28 Şub 2010

28 Şubat süreci birilerinin rant hanesine yazılmıştır

“28 Şubat süreci bin yıl sürecek” demişti, dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu…28 Şubat süreci bin yıl sürer mi bilinmez ama şu bir gerçek ki; bu ülkede ordu ne zaman demokrasiye müdahale etse olan siyasi iktidarlara değil, halen başta demokrasi olmak üzere pek çok sorunla boğuşmak zorunda kalan Türkiye’ye oluyor…sanırım ordu da artık bunun farkındadır!

28 Şubat, kimileri için demokrasinin asker eliyle yeniden kesintiye uğraması ya da postmodern darbe, kimileri için irticaya karşı gerekli bir müdahaleydi…Ancak İranlaşma korkusundan yola çıkılarak gerçekleştirilen bu postmodern darbe sonrasında meydana gelen bankaların hortumlanması olayları, bir gecede zenginleşen sermaye grupları ve kişiler düşünüldüğünde, sürecin nasıl bir rant paylaşımına çanak tutmuş olduğunu da göz ardı etmemek gerekiyor.

28 Şubat süreci, Türkiye’nin siyasal ve sosyal dengesini bozmasının yanısıra ekonomiyi de çığırından çıkardı…Türkiye’nin 50 milyar doları 28 Şubat sürecinde heba oldu gitti. Bankalar, postmodern darbeden sonra adeta devlet parasını hortumlamak için kullanıldı. Cumhuriyet tarihinin en büyük banka operasyonu yapıldı, bankalara el konuldu, hortumcular tutuklanarak hapse gönderildi. İşin ilginç yanı, 28 Şubat döneminde, batan bazı bankaların yönetiminde emekli generaller de vardı. Ancak kimse onlara dokunamadı. Etibank, Interbank ve Sümerbank’ın danışmanlarının hep paşalardan oluşması sizce bir tesadüf müydü?

28 Şubat’a nasıl gelinmişti? Bu süreç 1990’ların başına dayanır. Bundan önceki darbelerde olduğu gibi yıllara sari bir ortam yaratma çalışması ve karanlık eller mefhumu yine devredeydi.

28 Şubat öncesi süreci kısaca hatırlayacak olursak; Turgut Özal’ın emriyle Kürt raporunu hazırlayan Adnan Kahveci’nin şaibeli bir trafik kazasında ölümü, Uğur Mumcu Suikastı, devlet yönetimine farklı bir anlayış getirmeye çalışan Turgut Özal’ın halen şaibe taşıyan ani ölümü, Sivas katliamı, Gazi Mahallesi olayları, Baykal'ın genel başkanlığının ardından DYP-CHP koalisyonun sonlanması, ülkede siyasi otorite boşluğu, örtülü ödenek skandalları, 1996 seçimleri ve sandıktan birinci parti olarak çıkan Refah Partisi’nin, Doğru Yol Partisi ile oluşturduğu koalisyon dönemi ve Necmettin Erbakan’ın mantıksızca coşması, siyaseti gerecek düzeyde yaptığı anlamsız ve hatta trajikomik çıkışları.

28 Şubat’ın öncesinde yaşanan bu olaylar, Erbakan’ın İran ve Libya ziyaretleri, cübbeli sarıklı tarikat liderlerine Başbakanlık konutunda verdiği iftar yemeği, Aczmendilerin lideri Müslüm Gündüz’ün müridi Fadime ile yarı çıplak basılışı gibi bir dizi olaylarla “Türkiye elden gidiyor, batı çağdaşlığından irticaya kucak mı açıyor, İranlaşıyor muyuz” korkusuna dönüştü.

Ayrıca 28 Şubat darbesi, Susurluk’da açığa çıkan, ucu Tansu Çiller’e kadar dayanan bir suç şebekesinin de üstünü örtmeye, hatta bugün Ergenekon denilen canavara dönüşmesine de yarayacaktı. Öyleki; Susurluk’un üzerinin örtülmemesi için 1 Şubat akşamı saat dokuzda başlayan ‘Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık’ eylemi bir anda nasıl olduysa “Türkiye laiktir laik kalacak” eylemine dönüşüverdi. Bu güçlü sivil insiyatifin, Susurluk’u protesto etmesi bile postmodern darbe ortamı için kullanıldı.

