir yazının konusu olsun…
Ben çok kötü bir insanım, ya siz ne kadar iyisiniz?
Sizin de zaman zaman ‘yav ben ne kötü bir insanmışım’ dediğiniz oluyor mu? Doğrusu benim sıklıkla oluyor.
Sonrasında böyle düşünmeme sebep olan durumu irdeliyorum, kendimi ölçüp tartıp biçiyorum, tabii ki kendi iyilik-kötülük kriterlerime göre, evrensel iyi insan ölçütlerine göre değil, bu defa da diyorum ki ‘dinime küfreden müslüman olsa bari’.
Ve avunmaya başlıyorum… ‘yok canım ben böyle kalleş olamam, böyle sırtından vurmam, hani egoizm her insanda varsayım olarak vardır ancak bu kadar da egoist değilim, ne bileyim göründüğüm gibiyim, olduğum gibi görünüyorum, kafamda tilkiler var ama kuyrukları iyi organize olmuş, en azından birbirlerine sürtüp elektriklenme yapmıyor, onun kadar ön yargılı değilim, empati yeteneğim çok şükür gelişmiş’…
Böylece uzayıp gidiyor, göreceli “iyi insan” olma kriterlerim ve diyorum ki ‘o kadar da kötü bir insan değilim’.
Muhatabımın “bana göre” iyilik kriterleri yerlerde sürünüyorken, kendime açıkçası haksızlık etmenin bir alemi yok.
Hiçbir insan doğuştan iyi ya da kötü olarak doğmuyor. Bazı kötülüklerin genetiksel olarak geçtiği ispatlanmıştır ancak çok kötü bir insan dediğimiz birisi bir gün yolda karşıdan karşıya geçmekte zorlanan bir yaşlıya yardımcı olmuştur mesela, bu da iyi bir insan davranışı değil midir? Hani bu insan çok kötüydü?
Öldükten sonra, cenazeniz kaldırılırken hoca soruyor, ‘rahmetliyi nasıl bilirsiniz?’. Cemaat hep bir ağızdan yanıtlıyor ‘iyi biliriz’. Kim bilebilir ki bu cemaatin içinde kim iyidir, kim kötüdür, öldükten sonra bile insanı aklı sıra aklayıp öte tarafa öyle gönderiyorlar. Ya da ölen kişi belki de hayatı boyunca kötülük yapmış birisidir. İnsanların iyi dediği nice kimse gerçekte iyi olmayabilir, kötü dediği birtakım kimseler de iyi olabilir. İyilik veya kötülük insanların keyfine göre değildir ki.
Hoş, iyiliğin veya kötülüğün neye göre olduğunu da halen anlamış değilim, kimisi diyorki evrensel ölçütleri vardır, kimisine göre de toplumun ve insan olmanın vermiş olduğu temel ahlak değerleri vardır, neyse bu temel ahlak değerleri? Neye göre iyisiniz, neye göre kötüsünüz, ne tip insanların kriterleri ile iyi ya da kötü olarak değerlendiriliyorsunuz, bu da önemli.
Bir bakıyorsunuz, birisi en çok haktan, adaletten, doğruluktan bahsediyor ama öte yanda attığı çamurların, pisliklerin, yaptığı kalleşliklerin bini bin para. Gözlerinden ateş saça saça saldırıyor, saldırmakla kalmıyor katakulli ile ahlaksızca kumpaslar kurabiliyor, çok kötü bir insan olduğu halde, sahte iyilik görüntüleri veriyor…ee nerde kaldı hak, adalet, doğruluk.
Zaten ‘ben çok iyiyim, şöyle sevgi doluyum, böyle vefalıyım, böyle doğruyum, en dürüst benim, inançlıyım, hiç yalan söylemem’ gibi güya evrensel iyi insan kriterlerinden en çok bahsedenlerden, bu kriterlerin en çok kendinde var olduğunu düşünenlerden ve bunu sıklıkla dile getirenlerden hep bir adım uzak olmayı tercih ediyorum. Neden mi? Çünkü kazıklar en çok bu tip insanlardan geliyor. Mesela bir insan doğruluktan mı çok bahsediyor, bilin ki onun eksikliği o kişide had safhadadır. Keza ağzından saygı, sevgi lafı düşmeyenleri de görüyoruz. Hele bir nasırına dokunun bakın, nasıl bir şeytana dönüşüyorlar.
Bir de iyi insan olmaya çabalamak, herkese gülücükler dağıtmak değildir. İnsanlara para dağıtmak da iyi insanlık anlamına gelmez. Aç bıraktıktan sonra karnını doyurup, sırtını ısıtmak da. İyi insan olmak, doğru işleri doğru zamanda yapmaktır.
