AB, Türkiye ile evlenmeli mi yoksa sevgili gibi mi yaşamalı?
Alman Şansölyesi Angela Merkel’in Türkiye ziyareti, AB ile “imtiyazlı ortaklık” konusunu yeniden gündeme getirdi. Türkiye’nin imtiyazlı bir sevgili olmaya niyeti yok…Başbakan’ın AB ile ilişkilerde “Türkiye’yi şamar oğlanı yaptırmam” deyişi de temelde Şansölye Merkel’in bu imtiyazlı sevgililik tezine karşı bir duruştu…
Peki bizzat Angela Merkel tarafından önerilen bu imtiyazlı ortaklık nedir? İşte bu sorunun yanıtı ya da imtiyazlı ortaklığın içeriğinin neler olacağı konusunda Merkel’in bile net bir görüşü yok… sadece “ucu açık bir üyelik süreci” yürütülsün diyor, ama sonuçta tam üye olunacak mı, bir garantisi yok. Öyle ya, imzalanan anlaşmalara göre gelecekte ya tam üye olunur, ya da olunmaz.
Biz, AB’ye tam üye olacağız diye canla başla çalışırken, iyi niyetli, yapıcı siyasi ve ekonomik reformlar sergilerken, böyle imtiyazlı ortaklık önerisi getirilince bu duruma haklı olarak bozuluyoruz. Avrupa’nın mali lideri Almanya ile siyasi lideri Fransa’nın , üyelik öncesi anlaşmalara imza atmış Türkiye’ye “ahde vefasızlık” yapmış olmalarına ve yan çizmelerine de anlam veremiyoruz.
Yıllardır sürüncemede giden Türkiye-AB ilişkilerinde Almanya veya Fransa artık “mış” gibi yapmaktan sıkılmış ve bir müddet için “imtiyazlı ortaklık” oyalamasını tercih etmiş gibi görünüyorlar. Yani Türkiye, AB üyesiymiş gibi olacak ama AB’nin kurumlarına resmen temsilci sokamayacak ve de karar mekanizmalarında etkisi olamayacak. Ya ne olacak? Türkiye’den beklenen nedir? Ekonomik çıkarlar için birlikte hareket edilecek, Türkiye AB’nin politik ve siyasi çıkarları doğrultusunda doğu ile aradaki dengeleri oluşturacak, buna karşılık AB Türkiye’nin ekonomik ve soyal gelişmesine katkı ağlayacak…
Son ekonomik krizde Almanya’nın ve diğer AB üyesi ülkelerin ne denli bocaladıkları bu kadar aşikarken, “imtiyazlı ortaklık” önerisinin hukuki, siyasi, ekonomik altyapısını hazırlamaları oldukça sancılı ve zor görünüyor. Ama diğer yandan her geçen gün, dünyadaki etkisini artıran Türkiye’den vaz geçmekte işlerine gelmiyor. Tam üye yapıp başlarına bela etmektense , sevgili olacakmış gibi davranmayı tercih ediyorlar.
Aslında finansal kriz sürecinde; ak koyun kara koyun belli oldu…Merkel’in ani Türkiye ziyareti, bunun farkındalığından kaynaklanıyor olsa gerek…yoksa İran’ın nükleer gücüne karşı Türkiye’den yaptırım uygulaması talebi biraz hafif bir ziyaret nedeni kalıyor, keza aynı şekilde Başbakan’ın Almanya’da Türk liseleri açılsın söyleminin de bu ziyaretin ana konuları olmadığı açık.
Akıllara Yunanistan’dan sonra yerine konulabilecek başka bir alternatif mi aranıyor sorusunu da getirmiyor değil! Zira Almanya’nın en büyük iki silah ithalatçısından biri biziz, diğeri de Yunanistan. Ayrıca Türkiye, son yıllarda yabancı yatırımcılar için oldukça cazip hale geldi. Kendinden emin bir dış siyaset yürütüyor. Demokratikleşme süreci biraz sancılı gidiyor olsa da bir takım çalışmalar var. Bunlar yabana atılacak gelişmeler değil. Belki de Almanya ve diğer AB üyeleri, artık Türkiye’ye karşı ketum ve kibirli tavırlarından vaz geçiyor ama bunu da birden bire övgü ile dile getirmek istemiyorlardır. Müzakereler yavaşladıkça, yeniden “imtiyazlı ortaklık” ana gündemi altında gerçekleşen bir ziyaretin kokusu yayılıyor.
Bu değerlendirmeler bağlamında; Merkel’in bize verdiği mesajlar kadar tabii ki Türkiye’nin vereceği mesajlar da önem kazanıyor…
Ortadoğu ve Kafkaslar ile Avrupa arasındaki enerji köprüsü oluşumuzdan tutun da ihracatımızı artırıp, dış ticaret açığımızı kapatmaya kadar pek çok ekonomik uygulama ve işlemler için Avrupa’ya imtiyazlı ortaklık şartı olarak verilebilecek mesajlar var…
Yunanistan 300 milyar Euro borç batağında, keza İspanya, Portekiz’in de durumu iç açıcı görünmüyor. Almanya’nın 2010 bütçesi 80 milyar Euro borç üzerine planlandı, Fransa ile ticaret savaşı son hızla sürüyor…Zamanında Türkiye’ye burun kıvırdıkları için belki de pişmandırlar.
İmtiyazlı sevgili olmak bizim işimize gelmez, zira karşılarında artık boynu bükük bir Türkiye yok!
Bu nedenle şu mesaj üzerinde özellikle durulması gerektiği kanısındayım; Türkiye AB’ye tam üyelik için hızla hazırlanıyor ama bakalım AB aynı derecede hazır mı? AB genişlemenin üstesinden gelebilecek mi? Son görüntüleri pek iç açıcı değil de…
31 Mar 2010
27 Mar 2010
Ak Parti iktidarı yapmış olsa bile, anayasa değişikliğine “Evet”
Anayasa değişikliği eğer ki referanduma kadar gidebilirse, değişikliğe “Evet” ya da “Hayır” diyecek olanlar açıkça şunun tercihini yapacaklardır;
“Evet”, ben sivil olmayan, bireyin demokratik hak ve özgürlüklerini, hukukun üstünlüğünü “öylesine” var sayan, dayatmacı, darbe ürünü bir anayasa ile yönetilmek istemiyorum, ben birey olarak devleti kontrol edebilmek istiyorum, Türkiye’ye sivil bir anayasaya yakışır, sivil bir anayasayı da ancak siviller yapabilir…
Ya da;
“Hayır”, ben halen 30 yıl önceki baskıcı, bireyin hak ve özgürlüklerini kısıtlayan, ideolojiler çerçevesinde şekillenmiş darbe anayasası ile yönetilmek istiyorum, Türkiye’nin değişmesini istemiyorum, darbeleri seviyorum, darbe anayasasını da halen savunuyorum.
Tarihi günler yaşamaktayız; Türkiye’de demokrasinin hangi boyuta yerleşeceğinin ve bundan sonra ne şekil alacağının sıkıntıları ve sancıları içerisindeyiz. Türkiye, siyaset sahnesindeki yüksek gerilimin içinde doğru yolunu bulma çabasında. Anayasa değişikliği çalışmalarını, uzlaşma çabalarını izliyoruz, ancak siyasetçilere o kadar güvenimizi yitirmişiz ki atılan her yeni adımda mutlaka acabalar arıyoruz, şüpheleniyoruz. Ama dünya değişiyor, birey olarak birbirimize güvenme ihtiyacımız artıyor, çünkü devletin tepesindeki çıkar çatışmaları bizi birbirimizden koparıyor, ayrıştırıyor. Hiç birimiz rahat değiliz, verimsiz siyasetin ve çıkarcı siyasetçilerin yıllarca biriktirdikleri sorunlar yine dönüp dolaşıp problemler olarak bizlere yansıyor.
