içim kanıyor çocuk!
senin
kaderin
çizilmiş
çocuk
çöpten meyve toplayan ellerine
yazmışlar
silmişler
yok etmişler
geleceğini
çöpteki meyveye
ipotek etmişler çocuk
meyveyi sev çocuk
memleketini yine de sev çocuk!
eline çöpteki meyveyi verenler utansın
sen asla utanma çocuk!
sen ara sokaklarda kaybolma
ÇOCUK!
sen de taze meyve yiyeceksin
sakın umudunu yitirme
ÇOCUK!
çöpün içindeki ellerin
içimi kanatıyor
ÇOCUK!
Ç O C U K !
30 Eyl 2009
Eyvah Çin geliyor!(amma da nazlandılar)
Tüm dünyayı çakma mallarla doldurdular… “Hereke” diye kasaba bile kurdular, Hereke halısı üretmek için. Ferrari'nin, Mercedes'in çakmasını yaptılar. Milyonlarca Çinli dünya sokaklarında dolaşıyor, elini sallasan Çinli’ye çarpıyor. Amerika’nın gölgesi gibiler, Amerika nerede Çin orada…New York Borsası Çin’e hizmet ediyor.
Çekik gözlüler 30 yıldır hazırlanıyorlar…dünyanın dört bir yanına okuma, araştırma v.s için gittiler, saz çalan ağustos böceğine inat karıncalar gibi, hiç durmadan çalıştılar.
İnsan hakları ihlalleri nedeni ile tüm dünyadan tepki alıyorlar ama çekik gözlülerin var bir bildiği ki, dünyayı kaale bile almıyorlar.
2008’de, Amerika ve Avrupa’da finansal krizin çanları çalarken, dev bankalar, finans şirketleri bir bir batarken, onlar Pekin Olimpiyatları'nın şaşaalı açılış töreninde tüm dünya ile resmen dalga geçtiler…siz halinize yanın, bakın biz neler yapabiliyoruz dercesine.
Ya komşusu Hindistan… sokaklarındaki öküzleri bile değerlendi. Yıllar öncesinin o sefalet içindeki Hindistanı bugün dünyanın bilgisayar, yazılım, arge devi haline geldi. Dünyanın dört bir yanında şirketler satın alıyorlar, tıp dünyası desen önlerinde eğiliyor. Dünyaya “akıl" satıyorlar.
Çin ve Hindistan, ekonomik ve siyasi işbirliği ile, 30 yıl öncesinden bugünün dünyasının ve ekonomisinin ne olacağını kestirdiler. İlk defa “Çindistan-Chindia” terimini kullanan da yine bir Hintli iktisatçı, Jairam Rameshe. Dünya nüfusunun yarıya yakınını oluşturan bu iki dev ekonomi, şimdilerde Amerika’nın ve Avrupa’nın krizden çıkış için gördükleri yegane çare. Yanlarına çekebilmek için IMF'de ki söz haklarını bile yeniden ayarlıyorlar, yeter ki Çin ve Hint sermayesi batıya aksın, yeter ki Çin ve Hint halkı tüketmeye başlasın, batının Çin'e ihracatı artsın, üretimleri değerlensin. Çin’in yıllarca ihracat yoğunluğu sonucu oluşan dış ticaret fazlasını dengelemek için de ithalata ihtiyacı var.
Artık batılılar, Çin’e, Hindistan’a akmaya başladı. Öğrenciler eğitim için Amerika yerine Çin’e gidiyorlar. Teknoloji, know-how, tıp alanlarında Hindistan’ın yegane güç olmasına çok az kaldı. Gelecek 50 yılda, dünya tek düzlem üzerinde olacaksa eğer, Çindistan bu düzlemin yegane unsuru. Çin ve Hindistan elele tutuştular, ekonomik ve stratejik ortaklıkla düzlemin temel dayanak noktaları haline geldiler.
Çin ve Hindistan, artık dünya ekonomisinin lokomotifi. Uzmanlar “krizden çıkış kesinlikle Asya ülkeleri sayesinde mümkün olacak” sözleriyle, Asya ekonomilerinin dünya ekonomisi için önemine değiniyorlar.
E tabiki biz de yerimizde saymıyoruz. Başbakanımız G-20 lerle birlikte boy göstere dursun, Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan da Çin kapılarına dayandı. 4 ay içinde 3 kez Çin’e gitmiş. Bakan, Çin’den Türkiye’ye yoğun ilgi ve talep olduğunu belirterek, "Çinliler, Türkiye'yi kendilerine partner olarak seçmiş durumdalar" diyor. Anlaşılan o dur ki “inanmak yolun yarısı eder” felsefesinden hareketle kendimizi biraz fazla hayale kaptırmış gibi görünsek de Çin’le ekonomik ilişkilerimiz çok da kötü sayılmaz.
Zafer Çağlayan, iki ülkenin birbirini yeterince tanımadığını, "Eyvah Çin geliyor" şeklindeki psikolojik baskıyla insanların kendilerini "Çin'den korumaya çalıştığını" ifade etmiş. İşin aslı, bizim de tüm batılılar gibi “ah keşke keşke Çinliler gelse” diye yanıp tutuşmakta olduğumuzdur. Çin’e 4 ayda 3 kez gitme nedeninin, Çinlilerin bize hayranlığı değil de tam tersi bizim “ah şu Çin yatırımlarından biz de nasibimizi alsak, Çin’e daha çok ihracat yapabilsek” arzusu olduğunu anlamamak mümkün değil. Bunu neden eviririz, çeviririz, açıkça söyleyemeyiz ki.
Sayın Bakan, arkasına da ekliyor, diyor ki "Fazla naz aşık usandırır". Çinliler nazlanmasın demeye getirmiş. Çin nazlanmasın da kim nazlansın...adamlar dünyanın bir numaralı ekonomisi haline geldiler.
Şimdi “Eyvah Çin geliyor” demeden, naz niyaz işlerini bir kenara bırakıp, ciddi anlamda Çindistan’la neler yapılabileceğinin ele alınması zamanıdır. Dünyanın ağırlık merkezi doğuya kayıyor, kaydı bile. Bu ağırlık merkezinin ismi Çindistan. Bizim de ağırlık merkezine doğru laf cambazlığı yapmadan direk dalış yapmamız gerekiyor.
Doğu ile Batı, tek düzlemde Türkiye’de buluşmalı! Çıkarın şu ekonomik milliyetçilik gözlüklerinizi artık!
Çekik gözlüler 30 yıldır hazırlanıyorlar…dünyanın dört bir yanına okuma, araştırma v.s için gittiler, saz çalan ağustos böceğine inat karıncalar gibi, hiç durmadan çalıştılar.
İnsan hakları ihlalleri nedeni ile tüm dünyadan tepki alıyorlar ama çekik gözlülerin var bir bildiği ki, dünyayı kaale bile almıyorlar.
2008’de, Amerika ve Avrupa’da finansal krizin çanları çalarken, dev bankalar, finans şirketleri bir bir batarken, onlar Pekin Olimpiyatları'nın şaşaalı açılış töreninde tüm dünya ile resmen dalga geçtiler…siz halinize yanın, bakın biz neler yapabiliyoruz dercesine.
Ya komşusu Hindistan… sokaklarındaki öküzleri bile değerlendi. Yıllar öncesinin o sefalet içindeki Hindistanı bugün dünyanın bilgisayar, yazılım, arge devi haline geldi. Dünyanın dört bir yanında şirketler satın alıyorlar, tıp dünyası desen önlerinde eğiliyor. Dünyaya “akıl" satıyorlar.
Çin ve Hindistan, ekonomik ve siyasi işbirliği ile, 30 yıl öncesinden bugünün dünyasının ve ekonomisinin ne olacağını kestirdiler. İlk defa “Çindistan-Chindia” terimini kullanan da yine bir Hintli iktisatçı, Jairam Rameshe. Dünya nüfusunun yarıya yakınını oluşturan bu iki dev ekonomi, şimdilerde Amerika’nın ve Avrupa’nın krizden çıkış için gördükleri yegane çare. Yanlarına çekebilmek için IMF'de ki söz haklarını bile yeniden ayarlıyorlar, yeter ki Çin ve Hint sermayesi batıya aksın, yeter ki Çin ve Hint halkı tüketmeye başlasın, batının Çin'e ihracatı artsın, üretimleri değerlensin. Çin’in yıllarca ihracat yoğunluğu sonucu oluşan dış ticaret fazlasını dengelemek için de ithalata ihtiyacı var.
