Elbette yine armağan etmek isterdi, yalnız ve güzel ülkesine…ancak ülkesindeki çirkinlikleri, seviyesizlikleri, yasakları, şantajları ve bilimum rezillikleri görünce, sanırım vazgeçti!
Üç Maymun filmi, 2008’de Cannes Film Festivalinde en iyi yönetmen ödülünü alana kadar, Nuri Bilge Ceylan adını kaç kişi bilirdi? Türk sineması adına iyi ve doğru bir şeyler yapmaya çalışan bu güzel ve yalnız yönetmenin adını, ödülünü kendisi gibi yalnız hissetiği güzel ükesine armağan etmeseydi, kimse bilmeyecekti.
Ödülü yalnız ve güzel ülkesine armağan edince, sinema için verdiği emekten öte, bir anda milliyetçi duygularımız depreşti. Hep birlikte bilen, bilmeyen, anlayan anlamayan alkışladık, teşekkür ettik. Yine aynı milliyetçi reflekslerle Orhan Pamuk’u vatan haini ilan etmiştik!
Üç Maymun filmi sonrasındaki alkışlar kısa sürede kesildi, bu güzel ve yalnız insanın o ödülden sonra bugüne kadar neler yaptığı ile hiç ilgilenilmedi.Ta ki Cannes’da yeni bir ödül alana kadar, Türk sineması adına yeni bir başarıya imza atana kadar.
Nuri Bilge Ceylan, bu yıl Cannes Film Festivalinde altın palmiyenin en kuvvetli adayı olarak gösteriliyordu. Altın Palmiye ödülünü alamadı ancak ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ filmi ile Jüri Büyük Ödülü’ne layık görüldü. Bu ödülü Eric ve Luc Dardenne kardeşlerin ‘Le Gamin au Velo’ filmi ile paylaştı. Altın Palmiye ise Terrence Malick’in ‘Tree of Life’ filmine verildi.
Nuri Bilge Ceylan’ın başarısını kutlarım. Türk sinaması adına elbette övünülecek bir ödül. Nuri Bilge Ceylan’a yapılan tüm sinema eleştirileri hep olumlu yönde. Hem sinemacılığı, hem fotoğraf sanatçılığı, hem de kişiliği eleştirmenlerce her zaman takdir ediliyor. Bu ödülü hakkı ile aldı.
Ancak sahiplenilmeye gelince, sadece ödül aldığı zaman sahiplenmek gibi bir tuhaf durumumuz söz konusu. Bu çalışmaları yaparken de keşke sahiplenilseydi!
Hoş, bu ülkenin bir film yönetmenine, bir sanatçısına, bir edebiyatçısına sahip çıkacak ne vakti ne de hali kaldı…
Seçim meydanlarında her an bir birine hakaretler yağdıran parti liderleri, seviyeden nasibini almamış parti mitingleri, seks kasetli şantajlar, derin odakların toplumu ve siyaseti dizayn çalışmaları, güneydoğuda yine provokasyonlar, yine kana kan savaşları, medyadaki tepişmeler, manüplasyonlar, 22 Ağustos’da devreye girecek internet yasakları, yani resmen sansürlemeler…daha neler neler, hangi birini söylesem.
Nuri Bilge Ceylan kimin umurunda?
Türkiye kapanın elinde kaldığı gibi, neresinden tutarsan tut kopuyor…Ancak ödülüne sahip çıkmayı biliyoruz!
Nuri Bilge Ceylan bu defa ödülünü yalnız ve güzel ülkesine armağan etmeyi hiç düşünmedi sanırım.
Nasıl düşünsün ki?
O güzel ülkenin hali harap, artık yalnız da değil üstelik, sağdan soldan, derinden sığdan, herkes orta yerde…çok kalabalık çookkk, bir curcuna bir karmaşa, bir kaos…
Neden armağan etsin ki?
Kime neyi armağan edecek allah aşkına…
25 May 2011
Seks kasetleri MHP’nin oylarını artıracaktır
Zamanında Ak Parti’ye muhtıra ile darbe şantajı yapıldı, Anayasa Mahkemesi yolu ile partiyi kapatma şantajı yapıldı…sonuç? Ak Parti “mağdur” sıfatını kazanarak, oy oranını daha da yükseltti. Siyasi şantajlar, AK Parti’yi güçlendirdi.
Magazin dedikodularından duyardık, şu sanatçının kasedi, bilmem kim mafianın elinde, o sanatçıyı kullanıyorlar ya da bilmem hangi iş adamımın kasedi bilmem hangi düşmanının elinde, yeri gelince kullanmak üzere…piyasada böyle kaset şantajcıları vardı ama daha çok magazin ve iş dünyasına ilişkin olarak çıkardı bu söylentiler.
Şimdi de siyasette yeni bir şantaj dönemi başladıı…Seks kasetleri şantajı. Seks tuzakları ile toplum mühendisliğine soyunan esrarengiz adamlar türedi.
CHP’yi yeniden dizayn etmek isteyen “şantajcı toplum mühendisleri”, Deniz Baykal’ı bir seks kasedi ile tahtından ettiler, Kılıçdaroğlu’nu piyasaya sürdüler. Amaç AK Parti’ye karşı muhalefetin güçlenmesi idi. CHP’nin oyları bu kaset skandalı sonrasında birkaç puan artmıştır, ama fazla değil. Çünkü Kılıçdaroğlu, şantajcı adamların beklediği kadar güçlü ve becerikli çıkmadı.
Seçimler öncesinde kendilerine “farklı ülkücüler” diyen bir grup farklılığını seks tuzakları ile ifade etme derdinde. Böylesine çirkin, böylesine ahlaksızca bir yöntemle siyaset dizaynı içindeler. Devlet Bahçeli’nin istifasını istiyorlar, genel başkan yardımcılarının zina videolarını kaydetmişler, medyaya servis ediyorlar.
MHP’nin 6 yöneticisi daha bu seks jantajı nedeniyle görevlerinden ve milletvekili adaylıklarından istifa ettiler… hepsi de MHP’nin kilit kadrolarında. Bu kadroların istifası demek, MHP’nin çözülmesi anlamına geliyor.
MHP Genel Başkan Yardımcısı Deniz Bölükbaşı, "MHP'ye zarar verilmesin diye istifa ettim. Seçimde bu hain suikast boşa çıkacak, halk MHP'ye sahip çıkacak!" demiş.
Bence doğru söylüyor…Halk mağduru sever!
Evet, artık zinalara değil, zinaların gözler önüne serilmesine kızmaya başladık. Haklıyız da… uçkuruna sahip olamayanlara değil , bunu ahlaksızca ortaya dökenlere daha çok söyleniyoruz. “İşin zina boyutunu bir yana birakarsak” la başlayana yorumlar medyada bolca yer alıyor.
Başbakan da, MHP'nin karşı karşıya kaldığı komployu seçim meydanlarında ellerini ovuşturarak kullanıyor, bu da en az seks şantajı yapanların ki kadar çirkin bir yöntem! Böylece MHP iki kat daha mağdur oluyor, körün istediği bir göz allah verdi iki göz!
Siyaseti seks şantajları ile dizayn etmeye çalışanlar, MHP'lilere göre Okyanus ötesinden güdümlü. AK Parti’liler ise şantajların MHP’nin kendi içinden kaynaklandığı görüşünde. Bahçeli'yi tasfiye etmek isteyen odakların işi olarak görüyorlar.
Kim nasıl görürse görsün, seks şantajlarının MHP’ye mağdur vasfı kazandıracağını düşünüyorum. Bence MHP’nin oyları artacaktır ve seçim barajını aşacaktır. Aşması da gerekir, zira MHP’siz bir Meclis düşünülemez.
Ancak seçim sonrasında farklı bir MHP olacağı da kesin…
Magazin dedikodularından duyardık, şu sanatçının kasedi, bilmem kim mafianın elinde, o sanatçıyı kullanıyorlar ya da bilmem hangi iş adamımın kasedi bilmem hangi düşmanının elinde, yeri gelince kullanmak üzere…piyasada böyle kaset şantajcıları vardı ama daha çok magazin ve iş dünyasına ilişkin olarak çıkardı bu söylentiler.
Şimdi de siyasette yeni bir şantaj dönemi başladıı…Seks kasetleri şantajı. Seks tuzakları ile toplum mühendisliğine soyunan esrarengiz adamlar türedi.
CHP’yi yeniden dizayn etmek isteyen “şantajcı toplum mühendisleri”, Deniz Baykal’ı bir seks kasedi ile tahtından ettiler, Kılıçdaroğlu’nu piyasaya sürdüler. Amaç AK Parti’ye karşı muhalefetin güçlenmesi idi. CHP’nin oyları bu kaset skandalı sonrasında birkaç puan artmıştır, ama fazla değil. Çünkü Kılıçdaroğlu, şantajcı adamların beklediği kadar güçlü ve becerikli çıkmadı.
