29 Mar 2011

TÜSİAD’ın anayasa önerisinde ekonomiye yer yok mu?

Seçimler öncesi en çok konuşulması gereken bir konuydu…yeni anayasa. Önemli bir referandumla Anayasa’nın bazı maddelerinde değişiklikler yapıldı ancak sonrasında ne iktidardan ne muhalefetten yeni anayasa konusunda çok fazla söz eden olmadı. Halbuki seçim öncesi süreçte yeni anayasa çalışmaları en önemli propaganda kriterlerden biri olmalıydı. Yine klasik seçim söylemleri daha doğrusu popülist kavgalar, atışmalar, desteksiz vaatlerle dolu bir seçim sürecine girdik.

Bu süreçte, yeni anayasa çalışmalarına ilşkin tek öneri ne iktidar ne muhalefetten, sadece TÜSİAD’dan geldi. TÜSİAD’ın bu anayasa çıkışı zaten hukukçu Ergun Özbudun gibi anayasa profesörlerinin çok önceden yapmış oldukları sivil anayasa çalışmalarının sunumundan başka bir şey değildi. Kötü mü oldu, hayır tam tersi zamanında bir çıkıştı ancak amacın ne olduğu konusunda bir takım tartışmaları da beraberinde getirdi. Belki de sivil ve demokratik bir anaya önerisinin patronlar klübünden gelmesi bizi şaşırttı.

TÜSİAD’ın anayasa önerisinde; demokratik bir anayasada olması gerekenler fazlası ile var; vatandaşlık tanımından değiştirilemez maddelere, din ve vicdan özgürlüğünden kuvvetler ayrılığı ilkesine, kimlikler tanımından birey odaklılığa kadar her konu ince ince çalışılmış. İdeolojisi olmayan bir anayasa-ki olması gereken de budur- önerilmiş. Bireyin hak ve özgürlükleri ön plana alınmış, devletin bireyi değil, bireyin devleti kontrol ettiği bir sistem önerilmiş.

Peki, bu sivil anayasa önerisinde neden ekonomik ilkeler yok?

Öyle ya, adı üstünde TÜSİAD…“ekonomik anayasa” için mantıken en çok uğraş vermesi gereken bir kuruluş olması beklenir. TÜSİAD’ın karşı argümanı şu şekilde; “ideolojik olmayan bir anayasada ekonomik model tariflenemez”. Anayasa ile illaki sosyalist, liberal, devletçi v.s olunsun gibi model tariflemek gerekmiyor ki…ancak bu ülkede ekonomiyi yönetmenin de ilkeleri ve kuralları olmalı.

“Ekonomik anayasa” da hangi ilke ve kurallara yer verilebilir? Birey odaklı bir anayasadan benim anladığım diğer haklarla birlikte bireyi ekonomik olarak koruyacak ilke ve kuralların da bulunmasıdır.

Sosyal devlet diyerek sınırlamakla adil gelir dağılımını ya da fırsat eşitliğini çözmüş olmuyorsunuz ki? Ya da vergi sisteminin esaslarını, para politikalarının ana çerçevesini, iktidarların keyfiyetine bırakılmayacak kadar önemli olan maliye poltikalarını, kamu borçlanmalarının kural ve esaslarını belirlemeden bunlara bir model tariflemeden yapılacak bir yeni anayasa, bireyin ekonomik haklarını nasıl koruyacak? Emek nasıl korunucak?

Geçtiğimiz yıllarda yaşanmış olan bir çok ekonomik kriz, iktidarların keyfi ekonomi yönetimleri ya da siyasi çıkarları uğruna devlet kaynaklarını tüketmesi, ona buna peşkeş çekmesi sonucu ortaya çıkmadı mı? Siyasi iradelerin sorumsuzca aldığı kararlar yüzünden yıllarca enflasyon illeti yaşamadı mı bu ülke?

Ekonomik bir anayasanız yoksa ekonomik istikrarsızlıklar kaçınılmazdır. İktidarların ekonomiyi daha fazla politize etmemeleri için, bireyin devlete ezdirilmemesi için mutlaka ekonomik bir anayasaya ihtiyaç vardır. Aksi halde devletin yine büyümesine engel olunamaz ve yeni anayasa istediğiniz kadar demokratik olsun, ekonomik özgürlükleri temin edemediği sürece yine aksak demokrasiye gebedir.