Türkiye’de yıllardan beri ilk kez siviller, darbe anayasasını değiştirmeye çalışıyor; demokrasisi gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, devletin bizlerle değil, bizim devletle yapacağımız sözleşmenin yüksek demokrasi ve hukuk standartlarına oturtulması için ilk defa siviller uğraş veriyor. Bu yüzden tedirgin olanlarımız var, konumunun, rahatınının bozulacağı endişesini taşıyanlar var. Ancak; Türkiye, sivillerin de anayasa yapabileceğini ispatlaması gerekiyor, sonuç ilk kez bu kadar yakın.
Hatalar yok mu? Elbette var…Ne kadar başarılı oldukları tartışılabilir, ancak bugüne kadar hangi iktidar sorunların üstüne bu denli gidebildi?
Evet, mevcut iktidara güvenmemek için pek çok sebeplerimiz var, değişken siyasi tavırları ve söylemleri bizi tedirgin ediyor. Yüzde 47’ye rağmen siyasi yetersizlik, cesaretsizlik, nabza göre milliyetçilik, nabza göre dincilik, nabza göre demokratlık, nabza göre şerbetçilik var. Ancak, tam olarak beceremese bile alışkanlıkların değişmesini göze alarak yeni fikirler üretmeye çalışıyor. Ve üstelik tüm bunlar, dünyada şimdiye kadar yaşanan ekonomik krizlerin en büyüğü hüküm sürerken yapılıyor.
Siyasal ortam uygun, küreselleşme süreci uygun, AB’ye katılım süreci de uygun…artık yeni ve sivil bir anayasa için sonuç almanın zamanıdır. İdeolojisi olmayan, bireyin hak ve özgürlüklerini ön plana çıkartacak olan sivil bir anayasaya Türkiye’nin son derece ihtiyacı vardır.
Anayasa’nın, açıklanan maddeleri değişince tüm sorunlar çözülecek mi? Daha değiştirilmesi gereken pek çok madde var elbette…Siyasal Partiler Kanunu’nun değiştirilmesi ve parti içi demokrasinin zorunlu kılınması, Türk Ceza Kanunu’nun düşünceye yasak koyan maddelerinin tamamen kaldırılması, üniversite özerkliğinin sağlanması, dokunulmazlıkların kaldırılması, tüm devlet kuruluşlarının şeffaf ve hesap verebilir hale getirilmesi, seçim kanunun değiştirilmesi, vatandaşlık kriterinin gözden geçirilerek etnisiteye bağlı vatandaşlık tanımlarının kaldırılması ve bunlar gibi daha pek çok konuda yeniden anayasal düzenlemeler şart. Ancak bu kadarıyla bile, demokratikleşme ve çağı yakalama aşamasında çok büyük bir adım atılmış olacaktır.
Anayasa değişikliği; sadece ülkenin hukuki yapısının düzenlenmesi için değil, siyasi ve idari yeniden yapılanma sürecinde önemli bir kilometre taşıdır.
Anayasa değişikliği ve hatta yepyeni bir sivil anayasa, iktidarların, “siyasetime icraat dışı engeller var” bahanesinin önüne geçilebilmek için de elzemdir…
Birbirimize güvenebilmek için de…
Eğer ki anayasa değişikliği referanduma kadar gidebilirse ben “Evet” diyeceğim…çünkü ülkemde huzur içinde, saygın bir birey olarak yaşamak ve çocuklarıma, torunlarıma yaşanabilir, güvenilir bir Türkiye bırakmak istiyorum.
Bu çağda, darbe anayasası ile yönetilmek istemiyorum!
“Evet”, ben sivil olmayan, bireyin demokratik hak ve özgürlüklerini, hukukun üstünlüğünü “öylesine” var sayan, dayatmacı, darbe ürünü bir anayasa ile yönetilmek istemiyorum, ben birey olarak devleti kontrol edebilmek istiyorum, Türkiye’ye sivil bir anayasaya yakışır, sivil bir anayasayı da ancak siviller yapabilir…
Ya da;
“Hayır”, ben halen 30 yıl önceki baskıcı, bireyin hak ve özgürlüklerini kısıtlayan, ideolojiler çerçevesinde şekillenmiş darbe anayasası ile yönetilmek istiyorum, Türkiye’nin değişmesini istemiyorum, darbeleri seviyorum, darbe anayasasını da halen savunuyorum.
Tarihi günler yaşamaktayız; Türkiye’de demokrasinin hangi boyuta yerleşeceğinin ve bundan sonra ne şekil alacağının sıkıntıları ve sancıları içerisindeyiz. Türkiye, siyaset sahnesindeki yüksek gerilimin içinde doğru yolunu bulma çabasında. Anayasa değişikliği çalışmalarını, uzlaşma çabalarını izliyoruz, ancak siyasetçilere o kadar güvenimizi yitirmişiz ki atılan her yeni adımda mutlaka acabalar arıyoruz, şüpheleniyoruz. Ama dünya değişiyor, birey olarak birbirimize güvenme ihtiyacımız artıyor, çünkü devletin tepesindeki çıkar çatışmaları bizi birbirimizden koparıyor, ayrıştırıyor. Hiç birimiz rahat değiliz, verimsiz siyasetin ve çıkarcı siyasetçilerin yıllarca biriktirdikleri sorunlar yine dönüp dolaşıp problemler olarak bizlere yansıyor.
Türkiye’de yıllardan beri ilk kez siviller, darbe anayasasını değiştirmeye çalışıyor; demokrasisi gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, devletin bizlerle değil, bizim devletle yapacağımız sözleşmenin yüksek demokrasi ve hukuk standartlarına oturtulması için ilk defa siviller uğraş veriyor. Bu yüzden tedirgin olanlarımız var, konumunun, rahatınının bozulacağı endişesini taşıyanlar var. Ancak; Türkiye, sivillerin de anayasa yapabileceğini ispatlaması gerekiyor, sonuç ilk kez bu kadar yakın.
Hatalar yok mu? Elbette var…Ne kadar başarılı oldukları tartışılabilir, ancak bugüne kadar hangi iktidar sorunların üstüne bu denli gidebildi?
Evet, mevcut iktidara güvenmemek için pek çok sebeplerimiz var, değişken siyasi tavırları ve söylemleri bizi tedirgin ediyor. Yüzde 47’ye rağmen siyasi yetersizlik, cesaretsizlik, nabza göre milliyetçilik, nabza göre dincilik, nabza göre demokratlık, nabza göre şerbetçilik var. Ancak, tam olarak beceremese bile alışkanlıkların değişmesini göze alarak yeni fikirler üretmeye çalışıyor. Ve üstelik tüm bunlar, dünyada şimdiye kadar yaşanan ekonomik krizlerin en büyüğü hüküm sürerken yapılıyor.
Siyasal ortam uygun, küreselleşme süreci uygun, AB’ye katılım süreci de uygun…artık yeni ve sivil bir anayasa için sonuç almanın zamanıdır. İdeolojisi olmayan, bireyin hak ve özgürlüklerini ön plana çıkartacak olan sivil bir anayasaya Türkiye’nin son derece ihtiyacı vardır.