Seçimler öncesinde kendilerine “farklı ülkücüler” diyen bir grup farklılığını seks tuzakları ile ifade etme derdinde. Böylesine çirkin, böylesine ahlaksızca bir yöntemle siyaset dizaynı içindeler. Devlet Bahçeli’nin istifasını istiyorlar, genel başkan yardımcılarının zina videolarını kaydetmişler, medyaya servis ediyorlar.
MHP’nin 6 yöneticisi daha bu seks jantajı nedeniyle görevlerinden ve milletvekili adaylıklarından istifa ettiler… hepsi de MHP’nin kilit kadrolarında. Bu kadroların istifası demek, MHP’nin çözülmesi anlamına geliyor.
MHP Genel Başkan Yardımcısı Deniz Bölükbaşı, "MHP'ye zarar verilmesin diye istifa ettim. Seçimde bu hain suikast boşa çıkacak, halk MHP'ye sahip çıkacak!" demiş.
Bence doğru söylüyor…Halk mağduru sever!
Evet, artık zinalara değil, zinaların gözler önüne serilmesine kızmaya başladık. Haklıyız da… uçkuruna sahip olamayanlara değil , bunu ahlaksızca ortaya dökenlere daha çok söyleniyoruz. “İşin zina boyutunu bir yana birakarsak” la başlayana yorumlar medyada bolca yer alıyor.
Başbakan da, MHP'nin karşı karşıya kaldığı komployu seçim meydanlarında ellerini ovuşturarak kullanıyor, bu da en az seks şantajı yapanların ki kadar çirkin bir yöntem! Böylece MHP iki kat daha mağdur oluyor, körün istediği bir göz allah verdi iki göz!
Siyaseti seks şantajları ile dizayn etmeye çalışanlar, MHP'lilere göre Okyanus ötesinden güdümlü. AK Parti’liler ise şantajların MHP’nin kendi içinden kaynaklandığı görüşünde. Bahçeli'yi tasfiye etmek isteyen odakların işi olarak görüyorlar.
Kim nasıl görürse görsün, seks şantajlarının MHP’ye mağdur vasfı kazandıracağını düşünüyorum. Bence MHP’nin oyları artacaktır ve seçim barajını aşacaktır. Aşması da gerekir, zira MHP’siz bir Meclis düşünülemez.
Ancak seçim sonrasında farklı bir MHP olacağı da kesin…
16 May 2011
Bugüne kadar neden suskun kaldınız?
Orhan Pamuk, “Türkler 1 milyon Ermeni'yi, 30 bin Kürt'ü öldürdü" dedi, vatan haini ilan edildi. Türklük adına söz ettiğini düşünenler tarafından hemen “iç düşman” safına yerleştirildi.
Siz bir “Türk” yazar mısınız, o halde adınızın önünde “Yazar” kimliğiniz yerine önce “Türk” kimliği olmalı!
Biz sıradan insanlar için de aynı durum söz konusu, önce “Türk” üz. Hatta diğer etnik kökenlerden, diğer dinlerden olsak bile önce “Türk” üz. Anayasa bile böyle söylüyor. Eğer Türk vatandaşı isen anayasal statüde kendine yer bulabiliyorsun.
Öykedir milliyetçilik; her an bir düşman üretir ki ideolojisini sürdürebilsin. Halbuki milliyetçilik dünyanın hiçbir yerinde hiçbir tarihte huzur sağlamamıştır, aksine hep şiddetin, savaşların ana nedeni olmuştur…Her an bir “dış düşman” veya “iç düşman” üretmiş, bu kalıpların içine de o dönemde kimlerin konulacağına karar vermiştir. Orhan Pamuk da, bu zihniyetin hışmına uğramış bir yazardır.
Her yazarın melankolik bir yapısı vardır. Gerçek yazar, günle birlikte kaybolmayacak olanı yazabilen, hissettirebilen, düşündürebilendir. Kimi yazar melankolik yapısını aydın kimliği ile birleştirir, bir potada eritir, insanlara ulaşarak onların önünü açar. Kimi Orhan Pamuk istemezükçülerinin ağızlarına sakız yaptığı gibi sadece roman yazsın, politikaya bulaşmasın, melankolik takılsın, Türklüğe laf etmesin diye kazan kaldırmaları da, evrensel değil, dar kalıplarda milliyetçi reflekslerle düşünmelerinden kaynaklanır.
Türk bir yazar mısın, öyleyse mesleğine ihanet etmelisin ama Türklüğe asla… bu düşünceyle kovduk Orhan Pamuk’u, ama O, Nobel Edebiyat ödülüne layık görüldü. Bu ödülden sonra bile, “dış düşman” kalıbını devereye sokup, Pamuk’a “emperyalist güçlerin yazarı” sıfatını yapıştırdılar. Böylesine ilkel, böylesine içe kapanık, böylesine kendinden başkasını sevmeyen bir zihniyet bu!
***
Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk, Amerikan PBS televizyonunda ünlü sunucu Charlie Rose'un sorularını yanıtlarken, Türkiye hakkında ilginç görüş ve tespitlerde bulunmuş…Neler söylemiş?
- “Mustafa Kemal Atatürk'ün çağdaş medeniyetlere ulaşma hedefine ihanet edildiği düşüncesinde degilim”…
Devletin ideolojisi yani Kemalist ideloji, bizzat kendisi çağdaş medeniyetlere ulaşma hedefini engelliyor, nasıl mı? Mustafa Kemal’in ilke ve inkilaplarını bizzat dogmatik kalıplara sokarak, bırakılan mirasın bilim ve akıl yolu olduğunu görmezden gelip, Mustafa Kemal’i politik tek tipleştirme ideolojilerine alet ederek. Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaş medeniyetlere ulaşma hedefine bizzat Kemalistler balta vuruyor, Sayın Orhan Pamuk.
- “ Ak Parti, önceki yönetimlere göre daha dindar politikacılardan kurulu, ancak ülkenin daha dindar bir yapıya doğru gittiğini sanmıyorum”…
Ak Parti, kim ne derse desin “din” eksenli bir parti, ancak içinde sol liberalleri, milliyetçi muhafazakarları, Kürt kökenlileri de barındıran ama tüm bunları merkezde toplamayı başarabilmiş bir parti. Ülkenin daha dindar bir yapıya gitmesi dünyada bulunduğumuz konjonktür gereği zaten mümkün değil, Ak Parti bile bunu yapamaz, ancak herkesin dinini “özgürlükler” başlığı altında özgürce yaşaması gerektiği görüşlerinde AK Parti’yi samimi bulmuyorum. Daha pek çok konuda çifte standartlı olduğunu da düşünüyorum. ‘Ülke dindar bir yapıya gidiyor’ kodlaması da yine Kemalist ulusalcıların pompalamasından başka bir şey değil.
- “Ergenekon davalarını ciddiye alıyorum”…
Derin devleti, bu ülkenin halkı da ciddiye alıyor, o yüzden Ergenekon mafyası, PKK ve bir kısım medya, Erkenekon davalarını sulandırma çalışmalarına el birliği ile devam ediyorlar ya. Darbe teşebbüsü suçlarını işleyenlerin bu Egenekon zihniyetinden ayrı değerlendirilmesi mümkün müydü? Elbette yargılanmaları iyi bir gelişme ancak derin devletten hesap soracak savcı bile görevden alındı, şimdi de CHP’nin içine derin devletin ana kimliklerini yerleştirme çabasındalar. Boşuna mı Baykal’ı bir kasetle devre dışı bıraktılar. Ancak AK parti şu an seçim telaşında, Ergenekon davalarını ciddiye alma durumundan vaz geçtiler sanırım! Ya da yine bir yerlerde bir mutabakatlar yapıldı. Derinler yine iş başında, Sn. Pamuk.
- “Türkiye'de laikliğin gerilediğini düşünmüyorum”…
Bu konuda artık o kadar sündürüldü ki, laikliği içki içebilmekle eş değer gören bir toplum kesimi halen var. Bunlara sekülerizm desen ne anlayacaklar, demesen ne olacaklar?
- “Türkiye'de ordunun gücünün azaltılmış olmasından mutluyum. Bu Başbakan'ın en başarılı olduğu konu”…
Bence yanlış…Ordunun gücünün azaltılması değil de askeri vesayet sisteminin sona erdirilmesi, yani askerin siyasetten elini çekip kışlasına dönmesi demek daha doğru olacaktır, ancak bu konuda Başbakan’ın bir başarısını görmüyorum, bir başarı var ise ortada- ki kısmen başarı diyelim, bu başarı tek kelime ile Alper Görmüş’e aittir. Evet, sadece bir gazeteci, bir yazar Alper Görmüş ancak yıllardan beri cesaretle bu konunun üstüne gitmiştir ve halen de gidiyor. Taraf gazetesinin de bu konuda başarısı inkar edilemez bir gerçektir. Başarının Başbakanla hiç alakası yoktur. Hatta zaman zaman mutabakat bile yapmıştır, yapmaktadır, kendi iktidarlarının selameti için!