Ve nihayet 4 Şubat sabahı, Sincan sokaklarında tankların yürüyüşü… 26 Şubat tarihli gazetelerde ise “Gözler Cuma'da” manşeti ile "Rejime ve laikliğe yönelik tehditlerin masaya yatırılacağı MGK'nın 28 Şubat’ta toplanacağı” bildiriliyordu.

28 Şubat 1997 sürecine imzalar atıldı ancak olay elbette sadece bir Milli Güvenlik Kurulu bildirisi değildi. Sürecin öncesi ve sonrası gelişmeler incelendiğinde ortaya çıkan, doğrudan müdahale yerine sert bir balans ayarıydı… demokrasiye postmodern bir darbe ile yine sekte vurulmuştu. Medya da durumu tava getirmiş ve alkışa başlamıştı bile.

28 Şubat sonrasında; Refah Partisi kapatıldı ama 5 yıl sonra, Refah kökenli R.Tayyip Erdoğan’ın yüzde 47 ile iktidar olması, bu ülkede darbelerin hiçbir işe yaramadığını aksine halkın darbeleri artık istemediğinin bir kanıtı oldu…

28 Şubat sürecinde; 50 milyar dolar birilerinin rant hanesine yazılırken, pek çok siyasi ve sosyal sorunla birlikte Türkiye’nin zarar hanesine yazılmıştır…

Balyoz operasyonu gerekliydi, kimse hukukun üstünde değildir

Eğer ki "hukukun üstünlüğünün de bir sınırı vardır, hukuk bazıları için ayrıcalık tanımalı" deniliyorsa, hukuksuzluğu meşrulaştırmış olursunuz. İşte o zaman, yollarında güven içerisinde yürüyebileceğimiz bir ülke bulmak da mümkün değildir.

"Asker yargılanamaz, yargılanırsa onuru zedelenir, yıpranır" düşüncesi, ne yazık ki TSK’yı bugün olması gereken noktadan, Balyoz Operasyonu noktasına getirmiştir.

Keşke TSK “ kol kırılır ama yen içinde kalır” mantığıyla hareket etmeyip, bizzat kendisi darbe planlayıcılarının üzerine gitmiş ve gerekli soruşturmaları kamuoyunun gözü önünde yapmış olsaydı…Ben halktan birisi olarak İlker Başbuğ’un "TSK’nın da bir sabrı var, taşırmayın” demesi yerine, “artık bu ülkede darbe ve darbeci zihniyetlere yer yoktur, TSK darbecilerden bizzat kendisi hesap soracaktır” demesini beklerdim…Hukukun üstünlüğüne inananan bir ordu bunu yapabilmeli, TSK içinde kanunsuz yapılanmalara bulaşmış kişi ve grupların tasfiyesini bizzat yapacak hukuk sürecini başlatabilmeliydi.

Bir diğer konu da İktidarın, Balyoz operasyonu ile başlayan hukuk sürecine, TSK’ya karşı güç kazanımı olarak bakma eğilimidir. Bazı AK Parti’li milletvekillerinin söylemleri ve hatta iktidarın tavrı, bu süreci ciddi ve tarafsız yürütebileceği konusunda şüphelere neden olmaktadır. Bu sürecin “İktidar, Ordu’ya hesap soruyor” şeklinde değerlendirilmesini önlemek için, yürütme erki ciddiyetini göstermesi gerekiyor…aksi halde, İktidar da “gizli gündemi var” şaibesinden kurtulamaz.

Ve nihayet, muhalafetin popülist söylemleri ile aynı doğrultuda düşünenler veya Baykal ağzı ile "ama darbe gerçekleşmedi ki" düşüncesinde olanların da bu ülkede demokratik hukuk devletini yaşatabilmek için, darbe tertiplerinin hesabını sormaktan başka çare olmadığını artık anlamaları gerekiyor. Ne yazık ki bugüne kadar etkin olmayan ve ciddiyetten uzak muhafelet partileri, bu ülkede TSK ve Yargıyı her defasında İktidar’ın karşısına getirmiş, asker ve yargının siyasallaşmasına sebep olmuşlardır.

Gerçekleşmemiş darbe, darbe değildir mantığı ile darbe planı yapanlardan hesap sorulmadıkça demokratik hukuk devletinin tüm kural ve kurumlarıyla çalıştırılması ve yaşatılması mümkün olamaz. Başarılı olamamak darbeciyi kurtarmadığı gibi, başarılı olamamış darbeciyi savunmak, kol kanat germek de destekçilerini kurtarmaz.