Anayasa’nın, açıklanan maddeleri değişince tüm sorunlar çözülecek mi? Daha değiştirilmesi gereken pek çok madde var elbette…Siyasal Partiler Kanunu’nun değiştirilmesi ve parti içi demokrasinin zorunlu kılınması, Türk Ceza Kanunu’nun düşünceye yasak koyan maddelerinin tamamen kaldırılması, üniversite özerkliğinin sağlanması, dokunulmazlıkların kaldırılması, tüm devlet kuruluşlarının şeffaf ve hesap verebilir hale getirilmesi, seçim kanunun değiştirilmesi, vatandaşlık kriterinin gözden geçirilerek etnisiteye bağlı vatandaşlık tanımlarının kaldırılması ve bunlar gibi daha pek çok konuda yeniden anayasal düzenlemeler şart. Ancak bu kadarıyla bile, demokratikleşme ve çağı yakalama aşamasında çok büyük bir adım atılmış olacaktır.
Anayasa değişikliği; sadece ülkenin hukuki yapısının düzenlenmesi için değil, siyasi ve idari yeniden yapılanma sürecinde önemli bir kilometre taşıdır.
Anayasa değişikliği ve hatta yepyeni bir sivil anayasa, iktidarların, “siyasetime icraat dışı engeller var” bahanesinin önüne geçilebilmek için de elzemdir…
Birbirimize güvenebilmek için de…
Eğer ki anayasa değişikliği referanduma kadar gidebilirse ben “Evet” diyeceğim…çünkü ülkemde huzur içinde, saygın bir birey olarak yaşamak ve çocuklarıma, torunlarıma yaşanabilir, güvenilir bir Türkiye bırakmak istiyorum.
Bu çağda, darbe anayasası ile yönetilmek istemiyorum!
15 Mar 2010
Facebook ekonomisi; Teşhir ve gözetleme merakımız paraya nasıl tahvil ediliyor?
Sosyal ağlardaki “teşhir ve gözetleme” merakımızın gün gelip dünyada fiziksel sınırları ortadan kaldıracağını, mahremiyetimizin paraya tahvili ile gün geçtikçe dev bir ekonomiye kaynak yaratacağını düşünemezdik bile.
Çok değil bundan 10 yıl öncesine kadar, evimizden çıkıp işimize, okulumuza gidiyor, kağıt baskı gazeteleri okuyor, radyo dinliyor, Tv izliyor ve bu medya araçlarında yer alan reklamlar ise tüketim eğilimlerimizi belirliyordu. Şimdi ise hayatımızda internet ve sosyal medya var; öyleki Facebook, Twitter, Friendfeed gibi sosyal ağlarda ortalama olarak günde 6-7 saatimizi geçiriyoruz.
Tüketici eğilimlerimizi artık internet ve sosyal medya ağları belirliyor ve aynı zamanda bu tüketim eğilimlerimizden dev bir ekonomi oluşuyor…
Facebook kullanıcı sayısı tüm dünyada 400 milyona ulaştı. Bu sayının yarısına yakını, yaklaşık 200 milyon kişi her gün Facebook kullanıyor, yine her gün binlerce yeni üye Facebook’a katılıyor. Facebook nüfusunun bu artış hızı dikkate alındığında çok kısa bir sürede 1.3 milyar nüfusa sahip Çin’i, 1 milyar nüfusa sahip Hindistan’ı geçeceği ve gelecek 5 yıl içinde 5 milyar kullanıcıya ulaşacağı tahmin ediliyor.
Türkiye’de ise Facebook kullanan 20 milyon insan var ve her yıl 1 milyon yeni Türk kullanıcı ekleniyor. Genç nüfusumuzun çok oluşu Türkiye’de Facebook popülasyon hızını artırıyor. Neredeyse Facebook hesabı olmayan genç yok gibi. Facebook nüfusunda dünya üçüncüsüyüz.
İngiliz Guardian gazetesinin internet sitesinde Bobbie Johnson tarafından yayımlanan How big is the Facebook economy? (Facebook ekonomisi nekadar büyük? ) başlıklı makalede, yatırımcıların Facebook’a her geçen gün çok daha fazla para pompaladıklarını ve yatırım anlamında Facebook’u güvenilir bir yatırım aracı olarak gördüklerinden bahsediliyor. Bu anlamda 2010 yılında Facebook’un gelirinin 1 milyar doları geçeceği tahminine de yer verilmiş. Dijital trend analizleri yapan e-Marketer ise 2010 yılında Facebook’un, tüm dünyadaki sosyal ağlarda yapılan reklam harcamalarının yüzde 25'ine sahip olacağını belirtiyor.
Twitter ve Friendeed için de büyüme hızı anlamında durum çok farklı değil. Twitter, dünyada 75 milyon hesaba ulaşmış. Türkiye’de ise Twitter ve Friendeed kullanımı hızla artıyor. Twitter; özellikle medya, ünlü kişiler ve gazeteciler tarafından sürekli destekleniyor. Tam olarak sayısı bilenmese de Türk Twitter kullanıcılarının sayısı hızla artıyor. (Sosyal Medyada Global Gelişmeler ve Türkiye’deki Durum)
Facebook, pek çok şirketin hedefi; dünyada birçok şirket daha çok genç pazarı hedefleyen ürünlerin tanıtımını Facebook'tan yapıyor, Facebook'ta şirket sayfalarındaki tartışma platformları, tüketiciyi farkettirmeden o markanın içine çekiyor. Örneğin direkt olarak reklam kokmayan, eğlenceli bir uygulama veya oyun geliştiriliyor, önce eğlendiriyor sonra bilgi veriyor, böylelikle marka konuşulmaya başlıyor, o marka ile ilgili kullanım bilgileri paylaşılıyor, tavsiyeler yapılıyor. Yani iletişim artık markadan tüketiciye değil, tüketiciden onun arkadaşlarına ya da ailesine doğru ilerliyor, paylaşılarak yayılıyor. Twitter ve Friendfeed ise hedefi tam onikiden vuruyor, kısa içerikli firma tanıtım ve reklamları Facebook’takinden çok daha kolay ve rahat izleniyor. Facebook’taki veya diğer sosyal ağlardaki reklamlar sahiplerine milyarlarca dolarlık bir alış veriş ekonomisi olarak geri dönüyor.
“Kulaktan kulağa pazarlama” kavramı, artık “klavyeden klavyeye pazarlama” haline dönüştü. Şirketler, sosyal ağlardaki reklamları için milyonlarca dolarlık bütçeler ayırıyor, “sosyal etki pazarlaması” dünya üzerindeki tüketim ekonomisinin can damarı haline geliyor. Benim Nike markasını tercih ediyor olmam, Facebook’ta fan kulübüne katılmam ve Twitter’da veya Friendfeed’de Nike ile spor yaparak kendimi çok zinde hissettiğimi yazmam, benim ağımdaki insanların Nike’a duydukları sempatiyi arttırıyor. Bu etki, benim kendi objektif görüşüm olduğundan, şirketin kendi reklam kampanyalarından çok daha etkili.
Sosyal ağlarda milyonlarca insanın kişisel bilgilerine ulaşımın gizlilik ilkesini ihlal etmesine ve “sosyal norm” tartışmalarına neden olmasına rağmen, bu bilgilerin dünyadaki tüketim ekonomisi için ne kadar önemli olduğu aşikar. Facebook’da kullanıcıların yüzde 60’ı profillerine erişimleri kısıtlıyor ancak ağlarındaki kişilerle etkileşimleri bile Facebook’un yarattığı ekonominin milyarlarca dolara ulaşmasına yetiyor.
