Son günlerde yeni medya düzeni tartışılıyor. Aslında kavram çok yeni değil, zaten geleneksel medyamız, bir süredir bu yeni medya düzeninin içerisine girmiş durumda. İnternet gazeteleri, televizyon haber kanalları ve bunların Facebook, Twitter gibi sosyal ağlarda etkin olarak boy göstermesi ile birlikte geleneksel medyanın yanısıra yeni bir medya düzeni de oluştu. Yeni iletişim teknolojileri, iPhone, iPad derken tüm medyamız ile birlikte biz internet kullanıcıları da yeni medya düzeninin içine dahil olduk.
Kağıt gazeteler, tv ve radyo kanalları yerini artık tablet bilgisayarlarda sunulan medya içeriklerine terk ediyor. İleriki yıllarda, bu düzen nasıl olacak, nasıl şekillenecek, pazarlama ve teknolojik boyut nereye kadar gidecek, henüz tam net değil.
26 Ekim’de İstanbul’da “Yeni Medya Düzeni” konferansı gerçekleşti. Konferans’a dünyada medya konusunda söz sahibi bir kısım konuşmacılar ve Türk medya dünyasından da pek çok profesyonel katıldı. Konferansı yine Facebook ve Twitter aracılığı ile pek çok internet kullanıcısı da izleme olanağı buldu. Ben de bu izleyicilerden birisiyim. Konferansın ana konusu, yeni medya düzeninin geleceği, gazetecilik, dijital trendler, pazarlama, satış ve teknoloji dünyasındaki gelişmelerdi.
Konuşmaların twitlerine ve facebook sayfasına bakıldığında oldukça ilginç konuşmalar ve sunumlar var. Bu konuşmalar içinde dikkatimi çeken bazı cümleleri aktarmak istiyorum;
Seth Godin (dünyada pazarlama guru’su olarak tanınıyor) "Dünya küçülüyor ve Türkiye'nin de ayağa kalkıp,öne çıkması lazım"…
Seth Godin : "Sisteme uyuyorsanız fark edilmezsiniz. Sıradan insanlar fark yaratamaz, farkı farklı insanlar yaratır."
Cenk Uygur (MSNBC nin ünlü Türk yorumcusu- The YoungTurks programı ile internet fenomeni haline geldi) "Bugün yeni bir söylem var; Türkler geliyor diye. Evet! Genç Türkler geliyor" …
Cenk Uygur: "Biz internete inandık,internette bize inandı.Online ortamda başarılı olmak için doğru seçimler yapmak lazım”…
Arthur Sulzberger (The New York Times Yönetim Kurulu Başkanı) : "Demokrasinin varlığı gazetecilerin işlerini doğru yapmasıyla doğru orantılı"…
Ferit Şahenk (Doğuş Grubu Yönetim Kurulu Başkanı): “Yeni medya düzeni, herkese daha şeffaf bir dünya vaat ediyor”…
Konferansın içeriğini ve twitleri okurken, “Biz blogcular yeni medya düzeninin neresindeyiz? “ sorusu aklıma takıldı.
Son günlerde medyada köşe yazarı polemiği yaşanıyor; Ertuğrul Özkök yurt dışında katıldığı, editörlerle ilgili bir toplantıdan, geleneksel köşe yazarlığının gelecek yıllarda da revaçta olacağına dair bir takım notlar verirken, Radikal’deki son değişimle ilgili olarak Eyüp Can da köşe yazarlarının artık oturduğu yerden fetva verme döneminin bittiğini, sokağa inilmesi gerektiğini ve halkın nabzını iyi tutacak “sokak yazarları” zamanının geldiğini belirtiyor.
Bir yanda da klasik gazetecilik mi yoksa yeni medya düzeni mi tartışmaları yapılıyor.
Peki ya blog yazarları? Son 5 yıldır bloglar ve blogcuların özgür olarak, köşemi kaybeder miyim korkusundan uzak, iktidarın ve patronun baskısı olmadan ürettiği milyonlarca içerik, yazı, düşünce,fikir üretimi üstelikte bir kuruş maddi kazanç ummadan, tam tabiri ile kahramanca uğraşısı, “yeni medya düzeninde biz de varız” iddiası göz ardı edilebilir mi?
Yeni medya düzeni tartışılırken, blogcular da medya dünyasını başaşağı çevirmişken, bu yeni medya düzeni içerisinde görmezden gelinebilirler mi?
Köhnemiş, yazacak yeni bir şey bulamayan kimi köşecilerden çok daha fazla dünya görüşüne sahip ve söylenecek sözü olan, halkın içinden gelen bizlerin ürettikleri içerikler çoğu köşe yazarından bile daha çok tüketilirken, yeni medya düzeni biz blogcular olmadan yoluna devam edebilir mi?
Üstelik biz blogcuların haklılığımız konusunda bir medya yöneticisini ikna etmek gibi bir zorunluluğumuz da yok, izleyiciyi ikna edelim, yeterli…
Klasik medyadan, yeni medya düzenine evrilme aşamasında, Konferans'ta neden blogculara da söz verilmediğini merak ettim.
Değişimin içinde blogcuların ne kadar etkili olduğunu anlayamayanlar yeni medya düzeninin savunucusu olabilir mi?
Konferans’ta Seth Godin’in söylemiş olduğu şu cümleye de noktasına kadar katılıyorum; "Bugün bloglar var, kaçınızın var ya da neden var? Yapılmayanı yapmalısınız"…
Ben de diyorum ki; “Blogcular geliyor, yeni medya düzeni içerisinde yerimizi ayırın lütfen, ama siz ayırmasanız da biz özgür ve özgün içeriklerimizle kendimize mutlaka bir yer bulacağız…”
25 Eki 2010
The Economist ve “Türkiye Batı’ya sırtını dönerse” korkusu
The Economist’in, “Türkiye Batı’ya sırtını mı dönüyor?” sorusu, “Türkiye Batı’ya sırtını dönerse” korkusunun farklı bir biçimde ifade edilişidir.