Sanırım, kime iyi insan denir, kime kötü insan denir, bunu hiçbir zaman tam olarak değerlendiremeyeceğiz. "İyi" veya "Kötü", tanım olarak çok net değil, birbirinin içine geçmiş, dağılan renkler gibi. İyi bir insan olup olamadığımızı kendimiz bile anlayamayacağız. Bu yüzden kestirip atıyoruz ya “özünde iyi bir insandır” diye…tam olarak çözemediğimizden, insanın özüne iyilik yakıştırıyoruz, belki de hiç hakketmiyor, özü de çamur dışı da . Görmek istediğimiz gibi görüyoruz galiba!
Mevlana ne demiş;
Güneş gibi ol şefkatte, merhamette
Gece gibi ol ayıpları örtmekte
Akarsu gibi ol keremde, cömertlikte
Ölü gibi ol öfkede, asabiyette
Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol…
Mevlana’nın söyledikleri gibi olamıyorsan bile bence “hiç “ ol, kötü olmaktan iyidir…
Neyse artık o iyilik denilen şey, ben de herkese ondan diliyorum, “iyi” pazarlar :)
Sonrasında böyle düşünmeme sebep olan durumu irdeliyorum, kendimi ölçüp tartıp biçiyorum, tabii ki kendi iyilik-kötülük kriterlerime göre, evrensel iyi insan ölçütlerine göre değil, bu defa da diyorum ki ‘dinime küfreden müslüman olsa bari’.
Ve avunmaya başlıyorum… ‘yok canım ben böyle kalleş olamam, böyle sırtından vurmam, hani egoizm her insanda varsayım olarak vardır ancak bu kadar da egoist değilim, ne bileyim göründüğüm gibiyim, olduğum gibi görünüyorum, kafamda tilkiler var ama kuyrukları iyi organize olmuş, en azından birbirlerine sürtüp elektriklenme yapmıyor, onun kadar ön yargılı değilim, empati yeteneğim çok şükür gelişmiş’…
Böylece uzayıp gidiyor, göreceli “iyi insan” olma kriterlerim ve diyorum ki ‘o kadar da kötü bir insan değilim’.
Muhatabımın “bana göre” iyilik kriterleri yerlerde sürünüyorken, kendime açıkçası haksızlık etmenin bir alemi yok.
Hiçbir insan doğuştan iyi ya da kötü olarak doğmuyor. Bazı kötülüklerin genetiksel olarak geçtiği ispatlanmıştır ancak çok kötü bir insan dediğimiz birisi bir gün yolda karşıdan karşıya geçmekte zorlanan bir yaşlıya yardımcı olmuştur mesela, bu da iyi bir insan davranışı değil midir? Hani bu insan çok kötüydü?
Öldükten sonra, cenazeniz kaldırılırken hoca soruyor, ‘rahmetliyi nasıl bilirsiniz?’. Cemaat hep bir ağızdan yanıtlıyor ‘iyi biliriz’. Kim bilebilir ki bu cemaatin içinde kim iyidir, kim kötüdür, öldükten sonra bile insanı aklı sıra aklayıp öte tarafa öyle gönderiyorlar. Ya da ölen kişi belki de hayatı boyunca kötülük yapmış birisidir. İnsanların iyi dediği nice kimse gerçekte iyi olmayabilir, kötü dediği birtakım kimseler de iyi olabilir. İyilik veya kötülük insanların keyfine göre değildir ki.
Hoş, iyiliğin veya kötülüğün neye göre olduğunu da halen anlamış değilim, kimisi diyorki evrensel ölçütleri vardır, kimisine göre de toplumun ve insan olmanın vermiş olduğu temel ahlak değerleri vardır, neyse bu temel ahlak değerleri? Neye göre iyisiniz, neye göre kötüsünüz, ne tip insanların kriterleri ile iyi ya da kötü olarak değerlendiriliyorsunuz, bu da önemli.
Bir bakıyorsunuz, birisi en çok haktan, adaletten, doğruluktan bahsediyor ama öte yanda attığı çamurların, pisliklerin, yaptığı kalleşliklerin bini bin para. Gözlerinden ateş saça saça saldırıyor, saldırmakla kalmıyor katakulli ile ahlaksızca kumpaslar kurabiliyor, çok kötü bir insan olduğu halde, sahte iyilik görüntüleri veriyor…ee nerde kaldı hak, adalet, doğruluk.