TÜSİAD’ın demokratik ve sivil bir anayasa önerisi için yapmış olduğu çalışma iyi hoş ama ekonomiye çok fazla girmemiş olmamalarını yadırgadım.

“Hep bana anayasası” olmaz ki…olursa da “patron anayasası” derler !

İmamın Ordusu ve Dokunan Yanıyor Korosu

İmamın Ordusu kitabının henüz taslak halinde iken yayınevinden ve bir takım kişilerin bilgisayarlarından toplatılmasının, kitabın içeriği ile ilgili olduğunu düşünmüyorum.

Savcılık Ahmet Şık’ın ifadelerinin gerçek olup olmadığını ya da kitap taslağına başka birileri tarafından ekleme yapıldıysa ne amaçla yapıldığını soruşturuyor. Fethullah Gülen cemaati ile ilgi aleyhte veya leyhte pek çok kitap, makale, internet ortamında dünya kadar yazı var. Amaç içeriğe olsaydı tüm bu yazılanlara da sansür getirilirdi.

Bu anlamda “dokunan yanıyor” biraz abartılı bir yaklaşım gibi görünüyor. Ergenekon davası gibi çok önemli bir süreci değersizleştirme gayretine Ahmet Şık ve Nedim Şener alet edilmiş gibi düşünüyorum, aynı şeyi Mustafa Balbay için de düşünmüştüm…birileri bu gazeteci yazarları Ergenekon sürecinde kullanıyorlar sanki. Özellikle Ahmet Şık ve Nedim Şener, bilgi ve belge temin etmek için Emniyet’le yakın ilişki içindeler ve bu ilişki bazı kesimler tarafından Ergenekon’u sulandırmak için yönlendirilmiş olabilir.

Yakın geçmişimizde siyaset, örtme, yönlendirme, manüplasyon, çarpıtma örnekleri ile dolu. Bunlar ya birisinin vicdanına artık tak deyince ifşası ile ortaya çıkıyor ya da olaylar yan yana dizildiğinde, mantıklı ve objektif bir bakış açısıyla irdelendiğinde neyin ne amaçla yapılmış veya söylenmiş olabileceğini anlıyorsunuz.

İmamın Ordusu kitabının taslağına yapılan işlemi de aynı doğrultuda ve bu bakış açısıya objektif olarak değerlendirmekte fayda var. Fazla kurgusallığa girmeye gerek yok, zira kurgusallık kimi zaman gerçekleri görmeyi de engeller. Eğer ki her hangi bir olayda hemen bir takım sloganlar ki burada slogan “dokunan yanıyor” dur, ön plana alınıyorsa, zaten konuyu irdeleme sürecini en başından yönlendirmiş olduğunuz gibi, konunun etrafındaki çarpıtma ve örtme niyetlerini ister istemez amacına ulaştırmış oluyorsunuz.

Evet, kitap yazmak suç değil, kitabı imece usulü ile yazmak da suç değil, kitap çıkar yayınlanır, içinde kişilik haklarına herhangi bir saldırı varsa saldırılan kişi de hukuk yoluya hakkını arar. Şamil Tayyar, kitaplarının içerikleri ile ilgili olarak açılan davalarda 500 yıla varan hapis istemleri ile yargılanıyor, tutuksuz olarak, hiçbir kitabına da sansür uygulanmadı. Ancak bir kitap daha yayınlanmadan, “dokunan yanıyor” ifadesi ile gündeme geliyorsa ve olay bir yandan siyasi ideolojiye alet edilip yönlendirmelere gidiliyorsa bir takım gerçekleri ört bas etmek için olmadığı ne malum…

Asıl konu; kitabın Soner Yalçın’a ne amaçla verildiği…sanırım Savcılık bunu araştırıyor. Kitabın taslağı 189 sayfa olarak Soner Yalçın’a teslim ediliyor, Soner Yalçın üzerinde bir takım notlar alıyor, ya da eklemeler v.s yapıyor ve kitap daha sonra Ahmet Şık’ın bilgisayarında 300 sayfa olarak bulunuyor. Hanefi Avcı'nın da kitabının farklı kişiler tarafından kaleme alındığı iddiaları vardı.