Facebook’un sahibi Mark Zuckerberg’in ilginç bir saptaması var; Facebook kurulduktan beş yıl sonra, "İnsanların sadece daha fazla bilgi paylaşmakla kalmadıklarını daha fazla bilgiyi daha fazla insanla paylaşmaktan da rahatsızlık duymadıklarını fark ettik" diyor. Facebook ve diğer sosyal ağlardaki üyelerin bu derece özel bilgilerinden vazgeçebilecek olmasının nedeni ise onlara eğlendirici hizmetler yaratılmasında yatıyor. İnsanlar gizlikten vazgeçtikçe, bunun paraya tahvili kolaylaşıyor.
Tüketim eğilimlerimizi, sosyal ağlar belirliyor…biz sosyal ağlarda mahremiyetimizden vazgeçtiğimiz sürece, teşhir ve gözetleme merakımız, dünyada dev bir ekonomiye kaynak yaratıyor.
Biz buna “Facebook ekonomisi” ya da "teşhir ve gözetleme merakımızın paraya tahvil edilişi" diyoruz!
Çok değil bundan 10 yıl öncesine kadar, evimizden çıkıp işimize, okulumuza gidiyor, kağıt baskı gazeteleri okuyor, radyo dinliyor, Tv izliyor ve bu medya araçlarında yer alan reklamlar ise tüketim eğilimlerimizi belirliyordu. Şimdi ise hayatımızda internet ve sosyal medya var; öyleki Facebook, Twitter, Friendfeed gibi sosyal ağlarda ortalama olarak günde 6-7 saatimizi geçiriyoruz.
Tüketici eğilimlerimizi artık internet ve sosyal medya ağları belirliyor ve aynı zamanda bu tüketim eğilimlerimizden dev bir ekonomi oluşuyor…
Facebook kullanıcı sayısı tüm dünyada 400 milyona ulaştı. Bu sayının yarısına yakını, yaklaşık 200 milyon kişi her gün Facebook kullanıyor, yine her gün binlerce yeni üye Facebook’a katılıyor. Facebook nüfusunun bu artış hızı dikkate alındığında çok kısa bir sürede 1.3 milyar nüfusa sahip Çin’i, 1 milyar nüfusa sahip Hindistan’ı geçeceği ve gelecek 5 yıl içinde 5 milyar kullanıcıya ulaşacağı tahmin ediliyor.
Türkiye’de ise Facebook kullanan 20 milyon insan var ve her yıl 1 milyon yeni Türk kullanıcı ekleniyor. Genç nüfusumuzun çok oluşu Türkiye’de Facebook popülasyon hızını artırıyor. Neredeyse Facebook hesabı olmayan genç yok gibi. Facebook nüfusunda dünya üçüncüsüyüz.
İngiliz Guardian gazetesinin internet sitesinde Bobbie Johnson tarafından yayımlanan How big is the Facebook economy? (Facebook ekonomisi nekadar büyük? ) başlıklı makalede, yatırımcıların Facebook’a her geçen gün çok daha fazla para pompaladıklarını ve yatırım anlamında Facebook’u güvenilir bir yatırım aracı olarak gördüklerinden bahsediliyor. Bu anlamda 2010 yılında Facebook’un gelirinin 1 milyar doları geçeceği tahminine de yer verilmiş. Dijital trend analizleri yapan e-Marketer ise 2010 yılında Facebook’un, tüm dünyadaki sosyal ağlarda yapılan reklam harcamalarının yüzde 25'ine sahip olacağını belirtiyor.
Twitter ve Friendeed için de büyüme hızı anlamında durum çok farklı değil. Twitter, dünyada 75 milyon hesaba ulaşmış. Türkiye’de ise Twitter ve Friendeed kullanımı hızla artıyor. Twitter; özellikle medya, ünlü kişiler ve gazeteciler tarafından sürekli destekleniyor. Tam olarak sayısı bilenmese de Türk Twitter kullanıcılarının sayısı hızla artıyor. (Sosyal Medyada Global Gelişmeler ve Türkiye’deki Durum)
Facebook, pek çok şirketin hedefi; dünyada birçok şirket daha çok genç pazarı hedefleyen ürünlerin tanıtımını Facebook'tan yapıyor, Facebook'ta şirket sayfalarındaki tartışma platformları, tüketiciyi farkettirmeden o markanın içine çekiyor. Örneğin direkt olarak reklam kokmayan, eğlenceli bir uygulama veya oyun geliştiriliyor, önce eğlendiriyor sonra bilgi veriyor, böylelikle marka konuşulmaya başlıyor, o marka ile ilgili kullanım bilgileri paylaşılıyor, tavsiyeler yapılıyor. Yani iletişim artık markadan tüketiciye değil, tüketiciden onun arkadaşlarına ya da ailesine doğru ilerliyor, paylaşılarak yayılıyor. Twitter ve Friendfeed ise hedefi tam onikiden vuruyor, kısa içerikli firma tanıtım ve reklamları Facebook’takinden çok daha kolay ve rahat izleniyor. Facebook’taki veya diğer sosyal ağlardaki reklamlar sahiplerine milyarlarca dolarlık bir alış veriş ekonomisi olarak geri dönüyor.
“Kulaktan kulağa pazarlama” kavramı, artık “klavyeden klavyeye pazarlama” haline dönüştü. Şirketler, sosyal ağlardaki reklamları için milyonlarca dolarlık bütçeler ayırıyor, “sosyal etki pazarlaması” dünya üzerindeki tüketim ekonomisinin can damarı haline geliyor. Benim Nike markasını tercih ediyor olmam, Facebook’ta fan kulübüne katılmam ve Twitter’da veya Friendfeed’de Nike ile spor yaparak kendimi çok zinde hissettiğimi yazmam, benim ağımdaki insanların Nike’a duydukları sempatiyi arttırıyor. Bu etki, benim kendi objektif görüşüm olduğundan, şirketin kendi reklam kampanyalarından çok daha etkili.
Sosyal ağlarda milyonlarca insanın kişisel bilgilerine ulaşımın gizlilik ilkesini ihlal etmesine ve “sosyal norm” tartışmalarına neden olmasına rağmen, bu bilgilerin dünyadaki tüketim ekonomisi için ne kadar önemli olduğu aşikar. Facebook’da kullanıcıların yüzde 60’ı profillerine erişimleri kısıtlıyor ancak ağlarındaki kişilerle etkileşimleri bile Facebook’un yarattığı ekonominin milyarlarca dolara ulaşmasına yetiyor.
Facebook’un sahibi Mark Zuckerberg’in ilginç bir saptaması var; Facebook kurulduktan beş yıl sonra, "İnsanların sadece daha fazla bilgi paylaşmakla kalmadıklarını daha fazla bilgiyi daha fazla insanla paylaşmaktan da rahatsızlık duymadıklarını fark ettik" diyor. Facebook ve diğer sosyal ağlardaki üyelerin bu derece özel bilgilerinden vazgeçebilecek olmasının nedeni ise onlara eğlendirici hizmetler yaratılmasında yatıyor. İnsanlar gizlikten vazgeçtikçe, bunun paraya tahvili kolaylaşıyor.
Tüketim eğilimlerimizi, sosyal ağlar belirliyor…biz sosyal ağlarda mahremiyetimizden vazgeçtiğimiz sürece, teşhir ve gözetleme merakımız, dünyada dev bir ekonomiye kaynak yaratıyor.
Biz buna “Facebook ekonomisi” ya da "teşhir ve gözetleme merakımızın paraya tahvil edilişi" diyoruz!