- “ Gazetecilerin tutuklanması ise kabul edilemez.'…
Herkes aynı şeyi söylüyor da, kim içten kim yalancıktan belli değil. İktidarda kim olursa olsun, hangi siyasi düşünceden olursa olsun, illaki yasakları ve cezalandırmaları tek yönetim biçimi olarak kabul ediyor. Bir nevi iktidar hastalığı olsa gerek.
- Başörtülü kadınların sayısı kriter olmamalı.”…
Alakasız bir söylem ya da yukarıdaki bazı söylemler içinde yer alması gerekiyor. (Ya da ben sıkıldım artık bu konudan) . Neye göre kriter, ne için kriter?
- “Ülkemi seviyorum.”…
Ülkesini sevmek için illaki milliyetçi olmak gerekmiyor. Gerçeklerin üzerine giden, araştıran, aydınlatmayı görev bilmiş her birey ülkesini ve insanını seviyordur. Ancak bazıları var ki ülkeyi çok seviyor görünüp, bu memleketin altına habire odun tıkmaktan geri kalmıyorlar.. Dünyaya en yüksek bayrak direklerini dikmek değildir memleket severlik!
***
Yalnız anlayamadığım bir durum var;
Orhan Pamuk, en son 2007’de konuşmuştu sanırım, Franfurt Kitap Fuarında…“Devletin yazar ve kitap cezalandırma alışkanlığı hala devam ediyor. Benim gibi pek çok yazarı susturmak, sindirmek için kullanılan TCK’nın 301. maddesi yüzünden yüzlerce yazar ve gazeteci şu anda mahkemelerde yargılanıyor, mahkum oluyor” demişti.
Yıl 2011, aradan 4 yıl geçmiş, Türkiye’de o kadar önemli olaylar, o kadar hızla yaşandı ki…
Siz bugüne kadar neden sustunuz Sn. Orhan Pamuk? Neden bugünü beklediniz konuşmak için, gerçekten anlayamadım.
Edebi kişiliğiniz ile aydın kimliğinizdeki bütünleşmenin kesintiye uğramamasını beklerdim.
Siz bir “Türk” yazar mısınız, o halde adınızın önünde “Yazar” kimliğiniz yerine önce “Türk” kimliği olmalı!
Biz sıradan insanlar için de aynı durum söz konusu, önce “Türk” üz. Hatta diğer etnik kökenlerden, diğer dinlerden olsak bile önce “Türk” üz. Anayasa bile böyle söylüyor. Eğer Türk vatandaşı isen anayasal statüde kendine yer bulabiliyorsun.
Öykedir milliyetçilik; her an bir düşman üretir ki ideolojisini sürdürebilsin. Halbuki milliyetçilik dünyanın hiçbir yerinde hiçbir tarihte huzur sağlamamıştır, aksine hep şiddetin, savaşların ana nedeni olmuştur…Her an bir “dış düşman” veya “iç düşman” üretmiş, bu kalıpların içine de o dönemde kimlerin konulacağına karar vermiştir. Orhan Pamuk da, bu zihniyetin hışmına uğramış bir yazardır.
Her yazarın melankolik bir yapısı vardır. Gerçek yazar, günle birlikte kaybolmayacak olanı yazabilen, hissettirebilen, düşündürebilendir. Kimi yazar melankolik yapısını aydın kimliği ile birleştirir, bir potada eritir, insanlara ulaşarak onların önünü açar. Kimi Orhan Pamuk istemezükçülerinin ağızlarına sakız yaptığı gibi sadece roman yazsın, politikaya bulaşmasın, melankolik takılsın, Türklüğe laf etmesin diye kazan kaldırmaları da, evrensel değil, dar kalıplarda milliyetçi reflekslerle düşünmelerinden kaynaklanır.
Türk bir yazar mısın, öyleyse mesleğine ihanet etmelisin ama Türklüğe asla… bu düşünceyle kovduk Orhan Pamuk’u, ama O, Nobel Edebiyat ödülüne layık görüldü. Bu ödülden sonra bile, “dış düşman” kalıbını devereye sokup, Pamuk’a “emperyalist güçlerin yazarı” sıfatını yapıştırdılar. Böylesine ilkel, böylesine içe kapanık, böylesine kendinden başkasını sevmeyen bir zihniyet bu!
***
Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk, Amerikan PBS televizyonunda ünlü sunucu Charlie Rose'un sorularını yanıtlarken, Türkiye hakkında ilginç görüş ve tespitlerde bulunmuş…Neler söylemiş?
- “Mustafa Kemal Atatürk'ün çağdaş medeniyetlere ulaşma hedefine ihanet edildiği düşüncesinde degilim”…
Devletin ideolojisi yani Kemalist ideloji, bizzat kendisi çağdaş medeniyetlere ulaşma hedefini engelliyor, nasıl mı? Mustafa Kemal’in ilke ve inkilaplarını bizzat dogmatik kalıplara sokarak, bırakılan mirasın bilim ve akıl yolu olduğunu görmezden gelip, Mustafa Kemal’i politik tek tipleştirme ideolojilerine alet ederek. Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaş medeniyetlere ulaşma hedefine bizzat Kemalistler balta vuruyor, Sayın Orhan Pamuk.
- “ Ak Parti, önceki yönetimlere göre daha dindar politikacılardan kurulu, ancak ülkenin daha dindar bir yapıya doğru gittiğini sanmıyorum”…
Ak Parti, kim ne derse desin “din” eksenli bir parti, ancak içinde sol liberalleri, milliyetçi muhafazakarları, Kürt kökenlileri de barındıran ama tüm bunları merkezde toplamayı başarabilmiş bir parti. Ülkenin daha dindar bir yapıya gitmesi dünyada bulunduğumuz konjonktür gereği zaten mümkün değil, Ak Parti bile bunu yapamaz, ancak herkesin dinini “özgürlükler” başlığı altında özgürce yaşaması gerektiği görüşlerinde AK Parti’yi samimi bulmuyorum. Daha pek çok konuda çifte standartlı olduğunu da düşünüyorum. ‘Ülke dindar bir yapıya gidiyor’ kodlaması da yine Kemalist ulusalcıların pompalamasından başka bir şey değil.
- “Ergenekon davalarını ciddiye alıyorum”…
Derin devleti, bu ülkenin halkı da ciddiye alıyor, o yüzden Ergenekon mafyası, PKK ve bir kısım medya, Erkenekon davalarını sulandırma çalışmalarına el birliği ile devam ediyorlar ya. Darbe teşebbüsü suçlarını işleyenlerin bu Egenekon zihniyetinden ayrı değerlendirilmesi mümkün müydü? Elbette yargılanmaları iyi bir gelişme ancak derin devletten hesap soracak savcı bile görevden alındı, şimdi de CHP’nin içine derin devletin ana kimliklerini yerleştirme çabasındalar. Boşuna mı Baykal’ı bir kasetle devre dışı bıraktılar. Ancak AK parti şu an seçim telaşında, Ergenekon davalarını ciddiye alma durumundan vaz geçtiler sanırım! Ya da yine bir yerlerde bir mutabakatlar yapıldı. Derinler yine iş başında, Sn. Pamuk.
- “Türkiye'de laikliğin gerilediğini düşünmüyorum”…
Bu konuda artık o kadar sündürüldü ki, laikliği içki içebilmekle eş değer gören bir toplum kesimi halen var. Bunlara sekülerizm desen ne anlayacaklar, demesen ne olacaklar?
- “Türkiye'de ordunun gücünün azaltılmış olmasından mutluyum. Bu Başbakan'ın en başarılı olduğu konu”…
Bence yanlış…Ordunun gücünün azaltılması değil de askeri vesayet sisteminin sona erdirilmesi, yani askerin siyasetten elini çekip kışlasına dönmesi demek daha doğru olacaktır, ancak bu konuda Başbakan’ın bir başarısını görmüyorum, bir başarı var ise ortada- ki kısmen başarı diyelim, bu başarı tek kelime ile Alper Görmüş’e aittir. Evet, sadece bir gazeteci, bir yazar Alper Görmüş ancak yıllardan beri cesaretle bu konunun üstüne gitmiştir ve halen de gidiyor. Taraf gazetesinin de bu konuda başarısı inkar edilemez bir gerçektir. Başarının Başbakanla hiç alakası yoktur. Hatta zaman zaman mutabakat bile yapmıştır, yapmaktadır, kendi iktidarlarının selameti için!
- “ Gazetecilerin tutuklanması ise kabul edilemez.'…
Herkes aynı şeyi söylüyor da, kim içten kim yalancıktan belli değil. İktidarda kim olursa olsun, hangi siyasi düşünceden olursa olsun, illaki yasakları ve cezalandırmaları tek yönetim biçimi olarak kabul ediyor. Bir nevi iktidar hastalığı olsa gerek.