The Economist dergisi, son sayısında “Türkiye Özel Dosyası” yayınlandı. Derginin hazırladığı bu geniş Türkiye dosyasında, Türkiye’de siyaset ve iş dünyasının önde gelen temilcilerinin görüşlerinden yola çıkılarak, Türkiye’de son 10 yılda yaşanan hızlı değişim irdeleniyor.
Dosyada yer alan makalelerde, Türkiye için ekonomide “Avrupa’nın Çin’i”, dış politikada “diplomasi devi” gibi gaza getirici ifadeler kullanılırken, iç politikada AK Parti ve Erdoğan’ın uygulamaları ile ilgili kuşkulara ve uygulanan çifte standartlara yer verilmiş.
Özet olarak “Türkiye Batı’ya sırtını mı dönüyor?” diye sorulmuş ve yanıtı da “Hayır ama, Avrupa ve Amerika başarısını kabullenmezse dönebilir” şeklinde verilmiş. Dergi, Avrupa Birliği’nin Ankara’yı dışlaması halinde büyük bir hata yapacağını belirtiyor.
Son yıllarda dış basının etkili gazete ve dergilerinde, Türkiye ile ilgili gelişmeler ve haberler sıkça, geniş bir şekilde ve kapaklarda yer almaya başladı. Kısa bir süre önce de Le Monde Diplomatique’de “Türkiye Avrupa Birliği`ne sırtını dönerse jeopolitik deprem yaşanacak” gibi güçlü bir iddiaya yer verilmiş ve AB’nin Türkiye`yi algılama biçimi sert bir şekilde eliştirilmişti. Le Monde’a göre; Washington, Moskova ve Tahran, Ankara`nın gönlünü kazanmaya çalışırken Brüksel, Türkiye’ye adeta zavallı aşık muamelesi yaparak küçümsüyordu.
Ancak, dış basında yer alan Türkiye irdelemelerinin hemen hemen hepinde “ama” bağlacı var. Dış basın Türkiye’yi değerlendirirken, bir yandan son 10 yılda yaşanan değişimi yere göğe sığdırımıyor, diğer yandan da klasik ezberlerini de peşine eklemeden edemiyor.
Yine de yapılan tüm değerlendirmelerde öyle bir gerçek var ki, artık iyice belirgin hale geliyor. O da “Türkiye’nin Batı’ya sırtını dönme” korkusudur.
Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış diyor ki; AB’nin içinden geçtiği bu güçlüklerle dolu döneme bakarak, yeni bir slogan benimsedik, ‘Avrupa sıkı dur, Türkiye gelip seni kurtaracak’…abartılı bir ifade olmakla birlikte gerçeklik payı çok fazla. Zira, Türkiye artık kendini zengin adamın kapısında içeri alınmayı bekleyen biri gibi görmüyor. Brüksel tarafından geri çevrilirse gideceği daha pek çok yer var. Avrupa’nın ise pazar ve genişleme dinamikleri açısından, nüfus ve enerji ihtiyacı için doğuya genişlemesinden başka şansı yok.
Türkiye’nin “eksen tercihi” ya da “Batı’ya sırtını dönme” korkutması oldukça işe yaramış görünüyor. Enerji yoksulu Avrupa ile enerji varsılı Doğu arasındaki Türkiye, oyunu kuralına göre oynuyor.
The Economist, özel dosyada, Türkiye’nin bu politikalarını “ekonomiyi kitabına uydurma” olarak nitelendirmiş ve Türkiye’deki gelişimin birçok ülkeyi huzursuz ettiği belirtilmiş. Deniyor ki; “Bu kadar kalabalık bir ülkeyi, Avrupa Birliği’ne kabul etmelerinin istenmesi olasılığı Avrupalıları titretiyor. Türkiye konusundaki gönülsüzlüğü nedeniyle Avrupa’yı azarlayan Amerika şimdi Ankara’nın yeni maceracı dış politikasından huzursuz.”
Ve devam ediyor; “Eğer AB kendi Çin’ini dışlamayı tercih ederse, bölgesindeki en hızlı büyüyen ekonomiye sırtını çevirecek, Doğu’ya nüfuz etme umudunu yitirecek. Dünyada artık esamelerinin okunmadığından yakınmaya başlayan Avrupalılar tarihi bir hata yapacak.”
İşin özü; Dünyaya kapıları kapatmak doğru değil, asıl beceri küresel ekonomiyi doğru kullanabilmektedir.
AB, kendi menfaatinin nerede olduğunu görememenin sancılarını ve sıkıntılarını yaşıyor! Kibirli Avrupa, Türkiye gerçeğini çoktan farketti. Türkiye’nin dünya üzerindeki etkisi büyüyor, eğer ki sağdan soldan, yüksek çıkar ahlaksızları tekere çomak sokmaz ise gidişat iyi, kronik işsizlik problemimiz hariç. Artık özgüvenimiz yerinde, kendinden emin bir dış siyaset yürütüyoruz. Ancak demokratikleşme süreci biraz sancılı gidiyor. Bir de AK Parti’nin ve Erdoğan’ın çifte standartlı uygulamaları olmasa tüm bunlar yabana atılacak gelişmeler değil.
Türkiye korkutuyor…The Economist, “Türkiye Batı’ya sırtını mı dönüyor?” sorusu ile aslında “Türkiye Batı’ya sırtını dönerse” korkusunu ifade etmiş. Mesaj, batıya ve dahi doğuya…
The Economist dergisi, son sayısında “Türkiye Özel Dosyası” yayınlandı. Derginin hazırladığı bu geniş Türkiye dosyasında, Türkiye’de siyaset ve iş dünyasının önde gelen temilcilerinin görüşlerinden yola çıkılarak, Türkiye’de son 10 yılda yaşanan hızlı değişim irdeleniyor.