Kitap yazmak bir hak…özellikle bilgi ve belgeye dayalı kitaplarda bu konuda uzman kişilerden yardım almak suç değil, isteyen istediği kişinin yardımına ve bilgisine baş vurabilir, bu tamamen yazarın insiyatifinde. Muamma, kitap taslağının Oda TV bilgisayarına neden ve ne amaçla girdiğinde düğümleniyor. Kitabın taslağı, Soner Yalçın’ın bilgisayarına girdiği tarihte ki bunun geçtiğimiz Aralık ayı olduğu belirlenmiş durumda, o tarihte Soner Yalçın henüz tutuklanmamıştı. Ahmet Şık kitabın taslağını kendisinin vermediğini ve konu ile ilgili hiçbir bilgisi olmadığını ifade etmişti. Ancak kitap 189 sayfada kesilip daha sonra 300 sayfa olarak Ahmet Şık’ın bilgisayarında yer alınca, Savcılık Ahmet Şık’ın ifadesi ile çeliştiğini düşündüğünden, soruşturmayı derinleştirmek amacı ile kitabın taslaklarını her kimde varsa toplattı.

Tabii ki burada Ergenekon savcılarına çok iş düşüyor…Türkiye’de davaların yüzde 50 gibi bir oranla beraat kararı ile sonuçlandığı düşünüldüğünde, davalar ile ilgili alınan tedbir kararlarının yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Tutukluluk için hukuk sadece belge ve ifadelere göre karar verir, ama şu teknolojik gelişmişlikte bir takım hukuki tedbirler almanın yöntemi yayınlanmamış bir kitabın taslağını bilgisayarlardan silmek olmamalıydı.

Ergenekon davası çok ciddi bir süreçtir, ne bir takım kirli yönlendirmelere ne de hukuki yanlışlıklara heba edilemeyecek kadar önemli bir süreçtir. Türkiye’de derin devlet olgusunun tüm cinayetleri, tüm kirli çıkar ilişkileri ile birlikte tarihe gömülmesi için ciddi bir uğraş verilmeli, ancak adı “sansür” noktasına dayandırılıcağı aşikar olan hukuksal tedbirler konusunda daha hassas olunmalıdır.

“Hangi devirde yaşıyoruz, bu devirde sansür mü?” gibi yaklaşımlara vicdanım ve dünya görüşüm evet diyor, elbette sansür hiçbir şekilde savunulacak bir şey değil ancak yaşanan olayları ideolojik düşünce yapısı ile özdeşleştirip Ergenekon’u sulandıranlara da vicdanım bu defa “hayır” diyor. Zira kesin hüküm verilmemiş bir kitap taslağının toplatılması bu davaya kuşkuyla bakanların elini güçlendiriyor.

Yargılama süreci belki daha şeffaf olsa kimsenin kafası bu kadar karışmayacak. “Sansür” ile Ergenekon davasını zıvanadan çıkarılmasına izin vermemeli. Kamuoyunun vicdanı rahatlatılmalı, kafa karışıklığı giderilmelidir.

Herkes fikir özgürlüğü ve insan haklarından yana olmalı, yargı dahil…Kitap, yazı sansürlemek otokratik ülkelerde olur, Türkiye’ye yakışmıyor.

Herkes her şeye eli yanmadan dokunabilmeli ama kendi eli ile birlikte bir diğerinin elini de düşünebilmeli…

Libya'ya operasyonun nedeni insan hammaddesidir

Bir varil petrol değil bir adet daha insan…Libya'ya yapılan operasyon bunun hesabıdır. Çünkü krizin içindeki batı ekonomilerinin tüketim yapacak insana ihtiyacı var.

Libya’da yaşananlar, sadece demokrasi ve özgürlükler çerçevesinden bakılamayacak kadar grift ve karışık. Koalisyon güçlerinin başlattığı askeri harekatın demokratikleştirme nedeniyle yapılmadığı ve insancıl bir operasyon olmadığı kesin. Afganistan ve Irak bunun en yakın örneği ve ispatı, sonuçlar malum. Batılı güçlerin “insancıl” operasyonlardaki çifte standartı da bilinen bir gerçek. Daha iki yıl önce Filistin halkı İsrail’in bombaları ve saldırıları altında inim inim inlerken Nato ve BM’in sesi hiç çıkmadı. Zaten Nato ve BM’in Amerika’nın gölgesinde hareket ettikleri aşikar.

