Ey Aşk-ı Memnucular! Ey Twitter mahallesi! Ey Facebook ahalisi!
Bihter, intihar etti, cenaze namazı kılınmaz demeyin, namazını kılın, duasını okuyun, Bihter’i toprağa verip hakkın rahmetine kavuşturup, iki satır gözyaşı döktükten sonra, memleket tezgahlarının en nadide köşelerinde sizler için hazırladığımız bilimum Aşk-ı Memnu, Bihter, Behlül ürünlerine buyurun…
Duyduk duymadık demeyin, Bihter’in parfümü, maması, yumurtası, çikolotası, Behlül’ün çorbası…hepsi emrinize amade.
Serbest muhasebeciniz yoksa Bihter yeminli mali müşavirlik hizmetleri bile emrinizde, Bihter üniversite seçme yerleştirme kursu çok yakında hizmetinizde, çocuklarınızı bekleyen Bihter gerçeğini kaçırmayın…
Ey güzel ülkemin güzel kadınları, mis kokulu Bihter sabunları ile yıkanın, aklanın, paklanın, Bihter Havlusunu kafanıza sarın, üstünüze de bir Bihter iç çamaşırı takının, salının da salının…
Ey güzel ülkemin mutsuz erkekleri, düdüklü tencerede pişen fasulye artık düdüğü öttürme işlevini Behlül fındıklarına bıraktı, Behlül tereyağları da “in”…yiyin yiyin, mutlu seksin sırlarına erin.
Her dört ailenin üçü Aşk’ı Memnu izlemiş, dizi finalinde gözyaşı sel olmuş, kimi de kahkalarla gülmüş…anlamadığım konu nasıl bir finaldi ki bu, kimini ağlattı, kimini güldürdü.
Bi pişmanım bi pişmanım, şu diziyi izlemediğime, ne çok şey kaçırdığıma!
Twitter Aşkı Memnu cıvıltısından geçilmiyor, Bihter ve Behlül’ün kafası da kuş pisliklerinden. “Bihter asla ölmeyi hak etmedi”! …Eminönü’ndeki güvercinlerimi seveyim, ne kadar efendi efendi dolanırlar etrafta.
Ya Facebook gruplarına ne demeli, allam allam, sosyal ağların dayanılmaz hafifliği, beğen, yorumla, paylaş…o la la yaşasın Aşk-ı Memnu, iyi ki varmışsın… “sorma kardeş bu Behlül Yaban’ı geçti”, “ayyy saçlara bak iğrençççç”, “Bihterim, gülüm benim, seni sevmek aşkların en şahı”, “ ya şimdi ne olceeekkk, yaaa Bihter niye öldüüü”(üzüntü ikonu yanı başında). Başka isimler de var da ben onları pek bilmiyorum, Halit Ziya’nın romanından bile aklımda kalmamış; Firdevs, Adnan, Beşir… “seni gidi Beşir seni, ne fenasın, Adnan Bey’e neden her şeyi anlatmadın?”
Bu arada midem fena bulanıyor, ruhumu ha teslim ettim ha edecem…gazetelere dokuz sütüna manşet, flash, flash, “Aşk-ı Memnu, bir kadının daha ölümüne sebep oldu, ama bu kadın Bihter değil”…ahahaha reyting üstüne reyting.
Yav, bu millet Kurtlar Vadisi’nin Çakır’ına ciddi ciddi cenaze töreni düzenlemiş bir millet, Türk bayrağına sarılı tabut bile yaptılar. Okullar da bütün oğullarımız Polat Alemdar. Tarkan’ın poposu ile sağdan sola döndürdüğü dairenin sınırı dışına çıkamayan bir gençlik, kızlarımızın hepsi Demet Akalın. İki dakika şehitlerine üzülüp akşam eller havaya kıvamında eğlenen bir millet! Allah var, Ezel’in, Ramiz Dayı’nın hakkını yemeyelim şimdi karrdeşşşş…
Meclis Aşk’ı Memnu elele, kim takar dağlarda ölenleri, ağlayan anaları, taş atan çocukları, yoksulluğu, sefaleti…Aşk’ı Memnu fırtınası Meclis tutanaklarını şöyle yansımış (habertürk);
“Güldal Mumcu: Önergeyi oylarınıza sunuyorum. Karar yeter sayısına bakacağım. İki dakika süre veriyorum.
Turgut Dibek (CHP): Sayın Başkan, dışarıda Aşk-ı Memnu’yu seyrediyorlar.
Mustafa Elitaş (AK Parti): Ne biliyorsunuz?
Turgut Dibek: Bakın, arkadaşlar gelecek, oy kullanacaklar, koşa koşa dışarı gidecekler. İyi niyetinizi suiistimal ediyorlar Sayın Başkan.
Güldal Mumcu: Ne dediğinizi anlayamıyorum.
Selçuk Ayhan (CHP): Yani, “Aşk-ı Memnu yüzünden girip çıkmaktan enerji harcıyorlar” diyor.
Mehmet Günal (MHP): Final bölümü var, final!
Güldal Mumcu: Yapacak bir şeyimiz yok.”
Ne diyeyim? Aşk-ı Memnu götürsün hepinizi he mi?
Merhume Bihter’e Allahtan rahmet, acılı ailesine başsağlığı dilerim…
Bihterler ölmez, vatan bölünmez!
Hepimiz Bihteriz!
Aşk-ı Memnu 1 - Türkiye 0
viuiuiuiiiuuiiiiiuiiuiuuiiiiiii….. (vuvuzela sesi, pek benzemese de koydum işte)
Bence alıcınızın ayarları ile daha fazla oyna(T)mayın!
28 Haz 2010
27 Haz 2010
2023'e kadar Türkiye’nin hikayesi değişebilir mi?
Cumhuriyetin 100.yılında nasıl bir Türkiye hayal ediyorsunuz?
Belki ben o tarihte yaşamıyor olacağım, ama ya benim çocuklarım, torunlarım? Onları nasıl bir Türkiye bekliyor? Nasıl bir havayı soluyor olacaklar, halen bugünki gibi endişeler içinde mi yaşayacaklar? Gelecekten umutsuz, kaygılı ve öfkeli!
Bundan 13 yıl önce, yani 1997’den bu yana yaşadıklarımıza ve Türkiye’ye bakacak olursak, bana sanki hep yerimizde saymışız gibi geliyor. Olumlu gelişmeler yok değil, örneğin teknoloji, internet kullanımı, bilgisayar kullanımı…elbette bunlar çok önemli değişimler ama siyaset, toplumsal yapı, çevre sorunları, kentleşme gibi konularda nereden nereye geldik dedirtecek kadar önemli ve pozitif değişimler yaşamadık. Hatta öyle konularımız var ki halen havanda su dövüyoruz. Örneğin demokrasi, halkla kopuk bir devlet mekanizması, seviyesiz bir siyaset ortamı, geleceğinden umutsuz bir yeni nesil, işsizlik, şiddet, terör, cinsel istismar, adalet sistemi, eğitim ve sağlık… açıkçası çok iç açıcı gelişmeler yok.