Aslında bu balyoz, her kesime iniyor…düşünüldüğünde inen balyozdan ilgili her kurum dersini almalı. Kim, ne görevde olursa olsun, hukuktan üstün değildir.

Asker de, sivil de, hukukun üstünlüğü ortak paydasında buluşabilirse eğer, hiçbir kurum yıpranmayacak ve Türkiye kazanacaktır…umut edilen de budur.

14 Şub 2010

Seviyorum seni, yaşıyoruz çok şükür der gibi

Kaos, karmaşa, savaşlar, terör eylemleri ile yaralar alan yaşlı dünyamızda, beyinler dumura uğradı…Gemisini kurtaranın kaptan olduğu bir toplumda, erozyona uğramış insani değerlerimizle gri renkli bulanık bir su birikintisinin içinde yürüyoruz.

Çocuklarımız sevgiyi değil, kaba kuvveti görüyor. Yaşayabilmek için açık gözlü ve hin olması gerektiği, ekmeğinin başkalarının ağzında olduğu empoze ediliyor.

Nefes alamayan insanoğlu kendini sanal dünyada buldu. Bilgisayarın başında, tuvalet ihtiyacını da giderebileceği çözümler yaratabilirse eğer, yıldızlara ulaşacak. Dokunmadan sanal aşklarla yanıp tutuşuyor insanoğlu. Hamburger yer gibi tüketiveriyorlar bir gecelik msn aşklarını.

Markayı kişiliğinin bir parçası haline getiren, birbirini takma adlarla çağıran, dünya görüşü Tarkan'ın kıçıyla çizdiği dairenin bir ucundan başlayıp diğer ucunda biten, bir garip gençlik oluştu.

Efsane aşklar, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin komik gelmeye başladı. Seyran olacak samanlıkta yok artık. Mesele, beş yıldızlı otellerin ödenebilirliğinde yatıyor.

Ya günümüz evlilikleri...sanki geçim kapısı kontratı. "Birlikten kuvvet doğar,ancak geçinebiliriz " evlilikleri oluştu.

Toplumsal erozyonla iyice köşeye sıkıştırılan kadın, cinselliğini erkeklere karşı tuzak olarak kullanmaya başladı. Dış görünüşün ön planda yer almasıyla birlikte kozmetik sanayisindeki karlar katlandı. Baldır-bacak göstermek rağbet gördü.

Aydınları öldürenler, uyuşturucu kaçakçıları, haraç kesenler halk kahramanı ilan edilirken, tv lerde hayatları dizi yapılarak pislikleri halk nezdinde onandı.

İnsanın insan üzerindeki egemenliğinin tek şartı artık para…Paran kadar konuşabiliyorsun.

Bu dengesiz sistem içinde mutlu olmaya çabalayan insanoğlu, insankızı, yapay sevgililer günü ile kendini avutur hale geldi.
Yok mu çözü mü? Elbette var, hem de pek çok...

Ama önce "sevmek", sevmeyi bilmek, içten sevebilmek…gerisi akar gelir.

Nazım'ın "SEVGİ" si gibi…...

"Seviyorum seni
ekmeği tuza banıp yer gibi
Geceleyin ateşler içinde uyanarak
ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi
Ağır posta paketini
neyin nesi belirsiz
telaşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi
Seviyorum seni
denizi ilk defa uçakla geçer gibi
İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık"
içimde kımıldayan birşeyler gibi
Seviyorum seni
Yaşıyoruz çok şükür der gibi.
"



Mutlu, sağlıklı ve sevgi dolu günler diliyorum…

Facebook ile cıvıttık, Twitter ile cıvıldadık, Google Buzz ile vızıldayacağız!

Sosyal paylaşım siteleri daha nereye kadar gidecek? İnsanlığı hangi boyuta götürecek?

Sokakta birbirlerini gördüğünde ‘günaydın’, ‘iyi günler’ demeyi zul sayan insanlar, sosyal paylaşım sitelerinde can ciğer kuzu sarması oldular. Şunun şurasında topu topu birkaç yıl oldu ama sanal ortamda sosyalleşmeyen kalmadı!