- Başörtülü kadınların sayısı kriter olmamalı.”…
Alakasız bir söylem ya da yukarıdaki bazı söylemler içinde yer alması gerekiyor. (Ya da ben sıkıldım artık bu konudan) . Neye göre kriter, ne için kriter?
- “Ülkemi seviyorum.”…
Ülkesini sevmek için illaki milliyetçi olmak gerekmiyor. Gerçeklerin üzerine giden, araştıran, aydınlatmayı görev bilmiş her birey ülkesini ve insanını seviyordur. Ancak bazıları var ki ülkeyi çok seviyor görünüp, bu memleketin altına habire odun tıkmaktan geri kalmıyorlar.. Dünyaya en yüksek bayrak direklerini dikmek değildir memleket severlik!
***
Yalnız anlayamadığım bir durum var;
Orhan Pamuk, en son 2007’de konuşmuştu sanırım, Franfurt Kitap Fuarında…“Devletin yazar ve kitap cezalandırma alışkanlığı hala devam ediyor. Benim gibi pek çok yazarı susturmak, sindirmek için kullanılan TCK’nın 301. maddesi yüzünden yüzlerce yazar ve gazeteci şu anda mahkemelerde yargılanıyor, mahkum oluyor” demişti.
Yıl 2011, aradan 4 yıl geçmiş, Türkiye’de o kadar önemli olaylar, o kadar hızla yaşandı ki…
Siz bugüne kadar neden sustunuz Sn. Orhan Pamuk? Neden bugünü beklediniz konuşmak için, gerçekten anlayamadım.
Edebi kişiliğiniz ile aydın kimliğinizdeki bütünleşmenin kesintiye uğramamasını beklerdim.
8 May 2011
Gel vatandaş gel, internete sansür paketleri burada
Boy boy, renk renk, marka marka, cins cins…
Geeell, geeell, sansür paketleriniz burada, vatandaş pakete geell…
Herkese, her keseye uygun bir paket var bu tezgahta…sansür paketlerine geeeeell…
Paketime dokunma paketi: Nereye istersem bakarım, hangi siteye istersem girerim, interneti yasaklayacak adam daha karnından doğmadı, “aaa hangi dünyada yaşıyoruz canlarım, bi kendinize gelin” paketidir. En özgürlükçü, en liboş, en bi küresel, en bi değişimci paket olup sloganları “sansürünü seveyim, yürü de ense traşını göreyim” ve de “kim takar internet sansürünü, yaşasın internet özgürlüğü” şeklinde dalga dalga yayılacak olan, şahsen çok bi içselleştirdiğim pakettir.
Dokunan yanıyor paketi : İnternetin çok bi sakıncalı sitelerine girdiğiniz zaman aniden şiddetli bir ceryana çarpıldığınız, anında elinizi klavyeden ya da maustan çekmediğiniz zaman parmaklarınızın allah korusun cayır cayır yanacağı, adeta cehennem ateşini anımsatan bir sıcaklığın bilgisayarınızın fanlarından yüzünüze doğru yayıldığını hissettiğiniz, bu durumda sizi kendinize getirmek maksadı ile mini bir klimanın bilgisayarın yan tarafına monte edildiği, ancak klimanın şifresinin mod mu medyan mı yoksa algoritma mı olduğu halen çözülememiş (deneme aşamasındayız, çok yakında ak şifre kara şifre belli olur), slogansız olarak el altından satışa sunulan biraz tehlikeli bi paket. Rektifiye Serçe gibi bir bilgisayarım olsun, ya da ya da doğan görünümlü şahin gibi tasarım harikası bir internetim olsun diyorsanız, “dokunan yanıyor” paketi tam sizin için…ancak sonradan cızıtmak yok, zira bir üst pakete geçmeniz “yassahhhh” canlarım.
Benim çocuğum benim gencim işini bilir paketi: Sevgili çocuklar, en bi ciks gençler, bu paket sizin için özel tasarım, butik style bir internet. Oyun sitesine mi girdiniz, aniden yaramaz bir siteyemi yönlendiriliyorsunuz, ya da en ağıza alınmaz küfürlerin yer aldığı bir sosyal medya şeysi ile mi karşılaştınız, hemen yandaki megafondan “annneeee, babaaaa” diye seslendiğinizde “yavrucuğum kırkbinkere dedim sana, şu internete benden izin almadan girme” diye bir yanıt alacağınız, yeni yeni oluşmakta olan kişiliğinizi internet ile anne-baba arasına sıkştırmak zorunda kalacağınız bir paketi bu. Ama ebeveynleriniz de haklılar cancağızlarım, zaman kötü, korkuyorlar napsınlar. Dışarıda da bi çok kötülük kol geziyor amma vekalin bu internette bir takım virüs kılıklılar cirit atıyorlar ki çok tehlikeliler çookk . Gerçi siz, ana babanızdan kat be kat ilerdesiniz bu internet konusunda, nerden nereye girilir, karşınıza ne çıkabilir, valla herkesten iyi biliyorsunuz. ha bu arada, şifre yatağın altında saklı..hehehe.
Püskevit paket: Bu paketin adı her ne kadar bisküvit olsa da halk arasında “püskevit” olarak da söyleniyormuş, biraz siyasi biraz milli biraz ulusal, muhafazakar katkılı, sosyal demokrasiyi de ucundan bucağından eklemiş, püskevit çorbası gibi bir paket. Püskevitin de çorbası mı olurmuş demeyin, olur olur…bu memlekette nelerden ne çorbalar yapıldı, bi püskevit eksikti ondan da olur. Yalnız bu paketi aldığınızda her an karşınıza “ben bilmem kim, ben yaparım” diye işkembei kübradan desteksiz atan, “one minute” diye her canı sıkıldığında sizin önünüze geçip durdurmaya çalışan, ya da “nerde benim püskevitim” diye bağırmaktan sesi kısılmış bir zatı muhterem ile karşılaşabilirsiniz. Aslında eğlenceli bi paket, aynı zamanda akıllara ziyan da bir paket. Deliye çıkarsınız alim allah… Kararı, ölçüsü yok bu çorba paketin, bu nedenle şifre de dayanmıyor. Medyamız “anahtaru bendedur” diye eğleniyor, valla çok şüpheleniyorum ben, en son şifre medyanın elinde galiba. Hadi şifreyi buldunuz diyelim, veryansın ettiniz, yazdınız, yorumladınız… sansür tokmağını yersiniz kafanıza, bak demedi demeyin.
Benden şimdilik bu kadar…yeni paketlerle her an karşınıza çıkabilirim.
Sansür paketleri..versiyon versiyon…indirbindir.kom
Bi Not: Yazar Yurtsan Atakan, Akşam Gazetesi'ndeki köşesinde; 10 yıldır İnternete uygulanan sansür niteliğindekhttp://www.blogger.com/img/blank.gifi uygulamaları sıralayarak, medyanın bu konudaki sessizliğine tepki göstermiş ve BTK’na yeni "sansür paketleri" önerilerinde bulunmuş.
İnternet'e sansür paketi önerileri
Ben de paketlere katkıda bulunayım istemiştim, valla başka bir niyetim yoktu…satış matış da yapmıyorum. Neme lazım, alır götürürler felan…
Bağlantıdaki formu doldurmadan internet sansür paketlerine üye olamazsınız...(kaynak - penguen)
Geeell, geeell, sansür paketleriniz burada, vatandaş pakete geell…
Herkese, her keseye uygun bir paket var bu tezgahta…sansür paketlerine geeeeell…
Paketime dokunma paketi: Nereye istersem bakarım, hangi siteye istersem girerim, interneti yasaklayacak adam daha karnından doğmadı, “aaa hangi dünyada yaşıyoruz canlarım, bi kendinize gelin” paketidir. En özgürlükçü, en liboş, en bi küresel, en bi değişimci paket olup sloganları “sansürünü seveyim, yürü de ense traşını göreyim” ve de “kim takar internet sansürünü, yaşasın internet özgürlüğü” şeklinde dalga dalga yayılacak olan, şahsen çok bi içselleştirdiğim pakettir.
Dokunan yanıyor paketi : İnternetin çok bi sakıncalı sitelerine girdiğiniz zaman aniden şiddetli bir ceryana çarpıldığınız, anında elinizi klavyeden ya da maustan çekmediğiniz zaman parmaklarınızın allah korusun cayır cayır yanacağı, adeta cehennem ateşini anımsatan bir sıcaklığın bilgisayarınızın fanlarından yüzünüze doğru yayıldığını hissettiğiniz, bu durumda sizi kendinize getirmek maksadı ile mini bir klimanın bilgisayarın yan tarafına monte edildiği, ancak klimanın şifresinin mod mu medyan mı yoksa algoritma mı olduğu halen çözülememiş (deneme aşamasındayız, çok yakında ak şifre kara şifre belli olur), slogansız olarak el altından satışa sunulan biraz tehlikeli bi paket. Rektifiye Serçe gibi bir bilgisayarım olsun, ya da ya da doğan görünümlü şahin gibi tasarım harikası bir internetim olsun diyorsanız, “dokunan yanıyor” paketi tam sizin için…ancak sonradan cızıtmak yok, zira bir üst pakete geçmeniz “yassahhhh” canlarım.