10 Mar 2010
Modern Türkiye'nin Medineleri ya da Medine'lerin Türkiyesi
Dünya, tüm kadınlar için güvenilir ve yaşanabilir bir yer olmadıkça, ne dünya kadınlar gününün anlamı var ne de medeniyetin! Kadınların ve çocukların kolayca feda edildiği bir ülkede konuyu bir merhamet ve şefkat meselesine indirgemekten başka bir şey değildir, dünya kadınlar gününü kutlamak!
Feda edilenlerden yalnızca biri Medine… Binlerce Medine var, Berivan var, Ceylan var…
Genç kız Medine Memi, erkeklerle konuşuyor diye diri diri, derme çatma evlerinin bahçesindeki bir kümesin altına gömüldü, üstüne de beton kapattılar ve bu olay 2010’ların modern Türkiyesi’nde meydana geldi! O’nu diri diri gömenler de iki ay boyunca günlük yaşamlarını hiçbir şey olmamış gibi sürdürdüler. Medine Memi toprak altında diri diri can verirken, onlar yediler, içtiler, uyudular. Soranlara da “kaçtı” dediler.
Medine Memi, ebeveynlerinden sürekli dayak yiyormuş, devletin polisine dahi gitmiş, şikayet etmiş…hiç kimse oralı olmamış! Sonuç; Medine Memi, bu ülkenin kadını koruduğu iddia edilen kanunlarına rağmen, bir leş parçası gibi diri diri toprağa gömüldü. Elalemin namusundan bize ne diyen bir otorite ve töre cinayetlerinin tüm sınırları zorlayan bir örneğidir bu.
Biz buyuz…kadınlarımızın, çocuklarımızın durumu da budur, bu kadar kolay feda edilebilirler, bu kadar hunharca her an öldürülebilir, şiddet görebilir, “cebinden yarım limon çıktı, sırtın terli, elinde taş izi var” diye yıllarca hapis cezasına çarptırılabilirler.
Halen kız çocuklarının anne sütü almasına değer görülmez, okula gönderilmez, erken yaşta ya da zorla evlendirilir, kaçırılır, tecavüz uğrar, hamile kadınlar kocaları tarafından dövülür, karanlıkta aç hapsedilir, genç kızlar ensest girdabında boğulur, ya da öldürüp parçaladıktan sonra şehir çöplüklerine atılırlar. Tüm bunlar, modern Türkiye’nin kadına şiddet gündeminin başlıklarından!
Türkiye’de her 3 kadından biri fiziksel şiddet görüyor. Duygusal şiddete maruz kalanların sayısı ise belirlenemiyor. Türkiye, kadına yönelik ayrımcılık ve şiddet açısından dünyada ilk sıralarda yer almaya devam ediyor. Üstelik Türkiye, kadın hakları konusunda bilimum sözleşmeleri en baş sırada imazalayan bir ülke. Ama ne var ki bizim kadına bakış zihniyetimiz bozuk, asıl değişmesi gereken de budur.
Türkiye’de zihniyet, “kadınların yaşamdaki esas işlevi çocuk doğurmak ve onlara bakmak, kocasının isteklerini yerine getirmek, aynı zamanda yaşlı ana babanın bakımından da sorumlu olmaktır” diyor. 21. yüzyıl Türkiyesi’nde kadına biçilen rol model, en yetkili ağızlardan bile böyle ifade edilmiyor mu? Kadının bireysel özgürlüğünü elinden alan, kadına sadece doğurganlık ve bakıcılık işlevi yükleyen, kadının yaşamını kocası ve aile büyükleri tarafından sorgusuz sualsiz ipotek altına alarak maruz kaldığı veya kalacağı baskıyı ve şiddeti pekiştiren, meşru kılan bu zihniyetin değişmesi gerekmiyor mu?
Bilinçaltına yerleşmiş olan “kadın her tür şiddeti hak eder” zihniyeti, daha pek çok Medine üretir.
Dünya Kadınlar Günü kutlamaları yapana kadar daha ne çok yol almamız lazım, değil mi?
Feda edilenlerden yalnızca biri Medine… Binlerce Medine var, Berivan var, Ceylan var…
Genç kız Medine Memi, erkeklerle konuşuyor diye diri diri, derme çatma evlerinin bahçesindeki bir kümesin altına gömüldü, üstüne de beton kapattılar ve bu olay 2010’ların modern Türkiyesi’nde meydana geldi! O’nu diri diri gömenler de iki ay boyunca günlük yaşamlarını hiçbir şey olmamış gibi sürdürdüler. Medine Memi toprak altında diri diri can verirken, onlar yediler, içtiler, uyudular. Soranlara da “kaçtı” dediler.
Medine Memi, ebeveynlerinden sürekli dayak yiyormuş, devletin polisine dahi gitmiş, şikayet etmiş…hiç kimse oralı olmamış! Sonuç; Medine Memi, bu ülkenin kadını koruduğu iddia edilen kanunlarına rağmen, bir leş parçası gibi diri diri toprağa gömüldü. Elalemin namusundan bize ne diyen bir otorite ve töre cinayetlerinin tüm sınırları zorlayan bir örneğidir bu.
Biz buyuz…kadınlarımızın, çocuklarımızın durumu da budur, bu kadar kolay feda edilebilirler, bu kadar hunharca her an öldürülebilir, şiddet görebilir, “cebinden yarım limon çıktı, sırtın terli, elinde taş izi var” diye yıllarca hapis cezasına çarptırılabilirler.
Halen kız çocuklarının anne sütü almasına değer görülmez, okula gönderilmez, erken yaşta ya da zorla evlendirilir, kaçırılır, tecavüz uğrar, hamile kadınlar kocaları tarafından dövülür, karanlıkta aç hapsedilir, genç kızlar ensest girdabında boğulur, ya da öldürüp parçaladıktan sonra şehir çöplüklerine atılırlar. Tüm bunlar, modern Türkiye’nin kadına şiddet gündeminin başlıklarından!
Türkiye’de her 3 kadından biri fiziksel şiddet görüyor. Duygusal şiddete maruz kalanların sayısı ise belirlenemiyor. Türkiye, kadına yönelik ayrımcılık ve şiddet açısından dünyada ilk sıralarda yer almaya devam ediyor. Üstelik Türkiye, kadın hakları konusunda bilimum sözleşmeleri en baş sırada imazalayan bir ülke. Ama ne var ki bizim kadına bakış zihniyetimiz bozuk, asıl değişmesi gereken de budur.
Türkiye’de zihniyet, “kadınların yaşamdaki esas işlevi çocuk doğurmak ve onlara bakmak, kocasının isteklerini yerine getirmek, aynı zamanda yaşlı ana babanın bakımından da sorumlu olmaktır” diyor. 21. yüzyıl Türkiyesi’nde kadına biçilen rol model, en yetkili ağızlardan bile böyle ifade edilmiyor mu? Kadının bireysel özgürlüğünü elinden alan, kadına sadece doğurganlık ve bakıcılık işlevi yükleyen, kadının yaşamını kocası ve aile büyükleri tarafından sorgusuz sualsiz ipotek altına alarak maruz kaldığı veya kalacağı baskıyı ve şiddeti pekiştiren, meşru kılan bu zihniyetin değişmesi gerekmiyor mu?
Bilinçaltına yerleşmiş olan “kadın her tür şiddeti hak eder” zihniyeti, daha pek çok Medine üretir.
Dünya Kadınlar Günü kutlamaları yapana kadar daha ne çok yol almamız lazım, değil mi?
7 Mar 2010
Yegâne tehlike işsizlik…Peki ya çözüm?
Ne irtica, ne terör, ne de darbe planları…rakamlar bu ülkede en çok korkulması gereken tehdidin “işsizlik” olduğuna işaret ediyor.