Dosyada yer alan makalelerde, Türkiye için ekonomide “Avrupa’nın Çin’i”, dış politikada “diplomasi devi” gibi gaza getirici ifadeler kullanılırken, iç politikada AK Parti ve Erdoğan’ın uygulamaları ile ilgili kuşkulara ve uygulanan çifte standartlara yer verilmiş.
Özet olarak “Türkiye Batı’ya sırtını mı dönüyor?” diye sorulmuş ve yanıtı da “Hayır ama, Avrupa ve Amerika başarısını kabullenmezse dönebilir” şeklinde verilmiş. Dergi, Avrupa Birliği’nin Ankara’yı dışlaması halinde büyük bir hata yapacağını belirtiyor.
Son yıllarda dış basının etkili gazete ve dergilerinde, Türkiye ile ilgili gelişmeler ve haberler sıkça, geniş bir şekilde ve kapaklarda yer almaya başladı. Kısa bir süre önce de Le Monde Diplomatique’de “Türkiye Avrupa Birliği`ne sırtını dönerse jeopolitik deprem yaşanacak” gibi güçlü bir iddiaya yer verilmiş ve AB’nin Türkiye`yi algılama biçimi sert bir şekilde eliştirilmişti. Le Monde’a göre; Washington, Moskova ve Tahran, Ankara`nın gönlünü kazanmaya çalışırken Brüksel, Türkiye’ye adeta zavallı aşık muamelesi yaparak küçümsüyordu.
Ancak, dış basında yer alan Türkiye irdelemelerinin hemen hemen hepinde “ama” bağlacı var. Dış basın Türkiye’yi değerlendirirken, bir yandan son 10 yılda yaşanan değişimi yere göğe sığdırımıyor, diğer yandan da klasik ezberlerini de peşine eklemeden edemiyor.
Yine de yapılan tüm değerlendirmelerde öyle bir gerçek var ki, artık iyice belirgin hale geliyor. O da “Türkiye’nin Batı’ya sırtını dönme” korkusudur.
Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış diyor ki; AB’nin içinden geçtiği bu güçlüklerle dolu döneme bakarak, yeni bir slogan benimsedik, ‘Avrupa sıkı dur, Türkiye gelip seni kurtaracak’…abartılı bir ifade olmakla birlikte gerçeklik payı çok fazla. Zira, Türkiye artık kendini zengin adamın kapısında içeri alınmayı bekleyen biri gibi görmüyor. Brüksel tarafından geri çevrilirse gideceği daha pek çok yer var. Avrupa’nın ise pazar ve genişleme dinamikleri açısından, nüfus ve enerji ihtiyacı için doğuya genişlemesinden başka şansı yok.
Türkiye’nin “eksen tercihi” ya da “Batı’ya sırtını dönme” korkutması oldukça işe yaramış görünüyor. Enerji yoksulu Avrupa ile enerji varsılı Doğu arasındaki Türkiye, oyunu kuralına göre oynuyor.
The Economist, özel dosyada, Türkiye’nin bu politikalarını “ekonomiyi kitabına uydurma” olarak nitelendirmiş ve Türkiye’deki gelişimin birçok ülkeyi huzursuz ettiği belirtilmiş. Deniyor ki; “Bu kadar kalabalık bir ülkeyi, Avrupa Birliği’ne kabul etmelerinin istenmesi olasılığı Avrupalıları titretiyor. Türkiye konusundaki gönülsüzlüğü nedeniyle Avrupa’yı azarlayan Amerika şimdi Ankara’nın yeni maceracı dış politikasından huzursuz.”
Ve devam ediyor; “Eğer AB kendi Çin’ini dışlamayı tercih ederse, bölgesindeki en hızlı büyüyen ekonomiye sırtını çevirecek, Doğu’ya nüfuz etme umudunu yitirecek. Dünyada artık esamelerinin okunmadığından yakınmaya başlayan Avrupalılar tarihi bir hata yapacak.”
İşin özü; Dünyaya kapıları kapatmak doğru değil, asıl beceri küresel ekonomiyi doğru kullanabilmektedir.
AB, kendi menfaatinin nerede olduğunu görememenin sancılarını ve sıkıntılarını yaşıyor! Kibirli Avrupa, Türkiye gerçeğini çoktan farketti. Türkiye’nin dünya üzerindeki etkisi büyüyor, eğer ki sağdan soldan, yüksek çıkar ahlaksızları tekere çomak sokmaz ise gidişat iyi, kronik işsizlik problemimiz hariç. Artık özgüvenimiz yerinde, kendinden emin bir dış siyaset yürütüyoruz. Ancak demokratikleşme süreci biraz sancılı gidiyor. Bir de AK Parti’nin ve Erdoğan’ın çifte standartlı uygulamaları olmasa tüm bunlar yabana atılacak gelişmeler değil.
Türkiye korkutuyor…The Economist, “Türkiye Batı’ya sırtını mı dönüyor?” sorusu ile aslında “Türkiye Batı’ya sırtını dönerse” korkusunu ifade etmiş. Mesaj, batıya ve dahi doğuya…
16 Eki 2010
Anadilde eğitim; O çocuk hayallerini bile Kürtçe kuruyor!