Ancak batılı güçlerin operasyon nedenini, Libya’nın zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine endekslemek, emperyalist yayılmacı zihniyet olarak yorumlamakta meseleyi basite indergemek ve demode komplo teorileri içinde boğularak asıl nedeni gözden kaçırmak demektir. Amerika’nın Dakota eyaletinde 200 milyar dolarlık petrol rezervi var. Libya’nın petrolünü ne yapsın? Irak savaşı sonrasında Irak petrolünün yüzde 75’i çok uluslu şirketlere bağlandı. Libya petroli belki İtalya için bir anlam ifade ediyordur hepsi bu. Almanya neden harekata katılmadı, onların enerji ihtiyacı yok muydu? Ya da Libya Batı'ya petrolümü size vermiyorum mu dedi? Bu anlamda olayın nedenini sadece petrol veya doğal gaz rezervi ile açıklamak yeterli değil.

Amaç Kaddafi’yi devirmek olsaydı, direkt olarak Kaddafi hedef alınırdı, o da yapılmıyor. Üç gün öncesine kadar Kaddafi’ye sempati ile bakan koalisyon güçleri bir anda Kaddafi’den nefret etmedi ya…belki de bir kayıkçı kavgasıdır olan biten, henüz belli değil.

Şu teknoloji çağında dünya’nın haritası değişiyor, sınırlar git gide belirsizleşiyor, ulus devlet modeli kavramı yeniden yorumlanıyor ve bu kavram geçersizliğe doğru hızla yol alıyor. Dünyanın sınırlarını belirleyen yegane unsur artık ne petrol, ne doğal gaz ne de altın. Dünyayı “ticaret” şekillendiriyor. Alıp, satabildiğiniz sürece var olabiliyorsunuz. Son ekonomik kriz de bu nedenle başlamadı mı? Parayı alıp satarken ortaya çıkan uyuşmazlıklar ve yapılan yanlışlıklar tüm dünya ekonomilerini tehdit etti, hala da etmeye devam ediyor.

Dünyanın haritası değişirken, Arap ülkelerinin bundan etkilenmemesi mümkün değildi. Internet denilen dünya cumhuriyeti var artık. Bütün insanlığı, ulusları internet ve bilgi teknolojileri yönetiyor. Arap dünyası da değişiyor, Arap ülkeleri dünyadaki sisteme ister istemez, otomatikman uyum sağlama çabasına giriyor.

Tüm dünya uluslar arası ticaretten pay kapma yarışında, mali itibarını yitiren, ekonomik krizden kurtulmaya çalışan her ülke bir diğer ülkenin ticari potansiyeline egemen olmaya çalışıyor. Bu süreç Arap politik coğrafyası için de geçerli. Bu nedenle diktatörler değiştirtiliyor, iktidarlar yerinden oynatılıyor. Zira yeniden sermaye birikimi için yeni kaynaklara ihtiyaç var. Her ne kadar küresel kapitalizmin caniliği olarak görsekte bu değişime karşı koymak mümkün değil.

Batılı güçler, politik haritası değişen Arap dünyasına ve yeni pazarlara Libya semalarından giriş yapıyor.

Mısır, Tunus, Ürdün, Yemen, Bahreyn, Lübnan, Suriye vb. Arap ülkelerindeki son değişimler ve isyanlar yumuşak geçiş ortamını sağlamlaştırdı. Şimdi de Libya operasyonu ile Afrika’nın kuzeyinden Orta Doğu’ya açılan kapı ele geçirilmeye çalışılıyor. Batılı güçlerin ebedi müttefiki Suudi Arabistan’ın Bahreyn’e müdahalesi de bu bölgenin doğudaki kapısını sağlamlaştırmak içindir.

Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da tüm sular durulup batılı güçler bölgede yeniden ekonomik yapılanmalara başladığında petrolden çok daha önemli bir hammaddeye erişmiş olacaklardır. Bu hammadde “insan” dır. İnsan demek yeni ticaret odağı demektir, yeni tüketim odağı demektir. Artık batılı için silah satmak yetmiyor, zira yeni teknoloji ürünleri ve de en önemlisi parayı pazarlayacak alanlara ihtiyaç var. Ekonomi devlerini doyuracak yegane unsur da insandır.

Devrim hoş bir söz, romantik ve nostaljik bir havası var. Arap devrimleri derken güzel şeyler çağrıştırıyor, demokrasi gibi, özgürlük gibi, insanca yaşamak ve adil bölüşüm gibi. Ancak devrimlerin arkasındaki tetikleyici gücü doğru tanımlayamazsak, devrim bile birilerin oyuncağı olabiliyor, en kötüsü de özgürlük derken farkında olmadan başka bir tutsaklığın pençesine düşürebiliyor.