Her yıl iş gücü piyasasına 15 yaş üstü yaklaşık 1 milyon genç nüfus katılıyor, hali hazırda bu nüfusun yarısının işi yok!...işsizler ordumuza geçen sene 860 bin yeni işsiz eklendi, Türkiye’de yaşayan her dört kişiden biri işsiz!
İşsizlik, bizim yapısal sorunumuzdur, geçici ve sıradan bir sorun değildir. Büyüsek de küçülsek de ekonomideki bu zafiyetten kurtulamıyoruz. Neden?... Çünkü 1980 yılından beri uygulanan yanlış, kısa vadeli ve günü kurtarmaya yönelik ekonomi politikaları, işsizlik sorununu iyice kronik hale getirmiştir.
Eğitim sistemi, yatırım, teşvik, üretim, istihdam, ücretlendirme, vergilendirme, sosyal güvenlik politikalarındaki yanlış uygulamalar, aralarındaki koordinasyonsuzluk ve nihayetinde küresel ekonomik krizin etkileri ile işsizlik, yapısal bir sorun olarak Türkiye gündeminin birinci sırasına yerleşmiştir. Mevcut eğitim sistemi ile ekonomik ve sosyal politikalar, istihdam yaratmaya odaklı olmadığından, bugün geldiğimiz noktada, sorunun çözümü de bir hayli zorlaşmıştır.
Peki, İşsizlik sorunumuza üretilebilecek sürdürülebilir çözümler nelerdir?
Önce eğitim sistemimizden başlamak gerektiği düşüncesindeyim; Eğitim sistemimizin yetiştirdiği işgücü ile ekonominin talep ettiği işgücü arasında kopukluk vardır. Okullarda verilen teorik bilgi ile iş yaşamındaki bilgi gereksinimi, tıp, mühendislik gibi temel branşların dışında birbirleriyle uyumsuzdur. 8 yıllık zorunlu eğitimden sonra, mesleki eğitimde yoğunlaşma sağlanmalıdır ki iş gücü açısından bir anlam ifade etsin. Bugün sokaklar üniversite mezunu olup da alâkasız işler yapan ya da boş gezen gençlerle dolu ise eğitim sistemimizde bir aksaklık var demektir. Genç nüfus ne yazık ki iyi eğitilememiştir!
İşsizlik sorunu için genelde gündeme getirilen önerilerden birisi de-ki en yanlış olanıdır; hükümetin personel alımı yapmasıdır, şimdiye kadar yapıldığı gibi…ama gerekli gereksiz personel alımı, hem verimliği düşürür hem de kamu harcamalarını artırarak bu harcamaların topluma vergi olarak geri dönmesine neden olur…işte ekonomide kısır döngü de böyle başlar…vergi artar, alım gücü azalır, yatırım yapmak güçleşir, üretim azalır…sonuç yine işsizlik! Devletin, işsizliğe çare bulmak için personel alması yerine, üretimi yapacak girişimciyi, yatırımcıyı desteklemesi daha doğrudur, ancak bu teşviklerin sadece büyük yatırımcıya değil, bölgesel ekonomik gelişmişliklere göre küçük işletmelere veya esnafa yapılmasında fayda vardır, tabii ki istihdam yaratıyor olmaları şartı ile. KOBİ'lerin ve küçük işletmelerin önü açıldığı takdirde işsizliğin önüne geçilebilir!
Çalışma saatleri aşağıya çekilebilir, insanlara hizmet sektöründe saatlik iş olanakları açılabilir. İstihdam üzerinden alınan vergi, prim, işveren payı şu anda yüzde 40 civarındadır, bu oran Avrupa ortalaması olan 25`e indirilirse kayıtsız istihdamın önüne geçilebilir. Küçük girişimcinin, iş kurma maliyeti düşürülmelidir, bugün bir işyeri açabilmek için en az 4 bin lira sadece vergi ve harç ödenmektedir. İş yeri açmakta formaliteler kaldırılıp, teşvik edilirse küçük girişimcilik teşvik edilmiş olur. Küçük işletmelerin ekonomiye katkısı büyüktür, istihdam ve işsizliğe de! Büyük yatırımcının, yatırım hevesinin gelmesini beklemek doğru değildir!
Ulusal İstihdam Çalıştayı’na sunulan ve 900 bin kişiye istihdam sağlayacak projeyi de önemsiyor ve doğru buluyorum, yeter ki hayata geçirilebilsin. Ana hatları ile 30 bin yeni kurulacak firmaya kuruluş destek kredisi, ayrıca faaliyeti devam eden 60 bin firmaya da 'kapasite artırımı' şartı ile toplam 45 milyarlık destek sağlanacak. Yeni kurulacak bir firmaya, yatırım kredisi olarak 250 bin TL, işletme kredisi olarak da 250 bin TL olmak üzere toplamda 500 bin TL'ye kadar kredi verilebilecek. Ancak hiçbir kredi, girişimcinin eline 'nakit' olarak sunulmayacak. Örneğin firma, yatırım için makine ve teçhizat alacak. Banka, bu parayı girişimcinin makineyi aldığı yere fatura karşılığı ödeyecek. Böylece kredi olanağının yatırım dışı amaçla kullanılmasının önü kesilmiş olacak. (Akşam)
İşsizlik sorunu artık sadece bazı bölgelerin değil, tüm Türkiye’nin sorunu. İstihdam olanakları azalıyor, işsizlik hızla artıyor, sokaklar vasıflı vasıfsız işsizlerle dolu. Gençlerimiz geleceklerinden kuşkulu, aileler huzursuz. Türkiye’de şu anda milyonlarca insan işsiz, iş arıyor, bulamıyor ya da yeteri kadar ücret alamıyor, bu insanların hepsi ateşlenmeye hazır fitil gibiler.
Artık şu kavgaları bırakıp, ekonomiye odaklanmak gerekiyor…yineliyorum; Türkiye bu işsizler ordusu ile irtica, terör veya darbelerden çok daha fazla tehlikede!
Her yıl iş gücü piyasasına 15 yaş üstü yaklaşık 1 milyon genç nüfus katılıyor, hali hazırda bu nüfusun yarısının işi yok!...işsizler ordumuza geçen sene 860 bin yeni işsiz eklendi, Türkiye’de yaşayan her dört kişiden biri işsiz!
İşsizlik, bizim yapısal sorunumuzdur, geçici ve sıradan bir sorun değildir. Büyüsek de küçülsek de ekonomideki bu zafiyetten kurtulamıyoruz. Neden?... Çünkü 1980 yılından beri uygulanan yanlış, kısa vadeli ve günü kurtarmaya yönelik ekonomi politikaları, işsizlik sorununu iyice kronik hale getirmiştir.
Eğitim sistemi, yatırım, teşvik, üretim, istihdam, ücretlendirme, vergilendirme, sosyal güvenlik politikalarındaki yanlış uygulamalar, aralarındaki koordinasyonsuzluk ve nihayetinde küresel ekonomik krizin etkileri ile işsizlik, yapısal bir sorun olarak Türkiye gündeminin birinci sırasına yerleşmiştir. Mevcut eğitim sistemi ile ekonomik ve sosyal politikalar, istihdam yaratmaya odaklı olmadığından, bugün geldiğimiz noktada, sorunun çözümü de bir hayli zorlaşmıştır.
Peki, İşsizlik sorunumuza üretilebilecek sürdürülebilir çözümler nelerdir?