Benim çocuğum benim gencim işini bilir paketi: Sevgili çocuklar, en bi ciks gençler, bu paket sizin için özel tasarım, butik style bir internet. Oyun sitesine mi girdiniz, aniden yaramaz bir siteyemi yönlendiriliyorsunuz, ya da en ağıza alınmaz küfürlerin yer aldığı bir sosyal medya şeysi ile mi karşılaştınız, hemen yandaki megafondan “annneeee, babaaaa” diye seslendiğinizde “yavrucuğum kırkbinkere dedim sana, şu internete benden izin almadan girme” diye bir yanıt alacağınız, yeni yeni oluşmakta olan kişiliğinizi internet ile anne-baba arasına sıkştırmak zorunda kalacağınız bir paketi bu. Ama ebeveynleriniz de haklılar cancağızlarım, zaman kötü, korkuyorlar napsınlar. Dışarıda da bi çok kötülük kol geziyor amma vekalin bu internette bir takım virüs kılıklılar cirit atıyorlar ki çok tehlikeliler çookk . Gerçi siz, ana babanızdan kat be kat ilerdesiniz bu internet konusunda, nerden nereye girilir, karşınıza ne çıkabilir, valla herkesten iyi biliyorsunuz. ha bu arada, şifre yatağın altında saklı..hehehe.
Püskevit paket: Bu paketin adı her ne kadar bisküvit olsa da halk arasında “püskevit” olarak da söyleniyormuş, biraz siyasi biraz milli biraz ulusal, muhafazakar katkılı, sosyal demokrasiyi de ucundan bucağından eklemiş, püskevit çorbası gibi bir paket. Püskevitin de çorbası mı olurmuş demeyin, olur olur…bu memlekette nelerden ne çorbalar yapıldı, bi püskevit eksikti ondan da olur. Yalnız bu paketi aldığınızda her an karşınıza “ben bilmem kim, ben yaparım” diye işkembei kübradan desteksiz atan, “one minute” diye her canı sıkıldığında sizin önünüze geçip durdurmaya çalışan, ya da “nerde benim püskevitim” diye bağırmaktan sesi kısılmış bir zatı muhterem ile karşılaşabilirsiniz. Aslında eğlenceli bi paket, aynı zamanda akıllara ziyan da bir paket. Deliye çıkarsınız alim allah… Kararı, ölçüsü yok bu çorba paketin, bu nedenle şifre de dayanmıyor. Medyamız “anahtaru bendedur” diye eğleniyor, valla çok şüpheleniyorum ben, en son şifre medyanın elinde galiba. Hadi şifreyi buldunuz diyelim, veryansın ettiniz, yazdınız, yorumladınız… sansür tokmağını yersiniz kafanıza, bak demedi demeyin.
Benden şimdilik bu kadar…yeni paketlerle her an karşınıza çıkabilirim.
Sansür paketleri..versiyon versiyon…indirbindir.kom
Bi Not: Yazar Yurtsan Atakan, Akşam Gazetesi'ndeki köşesinde; 10 yıldır İnternete uygulanan sansür niteliğindekhttp://www.blogger.com/img/blank.gifi uygulamaları sıralayarak, medyanın bu konudaki sessizliğine tepki göstermiş ve BTK’na yeni "sansür paketleri" önerilerinde bulunmuş.
İnternet'e sansür paketi önerileri
Ben de paketlere katkıda bulunayım istemiştim, valla başka bir niyetim yoktu…satış matış da yapmıyorum. Neme lazım, alır götürürler felan…
Bağlantıdaki formu doldurmadan internet sansür paketlerine üye olamazsınız...(kaynak - penguen)
Anneler Günü’nden nefret ediyorum
Anneler Günü’nü kutlayanlara, annelerine şiirler yazanlara, methiyeler düzenlere, “ana gibi yar bağdat gibi diyar olmaz” klasiğine, annesinin yaptığı böreği övenlere, annesine ne hediye aldığını ballandıra ballandıra anlatanlara, “anacağım anacağım sen bitanesin, senin yerin bambaşka, sen başımızın tacısın” diyenlere, elinde bir çiçek annesini ziyarete gidenlere, hele hele anneyi yanına alıp kahvaltıya, yemeğe götürenlere…
Çok fena görünesim var bugün. Anneler Günü geldi ya, benim de hey heyler geldi yine…
Elimde değil napim, dayanamıyorum…Bir kıskançlık mı bu derseniz kesinlikle değil…
Sadece öfke!
Sadece hırçınlaşma!
Ağlayamıyorum bile, donup kalıyorum…
Ben, 25 senedir Anneler Günü’nden nefret ediyorum…evet evet yanlış duymadınız, nefret dedim.
Yine bir Anneler Günü idi…bir gün öncesinde yufkalar alınmış, anne börekleri yapılmış, elmalı turta itina ile hazırlanmıştı. Rahmetli annem, bir gün öncesinden anneler günü heyecanına kapılmış, evlatlar gelecek diye evlatlarının sevdiklerini dizmişti mutfak tezgahının üzerine.
Daha bir hafta öncesinde “kızım sırtımda bir ağrı var, bir saplanıyor bir çıkıyor” dediğinde doktora gidilmiş, doktor önemli bir şey olmadığını söyleyip göndermişti bizi. “Anacım yaşlanıyorsun artık, olacak böyle ağrılar, yemene içmene dikkat et” demiştim.
“Yorgunum, çok yorgun hissediyorum kendimi” dedi.
Hatta kızmıştım ona…benim o sıralar 3 yaşında olan oğluma “bakacak halim yok artık, eğilip doğrulamıyorum bile, kreşe filan ver” dediğinde. Halbuki kızımı taa ki 9 yaşına kadar o büyütmüştü. Canıydı, ciğeriydi, pamuğuydu onun.
Ne nankörlükmüş benimkisi, öyle çok üzülüyorum ki… O’na kızdığıma, öyle pişmanım ki…hala içim sızlıyor.
Ne olur affet anacım beni…
Anneler Günü sabahında keyifle yapıldı kahvaltılar, börekler, turtalar neşeyle yenildi.
Her zaman çok şık, her zaman çok bakımlıydı benin annem. Parlak, lame bir kemer takmıştı, eteği ile bluzunun üstüne…”ne kadınsın, nerden de bulursun bu süslü püslü şeyleri” demiştim, gülüşmüştük. Severdi güzel giyinmeyi ve beğenilmeyi.
63 yaşındaydı, ama dinç görünümlüydü, yaşlanıyorsun artık dediğimde çok kızardı bana.
Bilemezdim ki…
Biz gittikten sonra o sırtındaki ağrının göğsüne yayılacağını, rahmetli babamın çaresizlik içinde bizi arayacağını, ambulansa bindirip hastahaneye götürüleceğini.
Bir Anneler Günü’nde annemi sonsuz yolculuğuna uğurlayacağımı…
Bilemezdim ki… bilsem bırakırmıydım O’nu hiç.
Halbuki daha birkaç saat öncesinde, ne kadar da güzel gülüyordu, sevinçliydi, çok mutluydu…Anneler günü diye gururluydu. Evlatlar ve torunlar hep bir aradaydı.
.
.
.
.
Ne olur bana “anneler gününüz kutlu olsun” demeyin…
Ben her anneler günü yastayım…
Ben her anneler gününde hırçınım, öfkeliyim…
Anneler Günü’nü sevmiyorum ben, gelsin istemiyorum…
Aahh, ah!... Annem, annem, nurlar içinde yatan annem...
Çok fena görünesim var bugün. Anneler Günü geldi ya, benim de hey heyler geldi yine…
Elimde değil napim, dayanamıyorum…Bir kıskançlık mı bu derseniz kesinlikle değil…
Sadece öfke!
Sadece hırçınlaşma!
Ağlayamıyorum bile, donup kalıyorum…
Ben, 25 senedir Anneler Günü’nden nefret ediyorum…evet evet yanlış duymadınız, nefret dedim.
Yine bir Anneler Günü idi…bir gün öncesinde yufkalar alınmış, anne börekleri yapılmış, elmalı turta itina ile hazırlanmıştı. Rahmetli annem, bir gün öncesinden anneler günü heyecanına kapılmış, evlatlar gelecek diye evlatlarının sevdiklerini dizmişti mutfak tezgahının üzerine.
Daha bir hafta öncesinde “kızım sırtımda bir ağrı var, bir saplanıyor bir çıkıyor” dediğinde doktora gidilmiş, doktor önemli bir şey olmadığını söyleyip göndermişti bizi. “Anacım yaşlanıyorsun artık, olacak böyle ağrılar, yemene içmene dikkat et” demiştim.