Türkiye’nin kafası karışık…ne tam doğulu ne de tam batılı ol(a)madığımız için özellikle dış politikada, böyle Libya gibi stratejik konular karşımıza çıkınca kafamız karışıyor. Ülkeyi yönetenler komşularla sıfır problem politikasına tam adapte olmuşken, kazı yakmadan çevirmeye iyice alışmışken şimdi nasıl bir yol izlemesi gerektiği konusunda kesin karar veremiyorlar.

Çok haksız sayılmazlar, ne tarafından bakarsan iki ucu pislikli değnek gibi, bir yanda ezilen Libya halkının yanındayız, diğer yanda Nato ülkesiyiz. Üstelik Libya’da milyarlarca dolarlık yatırımımız varken, binlerce işçimize ekmek kapısı olmuşken, yılların emeklerini de bir kalemde silip atmamız mümkün değil. Nato’ya ve BM’e harekatın meşru bir hukuksal zeminini oluşturmaları için baskı yaparak, vicdanları temizleyemediğimizin de farkındayız.

Bizim de oralarda çıkarlarımız var, biz de dünya ekonomisinin önemli bir parçasıyız. Bağımsızlık diye bir şey kalmadı, artık herkes birbirine bağımlı hale geldi.

Biz yine insancıl tutumuzdan taviz vermeyelim en azından batılı güçlerin çifte standartlarına karşı durmasını bilelim, dünya barışı için mücadele edelim ancak oyunu da kurallarına göre oynamasını bilmek gerekiyor.

14 Mar 2011

Japon mucizesi 8.9’a dayanıklıdır

Tek ihtiyaçları kâğıttan bir turna kuşu...

Onlar, 2.dünya savaşında milyonlarca kayıp veren, atom bombaları ile yeryüzünden silinmek istenen bir ülkenin insanları.

Onlar, bunca yerle bir olmuşluktan sonra, dünya litaratürüne “Japon Mucizesi” diye geçen bir başarı öyküsünün de kahramanları.

Sevimli ve mütebessim yüz ifadelerinin ve çekik gözlerinin arka planında sürekli bir öğrenme ve gelişme sevdası, mükemmele ulaşma tutkusu, sorumluluk ve dayanışma bilinci, çalışkanlık, prensipler ve hep insana saygı var.

Depremim yıkıcılığını dünyaya Japonlar öğretti. Dayanışma ve deprem bilincini en üst düzeye çıkartarak, depreme karşı alınabilecek önlemlerin tümünü en ciddi şekilde uygulayarak depremin yıkıcı etkisini minimuma indirdiler.

11 Mart 2011’de 8,9 şiddetindeki korkunç bir depremle yeniden karşı karşıya geldiler. Marmara depreminin 50 katı büyüklüğünde bir deprem bu, ancak bu defa deprem tsunamiyle okyanustan ulaştı Japonya kıyılarına ve Japonya depremin yarattığı dev dalgalara karşı koyamadı. Uçak hızıyla kıyıya vuran dev dalgalar önüne ne gelirse yuttu.

Şimdi bu çekik gözlü sevimli insanların yüzünde hüzün var. Tıpkı atom bombasının nükleer etkisinden hastalanarak hastaneye yatan 12 yaşındaki kız çocuğu Sadako Sasaki’nin yüzündeki gibi. Sadako’ya aynı hastahanede yatan yaşlı bir kadın demişti ki “bizim bir efsanemize göre kâğıttan 1000 turna kuşu yaparsan, Tanrılar seni görür ve sağlığına kavuşursun”. Sadako’nun ömrü 644. turnayı katlarken son buldu. Arkadaşları eksik kalan turnaları katlayıp onunla birlikte gömdüler. Daha sonra, dünyanın her yerinden Japonya’ya milyonlarca kâğıttan turnalar gönderildi. Kâğıttan turna barışın ve dostluğun sembolü oldu.