Geriye dönüp baktığımızda geldiğimiz nokta devrim sayılabilecek değişimleri ne yazık ki içermiyor…ama ya dünya? Değişim hızı o kadar yüksek ki bu hıza ayak uydurmayanları savura savura hızla dönmeye devam ediyor. Tam işte bu hıza yetiştik derken, öyle olaylar yaşıyoruz ki bir arpa boyu dahi yol almadığımızı görüyoruz. Ama şu da var ki her attığımız adımdan başka deneyimler elde ediyoruz. Yani öğreniyoruz…
Bu aralar 2023'te nasıl bir Türkiye görmek istediğimizi kurguluyoruz. Toplantılar yapılıyor, çalıştaylar düzenleniyor, makaleler yazılıyor. Galiba biz her zaman hayal kurmayı seviyoruz. Aslında her hikaye de hayal gücü zenginliği ile oluşmuyor mu?
Türkiye’nin de 2023 için hikayesi yazılıyor. Umarım hayalleri gerçekleştirebilecek kadar da cesur ve özgüveni yüksek olabiliriz…
Başbakan ve kurmayları diyorlar ki “Sistematik bütünlük arz eden bir vizyon geliştirmemiz lazım. 2023'te AB üyeliğinin tüm gerekliliklerini tamamlayarak AB üyesi olmuş, komşu ülkelerle ortak güvenlik ve ekonomik havzalar halinde bütünleşmiş, doğrudan uluslararası çıkarlarımızı ilgilendiren bölgelerde etkin düzen kurucu bir rol üstlenmiş, küresel bütün alanlarda aktif faaliyet gösteren, uluslararası örgütlerde belirleyici bir rol oynayan, dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girmiş ve bunlar kadar önemlisi küresel kültüre Türkiye'nin özgün ulusal katkısını yapabilen güçlü ve saygın bir Türkiye. Diplomasimiz böyle bir Türkiye'nin hizmetinde olacak”
Süslü, özgüveni yüksek, cesur sözler…”hayali cihan değer” demek geldi içimden, nedense? Hayal kurarken, “hayali küçük ali” olmakta var sunucunda! Tabii ki büyümek, gelişmek güzel ancak büyümenin niceliğinin yanı sıra niteliği de önem taşıyor.
Söylemlere baktığımda 2023 Türkiye’sinde neden daha çok demokrasi, daha çok insan hakları, daha insanca yaşamak, daha temiz bir çevre yok?
Kimbilir belki de yine bir türlü bitmeyen terörü konuşuyor olacağız, bugünün meseleleri hiç değişmemiş şekliyle gündemde baş köşede yer alacak, belki de çok daha derin yaralar ve yarılmalar bizi karşılayacak? Merak ediyorum, halen 12 Eylül darbe anayasası ile mi yönetileceğiz? Yeni bir darbe olacağını düşünmüyorum, o kadar da ucube değiliz artık.
Bir yandan da umutlanıyorsunuz, çok da zor değil gibi geliyor, yeter ki hepimiz bireysel anlamda hikayemizi değiştirebilelim, böylelikle toplumsal hikayemizi değiştirebileceğimize inanıyorum…öyle ya Cumhuriyet’in 100.yılının bir anlamı olmalı!
Eğer şu anki zihniyetler devam ediyor olursa, belki de yine 10.yıl marşı ile idare ediyor olacağız… “ çıııktık aaaçık alınlaaaa”!
2023 Türkiye'si için sizin de bir hayaliniz, senaryonuz vardır…hayal kurmanın maliyeti yok nasıl olsa, ama dedim ya “hayali küçük ali” olmanın da bir manası yok.
Belki ben o tarihte yaşamıyor olacağım, ama ya benim çocuklarım, torunlarım? Onları nasıl bir Türkiye bekliyor? Nasıl bir havayı soluyor olacaklar, halen bugünki gibi endişeler içinde mi yaşayacaklar? Gelecekten umutsuz, kaygılı ve öfkeli!
Bundan 13 yıl önce, yani 1997’den bu yana yaşadıklarımıza ve Türkiye’ye bakacak olursak, bana sanki hep yerimizde saymışız gibi geliyor. Olumlu gelişmeler yok değil, örneğin teknoloji, internet kullanımı, bilgisayar kullanımı…elbette bunlar çok önemli değişimler ama siyaset, toplumsal yapı, çevre sorunları, kentleşme gibi konularda nereden nereye geldik dedirtecek kadar önemli ve pozitif değişimler yaşamadık. Hatta öyle konularımız var ki halen havanda su dövüyoruz. Örneğin demokrasi, halkla kopuk bir devlet mekanizması, seviyesiz bir siyaset ortamı, geleceğinden umutsuz bir yeni nesil, işsizlik, şiddet, terör, cinsel istismar, adalet sistemi, eğitim ve sağlık… açıkçası çok iç açıcı gelişmeler yok.
Geriye dönüp baktığımızda geldiğimiz nokta devrim sayılabilecek değişimleri ne yazık ki içermiyor…ama ya dünya? Değişim hızı o kadar yüksek ki bu hıza ayak uydurmayanları savura savura hızla dönmeye devam ediyor. Tam işte bu hıza yetiştik derken, öyle olaylar yaşıyoruz ki bir arpa boyu dahi yol almadığımızı görüyoruz. Ama şu da var ki her attığımız adımdan başka deneyimler elde ediyoruz. Yani öğreniyoruz…
Bu aralar 2023'te nasıl bir Türkiye görmek istediğimizi kurguluyoruz. Toplantılar yapılıyor, çalıştaylar düzenleniyor, makaleler yazılıyor. Galiba biz her zaman hayal kurmayı seviyoruz. Aslında her hikaye de hayal gücü zenginliği ile oluşmuyor mu?
Türkiye’nin de 2023 için hikayesi yazılıyor. Umarım hayalleri gerçekleştirebilecek kadar da cesur ve özgüveni yüksek olabiliriz…
Başbakan ve kurmayları diyorlar ki “Sistematik bütünlük arz eden bir vizyon geliştirmemiz lazım. 2023'te AB üyeliğinin tüm gerekliliklerini tamamlayarak AB üyesi olmuş, komşu ülkelerle ortak güvenlik ve ekonomik havzalar halinde bütünleşmiş, doğrudan uluslararası çıkarlarımızı ilgilendiren bölgelerde etkin düzen kurucu bir rol üstlenmiş, küresel bütün alanlarda aktif faaliyet gösteren, uluslararası örgütlerde belirleyici bir rol oynayan, dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girmiş ve bunlar kadar önemlisi küresel kültüre Türkiye'nin özgün ulusal katkısını yapabilen güçlü ve saygın bir Türkiye. Diplomasimiz böyle bir Türkiye'nin hizmetinde olacak”
Süslü, özgüveni yüksek, cesur sözler…”hayali cihan değer” demek geldi içimden, nedense? Hayal kurarken, “hayali küçük ali” olmakta var sunucunda! Tabii ki büyümek, gelişmek güzel ancak büyümenin niceliğinin yanı sıra niteliği de önem taşıyor.
Söylemlere baktığımda 2023 Türkiye’sinde neden daha çok demokrasi, daha çok insan hakları, daha insanca yaşamak, daha temiz bir çevre yok?
Kimbilir belki de yine bir türlü bitmeyen terörü konuşuyor olacağız, bugünün meseleleri hiç değişmemiş şekliyle gündemde baş köşede yer alacak, belki de çok daha derin yaralar ve yarılmalar bizi karşılayacak? Merak ediyorum, halen 12 Eylül darbe anayasası ile mi yönetileceğiz? Yeni bir darbe olacağını düşünmüyorum, o kadar da ucube değiliz artık.