Kürt çocuk, sadece Türkçe konuşabilen öğretmenine, “öğretmenim tuvalete gidebilir miyim?” sorusunu soramadığı için altını ıslatıyor! Çünkü O’nun annesinden öğrendiği dil Kürtçe! Anadili Türkçe olmayan Kürt çocuğunun yerine şimdi kendi çocuğunuzu koyun ve düşünün…
Ya da okuma ve yazmayı 3 ay gibi kısa bir sürede, çocuğa verilen okuma fişlerinden sökmesini hedefleyen bir eğitim sisteminde, ses ve konuşma olarak dahi hiç Türkçe bilmeyen bir Kürt çocuğunun bu işi nasıl beceripte elmasını kızartabileceğini düşünün…
Bu çocuk Kürtçe hayaller kurarken, anadilinden düşünürken, kendini anadili ile ifade edebiliyorken, nasıl Türkçe eğitilecek? Onca müfredat bu çocuğa Türkçe nasıl öğretilecek? Bu çocuğun bir birey olarak ilerideki başarısı sadece şans ve tesadüflerin sonucu değildir de nedir? Toplum içindeki başarı şansı, anadilinden ne kadar uzaklaşırsa, anadilini ne kadar unutursa, Türkçe’ye ve Türk’lüğe ne kadar asimile olursa o kadar mı artacaktır? Ya bu süreç içerisindeki travmaları? Kimlik ve kişilik bölünmeleri? Gelinen nokta işte koskocaman bir Kürt sorunu! Bir toplumun dili zorla yasaklanıyorsa ve bir başka dil zorla öğretiliyorsa bunun adı şiddettir, baskıdır, asimilasyondur…
Anadilde eğitim insanın en temel hakkıdır, bunun yasalanması da bu hakkın ihlalidir.
Bir çocuğu yok etmek istiyorsanız o zaman ona annesinden öğrendiği dili yasaklayın, 80 yıldır yapıldığı gibi…Kürt çocukları 80 yıldır, evinde annesi, babası, kardeşleri ile konuştuğu dili okulda arkadaşları ve öğretmenleriyle konuşamıyor. Kendi diliyle şiir, hikaye yazamıyor, duygularını anne dilinden ifade edemiyor. Kimin hakkı var bu çocukların dünyasını ve geleceğini karartmaya?
Anayasa`nın 42.maddesi diyor ki; "Türkçe`den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez". Bu madde zaten başlı başına tuhaf. Resmi dil Türkçe olduğu için çocuğa Kürtçeyi anadili olarak değil ancak yabancı bir dil olarak öğretebilirsin! Bu çocuğun anadili Kürtçe iken sen bunu ancak yabancı dilmiş gibi nasıl okutursun, hoş öyle bir derste yok ya, seçmeli bile olsa böyle bir ders yok. Ayrıca bu madde ; “Eğitimin resmi dili Türkçedir” demiyor, böyle demiş olsaydı bugün İngilizce eğitim veren pek çok okul ya da üniversite olmazdı.
Resmi dil saplantısı artık en geri kalmış Afrika ülkelerinde dahi yok. Bugün dünyadaki pek çok ülkede birden fazla resmi dil var, birden fazla anadilde eğitim yapılabiliyor. Hiç birisi de şimdiye kadar bölünmedi! İsveç’te tam 112 dilde eğitim görülüyor, bir sınıfta beş kişi bir araya gelip kendi dilinde eğitim alabiliyor.
Dil, haktan da öte bireysel bir varoluştur. Bir insanın varoluşunu red ederek, görmezden gelemezsiniz. Temel hak olarak bile düşününce, anadil, yaşama hakkına eş değerdir. Bu hak kullanıldığında sonucu nereye gider diye düşünemezsiniz. Kürtçe eğitim vermek ne üniter yapıyı bozar ne de Türkçe’ye zarar verir. Yeter ki Kürtçe eğitimin alt yapısı doğru düzgün hazırlansın, uzmanlarla el ele verilsin.
Ancak bu ülkede her konuda olduğu gibi bu konuda da çifte standart söz konusu. Bir yanda türbana inanç özgürlüğü gereği diyeceksin, diğer yanda “Kimse bizden resmi olarak anadilde eğitim beklemesin” diyerek çift dilli veya çok dilli eğitimin Türkiye’nin iç barışı açısından sıkıntılı olacağını söyleyeceksin! "Böyle talep olur mu"diye Kürtçe eğitime itiraz edeceksin. Bu alenen çifte standarttır ve demokratik açılıma gölge düşürür.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Almanya’da “asimilasyon insanlık suçudur” diyor, Türk dilinin ve kültürünün Almanya’da büyümesini istiyor. Ya ülkendeki Kürt vatandaşlarının anadilinde eğitim almasına karşı çıkmak…bu asimilasyon değildir de nedir?
Özünde bir kimlik sorunu, kimliğin özünde ise ‘anadil’ sorunu olan bir Kürt sorununu şiddetten ayırabilmenin çözümü öncelikle Kürtçe eğitime olanak ve alt yapı sağlamakla olur.
Bir insanın anadiline yasak koyarak, başka bir dilden kendini ve bir diğerini anlamlandırmasını ve anlamasını bekleyemezsiniz.
Anadilde eğitim Kürtler ile Türkler arasında bölünmeye yol açmaz, aksine bütünleşmeyi sağlar, çünkü insanlar birbirini anlayabilir hale geldikçe aradaki uçurumlar yok olur.
Asıl, yasaklar bizi bölünmeye götürür, bırakın insanlar anne dillerinden hayallerini kurduğu gibi konuşsun, yazsın, okusun, şarkı söylesinler...
Ya da okuma ve yazmayı 3 ay gibi kısa bir sürede, çocuğa verilen okuma fişlerinden sökmesini hedefleyen bir eğitim sisteminde, ses ve konuşma olarak dahi hiç Türkçe bilmeyen bir Kürt çocuğunun bu işi nasıl beceripte elmasını kızartabileceğini düşünün…
Bu çocuk Kürtçe hayaller kurarken, anadilinden düşünürken, kendini anadili ile ifade edebiliyorken, nasıl Türkçe eğitilecek? Onca müfredat bu çocuğa Türkçe nasıl öğretilecek? Bu çocuğun bir birey olarak ilerideki başarısı sadece şans ve tesadüflerin sonucu değildir de nedir? Toplum içindeki başarı şansı, anadilinden ne kadar uzaklaşırsa, anadilini ne kadar unutursa, Türkçe’ye ve Türk’lüğe ne kadar asimile olursa o kadar mı artacaktır? Ya bu süreç içerisindeki travmaları? Kimlik ve kişilik bölünmeleri? Gelinen nokta işte koskocaman bir Kürt sorunu! Bir toplumun dili zorla yasaklanıyorsa ve bir başka dil zorla öğretiliyorsa bunun adı şiddettir, baskıdır, asimilasyondur…
Anadilde eğitim insanın en temel hakkıdır, bunun yasalanması da bu hakkın ihlalidir.