“Yorgunum, çok yorgun hissediyorum kendimi” dedi.
Hatta kızmıştım ona…benim o sıralar 3 yaşında olan oğluma “bakacak halim yok artık, eğilip doğrulamıyorum bile, kreşe filan ver” dediğinde. Halbuki kızımı taa ki 9 yaşına kadar o büyütmüştü. Canıydı, ciğeriydi, pamuğuydu onun.
Ne nankörlükmüş benimkisi, öyle çok üzülüyorum ki… O’na kızdığıma, öyle pişmanım ki…hala içim sızlıyor.
Ne olur affet anacım beni…
Anneler Günü sabahında keyifle yapıldı kahvaltılar, börekler, turtalar neşeyle yenildi.
Her zaman çok şık, her zaman çok bakımlıydı benin annem. Parlak, lame bir kemer takmıştı, eteği ile bluzunun üstüne…”ne kadınsın, nerden de bulursun bu süslü püslü şeyleri” demiştim, gülüşmüştük. Severdi güzel giyinmeyi ve beğenilmeyi.
63 yaşındaydı, ama dinç görünümlüydü, yaşlanıyorsun artık dediğimde çok kızardı bana.
Bilemezdim ki…
Biz gittikten sonra o sırtındaki ağrının göğsüne yayılacağını, rahmetli babamın çaresizlik içinde bizi arayacağını, ambulansa bindirip hastahaneye götürüleceğini.
Bir Anneler Günü’nde annemi sonsuz yolculuğuna uğurlayacağımı…
Bilemezdim ki… bilsem bırakırmıydım O’nu hiç.
Halbuki daha birkaç saat öncesinde, ne kadar da güzel gülüyordu, sevinçliydi, çok mutluydu…Anneler günü diye gururluydu. Evlatlar ve torunlar hep bir aradaydı.
.
.
.
.
Ne olur bana “anneler gününüz kutlu olsun” demeyin…
Ben her anneler günü yastayım…
Ben her anneler gününde hırçınım, öfkeliyim…
Anneler Günü’nü sevmiyorum ben, gelsin istemiyorum…
Aahh, ah!... Annem, annem, nurlar içinde yatan annem...
Derin Devlet ve Derin PKK, kaos için yine elele
Biz “güzel şeyler olacak” diye daha çok bekleriz…Kim bilir belki de Aysel Tuğluk "çok kötü şeyler olacak" derken doğruyu söylüyor.
Kısa bir süre öncesinde dağda 7 PKK’lının çatışmada öldürülmesi ve hemen sonrasında Başbakan’ın koruma ekibine PKK tarafından yapılan saldırıda 1 polisin şehit olmasını, kimi çevrelerin idda ettiği gibi bir misilleme olduğunu düşünmüyorum. Çünkü böyle düşünülmesini isteyen, seçim öncesi yine kaos planlayan birilerinin var olduğunu artık çocuklar bile öğrendi.
Amaç Ak Parti iktidar olmasın da ne olursa olsun…Bir CHP-MHP koalisyonu için, derin yapıların ucuz planlarından başka bir şey değil.
Referandum’dan hayır oyu çıkaramadılar, şimdi seçimleri sabote etmeye başladılar. Reşadiye’de, Hatay’da, İnegöl’de hep onlar vardı…daha eskilerine gitmiyorum, zira kaos yaratma tarihçesi bir haylı uzun. Şimdi de seçimlerin demokratik bir ortamda sakin geçmesi derin yapıların işine gelmediği gibi, PKK da şiddetsiz, terörsüz bir ortamda tabanını kaybeder. Bu nedenle acilen bir kaos planını devreye sokulmalıydı…Başbakan’ın konvoyunu seçtiler.
Bu derin yapılar her daim var…devletin içinde, PKK’nın içinde ve hatta Ak Parti’nin içinde!
Üstelikte ortaklaşa bir derin yapılanma var!
AK parti’nin de seçim öncesi MHP oylarına ulaşabilme dürtüsüyle, milliyetçi eğilimler göstermesi, statükoya yakınlaşması, Kürt sorununa ilişkin çözümleri ertelemesi, en önemlisi de yeni anayasayı seçim sonrasına kodlaması kaos yaratıcılara fırsat sağladı.
Devletin içine odaklanmış derin şahinlerle, PKK içindeki radikal şahinlerin arayıpta bulamadıkları ortamı, sağolsun Ak Parti elleriyle ikram ediyor. Kendi içindeki milliyetçi muhafazakar kesimler de boş durmuyor tabii ki.
PKK’nın derdi tasfiye olmaktan kurtulmak, çünkü barış ve demokratik siyasi süreçler içerisinde bu tip örgütler yaşayamıyor, bu tip bir ortam PKK’lı şahinlerin işine gelmiyor. Demokratik alan büyümemeli ki dağdaki meşruiyetini koruyabilsin. Ayrıca işin ucunda milyonlarca dolarlık ranttan olmak da var. PKK kendi içinde ikiye bölünmüş durumda, Öcalan’ı ise bence her iki kesimin de taktığı yok. Öcalan sadece hayatını kurtarmak peşinde.
Aysel Tuğluk’un “çok kötü şeyler olacak” duygusallığının altında yatan olgu ise aslında iç yapılarındaki bu karmaşa ve korku.
Devletin içindeki derin çeteler de AK Parti iktidarına savaş açmış durumda. Bu anlamda PKK’nın derinleri ile yıllardan beri yaptıkları gibi ortak hareket etmekte bir sakınca görmüyorlar. Ya birlikte hareket edeceklar ya da demokraik süreç geliştikçe birlikte yok olacaklar…Derin adamlar bunun farkındalar.
Amaçları ortak bu derin yapılar, yıllardan beri kaos yaratıyorlar…derin devlet ile derin PKK birbirlerini adeta esir almışlar!
AK Parti ve CHP, meydanlarda oy hesabı ile ucuz didişmeler yaparken, olan yine ölenlere yine analara oluyor. Kürt sorunu da demokrasi sorunu da daha bir çözümsüzlüğe gidiyor. Hele ki AK Parti’nin içinde öyle bir derin yapılanma var ki, Kürt düşmanlığı ile öne plana çıkıyorlar. Başbakan bile kendi partisi içindeki bu derin yapılanmayı çözemedi.
Yine seçim öncesi, yine hava puslu…bu derin işbirlikler ortaya çıkarılmadığı müddetçe de bu pus dağılmaz, bu kaos ortamı bitmez.
Biz “güzel şeyler olacak” diye daha çok bekleriz…Kim bilir belki de Aysel Tuğluk "çok kötü şeyler olacak" derken doğruyu söylüyor.
Kısa bir süre öncesinde dağda 7 PKK’lının çatışmada öldürülmesi ve hemen sonrasında Başbakan’ın koruma ekibine PKK tarafından yapılan saldırıda 1 polisin şehit olmasını, kimi çevrelerin idda ettiği gibi bir misilleme olduğunu düşünmüyorum. Çünkü böyle düşünülmesini isteyen, seçim öncesi yine kaos planlayan birilerinin var olduğunu artık çocuklar bile öğrendi.
Amaç Ak Parti iktidar olmasın da ne olursa olsun…Bir CHP-MHP koalisyonu için, derin yapıların ucuz planlarından başka bir şey değil.
Referandum’dan hayır oyu çıkaramadılar, şimdi seçimleri sabote etmeye başladılar. Reşadiye’de, Hatay’da, İnegöl’de hep onlar vardı…daha eskilerine gitmiyorum, zira kaos yaratma tarihçesi bir haylı uzun. Şimdi de seçimlerin demokratik bir ortamda sakin geçmesi derin yapıların işine gelmediği gibi, PKK da şiddetsiz, terörsüz bir ortamda tabanını kaybeder. Bu nedenle acilen bir kaos planını devreye sokulmalıydı…Başbakan’ın konvoyunu seçtiler.
Bu derin yapılar her daim var…devletin içinde, PKK’nın içinde ve hatta Ak Parti’nin içinde!
Üstelikte ortaklaşa bir derin yapılanma var!
AK parti’nin de seçim öncesi MHP oylarına ulaşabilme dürtüsüyle, milliyetçi eğilimler göstermesi, statükoya yakınlaşması, Kürt sorununa ilişkin çözümleri ertelemesi, en önemlisi de yeni anayasayı seçim sonrasına kodlaması kaos yaratıcılara fırsat sağladı.
Devletin içine odaklanmış derin şahinlerle, PKK içindeki radikal şahinlerin arayıpta bulamadıkları ortamı, sağolsun Ak Parti elleriyle ikram ediyor. Kendi içindeki milliyetçi muhafazakar kesimler de boş durmuyor tabii ki.