Zaten ‘ben çok iyiyim, şöyle sevgi doluyum, böyle vefalıyım, böyle doğruyum, en dürüst benim, inançlıyım, hiç yalan söylemem’ gibi güya evrensel iyi insan kriterlerinden en çok bahsedenlerden, bu kriterlerin en çok kendinde var olduğunu düşünenlerden ve bunu sıklıkla dile getirenlerden hep bir adım uzak olmayı tercih ediyorum. Neden mi? Çünkü kazıklar en çok bu tip insanlardan geliyor. Mesela bir insan doğruluktan mı çok bahsediyor, bilin ki onun eksikliği o kişide had safhadadır. Keza ağzından saygı, sevgi lafı düşmeyenleri de görüyoruz. Hele bir nasırına dokunun bakın, nasıl bir şeytana dönüşüyorlar.
Bir de iyi insan olmaya çabalamak, herkese gülücükler dağıtmak değildir. İnsanlara para dağıtmak da iyi insanlık anlamına gelmez. Aç bıraktıktan sonra karnını doyurup, sırtını ısıtmak da. İyi insan olmak, doğru işleri doğru zamanda yapmaktır.
Sanırım, kime iyi insan denir, kime kötü insan denir, bunu hiçbir zaman tam olarak değerlendiremeyeceğiz. "İyi" veya "Kötü", tanım olarak çok net değil, birbirinin içine geçmiş, dağılan renkler gibi. İyi bir insan olup olamadığımızı kendimiz bile anlayamayacağız. Bu yüzden kestirip atıyoruz ya “özünde iyi bir insandır” diye…tam olarak çözemediğimizden, insanın özüne iyilik yakıştırıyoruz, belki de hiç hakketmiyor, özü de çamur dışı da . Görmek istediğimiz gibi görüyoruz galiba!
Mevlana ne demiş;
Güneş gibi ol şefkatte, merhamette
Gece gibi ol ayıpları örtmekte
Akarsu gibi ol keremde, cömertlikte
Ölü gibi ol öfkede, asabiyette
Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol…
Mevlana’nın söyledikleri gibi olamıyorsan bile bence “hiç “ ol, kötü olmaktan iyidir…
Neyse artık o iyilik denilen şey, ben de herkese ondan diliyorum, “iyi” pazarlar :)
Daha ne kadar kadın cinayeti işlenecek?
Kadınların kolayca feda edildiği bir ülke burası. Kadın cinayetlerinde dur durak yok. Eline bıçağı alan saldırıyor.
Bu hafta medyaya yansıyan 5 tane kadına şiddet vakası var, 3’ü cinayetle sonuçlanmış!
Nedir kadınlarla alıp veremediğiniz? Hasbel kader iki ayağının üzerinde durabiliyor diye “insan” olduğunu sananlara sesleniyorum.
Zillet içindeki güçsüz, sefil, korkak yaratıklara…
Bir yerlerde kadınlar kapalı kapılar ardında suratlarına savrulan tokat ve yumruklardan kendilerini korumaya çalışıyor, koruyamazsa ölüyor. Ve devlet bu kadınları koruyamıyor! Önlemleri alamıyor!
Kadın “hayır” dedi, “ben varım” dedi, çalışmak istedi, camdan dışarı baktı, yemeği tuzlu yaptı, ütüyü iyi yapamadı, kapıyı geç açtı, kadın hasta, kadın cinsel ilişkiye girmek istemiyor, maaşını kocasına vermiyor, adamın alkolüne kumarına dayanamıyor…zillet içindek erkek için tüm bunlar vb. öldürme nedeni!
Yaratık geliyor, kadına pat küt girişiyor, hızını alamıyor 30 yerinden bıçaklıyor…bu nasıl bir zihniyet, nasıl bir aşağılık duygusudur.
Yani erkek diyor ki; “sana tanınmış olan bir kadınlık rolü var, bunun dışına çıkmamalısın, çıkamazsın”.
Bu ülkede onca kadını koruduğu iddia edilen kanunlara rağmen, kadınlar bir leş parçası gibi diri diri toprağa gömüldü. Medine Memi’yi hatırlatırım. Elalemin namusundan bize ne diyen bir otorite ve töre cinayetlerinin tüm sınırlarını zorlayan bir örneğidir bu.
Biz buyuz…kadınlarımızın, çocuklarımızın durumu da budur, bu kadar kolay feda edilebilirler, bu kadar hunharca her an öldürülebilir, şiddet görebilirler.
Halen kız çocuklarının anne sütü almasına değer görülmez, okula gönderilmez, erken yaşta ya da zorla evlendirilir, kaçırılır, tecavüz uğrar, hamile kadınlar kocaları tarafından dövülür, karanlıkta aç hapsedilir, genç kızlar ensest girdabında boğulur, ya da öldürüp parçaladıktan sonra şehir çöplüklerine atılır. Tüm bunlar, modern Türkiye’nin kadına şiddet gündeminin başlıklarından!