Bir çocuğu yok etmek istiyorsanız o zaman ona annesinden öğrendiği dili yasaklayın, 80 yıldır yapıldığı gibi…Kürt çocukları 80 yıldır, evinde annesi, babası, kardeşleri ile konuştuğu dili okulda arkadaşları ve öğretmenleriyle konuşamıyor. Kendi diliyle şiir, hikaye yazamıyor, duygularını anne dilinden ifade edemiyor. Kimin hakkı var bu çocukların dünyasını ve geleceğini karartmaya?
Anayasa`nın 42.maddesi diyor ki; "Türkçe`den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez". Bu madde zaten başlı başına tuhaf. Resmi dil Türkçe olduğu için çocuğa Kürtçeyi anadili olarak değil ancak yabancı bir dil olarak öğretebilirsin! Bu çocuğun anadili Kürtçe iken sen bunu ancak yabancı dilmiş gibi nasıl okutursun, hoş öyle bir derste yok ya, seçmeli bile olsa böyle bir ders yok. Ayrıca bu madde ; “Eğitimin resmi dili Türkçedir” demiyor, böyle demiş olsaydı bugün İngilizce eğitim veren pek çok okul ya da üniversite olmazdı.
Resmi dil saplantısı artık en geri kalmış Afrika ülkelerinde dahi yok. Bugün dünyadaki pek çok ülkede birden fazla resmi dil var, birden fazla anadilde eğitim yapılabiliyor. Hiç birisi de şimdiye kadar bölünmedi! İsveç’te tam 112 dilde eğitim görülüyor, bir sınıfta beş kişi bir araya gelip kendi dilinde eğitim alabiliyor.
Dil, haktan da öte bireysel bir varoluştur. Bir insanın varoluşunu red ederek, görmezden gelemezsiniz. Temel hak olarak bile düşününce, anadil, yaşama hakkına eş değerdir. Bu hak kullanıldığında sonucu nereye gider diye düşünemezsiniz. Kürtçe eğitim vermek ne üniter yapıyı bozar ne de Türkçe’ye zarar verir. Yeter ki Kürtçe eğitimin alt yapısı doğru düzgün hazırlansın, uzmanlarla el ele verilsin.
Ancak bu ülkede her konuda olduğu gibi bu konuda da çifte standart söz konusu. Bir yanda türbana inanç özgürlüğü gereği diyeceksin, diğer yanda “Kimse bizden resmi olarak anadilde eğitim beklemesin” diyerek çift dilli veya çok dilli eğitimin Türkiye’nin iç barışı açısından sıkıntılı olacağını söyleyeceksin! "Böyle talep olur mu"diye Kürtçe eğitime itiraz edeceksin. Bu alenen çifte standarttır ve demokratik açılıma gölge düşürür.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Almanya’da “asimilasyon insanlık suçudur” diyor, Türk dilinin ve kültürünün Almanya’da büyümesini istiyor. Ya ülkendeki Kürt vatandaşlarının anadilinde eğitim almasına karşı çıkmak…bu asimilasyon değildir de nedir?
Özünde bir kimlik sorunu, kimliğin özünde ise ‘anadil’ sorunu olan bir Kürt sorununu şiddetten ayırabilmenin çözümü öncelikle Kürtçe eğitime olanak ve alt yapı sağlamakla olur.
Bir insanın anadiline yasak koyarak, başka bir dilden kendini ve bir diğerini anlamlandırmasını ve anlamasını bekleyemezsiniz.
Anadilde eğitim Kürtler ile Türkler arasında bölünmeye yol açmaz, aksine bütünleşmeyi sağlar, çünkü insanlar birbirini anlayabilir hale geldikçe aradaki uçurumlar yok olur.
Asıl, yasaklar bizi bölünmeye götürür, bırakın insanlar anne dillerinden hayallerini kurduğu gibi konuşsun, yazsın, okusun, şarkı söylesinler...
10 Eki 2010
Faili meçhullerin kanı üzerinde daha fazla yürünmüyormuş, değil mi?
Bunun böyle gitmeyeceği belliydi…yıllar yılı bir devlet politakası olarak işlenen cinayetlerin hesabının gün gelip sorulacağını herhalde hiç tahmin edemediler.
Birgün itirafçıların pıtırık gibi türeyip, şu “iyi çocuklar”ın işlediği cinayetleri bir bir anlatacağını, hem de bu cinayetlere bizzat bulaşmış birilerinin itiraf üzerine itirafta bulunacağını hiç düşünmediniz değil mi?
Ergenekon davasına karşı çıkanlar…yüzünüz hiç mi kızarmıyor mu, JİTEMci albayın itiraflarından?
1990 sonrasında devletin içinden beslenen çetelerin, gözünü kırpmadan öldürdüğü masum insanlar, aydınlar, gazeteciler, asit kuyularına atılanlar, 17000 faili meçhulün dosyaları bir bir açılmaya başlandı.
Emekli Koramiral bizzat söylüyor… 1993’le 1997 yılları arasında büyük çoğunluğu Güneydoğu’da işlenen faili meçhul cinayetlerin devlet politikası olduğunu.
O “vatan kurtaran aslanların” nasıl türediğini, JITEM’in nasıl bir yapılanma olduğunu, PKK itirafçıları ve Hizbullah'la, güç olabilme hırsının vicdansız zihniyeti etrafına üşüşmüş ne idüğü belirsiz ünvanlı, ünvansız bir kesimle, adına Ergenekon denilen bir mega mefya ile nasıl iş birliğine gidildiğini, milyonlarca dolarlık uyuşturucu ve petrol rantı için kanların nasıl döküldüğünü, daha da göreceğiz…bu itirafçıların da itirafların da arkası gelir.