Bir yandan da umutlanıyorsunuz, çok da zor değil gibi geliyor, yeter ki hepimiz bireysel anlamda hikayemizi değiştirebilelim, böylelikle toplumsal hikayemizi değiştirebileceğimize inanıyorum…öyle ya Cumhuriyet’in 100.yılının bir anlamı olmalı!
Eğer şu anki zihniyetler devam ediyor olursa, belki de yine 10.yıl marşı ile idare ediyor olacağız… “ çıııktık aaaçık alınlaaaa”!
2023 Türkiye'si için sizin de bir hayaliniz, senaryonuz vardır…hayal kurmanın maliyeti yok nasıl olsa, ama dedim ya “hayali küçük ali” olmanın da bir manası yok.
Terörün bitmesi için, Abdullah Öcalan muhatap alınmalı mıdır?
Aynı noktaya gelip sıkışıyoruz…Öcalan diyor ki; ‘Beni çıkartın. Terörü birkaç gün içinde bitiririm”.
İmralı’daki avukat görüşmesinde, “1 Haziran’dan sonra olacaklardan ben sorumlu değilim, örgüt Kandil’de, kendi kararlarını kendileri alırlar” dediğinde bunun açıkça bir tehdit, bir meydan okuma olduğunu anlamamak mümkün değildi. Ancak AKP bu tehdidi yeteri kadar algılayamadı, ciddiye almadı, tıpkı açılımı iyi yönetemediği gibi stratejik bir algı hatası yaptı…sonuç yine aynı, şehitler, ağlayanlar, gittikçe daha da gerilen bir toplum.
PKK yine eski terör yöntemleri ile, korku ve panik ortamı yaratarak, bir yandan Kürt halkına “demokratik açılım bir aldatmacadır, sizin hak ve hukukunuzu ancak biz koruyabiliriz” imajını yerleştirirken, diğer yanda devlete “muhatabanız Öcalan’dır, İmralı’yı dikkate almadan Kürt halkı ve terör için ne siyasi ne de askeri hiçbir çözüm üretemezsiniz” mesajını vermek niyetinde…Yani terörün insanlar ve iktidar üzerinde yaratacağı panik ve korku duygusunu istismar ederek “var olma” çabasında diyebiliriz.
Zira aksayarak gitse de, demokratik ve siyasi çözümler içeren bir açılım kelimesi bile PKK yı rahatsız ediyor. Sadece PKK’yı değil, devletin içine konumlanmış bir takım karanlık odakları da rahatsız ediyor.
PKK’nın Kürt toplumunun nabzını, iktidardan daha iyi tuttuğu açık… Açılım Kürt toplumunda bir heyecan yaratmıştı ancak Habur rezaleti, KCK operasyonları, taş atan çocukların durumları algıda değişiklik yarattı, o heyecan kalmadığı gibi açılımın bir kandırmacadan ibaret olduğunu düşünmeye başladılar. İşte İmralı ve Kandil, yeniden şiddetini artırdığı terör eylemleri ile şimdi bu algıyı kullanıyor, siyasi çözüm üretilmediği görüşüne tabanından destek sağlama düşüncesinde.
Aslında PKK’nın ulaşmak istediği tek nokta Abdullah Öcalan'ın muhatap alınması ve siyasi anlamda Kürt toplumunun temsilcisi olarak kabul ettirilmesidir.
Peki, Öcalan’la görüşülemez mi? Zaten Apo, zaman zaman devletin bazı kadrolarının kendisiyle görüştüklerini söylemişti...
Evet, ben de aynen sizin şu anda düşündüğünüz gibi düşünüyor ve diyorum ki; 30 yıldır binlerce şehit verdiğimiz bir savaşın karşı tarafında yer alan, acımasızca insanları öldüren bir “bebek katili” ile koskoca Türkiye Cumhuriyeti masaya oturur mu? Yıllar yılı “terörist başı” dediğimiz birisi nasıl Meclis’e girer?
Bir yandan da mantığım diyor ki, belki de görüşülebilir, direk muhatap olunmasa bile Kürt kökenli milletvekilleri, aydınlar, akil adamlar, Kürt demokratlar aracılığı ile görüşülebilir. Bu düşüncemi terörden panikleyen halktan birisi gibi değil, madem bu bir savaş, savaşın da iki tarafı vardır ve barış için taraflar bir araya gelebilir mantığı ile dile getiriyorum.
İmralı’ya gidecek bir heyet, önce silahların susturulması koşulu ile bu diyaloğu başlatamaz mı? Öcalan’ın siyasi iradesi, PKK’yı eylemsiz hale getirip, Türkiye dışına çıkaramaz mı?
Zira, BDP risk almıyor, üzerinde PKK ve İmralı’nın etkisi büyük. Daha önce DTP’ye yaptıkları gibi BDP'nin siyasi rolünü her aşamada devreye girerek elinden alıyorlar ve partiyi apolitikleştiriyorlar. Dağdaki PKK yönetimi arasında da görüş ayrılığı olduğu aşikar, içlerinde bölünme var, kimi savaşmaktan yana kimi siyasete daha yakın. PKK şu anda bir çöküş içinde, taşeronlaşma eğilimi de bunun göstergesi değil mi?
Abdullah Öcalan gayet iyi biliyor ki Kürt toplumunun sadece beşte biri olan tabanla nereye kadar gidebilir? Onun dışındaki Kürtler, şiddete bulaşmamış, demokratik mücadeleye hala devam ediyorlar. Halkta taban bulmayan bir halk hareketi başarısız olmaya mahkumdur ve kendi kendini bitirir…Evet, Öcalan bunun farkında ki "Parlamento'dan karar çıkarsa, hükümet temsilci gönderip beni muhatap alırsa terörü durdururum" mesajı ile zafiyetini ele veriyor.
Ben diyorum ki, Öcalan'ı şiddetin durması adına dikkate almak zorundayız, ancak Kürt sorununun temsilcisi olarak dikkate alınamaz. Bu sorunun siyaseten çözümü için iktidarla birlikte sivil toplum örgütleri, aydınlar ve parti ayırmaksızın Meclis’te yer alan Kürt Milletvekillerine çok iş düşüyor.
Tabii ki tüm bu aşamada, devletin de Kürt halkına sahip çıkması gerekiyor. Abdullah Öcalan’ın ve PKK’nın, Kürt halkı üzerindeki vesayeti bir şekilde sonlandırılabilmeli…
Her iki halkın da sağ duyu ile birbirine kenetlenmesi şart, ancak bu şekilde terör örgütünün elindeki sermayeyi tüketebiliriz.
İmralı’daki avukat görüşmesinde, “1 Haziran’dan sonra olacaklardan ben sorumlu değilim, örgüt Kandil’de, kendi kararlarını kendileri alırlar” dediğinde bunun açıkça bir tehdit, bir meydan okuma olduğunu anlamamak mümkün değildi. Ancak AKP bu tehdidi yeteri kadar algılayamadı, ciddiye almadı, tıpkı açılımı iyi yönetemediği gibi stratejik bir algı hatası yaptı…sonuç yine aynı, şehitler, ağlayanlar, gittikçe daha da gerilen bir toplum.