İnsanlar, günlük yaşamlarına dair aklınıza gelebilecek neyi var neyi yoksa, Facebook, Friendfeed, Twitter, My Space gibi sosyal paylaşım sitelerinde yayınlıyor…kaba tabiriyle kendini teşhir ediyor. “Teşhir” diyorum zira, kim nerede, ne yaptı, ne içti, ne yedi, hangi şarkıyı dinledi, hangi videoyu izledi, kiminle arkadaş oldu, kalbi boş mu hoş mu, yedi seceresi, yetmiş sülalesi, ebesi, dedesi, kedisi, köpeği, fotoğrafları… cümbür cemaatin bu paylaşım sitelerinde izlemek mümkün.

İnternette sosyalleşeceğiz diye ipin ucunu kaçırdık, daha da tutamayız…Facebook, adeta sosyalleşme tanrısı…her gün tapınmaktan öte, bir kez girdin mi içeriye, bir daha çıkabilene aşk olsun. Twitter veya Friendfeed’de her an milyonlarca kişi “şu anda ne yapıyorsun” sorusuna yanıt vermekle meşgul.

Hele gençler…sosyalleşe sosyalleşe iyice a-sosyal olduklarının bile ne yazık ki farkında değiller. Öyle bir hızlı teşhir söz konusu ki, yazdıklarını anlamak da mümkün değil, harfler birbirine girmiş, yazmayı da konuşmayı da unutmuşlar, kendilerini kaybetmiş durumdalar.

Bu milyonlarca bilginin bir veri tabanında toplandığını düşünecek olursak, sosyal paylaşım sitelerinin bu bilgilere ihtiyacı olanlar için ne kadar cazip kaynaklar olduğunu da düşünmemek mümkün değil. Bireylerin tüketim eğilimlerinden tutun, kitlesel hareketlere kadar çok geniş bir yelpazede bireyleri yönlendirmek artık çok kolay. İnsanlardaki bir yere ait olma iç güdüsünün hem iyi hem de kötü amaçlar için kullanılması çok olası.

Facebook’un dünyada kayıtlı 400 milyon kullanıcısı var…Facebook’un geldiği noktanın cazibesi, 175 milyon civarında Gmail adresi olan Google’ı da harekete geçirdi. Facebook ile Twitter karışımı özelliklere sahip “Google Buzz” tanıtımını yaptı ve gmail adreslerini Buzz’a entegre etmeye başladı.

Facebook’da ebemizi bulduk ama kendimizi kaybettik derken şimdi de Google Buzz…bu da vızıltı demekmiş. Öyle görünüyor ki cıvıldayarak, vızıldayarak yavaş yavaş tuhaf yaratıklar haline döneceğiz.

Buzz’ın özellikleri içinde öyle bir tanesi var ki; Google map (harita) servisi ve mobil platformlar ile de entegre çalışıyor ve cep telefonlarından yapılan durum güncellemelerinde, kullanıcıların bulunduğu yer de kaydedilerek mesaja ekleniyor…artık nerede olduğunuzu söylemenize gerek bile yok, Google Buzz sizi deşifre ediyor. Diğer kullanıcılar da yakınlarında bulunan kişilerin kamuya açık mesajlarında arama yapabilecek. Yani sadece ebeniz değil bilimum ahali size bir “tık” mesafesinde.

Peki, sosyal medya nereye kadar gidecek? Bu sosyal paylaşım sitelerinin insanlar üzerindeki sosyolojik ve psikolojik etkileri ne olacak?

Sosyal paylaşım ortamları, teşhir ve gözetleme duygularını hangi boyutlara getirecek? Sosyal medya aracılığı ile teşhir paylaşımları, kültürel paylaşımları ezip geçer mi?

Acaba her teknolojik yenilik bizim hayatımızı kolaylaştıran bir unsur mudur , yoksa özgürlüğümüzü bağlayan zincirleri arttıran bir üretim merkezi midir?

Bedeli olan özgürlük, özgürlük müdür?


Ve daha, bir çok sorular…Google Buzz ile yine düşüncelerime takıldılar.

Milliyet Blog yazım, yabancı basında yer aldı

Milliyet Blog uluslar arası sulara yelken mi açıyor?

The National internet baskısı, Türkiye’de son günlerde kaybolan veya kaçırılan çocuklara ilişkin bir haber yaptı. The National dünyadan haberler sorumlusu Thomas Seibert tarafından bu konuda bir makale hazırlandı. "Organ snatcher fears over rash of child abductions in Turkey" başlığı ile yayınlanan makalede son günlerde yaşadığımız kayıp çocuklar sorunu için organ tacirleri korkusundan bahisle, yaşanan kayıp olaylarını tek tek aktarıyor ve yetkililerin aldığı önlemleri anlatıyor.