Ölüm kuyularından çıkan kemiklerden Musa Anterler’e kadar, Turgut Özal’dan Eşref Bitlis’e, o dönem güneydoğuda suikasta kurban giden albaylara kadar, Şemdinli provokasyonundan PKK ile MİT arasındaki ilişkiyi ortaya çıkaran aydın-yazarların öldürülmesine kadar ki tüm kirli, karanlık fiillerinin üzerine gidilecektir, bu öyle bir süreç…aydınlıktan karanlığa değil, karanlıktan aydınlığa çıkacak bir süreç.
Faili meçhul denilen davaların aslında gerçek faili bellidir! Bir zamanlar göz yumulan, ses çıkarılmayan bu cinayetlerin dosyaları, şimdi itirazlar ve itiraflar üzerine bir bir yeniden açılacak, çünkü suikastlar üzerindeki sis perdesinin kaldırılması, geri plandaki faillerin cezalandırılması isteniyor. Kamu vicdanı ve faili meçhullerin yakınları bunu istiyor.
Merak ediyorum neden bir tek kişiden hiç ses çıkmıyor, Güldal Mumcu’dan? PKK ve MİT ilişkisini açığa çıkartacak diye öldüren Uğur Mumcu’nun gerçek faili ya da faillerinin ortaya çıkarılmasına neden sessiz kalıyor? Ceberut devletin içindeki derin yapılanmanın avukatı olduğunu iddia eden bir partide hala ne işi var? Bir Doğan Öz’ün eşi, bir Hablemitoğlu bile savcılığa itiraz ediyor da, Tomris Özden tv kanallarında kocasının suikasta kurban gittiğini haykırıyor da, Güldal Mumcu neden suskun? “Uğur Mumcu, PKK ile MİT ilişkilerini ortaya koyacak araştırmalarında Ergenekon örgütüne ulaşmak üzereydi de, o nedenle mi öldürüldü acaba?” diye hiç mi düşünmüyor?
Faili meçhuller dönemini seyreden Çiller, Demirel, Yılmaz, Ecevitler şimdi neredeler? Ya onlar neden susuyorlar?
Zalimin zulmünü görmezden gelenler, susanlar cinayete ortaklık etmiş olmazlar mı?
Faili meçhullerin üzerindeki sis perdesini ısrarla görmezden gelmek, susmak, eğer ki gizli bir suç ortaklığı değilse, karanlık ilişkilerin bir göstergesi değil midir?
Yıllarca korku imparatorluğu yaşatanlar, faili meçhul cinayetlerin dosyaları aydınlatıldıkça ne yapacaklar ya da nerelerde olacaklar çok merak ediyorum?
Zira, faili meçhullerin kanı üzerinde daha fazla yürünmüyormuş, değil mi?
Bu vicdan ve yüz karasından kurtulmanın zamanı geldi…
Birgün itirafçıların pıtırık gibi türeyip, şu “iyi çocuklar”ın işlediği cinayetleri bir bir anlatacağını, hem de bu cinayetlere bizzat bulaşmış birilerinin itiraf üzerine itirafta bulunacağını hiç düşünmediniz değil mi?
Ergenekon davasına karşı çıkanlar…yüzünüz hiç mi kızarmıyor mu, JİTEMci albayın itiraflarından?
1990 sonrasında devletin içinden beslenen çetelerin, gözünü kırpmadan öldürdüğü masum insanlar, aydınlar, gazeteciler, asit kuyularına atılanlar, 17000 faili meçhulün dosyaları bir bir açılmaya başlandı.
Emekli Koramiral bizzat söylüyor… 1993’le 1997 yılları arasında büyük çoğunluğu Güneydoğu’da işlenen faili meçhul cinayetlerin devlet politikası olduğunu.
O “vatan kurtaran aslanların” nasıl türediğini, JITEM’in nasıl bir yapılanma olduğunu, PKK itirafçıları ve Hizbullah'la, güç olabilme hırsının vicdansız zihniyeti etrafına üşüşmüş ne idüğü belirsiz ünvanlı, ünvansız bir kesimle, adına Ergenekon denilen bir mega mefya ile nasıl iş birliğine gidildiğini, milyonlarca dolarlık uyuşturucu ve petrol rantı için kanların nasıl döküldüğünü, daha da göreceğiz…bu itirafçıların da itirafların da arkası gelir.
Ölüm kuyularından çıkan kemiklerden Musa Anterler’e kadar, Turgut Özal’dan Eşref Bitlis’e, o dönem güneydoğuda suikasta kurban giden albaylara kadar, Şemdinli provokasyonundan PKK ile MİT arasındaki ilişkiyi ortaya çıkaran aydın-yazarların öldürülmesine kadar ki tüm kirli, karanlık fiillerinin üzerine gidilecektir, bu öyle bir süreç…aydınlıktan karanlığa değil, karanlıktan aydınlığa çıkacak bir süreç.
Faili meçhul denilen davaların aslında gerçek faili bellidir! Bir zamanlar göz yumulan, ses çıkarılmayan bu cinayetlerin dosyaları, şimdi itirazlar ve itiraflar üzerine bir bir yeniden açılacak, çünkü suikastlar üzerindeki sis perdesinin kaldırılması, geri plandaki faillerin cezalandırılması isteniyor. Kamu vicdanı ve faili meçhullerin yakınları bunu istiyor.