Artık batılılar, Çin’e, Hindistan’a akmaya başladı. Öğrenciler eğitim için Amerika yerine Çin’e gidiyorlar. Teknoloji, know-how, tıp alanlarında Hindistan’ın yegane güç olmasına çok az kaldı. Gelecek 50 yılda, dünya tek düzlem üzerinde olacaksa eğer, Çindistan bu düzlemin yegane unsuru. Çin ve Hindistan elele tutuştular, ekonomik ve stratejik ortaklıkla düzlemin temel dayanak noktaları haline geldiler.
Çin ve Hindistan, artık dünya ekonomisinin lokomotifi. Uzmanlar “krizden çıkış kesinlikle Asya ülkeleri sayesinde mümkün olacak” sözleriyle, Asya ekonomilerinin dünya ekonomisi için önemine değiniyorlar.
E tabiki biz de yerimizde saymıyoruz. Başbakanımız G-20 lerle birlikte boy göstere dursun, Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan da Çin kapılarına dayandı. 4 ay içinde 3 kez Çin’e gitmiş. Bakan, Çin’den Türkiye’ye yoğun ilgi ve talep olduğunu belirterek, "Çinliler, Türkiye'yi kendilerine partner olarak seçmiş durumdalar" diyor. Anlaşılan o dur ki “inanmak yolun yarısı eder” felsefesinden hareketle kendimizi biraz fazla hayale kaptırmış gibi görünsek de Çin’le ekonomik ilişkilerimiz çok da kötü sayılmaz.
Zafer Çağlayan, iki ülkenin birbirini yeterince tanımadığını, "Eyvah Çin geliyor" şeklindeki psikolojik baskıyla insanların kendilerini "Çin'den korumaya çalıştığını" ifade etmiş. İşin aslı, bizim de tüm batılılar gibi “ah keşke keşke Çinliler gelse” diye yanıp tutuşmakta olduğumuzdur. Çin’e 4 ayda 3 kez gitme nedeninin, Çinlilerin bize hayranlığı değil de tam tersi bizim “ah şu Çin yatırımlarından biz de nasibimizi alsak, Çin’e daha çok ihracat yapabilsek” arzusu olduğunu anlamamak mümkün değil. Bunu neden eviririz, çeviririz, açıkça söyleyemeyiz ki.
Sayın Bakan, arkasına da ekliyor, diyor ki "Fazla naz aşık usandırır". Çinliler nazlanmasın demeye getirmiş. Çin nazlanmasın da kim nazlansın...adamlar dünyanın bir numaralı ekonomisi haline geldiler.
Şimdi “Eyvah Çin geliyor” demeden, naz niyaz işlerini bir kenara bırakıp, ciddi anlamda Çindistan’la neler yapılabileceğinin ele alınması zamanıdır. Dünyanın ağırlık merkezi doğuya kayıyor, kaydı bile. Bu ağırlık merkezinin ismi Çindistan. Bizim de ağırlık merkezine doğru laf cambazlığı yapmadan direk dalış yapmamız gerekiyor.
Doğu ile Batı, tek düzlemde Türkiye’de buluşmalı! Çıkarın şu ekonomik milliyetçilik gözlüklerinizi artık!
24 Eyl 2009
Darbe anayasası ile mi demokratik açılım yapacaksınız?
Yeni bir anayasa yapılmadan her kim ki demokratik açılımlardan söz ediyorsa…asla inanmayın!
Açılmaya çalıştıkça kapanıyoruz…çünkü biz halen sivil olmayan, bireyin demokratik hak ve özgürlüklerini, hukukun üstünlüğünü “öylesine” var sayan ve bireyin devletle değil, devletin bireyle nasıl anlaşacağını belirleyen daha doğrusu dayatan darbe ürünü bir anayasa ile yönetiliyoruz.
“Ama bu anayasa yüzde 92 gibi bir çoğunluğun onayladığı anayasa” diyenlerin sesini duymak zor değil. Evet bunca çoğunluğun kabullendiği bir anayasa da, başka amaları da var! Darbe nedeniyle “muhalefet” etme şansı var mıydı? Bizzat baş darbeci, anayasanın reklamını “ bu anayasaya hayır diyen vatan hainidir” sözleriyle yapmadı mı? Halkın, darbe yönetiminden bir an önce sivil yönetime geçme arzusunun oldu bittiye getirilmesi değil miydi?
Ve düşünün ki biz 27 yıldır böyle meşruiyeti tartışılır bir anayasa ile hakkımızı hukukumuzu elde etmeye, korumaya çalışıyoruz. Koruyamıyoruz! Böyle bir anayasa geçerli iken gerçekleştirilmeye çalışılan her “açılım” ister istemez açılmadan kapanmaya mahkumdur.
Nedir anayasa? “Birey ile devlet arasındaki hukuki sözleşme”…Birey devlete diyor ki “sen beni ancak bu şekilde yönetebilirsin, benim hakkım hukukumu bu şekilde koruyabilirsin, sen beni değil, ben seni bu şartlara göre kontrol edeceğim”… Bizim 1982 Anayasası bunun tam tersi…Devlet diyor ki "ben senin üstündeyim, seni ben bu koşullara göre kontrol ederim, yönetirim!”. Yani bireyin anayasa karşısında boynu kıldan ince ve kendini savunma hakkı yok. Halbuki anayasa dediğin; devletin, bireyin özgürlüğünü kontrolü mantığında mı kurgulanmalı, yoksa bireyin devleti kontrolü ve sınırlarını belirlemesi esas mı olmalı?
Dünya’da hangi gelişmiş ülkenin anayasası bir ideolojiye dayanır?...Anayasa dediğin ideolojiyi mi,yoksa bireyin hakkını hukukunu mu ön plana çıkartır? Anayasa eğer bir ideolojiyi ön plana alıyorsa, daha ilk maddesinden o ideolojinin dışındaki tüm bireyleri yok sayıyor demektir. Hal böyle olunca, o ülkede farklılıkları nasıl bir araya getireceksiniz? “Anayasal vatandaşlık” ideolojik ayırım gözetmez, alt kimlik, üst kimlik dayatması yapmaz. Anayasal vatandaşlık kavramında insanlar kimliklerine, ırkına göre ayrışmaz. Anasayal vatandaşlık esas ise kimsenin kimseye kalkıp “senin kimliğin şudur, sen aslında busun” diyemez, demeye hakkı olmamalıdır. Eğer diyorsa, o anayasa ideolojiktir, demokratik değildir.
İşte 1982 Anayasasının esası da budur…devletin insan için değil, insanın devlet için var olduğu”.
Biz şöyle büyük bir devletiz, böyle güçlüyüz, hatta en büyük biziz!...27 yıldır dünyadaki gelişmeleri göz ardı edip halen “biz bize” debelenip duruyoruz…Siyasi yetersizlik mi var? Evet, % 47 ye rağmen siyasi yetersizlik, cesaretsizlik, bukalemunluk var…nabza göre milliyetçi, nabza göre dinci, nabza göre demokrat…nabza göre şerbetçilik var!
Kapılarınız açılmadan bir bir kapanmaya mahkum, zira temel ve dayanaklar yanlış…
Hani nerede 5 yıl önce “yeni anayasa, sivil bir anayasa hazırlamak” ana görevimizdir diyenler? Onca çalışmalar yapıldı, herkes baş anayasa uzmanı kesilmişti. Nerede kaldı onca söylemler?...Şimdi herkes açılım uzmanı…kapalı anayasanın açılımcı elemanları!… “darbe ürünü ideolojik bir anayasa ile demokrasi yeşertmeye çalışıyorsunuz”…bu nasıl bir siyasi vizyonsuzluktur? Muhalefettekileri söz konusu bile etmiyorum, güç elden gidecek, statüko bozulacak diye dünyada eşi benzeri görülmemiş bir siyasi uslup veya uslupsuzluk içindeler…vizyon hepten yerlerde sürünüyor.