Türkiye’de her 3 kadından biri fiziksel şiddet görüyor. Duygusal şiddete maruz kalanların sayısı ise belirlenemiyor. Türkiye, kadına yönelik ayrımcılık ve şiddet açısından dünyada ilk sıralarda yer almaya devam ediyor. Üstelik Türkiye, kadın hakları konusunda bilimum sözleşmeleri en baş sırada imazalayan bir ülke. Ama ne var ki bizim kadına bakış zihniyetimiz bozuk, asıl değişmesi gereken de budur.
Kadına sadece doğurganlık ve bakıcılık işlevi yükleyen, kadının yaşamını kocası ve aile büyükleri tarafından sorgusuz sualsiz ipotek altına alarak maruz kaldığı veya kalacağı baskıyı ve şiddeti pekiştiren, meşru kılan bu zihniyetin değişmesi gerekmiyor mu?
Erkekler biliçaltına bir sorsunlar bakalım, bir yanlarında “kadın haketmiştir” zihniyeti var mı yok mu?
Bu hafta medyaya yansıyan 5 tane kadına şiddet vakası var, 3’ü cinayetle sonuçlanmış!
Nedir kadınlarla alıp veremediğiniz? Hasbel kader iki ayağının üzerinde durabiliyor diye “insan” olduğunu sananlara sesleniyorum.
Zillet içindeki güçsüz, sefil, korkak yaratıklara…
Bir yerlerde kadınlar kapalı kapılar ardında suratlarına savrulan tokat ve yumruklardan kendilerini korumaya çalışıyor, koruyamazsa ölüyor. Ve devlet bu kadınları koruyamıyor! Önlemleri alamıyor!
Kadın “hayır” dedi, “ben varım” dedi, çalışmak istedi, camdan dışarı baktı, yemeği tuzlu yaptı, ütüyü iyi yapamadı, kapıyı geç açtı, kadın hasta, kadın cinsel ilişkiye girmek istemiyor, maaşını kocasına vermiyor, adamın alkolüne kumarına dayanamıyor…zillet içindek erkek için tüm bunlar vb. öldürme nedeni!
Yaratık geliyor, kadına pat küt girişiyor, hızını alamıyor 30 yerinden bıçaklıyor…bu nasıl bir zihniyet, nasıl bir aşağılık duygusudur.
Yani erkek diyor ki; “sana tanınmış olan bir kadınlık rolü var, bunun dışına çıkmamalısın, çıkamazsın”.
Bu ülkede onca kadını koruduğu iddia edilen kanunlara rağmen, kadınlar bir leş parçası gibi diri diri toprağa gömüldü. Medine Memi’yi hatırlatırım. Elalemin namusundan bize ne diyen bir otorite ve töre cinayetlerinin tüm sınırlarını zorlayan bir örneğidir bu.
Biz buyuz…kadınlarımızın, çocuklarımızın durumu da budur, bu kadar kolay feda edilebilirler, bu kadar hunharca her an öldürülebilir, şiddet görebilirler.
Halen kız çocuklarının anne sütü almasına değer görülmez, okula gönderilmez, erken yaşta ya da zorla evlendirilir, kaçırılır, tecavüz uğrar, hamile kadınlar kocaları tarafından dövülür, karanlıkta aç hapsedilir, genç kızlar ensest girdabında boğulur, ya da öldürüp parçaladıktan sonra şehir çöplüklerine atılır. Tüm bunlar, modern Türkiye’nin kadına şiddet gündeminin başlıklarından!
Türkiye’de her 3 kadından biri fiziksel şiddet görüyor. Duygusal şiddete maruz kalanların sayısı ise belirlenemiyor. Türkiye, kadına yönelik ayrımcılık ve şiddet açısından dünyada ilk sıralarda yer almaya devam ediyor. Üstelik Türkiye, kadın hakları konusunda bilimum sözleşmeleri en baş sırada imazalayan bir ülke. Ama ne var ki bizim kadına bakış zihniyetimiz bozuk, asıl değişmesi gereken de budur.
Kadına sadece doğurganlık ve bakıcılık işlevi yükleyen, kadının yaşamını kocası ve aile büyükleri tarafından sorgusuz sualsiz ipotek altına alarak maruz kaldığı veya kalacağı baskıyı ve şiddeti pekiştiren, meşru kılan bu zihniyetin değişmesi gerekmiyor mu?
Erkekler biliçaltına bir sorsunlar bakalım, bir yanlarında “kadın haketmiştir” zihniyeti var mı yok mu?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)