Ben de Japon halkına kâğıttan bir turna gönderiyorum ve acılarını paylaşıyorum…

Deprem bizi de vuruyor, ama biz yaşadığımız acılardan ders almasını bilen bir toplum değiliz. Biz dayanışma kültürüne sahip bir halk da değiliz. Deprem olur, depremden çıkar sağlamaya çalışırız. Düşünün ki dünyada her 5 depremden biri Japonya’da meydana geliyor. Ancak onlar artık işini asla şansa ve kadere bırakmıyorlar.

1995 yılında yine Japonya’nın Kobe şehrinde meydana gelen 7.3 şiddetindeki depremde yaklaşık 6 bin kişi öldü. 1999’da yaşadığımız ve halen yaralarını saramadığımız 7,5 şiddetindeki Marmara depreminde ise 50 bin kişi hayatını kaybetti.

Japonlar, geleneksel yapısı nedeniyle çok iyi organize olabilen bir toplum. Afet eğitimleri kültürlerine iyice yerleşmiş, çok büyük bir ciddiyetle konuya yaklaşmışlar. Bu anlamda son depremin zararlarını en fazla 2 sene içerisinde toparlarlar.

Japonlar üretmeye ve ekip çalışmasına programlanmış bir halk, düzgün bir akıl ve ahlak yapısına sahipler. Onca badireler atlatmış, yerle bir olmuş bir ülkeyi çalışkanlıkları ve insan odaklı disiplinleri ile kısa sürede dünyanın en ileri ülkelerinden birisi haline getirdiler.

Şu anda ekonomileri 2008 krizinden sonra toparlanma aşamasına girmiş durumda ancak halen dış borç yükü bir hayli fazla. Her ne kadar “5,5 trilyon dolarlık ekonomi 8.9’ luk sarsıntıyla durdu” denilse de, çoğu dev firmalar, fabrikalar üretimi durdurmuş olsa da, Japonya bu tür felaketlere aynı durumdaki pek çok ülkeden daha fazla hazırlıklı olduğu için, yeniden inşa faaliyetleri üretime ve ekonomiye daha çok ivme bile kazandırabilir.

Tsunami Japonya kıyılarını vurdu ancak ekonomide tsunami etkisi yaratmayacaktır. Çünkü dünya Japonya’nın depremle baş etme kapasitesine güveniyor. Japonya'da daha önce de çok büyük depremler gördü fakat her seferinde hızla önlemlerin aldı, alt yapısını her depremde daha da sağlamlaştırdı.

Ancak henüz kesin sayısı bilinmeyen kayıpları geri getirmenin yolu tabii ki yok!

Biz ise yine ders almayız…atın ölümüne arpayı yakıştırır geçeriz!

11 Mar 2011

İklim Bayraktar ve bozulan iklimler

Kemal Kılıçdaroğlu “hani nerede bu Erkenegon örgütü, adres verin de gidip üye olayım” demişti, amaç Erkenekon’un varlığını küçümseyerek, sulandırmaktan başka bir şey değildi.

Şimdi Ergenekon geldi CHP’nin kapısına dayandı. Adeta bumerang gibi yine CHP’yi vuruyor. Baykal’ın ahlaksız bir seks kaseti ile alaşağı edilmesinin perde arkasında, seçimler öncesi CHP’ye taze kan vermek, AK parti karşısında güçlendirmek gibi bir plan vardı, tabii ki bu görünen yüzdü. Görünmeyen yüzünde ise CHP’ye ait Halk TV’nin Soner Yalçın tarafından satın alınmak istemesi ve Baykal’ın buna karşı çıkışı olabilir miydi?

Oda TV’nin bilgisayarında çıkan “Varan 1” bunu mu ifade ediyordu? Ya aynı bilgisayarda çıkan “Varan 2” ne idi? Bu da Baykal Varan 1 ile ikna edilmezse mi kullanılacaktı?

Şimdi CHP de medya da , Oda Tv muhabiri İklim Bayraktar’ın açıklamaları ile çalkalanıyor. CHP’nin seçimler öncesi iklimi fena bir şekilde parçalı bulutlandı. Arkasına sağnak gelir mi, sel götürür mü, henüz belli değil. Kılıçdaroğlu hala aile sigortası ile seçim kazanacağını sana dursun.

Baykal, İklim Bayraktar’ı taciz etmiş, sözüm ona mağdure İklim bu taciz olayını Kemal Kılıçdaroğlu, Gürsel Tekin ve eski Yarsav Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu ile paylaşmış, ayrıca “elimde bir Akpartili’ye ait “bel altı” bilgi, belge var, teknik ekipman sağlayın da dinlemeye alalım, ifşa edelim” demiş. Kemal Kılıçdaroğlu da “biz teknik servis sağlayıcı mıyız, kendin yap” demiş. Baykal’a da bu taciz konusunu söylememiş, çünkü ciddiye almamış!...