PKK yine eski terör yöntemleri ile, korku ve panik ortamı yaratarak, bir yandan Kürt halkına “demokratik açılım bir aldatmacadır, sizin hak ve hukukunuzu ancak biz koruyabiliriz” imajını yerleştirirken, diğer yanda devlete “muhatabanız Öcalan’dır, İmralı’yı dikkate almadan Kürt halkı ve terör için ne siyasi ne de askeri hiçbir çözüm üretemezsiniz” mesajını vermek niyetinde…Yani terörün insanlar ve iktidar üzerinde yaratacağı panik ve korku duygusunu istismar ederek “var olma” çabasında diyebiliriz.
Zira aksayarak gitse de, demokratik ve siyasi çözümler içeren bir açılım kelimesi bile PKK yı rahatsız ediyor. Sadece PKK’yı değil, devletin içine konumlanmış bir takım karanlık odakları da rahatsız ediyor.
PKK’nın Kürt toplumunun nabzını, iktidardan daha iyi tuttuğu açık… Açılım Kürt toplumunda bir heyecan yaratmıştı ancak Habur rezaleti, KCK operasyonları, taş atan çocukların durumları algıda değişiklik yarattı, o heyecan kalmadığı gibi açılımın bir kandırmacadan ibaret olduğunu düşünmeye başladılar. İşte İmralı ve Kandil, yeniden şiddetini artırdığı terör eylemleri ile şimdi bu algıyı kullanıyor, siyasi çözüm üretilmediği görüşüne tabanından destek sağlama düşüncesinde.
Aslında PKK’nın ulaşmak istediği tek nokta Abdullah Öcalan'ın muhatap alınması ve siyasi anlamda Kürt toplumunun temsilcisi olarak kabul ettirilmesidir.
Peki, Öcalan’la görüşülemez mi? Zaten Apo, zaman zaman devletin bazı kadrolarının kendisiyle görüştüklerini söylemişti...
Evet, ben de aynen sizin şu anda düşündüğünüz gibi düşünüyor ve diyorum ki; 30 yıldır binlerce şehit verdiğimiz bir savaşın karşı tarafında yer alan, acımasızca insanları öldüren bir “bebek katili” ile koskoca Türkiye Cumhuriyeti masaya oturur mu? Yıllar yılı “terörist başı” dediğimiz birisi nasıl Meclis’e girer?
Bir yandan da mantığım diyor ki, belki de görüşülebilir, direk muhatap olunmasa bile Kürt kökenli milletvekilleri, aydınlar, akil adamlar, Kürt demokratlar aracılığı ile görüşülebilir. Bu düşüncemi terörden panikleyen halktan birisi gibi değil, madem bu bir savaş, savaşın da iki tarafı vardır ve barış için taraflar bir araya gelebilir mantığı ile dile getiriyorum.
İmralı’ya gidecek bir heyet, önce silahların susturulması koşulu ile bu diyaloğu başlatamaz mı? Öcalan’ın siyasi iradesi, PKK’yı eylemsiz hale getirip, Türkiye dışına çıkaramaz mı?
Zira, BDP risk almıyor, üzerinde PKK ve İmralı’nın etkisi büyük. Daha önce DTP’ye yaptıkları gibi BDP'nin siyasi rolünü her aşamada devreye girerek elinden alıyorlar ve partiyi apolitikleştiriyorlar. Dağdaki PKK yönetimi arasında da görüş ayrılığı olduğu aşikar, içlerinde bölünme var, kimi savaşmaktan yana kimi siyasete daha yakın. PKK şu anda bir çöküş içinde, taşeronlaşma eğilimi de bunun göstergesi değil mi?
Abdullah Öcalan gayet iyi biliyor ki Kürt toplumunun sadece beşte biri olan tabanla nereye kadar gidebilir? Onun dışındaki Kürtler, şiddete bulaşmamış, demokratik mücadeleye hala devam ediyorlar. Halkta taban bulmayan bir halk hareketi başarısız olmaya mahkumdur ve kendi kendini bitirir…Evet, Öcalan bunun farkında ki "Parlamento'dan karar çıkarsa, hükümet temsilci gönderip beni muhatap alırsa terörü durdururum" mesajı ile zafiyetini ele veriyor.
Ben diyorum ki, Öcalan'ı şiddetin durması adına dikkate almak zorundayız, ancak Kürt sorununun temsilcisi olarak dikkate alınamaz. Bu sorunun siyaseten çözümü için iktidarla birlikte sivil toplum örgütleri, aydınlar ve parti ayırmaksızın Meclis’te yer alan Kürt Milletvekillerine çok iş düşüyor.
Tabii ki tüm bu aşamada, devletin de Kürt halkına sahip çıkması gerekiyor. Abdullah Öcalan’ın ve PKK’nın, Kürt halkı üzerindeki vesayeti bir şekilde sonlandırılabilmeli…
Her iki halkın da sağ duyu ile birbirine kenetlenmesi şart, ancak bu şekilde terör örgütünün elindeki sermayeyi tüketebiliriz.
Etiketler:
Apo,
kürt açılımı,
kürt sorunu,
Öcalan,
pkk,
terör
20 Haz 2010
Dağdaki son terörist bitene kadar daha kaç şehit vereceğiz?
Yeter artık yeni cami traşı yeter !
30 yıldır dağdaki son teröristi yok edeceğiz diye savaşıyoruz, nasıl bir “son terörist” miş ki bu bir türlü sonu gelmiyor, demek ki 30 yıldır yanlış yapmaya devam ediyoruz…
Üstelik şehitler vererek, anaları her gün ağlatma pahasına bu yanlışa devam ediyoruz. O dağda her kim ki terör yüzünden ölüyorsa hepsinin anaları ağlıyor, hepsi insan değil mi!...
Memleketin çok önemli kaynaklarını terörle mücadeleye heba ettik, bu kaynaklarla doğu ve güney doğu şimdiye kadar çoktan batı illeri seviyesine ulaşmış olurdu, işsizlik, eğitimsizlik, fakirlik kalmazdı.
Kürtçe eğitimi engelledik, dillerini bile çok gördük, Kürt çocuklar her gün “Ne Mutlu Türküm Diyene” dediler de ne oldu? Kimliklerini inkar ettik, asimile etmek için tarih boyunca olmadık katakulliler çevirdik, sürdük, yaktık, yıktık, isimleri değiştirdik, sonuç ne oldu? İşte 30 yıldır terör belasından kurtulamadık, bir yandan dünyaya fiyaka yaparken, diğer yandan böyle önemli bir iç sorunumuzu çözemeyerek, basiretsiz ve de beceriksiz bir Türkiye resmi çiziyoruz…yine şehitler, yine ağlayanlar, yine bayrağa sarılı tabutlar ve allah kahretsin ki bu son terörist bir türlü bitmiyor!
PKK’nın bir terör örgütü olduğunu ilan ettik, tüm dünya da bunu kabul etti, hepimiz hatta Kürtlerin de çoğu bunu kabul etti. Taşaron hale geldiği, kim parayı verirse, kim silahı verirse ona hizmet ettiği bu kadar aşikarken, Kürtlerin bilmesi gereken konu, PKK’nın Kürt kimliğini savunmak gibi hiçbir ideolojisinin kalmadığıdır. PKK, Türkiye Kürtlerini temsil edemez, Kürtlerin kimlik ve özgürlük taleplerin sağlayamaz, Irak’ın kuzeyindeki Özerk Kürt Yönetiminden de ne PKK ya ne de Türkiye’deki Kürt Halkına bir fayda yoktur.