Demokratik, sadece insan haklarına saygılı değil tamamen “insan haklarına dayananan” ve yüzyıllarca Türkiye’yi, Türkiye’nin insanını devlete ezdiremeyecek bir anayasa çıkartabilmek için hiç mi ceseratiniz kalmadı? Bu kadar yeteneksiz misiniz?
Bugünün dünyasında, devletler artık ulus mühendisliği yapmayalı uzun yıllar oldu. İnsanların kimliği anayasa ile belirlenmiyor, keza dinler de anayasa ile belirlenmiyor…anayasa sadece “vatandaşlık” haklarını, hukunu, devletle arasındaki ilişkiyi belirliyor…bunu yaparken de ideolojileri değil, etnisiteyi değil, “insan” kimliğini ön plana alıyor.
Biz hala 66.maddedeki “Türk” kimliğini tartışıyoruz… “Yok efendim aslında bu madde kucaklayıcıymış, birleştiriciymiş, toparlayıcıymış, şöyle söylenirse daha doğruymuş”..v.s, v.s
Bizi toparlayacak tek unsur “anayasal vatandaşlıktır”…bunun dışındaki her madde dayatma ve zorlamadır.
66.maddenin yer almadığı bir anayasaya, sadece sivil değil, insan haklarına dayalı bir anayasaya ihtiyacımız var…hem de acilen.
Yeni bir anayasa yapılmadan her kim ki demokratik açılımlardan söz ediyorsa…asla inanmayın!
Açılmaya çalıştıkça kapanıyoruz…çünkü biz halen sivil olmayan, bireyin demokratik hak ve özgürlüklerini, hukukun üstünlüğünü “öylesine” var sayan ve bireyin devletle değil, devletin bireyle nasıl anlaşacağını belirleyen daha doğrusu dayatan darbe ürünü bir anayasa ile yönetiliyoruz.
“Ama bu anayasa yüzde 92 gibi bir çoğunluğun onayladığı anayasa” diyenlerin sesini duymak zor değil. Evet bunca çoğunluğun kabullendiği bir anayasa da, başka amaları da var! Darbe nedeniyle “muhalefet” etme şansı var mıydı? Bizzat baş darbeci, anayasanın reklamını “ bu anayasaya hayır diyen vatan hainidir” sözleriyle yapmadı mı? Halkın, darbe yönetiminden bir an önce sivil yönetime geçme arzusunun oldu bittiye getirilmesi değil miydi?
Ve düşünün ki biz 27 yıldır böyle meşruiyeti tartışılır bir anayasa ile hakkımızı hukukumuzu elde etmeye, korumaya çalışıyoruz. Koruyamıyoruz! Böyle bir anayasa geçerli iken gerçekleştirilmeye çalışılan her “açılım” ister istemez açılmadan kapanmaya mahkumdur.
Nedir anayasa? “Birey ile devlet arasındaki hukuki sözleşme”…Birey devlete diyor ki “sen beni ancak bu şekilde yönetebilirsin, benim hakkım hukukumu bu şekilde koruyabilirsin, sen beni değil, ben seni bu şartlara göre kontrol edeceğim”… Bizim 1982 Anayasası bunun tam tersi…Devlet diyor ki "ben senin üstündeyim, seni ben bu koşullara göre kontrol ederim, yönetirim!”. Yani bireyin anayasa karşısında boynu kıldan ince ve kendini savunma hakkı yok. Halbuki anayasa dediğin; devletin, bireyin özgürlüğünü kontrolü mantığında mı kurgulanmalı, yoksa bireyin devleti kontrolü ve sınırlarını belirlemesi esas mı olmalı?
Dünya’da hangi gelişmiş ülkenin anayasası bir ideolojiye dayanır?...Anayasa dediğin ideolojiyi mi,yoksa bireyin hakkını hukukunu mu ön plana çıkartır? Anayasa eğer bir ideolojiyi ön plana alıyorsa, daha ilk maddesinden o ideolojinin dışındaki tüm bireyleri yok sayıyor demektir. Hal böyle olunca, o ülkede farklılıkları nasıl bir araya getireceksiniz? “Anayasal vatandaşlık” ideolojik ayırım gözetmez, alt kimlik, üst kimlik dayatması yapmaz. Anayasal vatandaşlık kavramında insanlar kimliklerine, ırkına göre ayrışmaz. Anasayal vatandaşlık esas ise kimsenin kimseye kalkıp “senin kimliğin şudur, sen aslında busun” diyemez, demeye hakkı olmamalıdır. Eğer diyorsa, o anayasa ideolojiktir, demokratik değildir.
İşte 1982 Anayasasının esası da budur…devletin insan için değil, insanın devlet için var olduğu”.
Biz şöyle büyük bir devletiz, böyle güçlüyüz, hatta en büyük biziz!...27 yıldır dünyadaki gelişmeleri göz ardı edip halen “biz bize” debelenip duruyoruz…Siyasi yetersizlik mi var? Evet, % 47 ye rağmen siyasi yetersizlik, cesaretsizlik, bukalemunluk var…nabza göre milliyetçi, nabza göre dinci, nabza göre demokrat…nabza göre şerbetçilik var!
Kapılarınız açılmadan bir bir kapanmaya mahkum, zira temel ve dayanaklar yanlış…
Hani nerede 5 yıl önce “yeni anayasa, sivil bir anayasa hazırlamak” ana görevimizdir diyenler? Onca çalışmalar yapıldı, herkes baş anayasa uzmanı kesilmişti. Nerede kaldı onca söylemler?...Şimdi herkes açılım uzmanı…kapalı anayasanın açılımcı elemanları!… “darbe ürünü ideolojik bir anayasa ile demokrasi yeşertmeye çalışıyorsunuz”…bu nasıl bir siyasi vizyonsuzluktur? Muhalefettekileri söz konusu bile etmiyorum, güç elden gidecek, statüko bozulacak diye dünyada eşi benzeri görülmemiş bir siyasi uslup veya uslupsuzluk içindeler…vizyon hepten yerlerde sürünüyor.
Demokratik, sadece insan haklarına saygılı değil tamamen “insan haklarına dayananan” ve yüzyıllarca Türkiye’yi, Türkiye’nin insanını devlete ezdiremeyecek bir anayasa çıkartabilmek için hiç mi ceseratiniz kalmadı? Bu kadar yeteneksiz misiniz?
Bugünün dünyasında, devletler artık ulus mühendisliği yapmayalı uzun yıllar oldu. İnsanların kimliği anayasa ile belirlenmiyor, keza dinler de anayasa ile belirlenmiyor…anayasa sadece “vatandaşlık” haklarını, hukunu, devletle arasındaki ilişkiyi belirliyor…bunu yaparken de ideolojileri değil, etnisiteyi değil, “insan” kimliğini ön plana alıyor.
Biz hala 66.maddedeki “Türk” kimliğini tartışıyoruz… “Yok efendim aslında bu madde kucaklayıcıymış, birleştiriciymiş, toparlayıcıymış, şöyle söylenirse daha doğruymuş”..v.s, v.s
Bizi toparlayacak tek unsur “anayasal vatandaşlıktır”…bunun dışındaki her madde dayatma ve zorlamadır.
66.maddenin yer almadığı bir anayasaya, sadece sivil değil, insan haklarına dayalı bir anayasaya ihtiyacımız var…hem de acilen.
Yeni bir anayasa yapılmadan her kim ki demokratik açılımlardan söz ediyorsa…asla inanmayın!
Etiketler:
açılım,
anayasa,
darbe,
demokrasi,
sivil anayasa
19 Eyl 2009
İnsanın sadece insan olarak tanımlandığı bir memleket istiyorum
Ama bu memleket “Türkiye” olsun istiyorum. Bir gün bu memlekette “ben sadece insanım” diyebilecek miyiz?