Önce eğitim sistemimizden başlamak gerektiği düşüncesindeyim; Eğitim sistemimizin yetiştirdiği işgücü ile ekonominin talep ettiği işgücü arasında kopukluk vardır. Okullarda verilen teorik bilgi ile iş yaşamındaki bilgi gereksinimi, tıp, mühendislik gibi temel branşların dışında birbirleriyle uyumsuzdur. 8 yıllık zorunlu eğitimden sonra, mesleki eğitimde yoğunlaşma sağlanmalıdır ki iş gücü açısından bir anlam ifade etsin. Bugün sokaklar üniversite mezunu olup da alâkasız işler yapan ya da boş gezen gençlerle dolu ise eğitim sistemimizde bir aksaklık var demektir. Genç nüfus ne yazık ki iyi eğitilememiştir!
İşsizlik sorunu için genelde gündeme getirilen önerilerden birisi de-ki en yanlış olanıdır; hükümetin personel alımı yapmasıdır, şimdiye kadar yapıldığı gibi…ama gerekli gereksiz personel alımı, hem verimliği düşürür hem de kamu harcamalarını artırarak bu harcamaların topluma vergi olarak geri dönmesine neden olur…işte ekonomide kısır döngü de böyle başlar…vergi artar, alım gücü azalır, yatırım yapmak güçleşir, üretim azalır…sonuç yine işsizlik! Devletin, işsizliğe çare bulmak için personel alması yerine, üretimi yapacak girişimciyi, yatırımcıyı desteklemesi daha doğrudur, ancak bu teşviklerin sadece büyük yatırımcıya değil, bölgesel ekonomik gelişmişliklere göre küçük işletmelere veya esnafa yapılmasında fayda vardır, tabii ki istihdam yaratıyor olmaları şartı ile. KOBİ'lerin ve küçük işletmelerin önü açıldığı takdirde işsizliğin önüne geçilebilir!
Çalışma saatleri aşağıya çekilebilir, insanlara hizmet sektöründe saatlik iş olanakları açılabilir. İstihdam üzerinden alınan vergi, prim, işveren payı şu anda yüzde 40 civarındadır, bu oran Avrupa ortalaması olan 25`e indirilirse kayıtsız istihdamın önüne geçilebilir. Küçük girişimcinin, iş kurma maliyeti düşürülmelidir, bugün bir işyeri açabilmek için en az 4 bin lira sadece vergi ve harç ödenmektedir. İş yeri açmakta formaliteler kaldırılıp, teşvik edilirse küçük girişimcilik teşvik edilmiş olur. Küçük işletmelerin ekonomiye katkısı büyüktür, istihdam ve işsizliğe de! Büyük yatırımcının, yatırım hevesinin gelmesini beklemek doğru değildir!
Ulusal İstihdam Çalıştayı’na sunulan ve 900 bin kişiye istihdam sağlayacak projeyi de önemsiyor ve doğru buluyorum, yeter ki hayata geçirilebilsin. Ana hatları ile 30 bin yeni kurulacak firmaya kuruluş destek kredisi, ayrıca faaliyeti devam eden 60 bin firmaya da 'kapasite artırımı' şartı ile toplam 45 milyarlık destek sağlanacak. Yeni kurulacak bir firmaya, yatırım kredisi olarak 250 bin TL, işletme kredisi olarak da 250 bin TL olmak üzere toplamda 500 bin TL'ye kadar kredi verilebilecek. Ancak hiçbir kredi, girişimcinin eline 'nakit' olarak sunulmayacak. Örneğin firma, yatırım için makine ve teçhizat alacak. Banka, bu parayı girişimcinin makineyi aldığı yere fatura karşılığı ödeyecek. Böylece kredi olanağının yatırım dışı amaçla kullanılmasının önü kesilmiş olacak. (Akşam)
İşsizlik sorunu artık sadece bazı bölgelerin değil, tüm Türkiye’nin sorunu. İstihdam olanakları azalıyor, işsizlik hızla artıyor, sokaklar vasıflı vasıfsız işsizlerle dolu. Gençlerimiz geleceklerinden kuşkulu, aileler huzursuz. Türkiye’de şu anda milyonlarca insan işsiz, iş arıyor, bulamıyor ya da yeteri kadar ücret alamıyor, bu insanların hepsi ateşlenmeye hazır fitil gibiler.
Artık şu kavgaları bırakıp, ekonomiye odaklanmak gerekiyor…yineliyorum; Türkiye bu işsizler ordusu ile irtica, terör veya darbelerden çok daha fazla tehlikede!
Ah şu medya ah! Ekonomiyi ne hale getirdi...
Ekonomiyi neden göstererek, medyaya zarf atmak, ifade özgürlüğüne söz söylemek hem mantıksızca hem de “normalleşme” ye katkıda bulunmaz! Demokratlığa da hiç yakışmaz!
Medyanın bilinç altımıza sürekli bir takım kodlar yerleştirdiği aşikar…medya her zaman siyaseti ve sosyal yaşamı etkilemiştir, bu nedenle “dördüncü kuvvet medya” deriz.
Medyanın toplumun bir aynası olduğu da gerçek…toplum ne ise medya da onu yansıtır. Bazı medya grupları iktidardan yanadır, her uygulamasına alkış tutar, bazıları muhaliftir, eleştirir…eğer ki demokratik bir ülke isek ve medya da özgür ise bunlar olağandır, olağan karşılanması gerekir.
Ancak medyanın özgür olmadığı durumlar da vardır…bu kısıtlılık hali ya iktidarın baskısı ile ya da medya patronunun görüşleri doğrultusunda oluşur. Medya patronunun eğer ki devlet ile işi, çıkar alış verişi varsa, ya da iktidar, iktidar olana kadar o medya patronundan destek almışsa, medyada yazılan çizilenler ile izlettirilenlerin pek de özgürce olduğundan bahsedilemez…illaki de yanlıdır. Her ne kadar köşe yazarlarımız, özgür ve de hür düşünceleri ile kendilerini ifade ettiklerini iddia etseler de öyle bir an gelir ki, bağlı olduğu medya kuruluşunun genel yayın ilkelerini aşamazlar, aşarlarsa da kendini başka bir medya kuruluşunda bulabilirler…örnekleri çoktur. Bu da zaten o medya kuruluşunun yayınlarını ve bizati kendisini güvenilir olmaktan çıkartır.
Başbakan medyadan açık ve net olarak şikayetçi…ama daha çok iktidar aleyhine yazılar yazanlardan. Bazı iktidar yandaşı medyaya da “bizi gaza getirmeyin” diyor. Bu sadece Türkiye’ye has bir durum değil, ABD Başkanı Obama bile Amerikan medyasına çatmıştı. Bazı medya patronları diyormuş ki “ama köşe yazarlarıma söz geçiremiyorum”…Başbakan da açık açık “köşe yazarına hakim ol” diyor. Böyle bir istemi olağan sayıyor! Bunca rezaletin yaşandığı, bunca anti-demokratik uygulamanın olduğu bir ülkede bunlar şaşılacak bir durum değil…hani tencerenin dibinin karası durumu gibi.
Başbakan, bu “yazarına hakim ol” söylemine bir de zarf uydurmuş, diyor ki “bakın böyle yazıyor, çiziyor, felaket tellallığı yapıyorsunuz, bu yüzden yabancı yatırımcı kaçıyor, borsa düşüyor, dolar yükseliyor, TL kaybediyor, istikrarı bozarak ekonomiyi sarsıyorsunuz” v.s. Ancak olayın bir de mazruf kısmı var…Kesinlikle ekonominin olmazsa olmazlarından birisi de siyasi istikrar. Ancak Başbakan’ın ekonomiden çok fazla anladığı söylenemez. Medya’nın yangına körükle gidiyor olması, ekonomiyi çok fazla etkilemez, tabii ki ekonominiz pamuk ipliğine bağlı değilse…ki şu anda pamuk ipliği gibi bir durum da yok, yapısal sorunumuz işsizlik dışında.