Peki, PKK bu kadar karışmışken, bu kadar sefilleşmişken halen nasıl oluyor da bu terör bitmiyor ya da nasıl biter? Neden bitmediğini belirlediğiniz zaman nasıl bitirilebileceğini de zaten belirlemiş olursunuz… Yeter ki ülkede adam gibi siyaset yapılsın, asker siyasete karışacağı yerde, siyaset askeri yönlendirsin ve terörle mücadelede desteklesin.
Terörle sadece askeri değil, siyasi mücadele ile başa çıkılır. Kürtler bu ülkenin gerçeğidir, kimlik sorunu vardır, topluma karışma sorunları vardır, ekonomik ve kültürel açıdan çözüm bekleyen pek çok problemleri vardır. Ama biz ne yapıyoruz, önce silaha davranıyoruz…Biz de aynen PKK nın yaptığı gibi aslında çözümü dağda arıyoruz. Dağa çıkmanın çözüm getirmeyeceğini PKK anlamak istemiyor olabilir ama ya Türkiye Cumhuriyeti, nasıl olurda çözümü dağda aramaya bu kadar hevesli olabilir…var tabiki bir sürü nedenleri, siyasi rantlar, uçu açık hesaplar var tabi ki!
Öncelikle Kürt halkını, PKK’nın elinden kurtarmalıyız! Devlet, var ise eğer, Kürt halkına değer verdiğini ispatlamalıdır! Devlet, kendi içinde yer alan ve terörün bitmesini istemeyen odaklarla mücadele etmelidir.
Ekonomik, kültürel, sosyolojik önlemlere değinmiyorum…zaten bilinen konular.
Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en ağır sorunuyla karşıya karşıyadır, dış politikadaki afilli cakalar, komşularla sıfır problem politikaları, bu ağır sorunun altında ezilmektedir. Devletin zirvesinde kimse bir birine güvenmiyor. Domakratik açılım da siyasi rant için harcandı.
Bu ülkede kim ki terörün sonlandırılması için demokratik açılımı ciddi olarak ele almaz, baltalar ya da siyasi çıkarlarına alet ederse, ben de diyorum ki o odaklar da en az PKK kadar katildir.
PKK, Kürt halkının temsilcisi değildir olamaz da peki ya Türkiye? Türkiye Kürt halkına sahip çıkmazsa sonuç ne olur? İşte terör böyle devam eder gider ve de terörün dayanıp geleceği noktayı düşünmek bile istemiyorum. Kürt Halkı’na sahip çıkmanın yolu siyasetten geçer, mecliste fiziken değil fiilen temsilinden geçer.
Cesur kararlar almayacaksanız, 30 yıldır terörü engelleyemeyecekseniz, popülizmle gününüzü geçirip, siyasi ve de askeri önlemleri bir arada cesaretle uygulayamayacaksanız, siz Türk ve Kürt Halkını, birbirine düşürmeye uğraşıyorsunuz demektir.
Dağdaki son terörist bitinceye kadarmış!
Yeter artık yeni cami traşı yeter…
30 yıldır dağdaki son teröristi yok edeceğiz diye savaşıyoruz, nasıl bir “son terörist” miş ki bu bir türlü sonu gelmiyor, demek ki 30 yıldır yanlış yapmaya devam ediyoruz…
Üstelik şehitler vererek, anaları her gün ağlatma pahasına bu yanlışa devam ediyoruz. O dağda her kim ki terör yüzünden ölüyorsa hepsinin anaları ağlıyor, hepsi insan değil mi!...
Memleketin çok önemli kaynaklarını terörle mücadeleye heba ettik, bu kaynaklarla doğu ve güney doğu şimdiye kadar çoktan batı illeri seviyesine ulaşmış olurdu, işsizlik, eğitimsizlik, fakirlik kalmazdı.
Kürtçe eğitimi engelledik, dillerini bile çok gördük, Kürt çocuklar her gün “Ne Mutlu Türküm Diyene” dediler de ne oldu? Kimliklerini inkar ettik, asimile etmek için tarih boyunca olmadık katakulliler çevirdik, sürdük, yaktık, yıktık, isimleri değiştirdik, sonuç ne oldu? İşte 30 yıldır terör belasından kurtulamadık, bir yandan dünyaya fiyaka yaparken, diğer yandan böyle önemli bir iç sorunumuzu çözemeyerek, basiretsiz ve de beceriksiz bir Türkiye resmi çiziyoruz…yine şehitler, yine ağlayanlar, yine bayrağa sarılı tabutlar ve allah kahretsin ki bu son terörist bir türlü bitmiyor!
PKK’nın bir terör örgütü olduğunu ilan ettik, tüm dünya da bunu kabul etti, hepimiz hatta Kürtlerin de çoğu bunu kabul etti. Taşaron hale geldiği, kim parayı verirse, kim silahı verirse ona hizmet ettiği bu kadar aşikarken, Kürtlerin bilmesi gereken konu, PKK’nın Kürt kimliğini savunmak gibi hiçbir ideolojisinin kalmadığıdır. PKK, Türkiye Kürtlerini temsil edemez, Kürtlerin kimlik ve özgürlük taleplerin sağlayamaz, Irak’ın kuzeyindeki Özerk Kürt Yönetiminden de ne PKK ya ne de Türkiye’deki Kürt Halkına bir fayda yoktur.
Peki, PKK bu kadar karışmışken, bu kadar sefilleşmişken halen nasıl oluyor da bu terör bitmiyor ya da nasıl biter? Neden bitmediğini belirlediğiniz zaman nasıl bitirilebileceğini de zaten belirlemiş olursunuz… Yeter ki ülkede adam gibi siyaset yapılsın, asker siyasete karışacağı yerde, siyaset askeri yönlendirsin ve terörle mücadelede desteklesin.
Terörle sadece askeri değil, siyasi mücadele ile başa çıkılır. Kürtler bu ülkenin gerçeğidir, kimlik sorunu vardır, topluma karışma sorunları vardır, ekonomik ve kültürel açıdan çözüm bekleyen pek çok problemleri vardır. Ama biz ne yapıyoruz, önce silaha davranıyoruz…Biz de aynen PKK nın yaptığı gibi aslında çözümü dağda arıyoruz. Dağa çıkmanın çözüm getirmeyeceğini PKK anlamak istemiyor olabilir ama ya Türkiye Cumhuriyeti, nasıl olurda çözümü dağda aramaya bu kadar hevesli olabilir…var tabiki bir sürü nedenleri, siyasi rantlar, uçu açık hesaplar var tabi ki!
Öncelikle Kürt halkını, PKK’nın elinden kurtarmalıyız! Devlet, var ise eğer, Kürt halkına değer verdiğini ispatlamalıdır! Devlet, kendi içinde yer alan ve terörün bitmesini istemeyen odaklarla mücadele etmelidir.
Ekonomik, kültürel, sosyolojik önlemlere değinmiyorum…zaten bilinen konular.
Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en ağır sorunuyla karşıya karşıyadır, dış politikadaki afilli cakalar, komşularla sıfır problem politikaları, bu ağır sorunun altında ezilmektedir. Devletin zirvesinde kimse bir birine güvenmiyor. Domakratik açılım da siyasi rant için harcandı.
Bu ülkede kim ki terörün sonlandırılması için demokratik açılımı ciddi olarak ele almaz, baltalar ya da siyasi çıkarlarına alet ederse, ben de diyorum ki o odaklar da en az PKK kadar katildir.