Daha doğarken ayrışıyoruz, pembe ve mavi kimliklerle, pembe ve mavi giysilerle. İllaki bir yerliyiz…Karslı, Adanalı, İzmirli, Hakkarili v.s, kadın veya erkek, sağcı veya solcu, dindar veya dinsiz, Kürt veya Türk, Müslim veya Gayri Müslim, Alevi-Sünni, zengin veya fakiriz…cinsiyetimizle, cibilliyetimizle ancak “bir insanız” biz.
Hiçbir zaman sadece “ insan ” değiliz…hep bir ön tanımımız mevcut. Ölümümüze kadar bu tanımlarımızla birlikte anılıyoruz. Öldükten sonra bile bir tanımımız var…rahmetli.
İnsanın bu kadar çok tanımının, sıfatının olduğu başka bir dünya ülkesi var mıdır? Bu kadar çok tanımı olunca, Türkiye’de insanın kendisi de bilinci de karmançor ve bulanık.
Tanımımızla, önümüze eklenen kimliklerle “bir şeyiz” biz…yoksa bir hiçiz.
Tanımımız kadar saygı görebilir, kimliklerimize göre hak veya hukuk sahibi olabiliriz. Duygularımız, düşüncelerimiz, yaşam beklentilerimiz, hayallerimiz, umutlarımız…bu vasıflara göre değerlendirilmeyeli çok zaman oldu veya hiçbir zaman olmadı.
Şu yaşadığımız tüm sorunlarımız, sıkıntılarımız veya çözümsüzlüklerimiz de sadece “insan” olarak tanımlanmayıp, illaki sıfatlarımızla tanımlandığımız için ortaya çıkmıyor mu?
Yaşadığınız şehri veya köyü, mahalleyi ve sokağı, evinizi bir düşünün…etrafınızda size sadece “insan” olduğunuzu anımsatacak ne var? Nasıl bir yapılanma içinde yaşıyorsunuz? Yürüdüğünüz yol, kullandığınız vasıtalar, çalıştığınız iş yeri, okulunuz, hastaneniz…kendinizi “insan” olarak hissetmeniz için yeterli mi? Bir deprem olur binlerce insan can verir, bir yağmur yağar, çamurlarda boğulursunuz. Her an yollarda trafik teröründen telef olmanız işten bile değildir. Ya da her an haksız bir uygulamayla karşılaşıp, zulüm görür veya eziyet çekersiniz…bunların hepsi Türkiye’de mevcut, aksini iddia edebilir misiniz?
Çünkü bu memlekette insanın adı yoktur…niyet öyle gibi görünse de hiçbir şey sadece “insan” kimliğiniz için yapılmaz. Onun için de her şey eğritidir. Ekonominiz de , siyasetiniz de, siyasetçiniz de , yasalar da, devletiniz de, demokrasiniz de…bu memleketde “sadece insan” için hiçbir karar alındığı ve uygulandığı görülmemiştir…öyle söylerler, atarlar, tutarlar ama önce insan anlayışı ile değil, önce “ben” anlayışıyla. Bu anlayışı her kesimde, her kademede farkedebilirsiniz.
Bu nedenle tüm yaşantınız da ipotek altına altına alınmıştır. Özgürce düşünemezsiniz, özgürce hareket edemezsiniz, hemen çevrenizi toplum gardiyanları sarar. Sadece kimliklerinize atıfta bulunarak yargılarlar, cezanızı keserler…çünkü siz, her karşınızdaki için tanımlarınızla bir “şey” sinizdir ve bu tanımız karşınızdakine ters ise anında yok sayılırsınız. Şu meşhur “ötekileştirme” kavramı da bu şekilde oluşmuyor mu? Sizi sadece insan olarak algılayamayanlar için, hemen “öteki” siniz.
Kalıplara sokulan, tanımların ve kimliklerin arasına sıkıştırılan insanla varılan nokta işte günümüzdeki Türkiye toplumudur… ayrışmış, yabancılaşmış, hoş görüsüz, ön yargılı ve bir diğerine düşman.
Türkiye’de “insan” ihmal edilmiştir, hatta "hiç" sayılmıştır.
İnsanın sadece “insan” olarak tanımlandığı bir memleket istiyorum…ama bu memleket “Türkiye” olsun istiyorum.
Ben Türkiye’li bir insanım, çok şey mi istiyorum?
Daha doğarken ayrışıyoruz, pembe ve mavi kimliklerle, pembe ve mavi giysilerle. İllaki bir yerliyiz…Karslı, Adanalı, İzmirli, Hakkarili v.s, kadın veya erkek, sağcı veya solcu, dindar veya dinsiz, Kürt veya Türk, Müslim veya Gayri Müslim, Alevi-Sünni, zengin veya fakiriz…cinsiyetimizle, cibilliyetimizle ancak “bir insanız” biz.
Hiçbir zaman sadece “ insan ” değiliz…hep bir ön tanımımız mevcut. Ölümümüze kadar bu tanımlarımızla birlikte anılıyoruz. Öldükten sonra bile bir tanımımız var…rahmetli.
İnsanın bu kadar çok tanımının, sıfatının olduğu başka bir dünya ülkesi var mıdır? Bu kadar çok tanımı olunca, Türkiye’de insanın kendisi de bilinci de karmançor ve bulanık.
Tanımımızla, önümüze eklenen kimliklerle “bir şeyiz” biz…yoksa bir hiçiz.
Tanımımız kadar saygı görebilir, kimliklerimize göre hak veya hukuk sahibi olabiliriz. Duygularımız, düşüncelerimiz, yaşam beklentilerimiz, hayallerimiz, umutlarımız…bu vasıflara göre değerlendirilmeyeli çok zaman oldu veya hiçbir zaman olmadı.
Şu yaşadığımız tüm sorunlarımız, sıkıntılarımız veya çözümsüzlüklerimiz de sadece “insan” olarak tanımlanmayıp, illaki sıfatlarımızla tanımlandığımız için ortaya çıkmıyor mu?
Yaşadığınız şehri veya köyü, mahalleyi ve sokağı, evinizi bir düşünün…etrafınızda size sadece “insan” olduğunuzu anımsatacak ne var? Nasıl bir yapılanma içinde yaşıyorsunuz? Yürüdüğünüz yol, kullandığınız vasıtalar, çalıştığınız iş yeri, okulunuz, hastaneniz…kendinizi “insan” olarak hissetmeniz için yeterli mi? Bir deprem olur binlerce insan can verir, bir yağmur yağar, çamurlarda boğulursunuz. Her an yollarda trafik teröründen telef olmanız işten bile değildir. Ya da her an haksız bir uygulamayla karşılaşıp, zulüm görür veya eziyet çekersiniz…bunların hepsi Türkiye’de mevcut, aksini iddia edebilir misiniz?
Çünkü bu memlekette insanın adı yoktur…niyet öyle gibi görünse de hiçbir şey sadece “insan” kimliğiniz için yapılmaz. Onun için de her şey eğritidir. Ekonominiz de , siyasetiniz de, siyasetçiniz de , yasalar da, devletiniz de, demokrasiniz de…bu memleketde “sadece insan” için hiçbir karar alındığı ve uygulandığı görülmemiştir…öyle söylerler, atarlar, tutarlar ama önce insan anlayışı ile değil, önce “ben” anlayışıyla. Bu anlayışı her kesimde, her kademede farkedebilirsiniz.
Bu nedenle tüm yaşantınız da ipotek altına altına alınmıştır. Özgürce düşünemezsiniz, özgürce hareket edemezsiniz, hemen çevrenizi toplum gardiyanları sarar. Sadece kimliklerinize atıfta bulunarak yargılarlar, cezanızı keserler…çünkü siz, her karşınızdaki için tanımlarınızla bir “şey” sinizdir ve bu tanımız karşınızdakine ters ise anında yok sayılırsınız. Şu meşhur “ötekileştirme” kavramı da bu şekilde oluşmuyor mu? Sizi sadece insan olarak algılayamayanlar için, hemen “öteki” siniz.