Medyanın sözleri ile ekonomi çökmez ! Ekonomi çökerse siyasi istikrarsızlıktan çöker!
Yabancı yatırımcı, yatırımın yapılabilirlik görüntüsünü hisseder ya da ülkenin ekonomi notuna bakar. Siyasi görüntü önümüzdeki aylar için ne durumdadır buna bakar, bunu görebilmek için Türk medyasının sözlerine de ihtiyaç duymaz. The Times gazetesinin "Ankara ile ordu arasındaki mücadelenin bir felakete yol açabileceği" görüşü onlar için Türk medyasının görüşünden daha önemlidir. Faiz tatlı mı ona bakarlar, spekülatif hareketlerin kazanç getirisine, iç iletişimlerine kulak verirler. AKP nin kapatma davası öncesinde ve sonrasında bile aktılar, borsaya girdiler. Yabancı yatırımcı siyasi istikrar arar.
Doların artması, TL nin değer kaybı, bizim ekonomimiz için kötü değildir ki…bakın ithalat rakamları yine yükseldi, ihracatdaki artış ithalatın artışına yetişemiyor, cari açık yine büyüyor…dolar yükselince ihracat gelirin artacak, fena mı? İhracatın artarsa büyüme de olumlu etkilenir.
Ekonomiyi neden göstererek, medyaya zarf atmak, ifade özgürlüğüne söz söylemek hem mantıksızca hem de “normalleşme” ye katkıda bulunmaz! Demokratlığa da hiç yakışmaz!
Ülkenin geleceği ile ilgili olarak sadece ciddi siyasi istikrara ihtiyacımız var. Medya’nın hataları yok mu? Çookkk! Ancak demokratikleşmekse amaç, özgür düşünen Türkiye kadar özgür yazabilen Türkiye’ye de ihtiyacımız olduğu unutulmamalı…
80 yıldır daha yeni yeni anormalliklerden çıkıyoruz… demokrasiyi yeşertebilirsek eğer, ekonomi de rayına daha kolay oturacaktır, medya da normalleşecektir.
Medyanın bilinç altımıza sürekli bir takım kodlar yerleştirdiği aşikar…medya her zaman siyaseti ve sosyal yaşamı etkilemiştir, bu nedenle “dördüncü kuvvet medya” deriz.
Medyanın toplumun bir aynası olduğu da gerçek…toplum ne ise medya da onu yansıtır. Bazı medya grupları iktidardan yanadır, her uygulamasına alkış tutar, bazıları muhaliftir, eleştirir…eğer ki demokratik bir ülke isek ve medya da özgür ise bunlar olağandır, olağan karşılanması gerekir.
Ancak medyanın özgür olmadığı durumlar da vardır…bu kısıtlılık hali ya iktidarın baskısı ile ya da medya patronunun görüşleri doğrultusunda oluşur. Medya patronunun eğer ki devlet ile işi, çıkar alış verişi varsa, ya da iktidar, iktidar olana kadar o medya patronundan destek almışsa, medyada yazılan çizilenler ile izlettirilenlerin pek de özgürce olduğundan bahsedilemez…illaki de yanlıdır. Her ne kadar köşe yazarlarımız, özgür ve de hür düşünceleri ile kendilerini ifade ettiklerini iddia etseler de öyle bir an gelir ki, bağlı olduğu medya kuruluşunun genel yayın ilkelerini aşamazlar, aşarlarsa da kendini başka bir medya kuruluşunda bulabilirler…örnekleri çoktur. Bu da zaten o medya kuruluşunun yayınlarını ve bizati kendisini güvenilir olmaktan çıkartır.
Başbakan medyadan açık ve net olarak şikayetçi…ama daha çok iktidar aleyhine yazılar yazanlardan. Bazı iktidar yandaşı medyaya da “bizi gaza getirmeyin” diyor. Bu sadece Türkiye’ye has bir durum değil, ABD Başkanı Obama bile Amerikan medyasına çatmıştı. Bazı medya patronları diyormuş ki “ama köşe yazarlarıma söz geçiremiyorum”…Başbakan da açık açık “köşe yazarına hakim ol” diyor. Böyle bir istemi olağan sayıyor! Bunca rezaletin yaşandığı, bunca anti-demokratik uygulamanın olduğu bir ülkede bunlar şaşılacak bir durum değil…hani tencerenin dibinin karası durumu gibi.
Başbakan, bu “yazarına hakim ol” söylemine bir de zarf uydurmuş, diyor ki “bakın böyle yazıyor, çiziyor, felaket tellallığı yapıyorsunuz, bu yüzden yabancı yatırımcı kaçıyor, borsa düşüyor, dolar yükseliyor, TL kaybediyor, istikrarı bozarak ekonomiyi sarsıyorsunuz” v.s. Ancak olayın bir de mazruf kısmı var…Kesinlikle ekonominin olmazsa olmazlarından birisi de siyasi istikrar. Ancak Başbakan’ın ekonomiden çok fazla anladığı söylenemez. Medya’nın yangına körükle gidiyor olması, ekonomiyi çok fazla etkilemez, tabii ki ekonominiz pamuk ipliğine bağlı değilse…ki şu anda pamuk ipliği gibi bir durum da yok, yapısal sorunumuz işsizlik dışında.
Medyanın sözleri ile ekonomi çökmez ! Ekonomi çökerse siyasi istikrarsızlıktan çöker!
Yabancı yatırımcı, yatırımın yapılabilirlik görüntüsünü hisseder ya da ülkenin ekonomi notuna bakar. Siyasi görüntü önümüzdeki aylar için ne durumdadır buna bakar, bunu görebilmek için Türk medyasının sözlerine de ihtiyaç duymaz. The Times gazetesinin "Ankara ile ordu arasındaki mücadelenin bir felakete yol açabileceği" görüşü onlar için Türk medyasının görüşünden daha önemlidir. Faiz tatlı mı ona bakarlar, spekülatif hareketlerin kazanç getirisine, iç iletişimlerine kulak verirler. AKP nin kapatma davası öncesinde ve sonrasında bile aktılar, borsaya girdiler. Yabancı yatırımcı siyasi istikrar arar.
Doların artması, TL nin değer kaybı, bizim ekonomimiz için kötü değildir ki…bakın ithalat rakamları yine yükseldi, ihracatdaki artış ithalatın artışına yetişemiyor, cari açık yine büyüyor…dolar yükselince ihracat gelirin artacak, fena mı? İhracatın artarsa büyüme de olumlu etkilenir.
Ekonomiyi neden göstererek, medyaya zarf atmak, ifade özgürlüğüne söz söylemek hem mantıksızca hem de “normalleşme” ye katkıda bulunmaz! Demokratlığa da hiç yakışmaz!
Ülkenin geleceği ile ilgili olarak sadece ciddi siyasi istikrara ihtiyacımız var. Medya’nın hataları yok mu? Çookkk! Ancak demokratikleşmekse amaç, özgür düşünen Türkiye kadar özgür yazabilen Türkiye’ye de ihtiyacımız olduğu unutulmamalı…
80 yıldır daha yeni yeni anormalliklerden çıkıyoruz… demokrasiyi yeşertebilirsek eğer, ekonomi de rayına daha kolay oturacaktır, medya da normalleşecektir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)