Milliyet Blog’da kaleme aldığım "Çocuklarımızı bile kaybedecek kadar kendimizi kaybettik!" başlıklı yazımda yer alan “Gözümüzün önünde çocuklarımız kayboluyor, kaçırılıyor” satırıma atfen “Our children disappear and are being kidnapped in front of our very eyes, wrote Beran Uzer, a blogger for the website of the Milliyet newspaper” denilmiş.

The National’da 03 Şubat’ta Thomas Seibert imzasıyla yayımlanan bu makale, İngiltere ve ABD’de HumanRightsToday ve bazı diğer intermet gazete ve dergileri ile yabancı bloglarda da yer aldı.

Tabi ki sevindim…sesimizi Türkiye dışında da duyurabilmiş olmak adına sevindim.

“Blogculuk ve vatandaş gazeteciliği geleceğin medyasını oluşturacak, hazır olun” demiştik.

Biz Milliyet Blog üyeleri, her konuda düşünce ve duygularımızı içeren yazılarımızı “e-günlük” düzeninde burada yayınlıyor, kendimizi “özgürce” ifade edebiliyoruz. Milliyet, blog yazılarımızı internet baskısında yayımlamakla sesimizi Türkiye genelinde duyurabilmek için olanak yaratıyor. Bu bağlamda; yabancı bir gazetenin internet baskısında önemli bir makaleye fikir ve düşüncelerimizle katkıda bulunabiliyor olmayı önemsiyorum. Milliyet Blog, demokratik, düşünebilen, konuşabilen ve üretebilen bir Türkiye ve şeffaf bir medya anlayışı için sağlam adımlarla ilerliyor.

İnternet ve medya teknolojilerindeki gelişmeler ile “vatandaş gazeteciliği” dünyanın her yerinde çok etkin hale geldi. Artık sadece haber okumuyoruz aynı zamanda haber üretebiliyor, gündem yaratabiliyoruz.

Milliyet.com.tr, vatandaş gazeteciliğinde çığır açmıştır ve hamleleri ile yeni medya düzeni içerisinde gelişmeler kaydetmeye devam edecektir. Bu anlamda bloglarımızı hazırlarken, içimizden ne geliyorsa yazalım, hangi konuda olursa olsun yazalım ama diğer yanda artık sadece haber okuru olmadığımızı, haber üretebildiğimizi ve bu haberi yayımlayacak olanaklarımız olduğunu da bilerek yazalım.

Milliyet Blog’un okur kitlesini yaratmak ve yaygınlaştırmak için yazılarımıza gereken özeni gösterelim. Yazılarımızın daha geniş okuyucu kitlelerine ulaşabilmesi için hem reytinge ve hem imaja ihtiyacımız var. Bu anlamda “tık” tartışmalarına hiç gerek yok. Blog zaten kendi içinde bu dengeyi oluşturmuş durumdadır.

Milliyet.com.tr, bizlere “hazır olun” diyor…bizler de blog yazılarımız, haber içeriklerimiz ve haber yorumlarımızdaki kalite ve güvenilirlikle bu sihirli sözcüğün altını doldurabilmeliyiz.

Unutmayınız; Blogculuk ve vatandaş gazeteciliği geleceğin medyasını oluşturacaktır.

Teşekkürler Milliyet…

7 Şub 2010

R.Tayyip Erdoğan; Değişken bir Başbakan portresi ama aslı hangisi?

İslamcı, muhafazakar, demokrat, ulusalcı, milliyetçi, hem liberal hem kapitalist. Bazen duygusal bazen öfkeli, bazen şiirler okur, bazen bağırır! Hangi ülkenin Başbakanı bu kadar farklılığı bünyesinde barındırıyordur?

1994’de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğunda, İslami muhafazakar görüşlü, siyasi olgunluğa henüz sahip olamamış, sistemi hırçınca protesto eden bir görüntüsü vardı. Şimdi ise bu defa ülkenin Başbakanı sıfatıyla ama bambaşka bir görüntüde…

Belli bir siyasi olgunluğa erişmiş gibi, değişim adına projeler üretebiliyor ancak kimi zaman kapitalist kim zaman liberal, bazen demokrat bazen milliyetçi, ama muhafazakarlığından ve hırçınlığından hiç ödün vermeyen bir görüntüsü var…

Bunca tezatı bunca yıldır kimliğinde ve kişiliğinde nasıl biriktirebildiğine ve taşıyabildiğine halen akıl sır erdiremediğim için, icratlarını da bazen “hah işte budur” diyerek onaylayıp takdir ediyorum, kimi zaman da “bu nasıl bir demokratlık?” ya da “oldu mu şimdi bu?” diyerek şaşırıyor ve kızıyorum. Biliyorum ki benim gibi düşünenler bir hayli fazla. Hatta oy potansiyelinin yarısını benim gibiler oluşturuyor da diyebiliriz.