Kalıplara sokulan, tanımların ve kimliklerin arasına sıkıştırılan insanla varılan nokta işte günümüzdeki Türkiye toplumudur… ayrışmış, yabancılaşmış, hoş görüsüz, ön yargılı ve bir diğerine düşman.
Türkiye’de “insan” ihmal edilmiştir, hatta "hiç" sayılmıştır.
İnsanın sadece “insan” olarak tanımlandığı bir memleket istiyorum…ama bu memleket “Türkiye” olsun istiyorum.
Ben Türkiye’li bir insanım, çok şey mi istiyorum?
8 milyar dolarlık silahlara “HAYIR”
Silahlar öldürmek için izin istiyor! Yaklaşık 8 milyar dolarlık silahlar…
Pentagon, Türkiye’ye 8 milyar dolarlık silah satışı için Amerikan Kongresi’nin iznini istiyor.
Kongre “yes” derse, Türkiye’ye uzun menzilli hava savunma ve füze savar füze sistemleri satacaklar.
Türkiye sınıra Patriot yığacak
Pentagon Türkiye'ye füze satışı için izin istiyor
Demek ki; Türkiye de almaya hazır, talep var ki Pentagon bu izni “resmen” istiyor.
ABD’nin NATO ülkelerine yaptığı “savunma!” satışlarında, Kongre’den itiraz gelmezse, satış izni otomatik olarak verilmiş kabul edilecekmiş.
IMF’den 20 milyar dolar alabilmek için, ense kökümüzü bile teslim ettik, Doğu’nun kalkınması için 35 milyar dolarlık GAP projesini dahi bitiremedik, ekonominin hali ortada…
8 milyar doların daha nelere ama önce “barış” için, ama önce “yaşama hakkı” için nelere yetebileceğini bir düşünün.
İsyan ediyorum; Türkiye’yi açılımlara değil, açmazlara sürükleyenlere isyan ediyorum.
Emperyalizm hamasetçileri, neredesiniz? Ordu’yu güçlü yapalım, silahları dizim dizim dizelim…son teröristi de bitirene kadar öldürelim, öldürelim…hep öldürelim! Hep ölelim!
Hadi geçin bakalım Amerika’nın önüne, engelleyin Türkiye’ye silah satışını…gösterin vatan severliğinizi! Doldurun “kardeş” edebiyatınızın içini…8 milyar dolarlık silahlara “hayır” deyin! “Biz kardeşiz, ölüm istemiyoruz” deyin…
25 yıldır silaha harcanan paralar yüzünden ne hale geldiğimizi haykırın…hadi!
Ya da resmi geçitlerde alkışlayın…“Güçlülük” naraları atın…”yeter ki ordumuz güçlensin, emperyalistler emellerine ulaşsın”….deyin deyin çekinmeyin!
Mangalda kül bırakmadınız…”emperyalistlerin oyunu” bu diye…buyrun engel olun.
“Türkiye bir bütündür, parçalanamaz”….sahi mi? işte böyle böldüler 80 yıldır. Tam da ortamızdan ikiye ayırdılar…çoktan böldüler bizi. Kafamıza çuvalları çoktan geçirdiler.
Hadi engel olun şimdi…
“8 milyar doları barış için kullanalım, insanlık için kullanalım”deyin…
“Biz kendimizi savunmayı biliriz, silahlarla işimiz yok” deyin…
“Biz barış istiyoruz, insanca yaşam hakkı istiyoruz” deyin…
Yeter artık yeni cami traşı yeter…ayağa kalkın efendiler!
Bizi öldürüyorlar farkında değil misiniz?
Pentagon, Türkiye’ye 8 milyar dolarlık silah satışı için Amerikan Kongresi’nin iznini istiyor.
Kongre “yes” derse, Türkiye’ye uzun menzilli hava savunma ve füze savar füze sistemleri satacaklar.
Türkiye sınıra Patriot yığacak
Pentagon Türkiye'ye füze satışı için izin istiyor
Demek ki; Türkiye de almaya hazır, talep var ki Pentagon bu izni “resmen” istiyor.
ABD’nin NATO ülkelerine yaptığı “savunma!” satışlarında, Kongre’den itiraz gelmezse, satış izni otomatik olarak verilmiş kabul edilecekmiş.
IMF’den 20 milyar dolar alabilmek için, ense kökümüzü bile teslim ettik, Doğu’nun kalkınması için 35 milyar dolarlık GAP projesini dahi bitiremedik, ekonominin hali ortada…
8 milyar doların daha nelere ama önce “barış” için, ama önce “yaşama hakkı” için nelere yetebileceğini bir düşünün.
İsyan ediyorum; Türkiye’yi açılımlara değil, açmazlara sürükleyenlere isyan ediyorum.
Emperyalizm hamasetçileri, neredesiniz? Ordu’yu güçlü yapalım, silahları dizim dizim dizelim…son teröristi de bitirene kadar öldürelim, öldürelim…hep öldürelim! Hep ölelim!
Hadi geçin bakalım Amerika’nın önüne, engelleyin Türkiye’ye silah satışını…gösterin vatan severliğinizi! Doldurun “kardeş” edebiyatınızın içini…8 milyar dolarlık silahlara “hayır” deyin! “Biz kardeşiz, ölüm istemiyoruz” deyin…
25 yıldır silaha harcanan paralar yüzünden ne hale geldiğimizi haykırın…hadi!
Ya da resmi geçitlerde alkışlayın…“Güçlülük” naraları atın…”yeter ki ordumuz güçlensin, emperyalistler emellerine ulaşsın”….deyin deyin çekinmeyin!
Mangalda kül bırakmadınız…”emperyalistlerin oyunu” bu diye…buyrun engel olun.
“Türkiye bir bütündür, parçalanamaz”….sahi mi? işte böyle böldüler 80 yıldır. Tam da ortamızdan ikiye ayırdılar…çoktan böldüler bizi. Kafamıza çuvalları çoktan geçirdiler.
Hadi engel olun şimdi…
“8 milyar doları barış için kullanalım, insanlık için kullanalım”deyin…
“Biz kendimizi savunmayı biliriz, silahlarla işimiz yok” deyin…
“Biz barış istiyoruz, insanca yaşam hakkı istiyoruz” deyin…
Yeter artık yeni cami traşı yeter…ayağa kalkın efendiler!
Bizi öldürüyorlar farkında değil misiniz?
Etiketler:
emperyalizm,
füze,
patriot,
pentagon,
silah
13 Eyl 2009
Ekonomi ikinci çeyrekte yüzde 7 küçüldü
Ekonomik kriz, üretimi o kadar ciddi yaralamış ki kolay kolay toparlanamıyoruz.
TUİK, 2009 yılı ikinci çeyreğine yani Nisan, Mayıs, Haziran dönemine ilişkin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla(GSYH) değerindeki değişimi açıkladı…Bir önceki yılın aynı dönemine göre GSYH sabit fiyatlarla yüzde 7 azaldı. Türkiye ekonomisi yılın ilk çeyreğinde (Ocak, Şubat, Mart) yüzde 13,8 küçülme oranı ile Dünya’nın krizden en çok etkilenen ülkesi olarak rekor kırmıştı. İlk çeyreğe ilişkin bu oran da revize edilmiş ve yüzde 14,3 olarak kesinleşmiş. TUİK
Ekonomide büyüme; Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın bir dönem içinde örneğin üç ay veya bir yılda meydana gelen reel artış oranıdır. Ekonomik küçülme de bunun tam tersi yani eksi büyüme veya fakirleşme oranıdır.
Ekonomideki bu yüzde 7 lik küçülme oranı nereden bakıldığına bağlı olarak farklı şekillerde yorumlanabilir… “Yine küçüldük, fakirleştik” diyebilirsiniz ya da “Küçülme hız kesti, toparlanma başladı” diye de düşünebilirsiniz.
Ekonomik krizin nedeni finans kaynaklı idi ancak reel sektörü etkilemesi kaçınılmazdı ve üretim çok hızla daraldı. Sanayi üretimi tüm ekonomik faaliyetin motoru, bir ülke ekonomisinin can damarı. Bu damar tıkandığında da hayati fonsiyonların yitirilmesi kaçınılmazdır. Ekonomik küçülme işsizliğin artışı, alım gücünün düşüşü ve bunlara bağlı olarak sosyal problemlerin artması anlamına geliyor.