PKK’nın derdi tasfiye olmaktan kurtulmak, çünkü barış ve demokratik siyasi süreçler içerisinde bu tip örgütler yaşayamıyor, bu tip bir ortam PKK’lı şahinlerin işine gelmiyor. Demokratik alan büyümemeli ki dağdaki meşruiyetini koruyabilsin. Ayrıca işin ucunda milyonlarca dolarlık ranttan olmak da var. PKK kendi içinde ikiye bölünmüş durumda, Öcalan’ı ise bence her iki kesimin de taktığı yok. Öcalan sadece hayatını kurtarmak peşinde.
Aysel Tuğluk’un “çok kötü şeyler olacak” duygusallığının altında yatan olgu ise aslında iç yapılarındaki bu karmaşa ve korku.
Devletin içindeki derin çeteler de AK Parti iktidarına savaş açmış durumda. Bu anlamda PKK’nın derinleri ile yıllardan beri yaptıkları gibi ortak hareket etmekte bir sakınca görmüyorlar. Ya birlikte hareket edeceklar ya da demokraik süreç geliştikçe birlikte yok olacaklar…Derin adamlar bunun farkındalar.
Amaçları ortak bu derin yapılar, yıllardan beri kaos yaratıyorlar…derin devlet ile derin PKK birbirlerini adeta esir almışlar!
AK Parti ve CHP, meydanlarda oy hesabı ile ucuz didişmeler yaparken, olan yine ölenlere yine analara oluyor. Kürt sorunu da demokrasi sorunu da daha bir çözümsüzlüğe gidiyor. Hele ki AK Parti’nin içinde öyle bir derin yapılanma var ki, Kürt düşmanlığı ile öne plana çıkıyorlar. Başbakan bile kendi partisi içindeki bu derin yapılanmayı çözemedi.
Yine seçim öncesi, yine hava puslu…bu derin işbirlikler ortaya çıkarılmadığı müddetçe de bu pus dağılmaz, bu kaos ortamı bitmez.
Biz “güzel şeyler olacak” diye daha çok bekleriz…Kim bilir belki de Aysel Tuğluk "çok kötü şeyler olacak" derken doğruyu söylüyor.
1 May 2011
Behzat Ç.’yi çok seviyom la...
Psikolojisi travmalı da olsa, onca darbeye rağmen hayatı çok ciddiye almayan ama hayatın içinden langır lungur bir adam.
Argo konuşuyor, ağzından küfür düşmüyor, maço mu maço, suratında karanlık bir ifade, ama bir o kadar da doğal, o kadar içten ve o kadar da yürekli.
Bu hırpani başkomiser, Behzat Ç…bir dizi kahramanı, bir fenomen ama sahici bir fenomen.
Başka dizilerdeki yapay aşklar, entrikalar, sosyete, yıkılmışlıklar, kasım kasım kasılmalar yok bu dizide. Emrah Serbes'in “her temas iz bırakır” ve “son hafriyat” romanlarının kahramanı Behzat Ç. romanlardan olduğu gibi diziye yansıtılmış. Son zamanlardaki en gerçekçi dizi, küfürlerini bile seviyorum la…
Ya onca maçoluğun arkasındaki yüreğe ne demeli? Harbi bir adam bu Behzat Ç…vicdanlı, kadına saygılı, sevgili, çok insan.
Behzat Ç. gerçek ama diğer karakterler de en az onun kadar gerçek… Harun, Akbaba, Hayalet, Savcı Esra, Bahar, Şule.
Behzat Ç. dizisi klasik bir polisiye değil zira alışıldık polisiye dizilerin sınırlarını zorluyor. Tüm dizi karakterleri alengirli sözler sarfetmeden, filozofça diyologlar kurmadan, en doğal halleri ile varlar. Behzat Ç.’nin kendine has bir tarzı söz konusu, ABD özentisi değil, ben bunu çok takdir ediyorum. Yönetmen iyi bir iş çıkarmış.
Argo söylemler, akılcı ve çok komik espriler, doğal davranışlar, kadın-erkek ilişkilerindeki naif göndermeler, politik mesajlar, polis teşkilatı içindeki çekişmeler…tüm bunlar o kadar sahici işleniyor ki, son zamanların en çok izlenen dizisi olmaya aday.
Bir de işin Ankara yönü var…diziyi sevmemdeki nedenlerden birisi de bu. Bölümdeki mekanlar, sokaklar, Çankaya, Karum, ODTÜ, Tunalı, Sakarya, Ulus…hatıralarımdan diziye yerleşmiş, bir bir karşıma çıkıyorlar. Merakla ve özlemle izliyorum.
Savcı Esra…hayranım o kadına. Geçtiğimiz bölümde öyle bir laf etti ki!...
“Dünya'nın ekseni yerinden oynadı Behzat, 12 santim kaydı, sen bana 1 santim yaklaşmadın... mutsuz olalım, ben seninle mutsuzluğa da varım'' sözleri ile favorim oldu.
Eskiden dizilere çok fazla takılmıyordum, ancak Behzat Ç’nin hastası oldum, her Pazar akşamını iple çekiyorum.
Hele şu sahne yok mu… bi sus bi izle la…
İz Bırakanlar Unutulmaz - Behzat Ç. 30. Bölüm sonundan
Argo konuşuyor, ağzından küfür düşmüyor, maço mu maço, suratında karanlık bir ifade, ama bir o kadar da doğal, o kadar içten ve o kadar da yürekli.
Bu hırpani başkomiser, Behzat Ç…bir dizi kahramanı, bir fenomen ama sahici bir fenomen.
Başka dizilerdeki yapay aşklar, entrikalar, sosyete, yıkılmışlıklar, kasım kasım kasılmalar yok bu dizide. Emrah Serbes'in “her temas iz bırakır” ve “son hafriyat” romanlarının kahramanı Behzat Ç. romanlardan olduğu gibi diziye yansıtılmış. Son zamanlardaki en gerçekçi dizi, küfürlerini bile seviyorum la…
Ya onca maçoluğun arkasındaki yüreğe ne demeli? Harbi bir adam bu Behzat Ç…vicdanlı, kadına saygılı, sevgili, çok insan.
Behzat Ç. gerçek ama diğer karakterler de en az onun kadar gerçek… Harun, Akbaba, Hayalet, Savcı Esra, Bahar, Şule.
Behzat Ç. dizisi klasik bir polisiye değil zira alışıldık polisiye dizilerin sınırlarını zorluyor. Tüm dizi karakterleri alengirli sözler sarfetmeden, filozofça diyologlar kurmadan, en doğal halleri ile varlar. Behzat Ç.’nin kendine has bir tarzı söz konusu, ABD özentisi değil, ben bunu çok takdir ediyorum. Yönetmen iyi bir iş çıkarmış.
Argo söylemler, akılcı ve çok komik espriler, doğal davranışlar, kadın-erkek ilişkilerindeki naif göndermeler, politik mesajlar, polis teşkilatı içindeki çekişmeler…tüm bunlar o kadar sahici işleniyor ki, son zamanların en çok izlenen dizisi olmaya aday.
Bir de işin Ankara yönü var…diziyi sevmemdeki nedenlerden birisi de bu. Bölümdeki mekanlar, sokaklar, Çankaya, Karum, ODTÜ, Tunalı, Sakarya, Ulus…hatıralarımdan diziye yerleşmiş, bir bir karşıma çıkıyorlar. Merakla ve özlemle izliyorum.
Savcı Esra…hayranım o kadına. Geçtiğimiz bölümde öyle bir laf etti ki!...
“Dünya'nın ekseni yerinden oynadı Behzat, 12 santim kaydı, sen bana 1 santim yaklaşmadın... mutsuz olalım, ben seninle mutsuzluğa da varım'' sözleri ile favorim oldu.
Eskiden dizilere çok fazla takılmıyordum, ancak Behzat Ç’nin hastası oldum, her Pazar akşamını iple çekiyorum.
Hele şu sahne yok mu… bi sus bi izle la…
İz Bırakanlar Unutulmaz - Behzat Ç. 30. Bölüm sonundan
Etiketler:
Behzat Ç,
Behzat Ç 30.bölüm,
diziler,
tv dizi
Açalım bir kanal, Van Gölü’nden Marmara’ya
Hatta; 2023 vizyonuna Ortadoğu ülkelerini de dahil edelim. Çek bir kanal da Süveyşe’e birleş, oradan ver elini Hint Okyanusu...hep birlikte vizyon sahibi olalım, hazır diktatörlükler bir bir yıkılıyorken, hayalimizi daha da genişletelim.
Hayali Küçük Ali’ler ülkesi olalım…bizim prenseslerden prenslerden neyimiz eksik. Bak nasıl da aldı gül gibi halk kızını İngiliz prenses, aval aval seyrettim, masal gibiydi valla.
İstanbul kanalımız neden olmasın, olsun…bölünsün İstanbul, bir kısrak başı gibi uzansın, pardon o Akdeniz’e uzanmayla ilgiliydi galiba, karıştırdım…bugün sarhoş atlar ülkesine uyandım da.