PKK, Kürt halkının temsilcisi değildir olamaz da peki ya Türkiye? Türkiye Kürt halkına sahip çıkmazsa sonuç ne olur? İşte terör böyle devam eder gider ve de terörün dayanıp geleceği noktayı düşünmek bile istemiyorum. Kürt Halkı’na sahip çıkmanın yolu siyasetten geçer, mecliste fiziken değil fiilen temsilinden geçer.
Cesur kararlar almayacaksanız, 30 yıldır terörü engelleyemeyecekseniz, popülizmle gününüzü geçirip, siyasi ve de askeri önlemleri bir arada cesaretle uygulayamayacaksanız, siz Türk ve Kürt Halkını, birbirine düşürmeye uğraşıyorsunuz demektir.
Dağdaki son terörist bitinceye kadarmış!
Yeter artık yeni cami traşı yeter…
Etiketler:
demokratik açılım,
kürt,
kürt açılımı,
kürt sorunu,
pkk,
şehit,
şehitlerimiz,
terör,
terörizm
12 Haz 2010
Su gibi akar gider, ne ki ömür dediğin…
Ne zaman yaşadım bunca yılı dersin, ne zaman tükettim?... arkamıza dönüp baktığımızda, kenarlarda tortular, öbek öbek birikmişler, bazıları saçılmış oraya buraya. Ortada uzayıp giden ince bir yol, ucunu göremezsin, başı belli, sonunu bilemezsin.
Bir şarkı gelir aklına, “hayat sen ne çabuk harcadın beni”…hayat mı bizi harcadı, yoksa biz mi hayatı harcadık, sıkışır kalırsın ölümle doğum arasındaki o ince çizginin bir yerine, hayatı kendine, kendini hayata şikayet eder durursun…ne suçu var hayatın sen bol keseden harcarken sana sunduklarını.
Zamanında sen değil miydin, har vurup harman savuran duygularını, düşüncelerini, işini gücünü hatta sevdiklerini, sevmelerini, hayatına giren çıkanlarını…sen değil miydin “bu yıl da geçti, seneye hayırlısı” diyen, bak kaç sene geçti böyle diye diye ömürden. Bak hadi bir daha bak arkana, gör hoyratça saçtıklarını, bir daha asla senin olamayacaklarını…yaaa, kim neyi harcamış anladın mı şimdi?
Tabii öper başına koyarsın her gününü şimdi, lakin iş işten geçti, hayatın hesabını iyi yapamadın, yanıldıkların, bildiklerine yetmiyor işte!
Epeyi bir zaman önceydi, Falez’lerin üzerinde ben yaşlarda bir kadın, sürekli denize bakıyor, dudaklarını kıpırdatıp duruyor, yüz mimikleri ile dudakları birbirine eşlik ediyordu...çok dikkatli bakıp rahatsız etmek istemedim, ama merak edilmeyecek gibi de değildi, tuhaftı. Yürüdüm geçtim yanından, bir yandan da denize bakındım, gayri ihtiyari, bir şey mi görüyor diye. Az ileriden döndüm, yine o kadının yanından geçiyorum…bu sefer göz göze geldik ve bir anda dudak kıpırdaması sese dönüştü, “konuş, konuş iyi geliyor”…deli mi ne diye düşündüm, yok değilim dedi!...şimdi zaman zaman ben de gidiyorum ve bakıyorum denize, konuşuyorum ama dudaklarımı kıpırdatmadan…iyi geliyor gerçekten…ben de deli miyim neyim.
Yap yap hataları, kal taşların altında, yapış yerlere, debelenip dur şimdi, sonra da git meramını denize anlat… yıllarca hesabını yapmadan tüket yılları, sonra denizden al hırsını, denize konuş, ne anlayacaksa!
Yaş kemale ermişmiş, her günümü öpüp başıma koyuyormuşum, el yordamı ile hayatı tanıyıp, başkalarına da bu yordamı tavsiye ediyormuşum, daha neler neler…geçiniz bunları geçinizzzz.
Üç kuruşluk mala mülke gözümüzün içi gibi baktık- hoş ona da bakamadım ya- ama su gibi akıp giden hayatımıza arkamızı döndük, yüzümüzü çevirdik, işte şimdi ya denize konuşur olduk, ya da facebooklarda mutluluk arar olduk!
Su gibi akıp gitti hayat, ömür dediğin nedir ki anlayamadık!
Zırvaladıysam affola…
Bir şarkı gelir aklına, “hayat sen ne çabuk harcadın beni”…hayat mı bizi harcadı, yoksa biz mi hayatı harcadık, sıkışır kalırsın ölümle doğum arasındaki o ince çizginin bir yerine, hayatı kendine, kendini hayata şikayet eder durursun…ne suçu var hayatın sen bol keseden harcarken sana sunduklarını.
Zamanında sen değil miydin, har vurup harman savuran duygularını, düşüncelerini, işini gücünü hatta sevdiklerini, sevmelerini, hayatına giren çıkanlarını…sen değil miydin “bu yıl da geçti, seneye hayırlısı” diyen, bak kaç sene geçti böyle diye diye ömürden. Bak hadi bir daha bak arkana, gör hoyratça saçtıklarını, bir daha asla senin olamayacaklarını…yaaa, kim neyi harcamış anladın mı şimdi?
Tabii öper başına koyarsın her gününü şimdi, lakin iş işten geçti, hayatın hesabını iyi yapamadın, yanıldıkların, bildiklerine yetmiyor işte!
Epeyi bir zaman önceydi, Falez’lerin üzerinde ben yaşlarda bir kadın, sürekli denize bakıyor, dudaklarını kıpırdatıp duruyor, yüz mimikleri ile dudakları birbirine eşlik ediyordu...çok dikkatli bakıp rahatsız etmek istemedim, ama merak edilmeyecek gibi de değildi, tuhaftı. Yürüdüm geçtim yanından, bir yandan da denize bakındım, gayri ihtiyari, bir şey mi görüyor diye. Az ileriden döndüm, yine o kadının yanından geçiyorum…bu sefer göz göze geldik ve bir anda dudak kıpırdaması sese dönüştü, “konuş, konuş iyi geliyor”…deli mi ne diye düşündüm, yok değilim dedi!...şimdi zaman zaman ben de gidiyorum ve bakıyorum denize, konuşuyorum ama dudaklarımı kıpırdatmadan…iyi geliyor gerçekten…ben de deli miyim neyim.
Yap yap hataları, kal taşların altında, yapış yerlere, debelenip dur şimdi, sonra da git meramını denize anlat… yıllarca hesabını yapmadan tüket yılları, sonra denizden al hırsını, denize konuş, ne anlayacaksa!
Yaş kemale ermişmiş, her günümü öpüp başıma koyuyormuşum, el yordamı ile hayatı tanıyıp, başkalarına da bu yordamı tavsiye ediyormuşum, daha neler neler…geçiniz bunları geçinizzzz.
Üç kuruşluk mala mülke gözümüzün içi gibi baktık- hoş ona da bakamadım ya- ama su gibi akıp giden hayatımıza arkamızı döndük, yüzümüzü çevirdik, işte şimdi ya denize konuşur olduk, ya da facebooklarda mutluluk arar olduk!
Su gibi akıp gitti hayat, ömür dediğin nedir ki anlayamadık!
Zırvaladıysam affola…
8 Haz 2010
Samimiyetinizde samimi misiniz?