Merak ediyorum neden bir tek kişiden hiç ses çıkmıyor, Güldal Mumcu’dan? PKK ve MİT ilişkisini açığa çıkartacak diye öldüren Uğur Mumcu’nun gerçek faili ya da faillerinin ortaya çıkarılmasına neden sessiz kalıyor? Ceberut devletin içindeki derin yapılanmanın avukatı olduğunu iddia eden bir partide hala ne işi var? Bir Doğan Öz’ün eşi, bir Hablemitoğlu bile savcılığa itiraz ediyor da, Tomris Özden tv kanallarında kocasının suikasta kurban gittiğini haykırıyor da, Güldal Mumcu neden suskun? “Uğur Mumcu, PKK ile MİT ilişkilerini ortaya koyacak araştırmalarında Ergenekon örgütüne ulaşmak üzereydi de, o nedenle mi öldürüldü acaba?” diye hiç mi düşünmüyor?
Faili meçhuller dönemini seyreden Çiller, Demirel, Yılmaz, Ecevitler şimdi neredeler? Ya onlar neden susuyorlar?
Zalimin zulmünü görmezden gelenler, susanlar cinayete ortaklık etmiş olmazlar mı?
Faili meçhullerin üzerindeki sis perdesini ısrarla görmezden gelmek, susmak, eğer ki gizli bir suç ortaklığı değilse, karanlık ilişkilerin bir göstergesi değil midir?
Yıllarca korku imparatorluğu yaşatanlar, faili meçhul cinayetlerin dosyaları aydınlatıldıkça ne yapacaklar ya da nerelerde olacaklar çok merak ediyorum?
Zira, faili meçhullerin kanı üzerinde daha fazla yürünmüyormuş, değil mi?
Bu vicdan ve yüz karasından kurtulmanın zamanı geldi…
Etiketler:
Ergenekon,
faili meçhuller,
güldal mumcu,
jitem,
uğur mumcu
6 Eki 2010
Farklılıkları reddederek özgür olamayız
Gündem, 10 yıl sonra yeniden türban. Siyasilarin tartışmalarına bakılırsa halen aynı noktadayız, bir adım ilerleme kaydedememişiz...
Birbirini anlamaya çalışmayan, bir diğerine yaşama hakkını dahi çok gören bir toplum olarak ayrışa ayrışa gidiyoruz.
Reddediyoruz…kendimiz gibi olmayanı ya reddediyor ya da kabuğumuza çekiliyor, sınırımızı daraltıyoruz.
Laikliğin sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına geldiğini algılayamayıp, bir yaşam tarzı sanmak yanılgısı içindeyiz. Laikliği başını örtmemek, mayo ile denize girebilmek ya da içki içebebilme özgürlüğü gibi çok basit eksenlerde değerlendiren bir kesim mevcut ki bu kesim, tamamen şekilci bir yaklaşımla türbana karşı çıkıyor. Sadece türban değil, muhafazkarların yaşam tarzına da karşılar, hatta yan yana gelmekten bile nefret edenleri var.
Daha önceleri türban takmış kadınlara soğuk ve tuhaf bakıyordum, “sıkmabaş” diye söyleniyordum, siyasi simge olarak kullanıyorlar diye düşünüyordum. Nihayetinde alışkın olmadığım bir kadın tiplemesiydi ve onca sıcakta bir baş örtüsü ve bir pardesüye neden tahammül etmek durumunda olduklarını algılayamıyordum, karşı çıkıyordum.
Balkonda oturan beyaz atletli bir erkek gördüğüm zaman ben de suratımı ekşitiyordum, nerden çıktı bunlar diye serzeniyordum. Ama İskoçya’da gayda çalan, etek giymiş bir İskoç erkeğininin fotoğrafını çekmiş ve bu görüntüden hiç rahatsız olmamıştım…neticede etek, onların kültüründe vardı, beyaz atetle seyran etmek de bizim kültürümüzde…
Sonradan sonradan empati kurmaya çalıştım, ön yargılı düşündüğüm ve davrandığım sonucuna vardım…Birbirimizin yaşam tarzına, kılığına kıyafetine bakmadan uzlaşmamız ve farklılıklarımıza tahammül etmek gerekiyordu. Çünkü önce insandı!
Ben bu memleketten ekmek yiyorsam, onların da yemeğe hakkı vardı. Tahammül etmeye çalışmak değil, farklılıklardan nasıl zenginlik yaratılabileceğine kafa yormak gerekiyordu. Demokratik bir sistem ve ortak bir kültür zemininde buluşmak, bir diğerinin “varolma” ve “yaşama” hakkına saygı duymakla renkler arasında uyum ve uzlaşma da sağlanabilecekti…böyle düşündüğüm için şimdi beyaz atletli erkeklere de, yanımdan geçip giden türbanlı kadına da, haşeması ile denize girene de hoş görü ile bakabiliyorum, beni hiç rahatsız etmiyorlar…belki onlar benden rahatsızlar ama zamanla bana da alışacaklarını ve hatta farklılıklarımızdan bir bütüne ulaşabilmeyi umuyorum.
Ancak toplumumuzun büyük bir kesimi, uzlaşmak bir yana, bu ayrışmayı daha da keskinleştirme çabasındalar. Ya da farklılıklardan kopuk yaşamayı tercih edip, kendi doğrularından asla vazgeçemiyorlar. Toplumsal değişim ve dönüşümleri anlamakta güçlük çekiyorlar. Seçkin ve elit olabilme paranoyası, toplumun dinamizmine kapalı hayat algısı, “biz ve onlar” olarak ayrışmayı daha da derinleştiriyor ve kültürel çatışma kaçınılmaz hale geliyor. Ne yazık ki, halkın eğitim, kültür, ekonomik yapısı ve dini algılayış biçimine göre, sınıfsal ayrışma gittikçe büyüyor.
Laik-muhafazakar ayrışması, diğer yandan da etnik ayrışmalar, yaşam tarzına müdahaleleri beraberinde getiriyor. Her tür manüplasyona ve provakasyona açık, yönlendirilerek birbirine kışkırtılmaya hazır bir toplum, sadece ve sadece empati ve hoşgörü eksikliği nedeni ile derin odakların elinde bir oyuncak haline geliyor.