İstemezüüükk !…’hayaller değil realiteler gerek bize’, hımm…hem de Tayyip Erdoğan, hemi de Ak Parti…valla torunlarıma hayrı olacaksa bile istemezüükkk, değilmi ki bunların eli değdi, hiç istemezük, neme lazım…durduk yerde icat çıkartmayın başımıza.
Böyle çılgın icatlar çıkardıkça, memlekette herkes mimar, herkes kent planlamacı, herkes deprem uzmanı oluyor, çeneler açılıyor, sustururabilene aşk olsun. Oldum olası gevezelere antipatim var zaten, başım iyice dönüyor, kulaklarım uğulduyor, tıpkı sarhoş atlar gibiyim.
Böyyük, en böyyük biz olalım, çok güzel, harika…medeni olalım, Dubai gibi olalım, aman ha Dubai gibi iflas etmeden ama. Onların emmileri zengin, kurtardılar, bizim zengin emmimiz de yok, emperyalist güçler ham eder bizi valla. İlahi Ayhan, bak bu noktada seni anımsadım. Gülmeyim şimdi, ciddi ciddi yazıyorum şurada.
Gerçekten ciddiyim, bakmayın ti’ye aldığıma, bize ne kanallar lazım daha. Dedim ya Van gölünden başlatalım, salla sallayabildiğin kadar, nereye uzanırsa…insanlık adına, barış adına, medeniyet dediğin tek kişi kalmış canavara inat, medenilik nasıl olurmuş gösterelim tüm dünyaya. Gerçekten takdir ediyorum, sonunu düşünen kahraman olamaz demiş ya Polat Alemdar, cesaret ister öyle İstanbul’un yanına bir yeni İstanbul kurmak, sonunda ne olur diye düşünürsek bi adam olamayız biz.
Elbette büyük ve de en çılgın projeleri üretelim, uygulayalım, kaynağanı da bulalım ama… buluruz değil mi? evel allah, sonra da allah. İnsanımızı yaşatalım ki devletlü hünkarlarımız da çok yaşasın, valideler ağlamasın, hepimiz kalkınalım, yoksulluk bitsin, herkese iş gelsin, tencereler fokurdasın, açlık kalmasın. Henüz Boğaz sefası nedir bilmeyen kadınlar, bebeler de nasiplensin, kanal görsünler…
Ancaaak;
”Gelir eşitsizliği en yüksek üç ülkeden biri olmak, bebek ölümlerinde birinci sırada olmak, her yüz kişiden 44’ünün çalışıp 66’sının bu çalışanlardan geçindiği ülke olmak, yoksulluk oranında baş sıralara oynamak, dünyada çocuğa sekiz bin dolar zorunlu eğitim harcaması ayıranlara karşın çocuk için sadece bin küsür dolara kıymak, dünyada birbirine en güvenmeyen insanların ülkesi olmak, yolsuzlukta 11.sırada olmak” gibi figürleri de Kanal İstanbul’un önüne takalım, bayrak niyetine!
Neredeyse milat öncesi bir tarihten bahseder gibi bahsettiğimiz GAP’ı da artık Van Gölü’nden çıkan kanala bağlarız, yazık olmasın diye, bunca yıldır milyar dolarlar harcanıp daha hala bir arpa boyu yol alınamayan, gaptırılamaz projemize.
Mezralarda doğup, büyüyüp, hayatında keleş sesinden, bomba gümbürtüsünden başka bir ses duymamış, değil Boğazda’ki martıları sadece savaş uçaklarını kuş olarak düşlemiş, nan yanına peyvaz katık etmiş bebelerin de hakkı değil mi?...kanal sefası yapsın, bi kerecik de olsun hamburger yesin, avm görsün, çocuk tiyatrosuna gitsin, rengarenk oyun parklarındaki kaydıraklardan süzülsün…
Açalım bi kanal da Van Gölü’nden Marmara’ya, Ege’ye, Akdeniz’e, madem çılgınız, madem paramız var…batısı da doğusu da kalkınsın, hayalimizi büyütelim, çılgınlığımıza çılgınlık katalım.
Sarhoş atlar memleketine uyandım bugün…bir kanal açasım var, çılgın mı çılgın bir projem var.
Olmaz mı?
Hayali Küçük Ali’ler ülkesi olalım…bizim prenseslerden prenslerden neyimiz eksik. Bak nasıl da aldı gül gibi halk kızını İngiliz prenses, aval aval seyrettim, masal gibiydi valla.
İstanbul kanalımız neden olmasın, olsun…bölünsün İstanbul, bir kısrak başı gibi uzansın, pardon o Akdeniz’e uzanmayla ilgiliydi galiba, karıştırdım…bugün sarhoş atlar ülkesine uyandım da.
İstemezüüükk !…’hayaller değil realiteler gerek bize’, hımm…hem de Tayyip Erdoğan, hemi de Ak Parti…valla torunlarıma hayrı olacaksa bile istemezüükkk, değilmi ki bunların eli değdi, hiç istemezük, neme lazım…durduk yerde icat çıkartmayın başımıza.
Böyle çılgın icatlar çıkardıkça, memlekette herkes mimar, herkes kent planlamacı, herkes deprem uzmanı oluyor, çeneler açılıyor, sustururabilene aşk olsun. Oldum olası gevezelere antipatim var zaten, başım iyice dönüyor, kulaklarım uğulduyor, tıpkı sarhoş atlar gibiyim.
Böyyük, en böyyük biz olalım, çok güzel, harika…medeni olalım, Dubai gibi olalım, aman ha Dubai gibi iflas etmeden ama. Onların emmileri zengin, kurtardılar, bizim zengin emmimiz de yok, emperyalist güçler ham eder bizi valla. İlahi Ayhan, bak bu noktada seni anımsadım. Gülmeyim şimdi, ciddi ciddi yazıyorum şurada.
Gerçekten ciddiyim, bakmayın ti’ye aldığıma, bize ne kanallar lazım daha. Dedim ya Van gölünden başlatalım, salla sallayabildiğin kadar, nereye uzanırsa…insanlık adına, barış adına, medeniyet dediğin tek kişi kalmış canavara inat, medenilik nasıl olurmuş gösterelim tüm dünyaya. Gerçekten takdir ediyorum, sonunu düşünen kahraman olamaz demiş ya Polat Alemdar, cesaret ister öyle İstanbul’un yanına bir yeni İstanbul kurmak, sonunda ne olur diye düşünürsek bi adam olamayız biz.
Elbette büyük ve de en çılgın projeleri üretelim, uygulayalım, kaynağanı da bulalım ama… buluruz değil mi? evel allah, sonra da allah. İnsanımızı yaşatalım ki devletlü hünkarlarımız da çok yaşasın, valideler ağlamasın, hepimiz kalkınalım, yoksulluk bitsin, herkese iş gelsin, tencereler fokurdasın, açlık kalmasın. Henüz Boğaz sefası nedir bilmeyen kadınlar, bebeler de nasiplensin, kanal görsünler…
Ancaaak;
”Gelir eşitsizliği en yüksek üç ülkeden biri olmak, bebek ölümlerinde birinci sırada olmak, her yüz kişiden 44’ünün çalışıp 66’sının bu çalışanlardan geçindiği ülke olmak, yoksulluk oranında baş sıralara oynamak, dünyada çocuğa sekiz bin dolar zorunlu eğitim harcaması ayıranlara karşın çocuk için sadece bin küsür dolara kıymak, dünyada birbirine en güvenmeyen insanların ülkesi olmak, yolsuzlukta 11.sırada olmak” gibi figürleri de Kanal İstanbul’un önüne takalım, bayrak niyetine!
Neredeyse milat öncesi bir tarihten bahseder gibi bahsettiğimiz GAP’ı da artık Van Gölü’nden çıkan kanala bağlarız, yazık olmasın diye, bunca yıldır milyar dolarlar harcanıp daha hala bir arpa boyu yol alınamayan, gaptırılamaz projemize.
Mezralarda doğup, büyüyüp, hayatında keleş sesinden, bomba gümbürtüsünden başka bir ses duymamış, değil Boğazda’ki martıları sadece savaş uçaklarını kuş olarak düşlemiş, nan yanına peyvaz katık etmiş bebelerin de hakkı değil mi?...kanal sefası yapsın, bi kerecik de olsun hamburger yesin, avm görsün, çocuk tiyatrosuna gitsin, rengarenk oyun parklarındaki kaydıraklardan süzülsün…
Açalım bi kanal da Van Gölü’nden Marmara’ya, Ege’ye, Akdeniz’e, madem çılgınız, madem paramız var…batısı da doğusu da kalkınsın, hayalimizi büyütelim, çılgınlığımıza çılgınlık katalım.
Sarhoş atlar memleketine uyandım bugün…bir kanal açasım var, çılgın mı çılgın bir projem var.
Olmaz mı?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)