Yoksa samimiyetiniz sıkıştırıldıkça patlayacak bir gaz kütlesi ya da üfleyince sönecek bir sabun köpüğü mü?
Vur demi dostluğa, aşka, sevgiye, ilişkilere…karşınızdakine güven veremiyorsanız, güven kaybı da insan kaybı da ne kadar çabuk olur, bir çırpıda yitirirsiniz dostunuzu, aşkınız, sevgilinizi…sevgiyi!
İlişkilerde gerçek samimiyet, “yaşamı tüm boyutları ile paylaşmak” demekse eğer, peki hayatımızın hangi boyutlarını kiminle, nasıl, ne kadar paylaşabiliriz? Ya yakınlaştıkça acı çekersek, yakınlaştıktan sonra güvenimizi yitirirsek!...işte bu duygular da aslında bizi samimiyetden uzaklaştırıyor sanırım…gerçekten samimi olmaktan alıkoyuyor. Yeniden arkadaş, dost edinmek, yeniden sevgili olabilmek için şöyle bir durup düşünüyoruz, belki de yeniden sevmemek için önlemler alıyoruz…samimiyetimiz gittikçe samimiyetten uzaklaşıyor!
Aslında tam olarak “samimiyet” nedir ya da ölçütü nedir? Ne yaparsak, nasıl davranırsak, konuşursak karşımızdakine samimiyetimize inandırabiliriz…belki de samimi olmak istemiyoruz, kapalı kalmak işimize geliyor, hani tam tabiri ile “açık vermek” istemiyoruzdur. İlişkilerimizde fazla samimiyet gösterip, dışarıdan bakıldığında farkedilebilecek kadar açık olmak tercihimiz olmayabilir…bu durumda karşımızdakinin de samimiyetini sorgulamak hakkına sahip değiliz ama!
Ya da samimiyetimiz yanlış algılanabilir düşüncesi ile de çekingen kalabiliriz, kendimizi kapatabiliriz…bu sefer de yine kaybeden olabiliriz!
Kişinin samimiyet derecesini, sevgi ve dostlukla mı, kin ve nefretle mi yaklaştığını anlayabilmek, egosu fazla mi şişmiş yoksa şişirmek için çaba mı gösteriyor, bunları ölçümleyebilecek bir samimiyetmetre henüz keşfedilmemiş…
Benim için samimiyet, bir kişiye ve olaylara karşı hissedilen gerçek duyguların gösterilmesidir. Birini severseniz seversiniz, onunla paylaşırsanız bu her durumda devam eder, kızdığınızı da söylersiniz, endişenlediğinizi, gücendiğinizi, sevindiğinizi, bir şey hoşunuza gittiğinde de söylersiniz.
Samimiyet; iç olma halidir. İçimden geldi de onun için halidir. Kendin olma halidir. Maskelemediğimiz tavır ve duruşlarımızdır. Biraz mütevazi, biraz çekingen, biraz atak, ama gerçek davranışlarımızdır…
Kapınızı sonuna kadar açarsınız ki bu benim için çok önemlidir, ama bir bakarsınız bu samimiyet ve iyi niyet kapılarınızı açtığınız andan itibaren, bu kapıdan ne samimiyet ne de iyi niyet geçer. Sadece içinde insan sevgisi ve saygısı olmayanların kişisel egoları, kompleksleri ve mutsuzlukları eşliğinde büyük bir gaz kütlesi geçmeye çalışır. Tabi siz yine de empati kurma yoluyla gördüklerinize, tecrübelediklerinize inanmak istemez ve hep daha anlayışlı olmaya çalışırsınız. Ta ki bu gaz kütlesi şişe şişe sizin o iyi niyet kapılarınızı zorlayıp orada sıkışına kadar…sonrası kayıp sevgiler, yitik ilişkiler!
Vur demi politikaya, sözü getirmeden edemeyeceğim..hani hep sorguluyoruz ya şu politikacı, bu politikacı acaba söylemlerinde samimi mi? Çünkü kimi insanlar karşılarındaki kişileri etkilemek için yapmacık tavırlara başvurabiliyor ve buna en çok siyaset arenasında şahit oluyoruz.
Bakıyorlar, inceliyorlar, karşısındaki topluluk en çok hangi tavırlardan, hangi düşüncelerden daha kolay etkilenecekse, içlerinden gelmediği ya da o şekilde düşünmedikleri halde, karşı tarafı hoşnut edebilmek için o şekilde görünmeye çalışıyorlar…samimiyetsiz davranıp, iki yüzlü politikalar geliştirebiliyorlar…yok mu örnekleri, doluuu! Bir politikacının her tavrının, her söyleminin yapmacık olduğunu bilmek, bizi de tedirgin ve güvensiz yapıyor!
Galiba samimiyet, karşındakine “güven vermek” demek oluyor..evet bence tam anlamı ile bu oluyor…
Güven verelim, güven alalım, kalbimizle dinleyip, beynimizle irdedeleyip, ön yargısız ve samimiyetle yaklaşalım, ama gaz kütleleri ile sabun köpüklerine karşı da tedbiri elden bırakmayalım…derim.
Samimi sevgi ve dostlukla...
Vur demi dostluğa, aşka, sevgiye, ilişkilere…karşınızdakine güven veremiyorsanız, güven kaybı da insan kaybı da ne kadar çabuk olur, bir çırpıda yitirirsiniz dostunuzu, aşkınız, sevgilinizi…sevgiyi!
İlişkilerde gerçek samimiyet, “yaşamı tüm boyutları ile paylaşmak” demekse eğer, peki hayatımızın hangi boyutlarını kiminle, nasıl, ne kadar paylaşabiliriz? Ya yakınlaştıkça acı çekersek, yakınlaştıktan sonra güvenimizi yitirirsek!...işte bu duygular da aslında bizi samimiyetden uzaklaştırıyor sanırım…gerçekten samimi olmaktan alıkoyuyor. Yeniden arkadaş, dost edinmek, yeniden sevgili olabilmek için şöyle bir durup düşünüyoruz, belki de yeniden sevmemek için önlemler alıyoruz…samimiyetimiz gittikçe samimiyetten uzaklaşıyor!
Aslında tam olarak “samimiyet” nedir ya da ölçütü nedir? Ne yaparsak, nasıl davranırsak, konuşursak karşımızdakine samimiyetimize inandırabiliriz…belki de samimi olmak istemiyoruz, kapalı kalmak işimize geliyor, hani tam tabiri ile “açık vermek” istemiyoruzdur. İlişkilerimizde fazla samimiyet gösterip, dışarıdan bakıldığında farkedilebilecek kadar açık olmak tercihimiz olmayabilir…bu durumda karşımızdakinin de samimiyetini sorgulamak hakkına sahip değiliz ama!
Ya da samimiyetimiz yanlış algılanabilir düşüncesi ile de çekingen kalabiliriz, kendimizi kapatabiliriz…bu sefer de yine kaybeden olabiliriz!
Kişinin samimiyet derecesini, sevgi ve dostlukla mı, kin ve nefretle mi yaklaştığını anlayabilmek, egosu fazla mi şişmiş yoksa şişirmek için çaba mı gösteriyor, bunları ölçümleyebilecek bir samimiyetmetre henüz keşfedilmemiş…
Benim için samimiyet, bir kişiye ve olaylara karşı hissedilen gerçek duyguların gösterilmesidir. Birini severseniz seversiniz, onunla paylaşırsanız bu her durumda devam eder, kızdığınızı da söylersiniz, endişenlediğinizi, gücendiğinizi, sevindiğinizi, bir şey hoşunuza gittiğinde de söylersiniz.