Vay be Amerikan filmlerine taş çıkartacak bir seri film olur. Siyasetçi, gazeteci, seks, taciz, bel altı şantajlar, tuzaklar, dinlemeler, çıkar ilişkileri…hepsi birden nefes kesen bir aksiyon filmi…adı da “İklim”…orijinal adı “Climate”.

Söz konusu Ergenekon ise Baykal bile teferruat demiştim, şimdi Kılıçdaroğlu teferruat durumuna düştü. Bu CHP’den ne köy olur ne da kasaba, kırk fırın ekmek yeseler değil iktidar olmak, muhalefet bile olamazlar.

2010 Ulusal Medya Planı diye seçimler öncesi bir kaos yaratma planı hazırlanıyor ve bu plan devreye sokuluyor. İçinde yok yok, Erkenekon’un medyayı nasıl kullanacağı, nasıl bir psikolojik baskı yaratılması gerektiği, ortaya atılacak iktidar karşıtı sloganlar v.s. Kısaca “Balyoz darbe planının medyacası”...yapım Ergenekon gözcüleri ve sözcüleri!

Oda Tv muhabiri İklim Bayraktar taciz açıklamalarında bulunurken bir söz ediyor, diyor ki “Soner Yalçın’ın teknik takibine takılanlar”…kimdir bu Soner Yalçın, gazetece mi yazar mı yoksa polis mi, ajan mı? Gazeteciliği bir yana bırakmış, teknik takip yapıyor! Nazlı ılıcak’ın, Güneri Civaoğlu’nun özel hayatlarını dinlemiş, daha kim bilir kimler var, bunlar basına yansıyanları. Sonra da Kılıçdaroğlu çıkıyor bu Soner Yalçın’ı savunuyor… Allah akıl fikir versin!

Yok böyle bir rezalet, kimin eli kimin cebinde, kimin kulağı kimin telefonunda, hangi gizli kamera kimin odasında belli değil, ahlaksızlık diz boyu iken bir kısım medya da halen basın özgürlüğü diye ahkam kesiyor. İçinizdeki çürük elmalar ne basın özgürlüğü bıraktı ne de medya etiği…siyasetçi ile birlikte el ele karışmadıkları pislik kalmamış.

Ergenekon’u sulandıralım derken, bu iğrenç zihniyetin bir gün ağına düşeceğiniz hiç aklınıza gelmedi mi?

İklim Hanım’da çıkıp TV lere kabadayı kabadayı röportajlar veriyor, ailesinin ve çocuğunun mağduriyetinden bahsediyor…hayret!

Bu mudur gazetecilik? Bu mudur siyasetçi olmak?

Rezalet...

Hani Ergenekon nerede diyenlere kapak olsun…

7 Mar 2011

Hangi basın özgürlüğünden bahsediyorsunuz siz?

Bizim “sorunlu” medyamız artık biraz da “sorumlu” olsa, diyorum…

Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın polis tarafından göz altına alınmaları ve savcılığa verdikleri ifade sonrasında Ergenekon terör örgütü üyeliği iddiası ile tutuklanmak üzere mahkemeye sevkedilmeleri sürecinde medyada yoğun bir şekilde basın özgürlüğü üzerine tartışmalar başladı, köşe yazıları kaleme alınıyor, fikirler yürütülüyor.

Gözaltılara ilişkin olarak bence en dikkat çekici yazılarda, Hasan Cemal “Evet, günlük deyişle lafı uzatmanın âlemi yok. Son Ergenekon dalgası ile yaşananların kısa yorumu şudur: Basın özgürlüğüne darbe!” derken, Can Dündar “Özeleştiri” başlıklı köşe yazısında “Geç kaldık. Aslında çok önce haykırmalıydık tepkimizi” dedi ve ağzına siyah bant takarak gözaltıları protesto mitingine katıldı. Nuray Mert’in bugünkü köşe yazısının başlığı ise “Doğru bildiklerimizi özgürce yazamayacaksak, yazmanın anlamı yok! ”, yazının içeriği yok, boş beyaz bir sayfa karşılıyor sizi. Bunlar ve benzeri yazılardaki söylemleri haklı bulmakla birlikte geç kaldıkları görüşündeyim.