İyimser bir bakışla ise; 2009’un ilk çeyreğine göre daralmanın daha az olması biraz teselli ve umut vermekte. Enflasyon, faiz oranları, kur gibi temel göstergelerde iyileşme var, dış ticaret açığı ve ona bağlı olarak cari açık azalmakta ancak diğer tarafta kamu açığı artmakta, üretim hacmi daralmakta ve çığ gibi büyüyen bir işsizlik sorunu da var.
Her iki farklı bakış açısının ortak noktası ise, dünyadan ithal ettiğimiz ekonomik krizin bizi teğet geçmediği, krizin Türkiye’de çok iyi yönetilemediği veya tedbirlerin alınmasındaki gecikmelerin reel sektörü fena halde salladığıdır. Ekonomik kriz, üretimi o kadar ciddi yaralamış ki kolay kolay toparlanamıyoruz.
Finans piyasalarındaki kıpırdanmalara bakarak, bayram havası yaratmak suni bir kandırmacadır. Reel sektörle buluşamayan finans piyasası yani reel sektörü canlandıramayan finans sistemi ekonomik krizi daha da körükler. Dünyadaki kriz de böyle oluşmadı mı? Finans sistemi reel sektörle buluşamayınca kıyamet kopmadı mı?
Hane halkının da borçları yüksek seviyede. Kredi kartı borçları 4 milyar TL civarında. Bankaların reel sektöre verdiği ticari krediler ile tüketici kredilerinin geri dönüşlerinde problemler yaşanıyor, takipteki kredilerin miktarı geçen seneye göre yüzde 95 artmış. Kredilerin sorunlu olması bankacılık sektörünün geleceğini tehdit etmez mi?
Ekonomi her yönüyle bir bütün, bir döngü…halkaların dengesi bozulduğunda ve bir de üstüne sistemsiz olarak el yordamı ile idare edildiğinde “krizden çıkış” zorlanıyor.
TUİK, 2009 yılı ikinci çeyreğine yani Nisan, Mayıs, Haziran dönemine ilişkin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla(GSYH) değerindeki değişimi açıkladı…Bir önceki yılın aynı dönemine göre GSYH sabit fiyatlarla yüzde 7 azaldı. Türkiye ekonomisi yılın ilk çeyreğinde (Ocak, Şubat, Mart) yüzde 13,8 küçülme oranı ile Dünya’nın krizden en çok etkilenen ülkesi olarak rekor kırmıştı. İlk çeyreğe ilişkin bu oran da revize edilmiş ve yüzde 14,3 olarak kesinleşmiş. TUİK
Ekonomide büyüme; Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın bir dönem içinde örneğin üç ay veya bir yılda meydana gelen reel artış oranıdır. Ekonomik küçülme de bunun tam tersi yani eksi büyüme veya fakirleşme oranıdır.
Ekonomideki bu yüzde 7 lik küçülme oranı nereden bakıldığına bağlı olarak farklı şekillerde yorumlanabilir… “Yine küçüldük, fakirleştik” diyebilirsiniz ya da “Küçülme hız kesti, toparlanma başladı” diye de düşünebilirsiniz.
Ekonomik krizin nedeni finans kaynaklı idi ancak reel sektörü etkilemesi kaçınılmazdı ve üretim çok hızla daraldı. Sanayi üretimi tüm ekonomik faaliyetin motoru, bir ülke ekonomisinin can damarı. Bu damar tıkandığında da hayati fonsiyonların yitirilmesi kaçınılmazdır. Ekonomik küçülme işsizliğin artışı, alım gücünün düşüşü ve bunlara bağlı olarak sosyal problemlerin artması anlamına geliyor.
İyimser bir bakışla ise; 2009’un ilk çeyreğine göre daralmanın daha az olması biraz teselli ve umut vermekte. Enflasyon, faiz oranları, kur gibi temel göstergelerde iyileşme var, dış ticaret açığı ve ona bağlı olarak cari açık azalmakta ancak diğer tarafta kamu açığı artmakta, üretim hacmi daralmakta ve çığ gibi büyüyen bir işsizlik sorunu da var.
Her iki farklı bakış açısının ortak noktası ise, dünyadan ithal ettiğimiz ekonomik krizin bizi teğet geçmediği, krizin Türkiye’de çok iyi yönetilemediği veya tedbirlerin alınmasındaki gecikmelerin reel sektörü fena halde salladığıdır. Ekonomik kriz, üretimi o kadar ciddi yaralamış ki kolay kolay toparlanamıyoruz.
Finans piyasalarındaki kıpırdanmalara bakarak, bayram havası yaratmak suni bir kandırmacadır. Reel sektörle buluşamayan finans piyasası yani reel sektörü canlandıramayan finans sistemi ekonomik krizi daha da körükler. Dünyadaki kriz de böyle oluşmadı mı? Finans sistemi reel sektörle buluşamayınca kıyamet kopmadı mı?
Hane halkının da borçları yüksek seviyede. Kredi kartı borçları 4 milyar TL civarında. Bankaların reel sektöre verdiği ticari krediler ile tüketici kredilerinin geri dönüşlerinde problemler yaşanıyor, takipteki kredilerin miktarı geçen seneye göre yüzde 95 artmış. Kredilerin sorunlu olması bankacılık sektörünün geleceğini tehdit etmez mi?
Ekonomi her yönüyle bir bütün, bir döngü…halkaların dengesi bozulduğunda ve bir de üstüne sistemsiz olarak el yordamı ile idare edildiğinde “krizden çıkış” zorlanıyor.
8 Eyl 2009
Modüler yaşamak, sakız sardunya modu ve Kopuk
Bildiklerimin yanıldıklarıma yetmediğini kavradığımdan beri, penceremdeki sakız sardunya modunda yaşamak…her günümü öpüp başıma koymak…
Hayatı rölantiye almak…ne gaz ne fren ihtiyacı hissetmeden. “Kimi zaman yüreğim baz gaza, durma hiçbir kırmızı ışıkta” dese de durmak gerektiğini biliyorum…en azından hayatına yeşil ışık yananları ezmemek adına durmak gerektiğinin farkındayım.
Bugün bir dergide “modüler evlilikler” anlatılmış… “İkea tipi” evlilikler. Son yıllarda boşanmalar arttığı için, “neden” sorusuna de böyle bir benzetme ile yanıt verilmiş…”…pratik, kullanışlı, ucuz!...olmadı değiştir. Fonsiyonellik ve estetik bir arada olmalı. Otururken , kullanırken ruhu yormamalı…modüler olmalı, mobilya gibi evlilikler!
Değişim şart, tebdil-i mekanda ferahlık vardır …ancak 28 seneden sonra söyleyebiliyorum bunu. Eski eşim, çocuklarım, biz halen bir aileyiz…aile olabilmekse amaç, aileyiz…hem de pek çok bir arada bulunulan, aynı çatı altında yaşanılan örneklerinden daha çok aileyiz…en azından her modül tek başına iken bile bir anlam ifade ediyor, illaki de modüllerin bir araya gelmesi gerekmiyormuş… dedim ya “kimi zaman bildiklerimin yanıldıklarıma yetmediğini” yeni yeni algılıyabiliyorum.
Okuma eylemine epeydir ara verdim…okuma dedimse edebi eserlerden bahsediyorum. Bir kitabı tam okumayalı epey bir zaman oldu, yarım yamalak kaldı tüm kitaplar. En son Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” yı elime aldım…martılarda takıldım kaldım. Okuduğum her cümle, beni değişime zorluyor…sorguluyorum, insanı ve yaşamı, halen!