Devlet, din, bilim, kültür, para, ideoloji v.s, insanı inanca yaşatmak ve onu mutlu kılmak için bir araçtır. Bireyi üstün saymayan, bireyin hak ve özgürlünü amaç edinmeyen hiçbir düşünce ve yönetim tarzı meşru olamaz, olmamalıdır. Birey de her hakkı ve özgürlüğü sadece kendine layık görüp, bir diğerinden esirgiyorsa, farklılıklardan zenginlik yaratmak mümkün olamayacağı gibi, toplumsal çürümeye de sebep olur.
Uzlaşma, hoşgörü ve barış içinde yaşama kültürünün yol ve yöntemlerine çok ihtiyacımız var…
Karşındakini ya anlayacaksın, ya hak vereceksin, ya da ikisini birlikte yapacaksın…Yani reddetmeyeceksin!
Farklılıkları reddederek özgür olamayız…
Birbirini anlamaya çalışmayan, bir diğerine yaşama hakkını dahi çok gören bir toplum olarak ayrışa ayrışa gidiyoruz.
Reddediyoruz…kendimiz gibi olmayanı ya reddediyor ya da kabuğumuza çekiliyor, sınırımızı daraltıyoruz.
Laikliğin sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına geldiğini algılayamayıp, bir yaşam tarzı sanmak yanılgısı içindeyiz. Laikliği başını örtmemek, mayo ile denize girebilmek ya da içki içebebilme özgürlüğü gibi çok basit eksenlerde değerlendiren bir kesim mevcut ki bu kesim, tamamen şekilci bir yaklaşımla türbana karşı çıkıyor. Sadece türban değil, muhafazkarların yaşam tarzına da karşılar, hatta yan yana gelmekten bile nefret edenleri var.
Daha önceleri türban takmış kadınlara soğuk ve tuhaf bakıyordum, “sıkmabaş” diye söyleniyordum, siyasi simge olarak kullanıyorlar diye düşünüyordum. Nihayetinde alışkın olmadığım bir kadın tiplemesiydi ve onca sıcakta bir baş örtüsü ve bir pardesüye neden tahammül etmek durumunda olduklarını algılayamıyordum, karşı çıkıyordum.
Balkonda oturan beyaz atletli bir erkek gördüğüm zaman ben de suratımı ekşitiyordum, nerden çıktı bunlar diye serzeniyordum. Ama İskoçya’da gayda çalan, etek giymiş bir İskoç erkeğininin fotoğrafını çekmiş ve bu görüntüden hiç rahatsız olmamıştım…neticede etek, onların kültüründe vardı, beyaz atetle seyran etmek de bizim kültürümüzde…
Sonradan sonradan empati kurmaya çalıştım, ön yargılı düşündüğüm ve davrandığım sonucuna vardım…Birbirimizin yaşam tarzına, kılığına kıyafetine bakmadan uzlaşmamız ve farklılıklarımıza tahammül etmek gerekiyordu. Çünkü önce insandı!
Ben bu memleketten ekmek yiyorsam, onların da yemeğe hakkı vardı. Tahammül etmeye çalışmak değil, farklılıklardan nasıl zenginlik yaratılabileceğine kafa yormak gerekiyordu. Demokratik bir sistem ve ortak bir kültür zemininde buluşmak, bir diğerinin “varolma” ve “yaşama” hakkına saygı duymakla renkler arasında uyum ve uzlaşma da sağlanabilecekti…böyle düşündüğüm için şimdi beyaz atletli erkeklere de, yanımdan geçip giden türbanlı kadına da, haşeması ile denize girene de hoş görü ile bakabiliyorum, beni hiç rahatsız etmiyorlar…belki onlar benden rahatsızlar ama zamanla bana da alışacaklarını ve hatta farklılıklarımızdan bir bütüne ulaşabilmeyi umuyorum.
Ancak toplumumuzun büyük bir kesimi, uzlaşmak bir yana, bu ayrışmayı daha da keskinleştirme çabasındalar. Ya da farklılıklardan kopuk yaşamayı tercih edip, kendi doğrularından asla vazgeçemiyorlar. Toplumsal değişim ve dönüşümleri anlamakta güçlük çekiyorlar. Seçkin ve elit olabilme paranoyası, toplumun dinamizmine kapalı hayat algısı, “biz ve onlar” olarak ayrışmayı daha da derinleştiriyor ve kültürel çatışma kaçınılmaz hale geliyor. Ne yazık ki, halkın eğitim, kültür, ekonomik yapısı ve dini algılayış biçimine göre, sınıfsal ayrışma gittikçe büyüyor.
Laik-muhafazakar ayrışması, diğer yandan da etnik ayrışmalar, yaşam tarzına müdahaleleri beraberinde getiriyor. Her tür manüplasyona ve provakasyona açık, yönlendirilerek birbirine kışkırtılmaya hazır bir toplum, sadece ve sadece empati ve hoşgörü eksikliği nedeni ile derin odakların elinde bir oyuncak haline geliyor.
Devlet, din, bilim, kültür, para, ideoloji v.s, insanı inanca yaşatmak ve onu mutlu kılmak için bir araçtır. Bireyi üstün saymayan, bireyin hak ve özgürlünü amaç edinmeyen hiçbir düşünce ve yönetim tarzı meşru olamaz, olmamalıdır. Birey de her hakkı ve özgürlüğü sadece kendine layık görüp, bir diğerinden esirgiyorsa, farklılıklardan zenginlik yaratmak mümkün olamayacağı gibi, toplumsal çürümeye de sebep olur.
Uzlaşma, hoşgörü ve barış içinde yaşama kültürünün yol ve yöntemlerine çok ihtiyacımız var…
Karşındakini ya anlayacaksın, ya hak vereceksin, ya da ikisini birlikte yapacaksın…Yani reddetmeyeceksin!
Farklılıkları reddederek özgür olamayız…
Etiketler:
ayrışma,
kültür çatışması,
laik,
muhaazakar,
türban
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)