Konu basın özgürlüğü;

Medyanın özgürlük talebi, Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın gözaltına alınması ile ayyuka çıktı. İster candaş ister yandaş olsun her kesimden basın mensubu “basın özgürlüğü” konusunu diline pelensk etmiş durumda. Çünkü kendilerini mağdur hissediyorlar ve sıranın bir gün kendilerine geleceği endişesini taşıyorlar. Medyanın, basın özgürlüğü taleplerinde samimi olduklarını düşünmekle birlikte; aklınız başınıza yeni mi geldi diye de sormadan edemiyorum.

Medyamız yeteri kadar demokrasiyi savundu mu ki şimdi sıranın bir gün kendilerine geleceğinden endişe duymaya başladılar. Bir ülkede demokrasinin yerleşmesi için medya en önemli unsurdur. Bizim medyamız ise genelde kendine demokrattır. Özgürlük talep ederken bu talebin beraberinde sorumluluklar da getirdiğini ne yazık ki bilmeyen ya da bilmezden gelen medya patronları, genel yayın yönetmenleri, gazeteci ve köşe yazarlarının olduğu bir medyadan söz ediyorum. Siyasetçi ile mefaat ilişkisi içinde, asker ile haşır neşir, toplum mühendisliği yapmakta en uzman, halkı korku, kin ve nefrete sevkeden bir medya ile demokrasi ne kadar savunulabilir ki? Hal böyle olunca medyanın basın özgürlüğü diye sokaklara dökülmesi de çok komik ve anlamsız geliyor bana.

Elbette medya demokrasi adına eleştiri yapacak ancak bizzat siyasetle uğraşırsa işte böyle kötü sonuçlarına da hazır olacak. Kendini polis, asker, savcı, hakim yerine koyan medya mesupları hiç yok mu aranızda…istemediğiniz kadar var!.

Medya, demokrasinin gelişiminin ve ilerlemesinin temel kaynağıdır. Sen kendini her noktandan politikaya, devlete eklemlemişsen, demokrasi ne yapsın, nasıl yeşersin? Basın özgürlüğü için önce demokrasinin ilerlemesine katkıda bulunacaksın. Demokrasiyi herkes için değil, sadece kendi menfaatlerin için talep etmişsen, şimdiye kadar sadece yazıları ve düşünceleri nedeniyle hapislerde çürüyen yazarlara ve gazetecilere bir kere olsun kamu vicdanı oluşturmaya çalışmamışsan, düşünceleri için mağdur durumda olanlara şimdiye kadar arka çıkmamışsan, kusura bakmayın ama bu basın özgürlüğü size çok bile.

Hangi basın özgürlüğünden bahsediyorsunuz siz? Sorumsuz özgürlük olur mu?

Bir yanda yaptığınız her haberde, yazdığınız her yazıda iftira atacak, yalan söyleyeceksiniz, darbelere katkıda bulunup muhtıraları destekleyeceksiniz, toplumu kendi çıkarlarınız doğrultusunda yönlendirip birbirlerinizi suç örgütlerine hedef gösterecek, devlet ihalelerinden pay kapmaya çalışacaksınız, diğer yanda basın özgürlüğü diye sesinizi yükselteceksiniz! Sizi bu kamuoyu ciddiye alır mı? Önce prensip ve sorumluluk sahibi olacaksınız… basın özgürlüğü sadece sloganlarla talep edilemeyecek kadar önemli çünkü.

Basın özgürlüğü ile ilgili olarak Ergenekon ya da son tutuklanmalara hiç girmeyeceğim. Zira yaşananların seçim öncesinde “Türkiye’de basın özgürlüğü yoktur” sloganının atılması için tamamen bir manüplasyon olduğunu düşünüyorum. Sonuçta yargı da işini yapacak.

Sonuç olarak “demokrasi için basın özgürlüğü mü yoksa basın özgürlüğü için demokrasi mi gerekli” diye sorarsak basın özgürlüğü için önce demokrasi gereklidir. Demokratik olmayan bir ülkede basın özgürlüğünden bahsetmek abesle iştigaldir. Ancak demokratik bir ortamda özgür gazeteci olunabilir.

Bizim “sorunlu” medyamız artık biraz da “sorumlu” olsa, diyorum…