R.Tayyip Erdoğan’ın, 1997 yılında Siirt’de, yani zevcesinin diyarı memleketindeki, dillere destan gönüllere bostan olan serencamında “Referansımız İslamiyet. Bizi hiçbir zaman sindiremezler. Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz, camiler ise kışlalarımızdır” diyerek ve cezaevine girmesine yol açan şiirle başlayan yolculuğu, "Başbakan” kimliği ile dolu dizgin gidiyor. Bu yolculuk hangi noktaya geldi, nereye devam edecek, tahmin edilemiyor.

“Değişim” vaadiyle yola çıktı ve halkın çoğunluğu O’nu defalarca iktidara taşıdı. Ancak “değişim” derken bir baktık ki “statüko" nun tam da ortasında. Özellikle 2005 ten bu yana ne tam değişime odaklanabiliyor, ne de tam statükoyu benimsiyor…tuhaf bir “vizyon”, iki arada bir derede gibi. Askerle bir dargın bir barışık, keza vesayet sistemi ile de aynı, Ergenekon davası için bir cesur bir çekinik, bir “demokratik açılım” diyor, bir “Milli Birlik Projesi”…yaftalıyor mu yalpalıyor mu, ciddi mi samimiyetsiz mi?…anlayamıyorsunuz!

Bir olgun, bir öfkeli, bazen duygusal bazen hırçın…Davos’ta vuruyor yumruğunu, tam bir Kasımpaşa’lı…“kim takar sizi” diyor, Amerika’ya, onun uydusu İsrail’e ve AB’ye. “Tek millet, tek bayrak, tek vatan” , “Bu ülkenin 72 milyon insanı olarak bizi bölmek isteyen tüm dünyaya yani batılılara, AB ve ABD'ye karşı omuz omuza duralım” , “Türkiye yanlarında olmazsa Batı ne yapar onu düşünsünler”…Bu sözler Başbakanımız Erdoğan’dan, bu kadar da ulusalcı, bu kadar da milliyetçi!

Zaman zaman, Demirel misali “üfür ciğerin genişlesin” yöntemi, kimi zaman da Turgut Özal’ın başlattığı “arabesk siyaset” kavramının içinde “ bir yanımız her duruma müsait” akımının takipçisi.

Ilımlı islam modeli tutmadı, ben bir ılımlı milliyetçilik alayım… ılımlı milliyetçilik de tutmadı ben bir ılımlı demokratlık alayım. Var mı artık hiç türbandan bahseden? “Türban velev ki siyasi simgedir” diye habire dayatan Başbakan nerede şimdi? “ Ya sev ya terket” dediği günler çok eski değil ama şimdi “farklı kimlikler zenginliğimizdir” diyecek kadar barışçıl.

Liberal İslam altyapısı var gibi, birey hak ve özgürlüklerine saygı duyuyor gibi, ama TEKEL işçilerine öyle bir söz söylüyor ki; “Bu paraya çalışacak binlerce insan var, beğenmiyorlarsa giderler”…aynen kapitalist sermayenin ağzından konuşuyor…şaşırıyorsunuz!

Beri yanda, şimdiye kadarki iktidarların gündeme dahi getirmeye korktuğu pek çok meselenin üzerine gidiyor, çekinmiyor…umutlanıyorsunuz!

Başbakan R.Tayyip Erdoğan değişti mi değişmedi mi diye sorsak net bir yanıt vermek zor…ancak önceleri işçi devrimini ve sosyalizmi kutsayıp, sonrasında 12 Eylül'lere, 28 Şubat'lara alkış tutarak, her defasında darbe çığırtkanlığı yapanları gördükçe, R.Tayyip Erdoğan’daki değişimin daha samimi ve yapıcı olduğu da bir gerçek.