Beynimde veya hatıramda, okuduklarımdan çok yaşadıklarım, gördüklerim yer etmiş…kimi zaman bir bir diziliyorlar. Iquazu şelalerindeki 2 günlük çadır kampı, yağmur ormanlarındaki yürüyüş, Bangkok’ta ki seks köleleri, Eyfel kulesinin tam tepesinde kutlanan bir doğum günüm...Kenya’da bir safari turundaki Afrikalı’nın medeniyet dersi:), Küba’daki hayal kırıklığım, Moskova metrosunda porno dergi satmaya çalışan yaşlı kadın, Washington üzerindeki uçakta 45 dakika ölüm kalım mücadelesi ve daha niceleri…hepsi insana dair, “ne çok şey öğrendin bak yaşamdan, gördüklerinden, insanlardan” diyor, kitaplardan ön plana geçiyorlar…yaşam anıları “sıradaki gelsin" diye sesleniyorlar birbirlerine.
Bu yüzden kıyamıyorum “insana”…bana çok şey öğrettiklerinden olsa gerek çok değerliler benim için. Okudukların mı yoksa , yaşadıkların veya gördüklerin mi diye sorsalar…kesinlikle ikincisi. Gördüğün zaman da duramıyorsun yerinde, “bak bunlar da var” diye haykırmak geliyor içimden…”bak ey insan kızı, ey insan oğlu, bak, gör, yaşa, neler var dünyada…sen hala neyin peşindesin, gittiğin yön doğru değil, insanlık ve dünya farklı bir yönde, farklı bir boyutda...sen ne tarafa gittiğinin bile farkında değilsin!” …işte o zaman ideoloji, siyaset, ekonomi devreye giriyor…sesimi böyle duyursam diyorum, yazarak.
Dün gece, epey bir yürüdüm…insanları izledim yine…yanımda “Kopuk”…o bir sokak köpeği ben de bir sokak insanı…yürüdük, yürüdük, çimenlerde koştuk, boğuştuk…döndük geldik evimize…gözümün içine bakıyor, “klimayı aç ve ne olur beni balkona koyma” diye…lükse ne çabuk da alıştı. Yendi beni, o kazandı…o da benim diğer modüler parçam, şimdilik bir arada uyumluyuz…zaman ne gösterir bilinmez, belki bireysel modülerliğini tercih eder o da…saygı duyarım.
Yalnız yaşamak da güzel, penceremdeki sakız sardunya modunda tutunmak hayata…kavuşulabilecek özlemlerle yaşamak, nefes almak ve aldığın nefesin hiç bir şeyle ölçülemeyecek kadar değerli olduğunu hissedebilmek, bilmek…
Ha Ayşe, ha Beran, ha Pınar…ne farkeder? İnsan olmak, vicdan sahibi olmak, yaşamış ve görebilmiş olmanın gururu ve tatmini…“Penceremdeki sakız sardunya modu" nda takılıyorum…rengarenk. Ben bunu epeydir yapıyorum.
Bir Pazar günüm de böyle geçiyor işte…yarın iş günü, halen çalışarak üretebiliyor olmak da şahane…“Şahaneyim” diyebilmek için ne çok nedenim var…karınca kararınca tutunuyorum bir tarafından!
Her günümü öpüp başıma koyuyorum…
Hayatı rölantiye almak…ne gaz ne fren ihtiyacı hissetmeden. “Kimi zaman yüreğim baz gaza, durma hiçbir kırmızı ışıkta” dese de durmak gerektiğini biliyorum…en azından hayatına yeşil ışık yananları ezmemek adına durmak gerektiğinin farkındayım.
Bugün bir dergide “modüler evlilikler” anlatılmış… “İkea tipi” evlilikler. Son yıllarda boşanmalar arttığı için, “neden” sorusuna de böyle bir benzetme ile yanıt verilmiş…”…pratik, kullanışlı, ucuz!...olmadı değiştir. Fonsiyonellik ve estetik bir arada olmalı. Otururken , kullanırken ruhu yormamalı…modüler olmalı, mobilya gibi evlilikler!
Değişim şart, tebdil-i mekanda ferahlık vardır …ancak 28 seneden sonra söyleyebiliyorum bunu. Eski eşim, çocuklarım, biz halen bir aileyiz…aile olabilmekse amaç, aileyiz…hem de pek çok bir arada bulunulan, aynı çatı altında yaşanılan örneklerinden daha çok aileyiz…en azından her modül tek başına iken bile bir anlam ifade ediyor, illaki de modüllerin bir araya gelmesi gerekmiyormuş… dedim ya “kimi zaman bildiklerimin yanıldıklarıma yetmediğini” yeni yeni algılıyabiliyorum.
Okuma eylemine epeydir ara verdim…okuma dedimse edebi eserlerden bahsediyorum. Bir kitabı tam okumayalı epey bir zaman oldu, yarım yamalak kaldı tüm kitaplar. En son Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” yı elime aldım…martılarda takıldım kaldım. Okuduğum her cümle, beni değişime zorluyor…sorguluyorum, insanı ve yaşamı, halen!
Beynimde veya hatıramda, okuduklarımdan çok yaşadıklarım, gördüklerim yer etmiş…kimi zaman bir bir diziliyorlar. Iquazu şelalerindeki 2 günlük çadır kampı, yağmur ormanlarındaki yürüyüş, Bangkok’ta ki seks köleleri, Eyfel kulesinin tam tepesinde kutlanan bir doğum günüm...Kenya’da bir safari turundaki Afrikalı’nın medeniyet dersi:), Küba’daki hayal kırıklığım, Moskova metrosunda porno dergi satmaya çalışan yaşlı kadın, Washington üzerindeki uçakta 45 dakika ölüm kalım mücadelesi ve daha niceleri…hepsi insana dair, “ne çok şey öğrendin bak yaşamdan, gördüklerinden, insanlardan” diyor, kitaplardan ön plana geçiyorlar…yaşam anıları “sıradaki gelsin" diye sesleniyorlar birbirlerine.
Bu yüzden kıyamıyorum “insana”…bana çok şey öğrettiklerinden olsa gerek çok değerliler benim için. Okudukların mı yoksa , yaşadıkların veya gördüklerin mi diye sorsalar…kesinlikle ikincisi. Gördüğün zaman da duramıyorsun yerinde, “bak bunlar da var” diye haykırmak geliyor içimden…”bak ey insan kızı, ey insan oğlu, bak, gör, yaşa, neler var dünyada…sen hala neyin peşindesin, gittiğin yön doğru değil, insanlık ve dünya farklı bir yönde, farklı bir boyutda...sen ne tarafa gittiğinin bile farkında değilsin!” …işte o zaman ideoloji, siyaset, ekonomi devreye giriyor…sesimi böyle duyursam diyorum, yazarak.
Dün gece, epey bir yürüdüm…insanları izledim yine…yanımda “Kopuk”…o bir sokak köpeği ben de bir sokak insanı…yürüdük, yürüdük, çimenlerde koştuk, boğuştuk…döndük geldik evimize…gözümün içine bakıyor, “klimayı aç ve ne olur beni balkona koyma” diye…lükse ne çabuk da alıştı. Yendi beni, o kazandı…o da benim diğer modüler parçam, şimdilik bir arada uyumluyuz…zaman ne gösterir bilinmez, belki bireysel modülerliğini tercih eder o da…saygı duyarım.
Yalnız yaşamak da güzel, penceremdeki sakız sardunya modunda tutunmak hayata…kavuşulabilecek özlemlerle yaşamak, nefes almak ve aldığın nefesin hiç bir şeyle ölçülemeyecek kadar değerli olduğunu hissedebilmek, bilmek…
Ha Ayşe, ha Beran, ha Pınar…ne farkeder? İnsan olmak, vicdan sahibi olmak, yaşamış ve görebilmiş olmanın gururu ve tatmini…“Penceremdeki sakız sardunya modu" nda takılıyorum…rengarenk. Ben bunu epeydir yapıyorum.
Bir Pazar günüm de böyle geçiyor işte…yarın iş günü, halen çalışarak üretebiliyor olmak da şahane…“Şahaneyim” diyebilmek için ne çok nedenim var…karınca kararınca tutunuyorum bir tarafından!
Her günümü öpüp başıma koyuyorum…
Etiketler:
değişim,
kent yaşamı,
modül,
modüler,
sardunya,
Son ada,
şahane,
yaşamak,
Zülfü Livaneli
2 Eyl 2009
Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye midir? Gücün önceliği hangisindedir?
Ordu’muzun gücünü izledikçe daha da güçsüz olduğumu hissediyorum!
Ordu resmi geçitte, şeref tribünü alkışlıyor, halk izliyor…ben ise ürküyorum. Bunca top tüfekle Ordu’muzun neyi anlatmaya, neyi göstermeye çalıştığını anlayamıyorum. Bunca güçlü ordunun neden 25 senedir “dağdaki eşkiya” ile mücedeleyi halen sonlandıramadığını anlayamıyorum...yüzyıl savaşları gibi savaşan bir ordu daha kaldı mı bu yüz yılda?
Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye demekmiş…neden böyle bir slogana ihtiyaç duydular acaba? Güçsüz ordu olunca, Türkiye de güçsüz mü oluyor? Ordu’nun güçlü olması mıdır Türkiye’yi güçlü veya güçsüz yapacak olan…sorular beynimde resmi geçitteler…askerler, tanklar tüfekler yerine soru işaretleri hazır ol vaziyetindeler.
Ordu’muzun gücünü izliyoruz…bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları yapılıyor. Her seneki kutlamalardan daha farklı… katılan asker sayısı, tank, top, tüfek, askeri uçaklar, paraşütçülerin sayısı ikiye katlanmış olarak hazırlanan bir 30 Ağustos Zafer Bayramı törenleri…
Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atarken topuna tüfeğine mi güvendi, yoksa yüreğine mi, beynine mi? Özgürlük ve bağımsızlık sevdası mıydı? Attığı her adımda halkı mıydı güvendiği? Güçlü Türkiye için önce güçlü demokrasiye inancı mıydı?
Devletin asıl sahibi halk mıdır? Ordu mu? Hangisi daha güçlü olursa Türkiye daha güçlü olur?
Topumuzla, tüfeğimizle mi böbürlenelim…yarın sanki savaş var gibi…yoksa güçlü demokrasi, hukukun üstünlüğü, güçlü insan hakları uygulamalarımız ile mi böbürlenelim ? Hangisi Türkiye’yi daha güçlü yapar?
Gövde ve güç gösterisi yapmanın bu memlekete maliyeti milyarlarca dolar iken, savunma sanayiine akan paralar yüzünden iki yakamız bir araya gelmezken, Ordu’muz bir yandan habire güçlenirken, bu mudur Türkiye’nin gücü? Halk işsizlikten inim inim inlerken, hangi güçlü Türkiye?
Bu halkın parası, top tüfek yerine, halkın sorunlarına çözümler bulmak, eğitim, sağlık, sosyal harcamalar için kullanılsaydı Türkiye şimdiye kadar çoktan güçlü olmaz mıydı?
Güçlü Türkiye için, top tüfek mi lazım, yoksa demokrasi, hukuk, insan hakları mı daha elzem?
Topla tüfekle sağlayabilir misiniz barışı? Uçaklarla, paraşütlerle kurabilir misiniz “insanca” yaşam düzenini?
Ordu da kendine öz eleştiri yapsın, mentalitesine yeniden dönüp baksın demek ordu düşmanlığı mıdır ki bu kadar güç gösterisine ihtiyaç duyuluyor?
Topla tüfekle değil, halka güvenerek “itibar ve güven” sahibi olmak daha erdemli değil midir?
Resmi törenlerde ordunun gücünü izlemek, kendimi baskı altında hissetmeme sebep oluyor…sanıyorum ki yarın sabaha yine darbe var…kolay değil 12 Eylül’ün izlerini silmek, asit kuyularının kokusunu, katliamların kanlarını yok etmek…öyle bir çırpıda olmuyor…kurtulamıyorsunuz bir türlü kabustan.
Her allahın günü parmak oluyor, gözünüze gözünüze giriyor…hizaya duruyorsunuz. Resmi törenlerde duble güç gösterisi ile balansa devam…
Duble resmi geçit, duble güç gösterisi…duble ordu demek değildir.
Ordu’nun güç gösterisine mi yoksa itibara mı ihtiyacı var?
Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye midir? Gücün önceliği hangisindedir?
Sorular resmi geçitte…
Ordu resmi geçitte, şeref tribünü alkışlıyor, halk izliyor…ben ise ürküyorum. Bunca top tüfekle Ordu’muzun neyi anlatmaya, neyi göstermeye çalıştığını anlayamıyorum. Bunca güçlü ordunun neden 25 senedir “dağdaki eşkiya” ile mücedeleyi halen sonlandıramadığını anlayamıyorum...yüzyıl savaşları gibi savaşan bir ordu daha kaldı mı bu yüz yılda?
Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye demekmiş…neden böyle bir slogana ihtiyaç duydular acaba? Güçsüz ordu olunca, Türkiye de güçsüz mü oluyor? Ordu’nun güçlü olması mıdır Türkiye’yi güçlü veya güçsüz yapacak olan…sorular beynimde resmi geçitteler…askerler, tanklar tüfekler yerine soru işaretleri hazır ol vaziyetindeler.
Ordu’muzun gücünü izliyoruz…bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları yapılıyor. Her seneki kutlamalardan daha farklı… katılan asker sayısı, tank, top, tüfek, askeri uçaklar, paraşütçülerin sayısı ikiye katlanmış olarak hazırlanan bir 30 Ağustos Zafer Bayramı törenleri…
Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atarken topuna tüfeğine mi güvendi, yoksa yüreğine mi, beynine mi? Özgürlük ve bağımsızlık sevdası mıydı? Attığı her adımda halkı mıydı güvendiği? Güçlü Türkiye için önce güçlü demokrasiye inancı mıydı?
Devletin asıl sahibi halk mıdır? Ordu mu? Hangisi daha güçlü olursa Türkiye daha güçlü olur?
Topumuzla, tüfeğimizle mi böbürlenelim…yarın sanki savaş var gibi…yoksa güçlü demokrasi, hukukun üstünlüğü, güçlü insan hakları uygulamalarımız ile mi böbürlenelim ? Hangisi Türkiye’yi daha güçlü yapar?
Gövde ve güç gösterisi yapmanın bu memlekete maliyeti milyarlarca dolar iken, savunma sanayiine akan paralar yüzünden iki yakamız bir araya gelmezken, Ordu’muz bir yandan habire güçlenirken, bu mudur Türkiye’nin gücü? Halk işsizlikten inim inim inlerken, hangi güçlü Türkiye?
Bu halkın parası, top tüfek yerine, halkın sorunlarına çözümler bulmak, eğitim, sağlık, sosyal harcamalar için kullanılsaydı Türkiye şimdiye kadar çoktan güçlü olmaz mıydı?
Güçlü Türkiye için, top tüfek mi lazım, yoksa demokrasi, hukuk, insan hakları mı daha elzem?
Topla tüfekle sağlayabilir misiniz barışı? Uçaklarla, paraşütlerle kurabilir misiniz “insanca” yaşam düzenini?
Ordu da kendine öz eleştiri yapsın, mentalitesine yeniden dönüp baksın demek ordu düşmanlığı mıdır ki bu kadar güç gösterisine ihtiyaç duyuluyor?
Topla tüfekle değil, halka güvenerek “itibar ve güven” sahibi olmak daha erdemli değil midir?
Resmi törenlerde ordunun gücünü izlemek, kendimi baskı altında hissetmeme sebep oluyor…sanıyorum ki yarın sabaha yine darbe var…kolay değil 12 Eylül’ün izlerini silmek, asit kuyularının kokusunu, katliamların kanlarını yok etmek…öyle bir çırpıda olmuyor…kurtulamıyorsunuz bir türlü kabustan.
Her allahın günü parmak oluyor, gözünüze gözünüze giriyor…hizaya duruyorsunuz. Resmi törenlerde duble güç gösterisi ile balansa devam…
Duble resmi geçit, duble güç gösterisi…duble ordu demek değildir.
Ordu’nun güç gösterisine mi yoksa itibara mı ihtiyacı var?
Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye midir? Gücün önceliği hangisindedir?
Sorular resmi geçitte…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)