Recep Tayyip Erdoğan'ı beğenmek, sevmek veya oy vermek zorunda değiliz ama öteki Türkiye'nin içinden gelen ve ciddiye alınması gereken bir siyasetçi olduğunu düşünüyorum. Bu değişken kişiliğin, Türkiye’nin değişimine katkısı olacağına ben de inanmak istiyorum.

Çocuklarımızı bile kaybedecek kadar kendimizi kaybettik!

Çocuklarımızı kaybediyoruz, çocuklarımız kaçırılıyor...Şu gündemin ağırlında, darbeler, açılım, işsizlik, yoksulluk derken, insanımız da kendini kaybetti. Kayıp çocuklar, kendimizi de kaybettiğimizin göstergesi!

Az gelişmiş ülkelerin sorunudur, çocukların kaybolması…ya insafsız çocuk tacirlerinin eline düşer, zengin çocuksuzlara satılırlar, ya fuhuş batağında, ya da organ tacirlerinin iğrenç emelleri için kullanılırlar. Öyle acımasız, öyle vicdansız, öyle merhametsizlerdir ki daha ağzı süt kokan bebeyi bile beşiğinden kaçırırlar.

Son yıllarda bizde de kaybolan çocukların sayısında dikkat çekici bir artış var. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, bu güne kadar 1016'sı kız olmak üzere 1661 çocuk için kayıp başvurusu yapılmış. 18 yaşından küçük çocuklar için yapılan kayıp başvurusunda il bazında İstanbul birinci sırada, son yıllarda Doğu ve Güneydoğu illerindeki artış ise dikkat çekiyor.

Kayseri Tavas’ta, bayramda kaybolan 2 küçük çocuk hala bulunamadı, Bingöl’de, günlerdir kayıp olan iki kız çocuğunun evlerinden epey uzaklarda bir derenin kenarında cesetleri bulundu. Mardin’in Mazıdağı ilçesinde bir mezrada salyalı bir arsız kız çocuklarını kaçırmaya kalktı. Bursa Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü’ne bağlı çeşitli yurtlarda kalan 6 kız çocuğu, izin alarak çıktıkları yurtlara son bir hafta içerisinde geri dönmedi…bunlar medyaya yansıyanları, daha duyulmadık bilinmedik neler vardır?

Soğuktan donarak ölen çocuklar, bayramda kaybolan çocuklar, kuyulara düşen çocuklar, dağda havan topu ile can veren çocuklar… biz nasıl bu hale geldik, çocuklarımız gözümüzün önünde yok oluyorlar! Ya sokaklarda yaşayan, mendil satan, tartıcı çocuklar. Ya minik elleri makine yağı pisi içinde arabaların altına yatan çocuklar, çöpten yemek toplayan çocuklar!...Biz nasıl bu kadar kendimizi kaybettik ki, geleceğimiz olan çocuklarımızı da bu kadar heba ediyoruz…tertemiz yürekleri, pırıl pırıl gözleri, yumuk yumuk elleri, ilgisizliğe, açlığa, fakirliğe kurban ediyoruz, insanlıktan nasibini almamış canilere adeta teslim ediyoruz.

Sabah evden Allaha ısmarladık diye çıkıp bir daha geri dönmeyen çocukların, anaların, babaların olduğu, 17 bin 500 faili meçhul dosyasının bulunduğu, demir parmaklıkların ardında binlerce çocuk suçlunun güneşe hasret kaldığı bir ülke haline döndük. Yarına olan güvensizlik, iş, aş,ekmek telaşının içinde aileler kendini kaybetti…bakın yakın çevrenize göreceksiniz, bu çocukları biz büyükler kaybediyoruz…İnsanı insanlıktan çıkardık!

Bu yürek parçalayıcı, cani çocuk düşmanlığını içimiz burkula burkula izliyoruz…yok mu bunun çaresi, önlemi?

Emniyet Genel Müdürlüğü ailelerin çocukları konusunda dikkatli olmaları gerektiğini vurguluyor. Anne babaların, çocukların kimlerle görüştüğünü, ilişkilerini takip etmeleri gerekiyor. İnternet de tehlikeli, internette tanıştığı kişiler, birtakım çocukları maceraya sürükleyebiliyorlar. Ailelerimizin duyarlı olmaları gerektiği kadar halkın da duyarlı olması lazım.

Gözümüzün önünde çocuklarımız kayboluyor, kaçırılıyor...çocuklarımızı bile kaybedecek kadar kendimizi kaybettik!