Samimiyet; iç olma halidir. İçimden geldi de onun için halidir. Kendin olma halidir. Maskelemediğimiz tavır ve duruşlarımızdır. Biraz mütevazi, biraz çekingen, biraz atak, ama gerçek davranışlarımızdır…
Kapınızı sonuna kadar açarsınız ki bu benim için çok önemlidir, ama bir bakarsınız bu samimiyet ve iyi niyet kapılarınızı açtığınız andan itibaren, bu kapıdan ne samimiyet ne de iyi niyet geçer. Sadece içinde insan sevgisi ve saygısı olmayanların kişisel egoları, kompleksleri ve mutsuzlukları eşliğinde büyük bir gaz kütlesi geçmeye çalışır. Tabi siz yine de empati kurma yoluyla gördüklerinize, tecrübelediklerinize inanmak istemez ve hep daha anlayışlı olmaya çalışırsınız. Ta ki bu gaz kütlesi şişe şişe sizin o iyi niyet kapılarınızı zorlayıp orada sıkışına kadar…sonrası kayıp sevgiler, yitik ilişkiler!
Vur demi politikaya, sözü getirmeden edemeyeceğim..hani hep sorguluyoruz ya şu politikacı, bu politikacı acaba söylemlerinde samimi mi? Çünkü kimi insanlar karşılarındaki kişileri etkilemek için yapmacık tavırlara başvurabiliyor ve buna en çok siyaset arenasında şahit oluyoruz.
Bakıyorlar, inceliyorlar, karşısındaki topluluk en çok hangi tavırlardan, hangi düşüncelerden daha kolay etkilenecekse, içlerinden gelmediği ya da o şekilde düşünmedikleri halde, karşı tarafı hoşnut edebilmek için o şekilde görünmeye çalışıyorlar…samimiyetsiz davranıp, iki yüzlü politikalar geliştirebiliyorlar…yok mu örnekleri, doluuu! Bir politikacının her tavrının, her söyleminin yapmacık olduğunu bilmek, bizi de tedirgin ve güvensiz yapıyor!
Galiba samimiyet, karşındakine “güven vermek” demek oluyor..evet bence tam anlamı ile bu oluyor…
Güven verelim, güven alalım, kalbimizle dinleyip, beynimizle irdedeleyip, ön yargısız ve samimiyetle yaklaşalım, ama gaz kütleleri ile sabun köpüklerine karşı da tedbiri elden bırakmayalım…derim.
Samimi sevgi ve dostlukla...
3 Haz 2010
Engin Çeber; Türkiye’de ilk defa insanlık onuru işkenceyi yendi
“12 Eylül’den 28 yıl sonra bile değişmeyen bir zihniyet, kana susamış, solcu öldürmeye and içmiş bir zihniyet…Türkiye’nin kirli insan hakları sicilinde tekrar yeni kapkara bir leke…sonucunda suçlu (lar) 3-5 ay ceza alırlar, görevden men edilirler. Sahi kasten ve bilerek adam öldürmenin cezası ne idi Türkiye’de? Utanıyorum, insanlık adına utanıyorum, 12 Eylül bitti diyebilir miyiz?” …demiştim,
Engin Ceber, işkence ile gelen ölüm ve yola devam Türkiye!
başlıklı yazımın sonunda. "Kim bu halen işkence ile insan canı almaya and içmiş, insan kanına susamış 12 Eylül bozuntuları? Kim bu insanlığın utancı cinayeti kasten işleyen vahşi(ler)?” diye de sormuştum.
Engin Çeber, 29 Eylül’de haftalık Yürüyüş Dergisi’ni 4 arkadaşı ile birlikte İstinye’de dağıtırken gözaltına alınmış, Önce İstinye Karakolu’nda işkenceye uğrayarak darp edilmiş, tutuklanmak üzere gönderildiği Metris Hapishane’sinde dövülerek işkenceya devam edilmiş ve 10 gün için de beyin kanamasından ölmüştü…Engin Çeber işkence sonucu ölmüştü, yani katledilerek öldürülmüştü. Gençlerin darp edildiği, İstinye Devlet Hastanesi tarafından resmen raporlanmış, hastane raporlarında, karakolda dövülen gençlerin, omuz, kol, sırt ve boyunlarında morluklar ve şişkinlikler olduğu ortaya çıkmıştı.
Türkiye, 1980’den beri sistematik hale getirdiği işkenceler ve işkenceci lekesiyle yine yoluna devam mı edecekti yoksa insanlık onuru işkenceyi yenecek, işkencecilerden hesap sorulacak mıydı? Türkiye’de bir ilk yaşandı ve zamanın Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, özür dileyerek, işkencecilerin en kısa zamanda açığa alınıp adalete teslim edilerek yargılanacağını duyurdu. Çeber’in ailesi, basın, Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve İnsan Hakları Derneği tarafından güçlü bir kamuoyu oluşturularak işkencecilerden hesap sorulması istendi. İşkenceciler adalete teslim edildi.
Ancak hep şüphe içindeydik…acaba her zaman yapıldığı gibi usulsüz doktor raporları ile işkenceciler birkaç ay ceza alıp işkencelerine devam mı edeceklerdi, Engin Çeber’in kanı yerde kalacak mıydı? Türkiye’nin karakollarında ve cezaevlerinde her gün yüzlerce Çeber, sonu ölümle bitmeyen bir şekilde ve çeşitli derecelerde işkenceye maruz kalmaya devam mı edeceklerdi? Devletin şimdiye kadar sürekli “münferit” olaylar diye nitelendirdiği acak sistematik hale gelen işkenceler nedeniyle Türkiye, “işkenceci TC” lekesi ile dolaşmaya devam mı edecekti?
Engin Çeber’e işkence davanın ilk zamanlarında davayı sulandırma gayretleri yine görülmüş olsa da bu sefer beklenen olmadı. Güçlü bir sivil insiyatifin etkisinin ne kadar önemli olduğunu gördük ve Engin Çeber’in işkence ile ölümünden birinci derecede sorumlular davanın sonucunda müebbet hapis ile cezalandırıldılar…bu da Türkiye’de bir ilkti!
Türkiye, işkence ile imtihanında ilk defa sınıfta kalmadı…
12 Eylül 1980 askeri darbesi ile birlikte Türkiye dünyanın en işkenceci ülkeleri arasında madalya alabilecek bir konumdayken nihayet tam 30 yıl sonra Türkiye ilk defa “insanlık onurunu işkenceyle ayaklar altına almadı”…Bu ilke Engin Çeber’in işkence ile ölümü pahasına ulaşılabildi...insanlık onuru Engin Çeber'e iade edildi.
Polis emniyet merkezlerinin ve cezaevlerinin hepsini asla aynı kefeye koyamam, çünkü biliyorum ki tutuklunun durumuna üzülen ve hatta göz yaşı döken polis memurları ve gardiyanlar da var bu ülkede…ileri görüşlü, görevini asla suistimal etmeyen, tutukluya bile güven veren görevlilerin de çok olduğunu biliyorum…
Umarım Türkiye, bir gün “işkenceye sıfır tolerans” konumuna da gelir…
Engin Ceber, işkence ile gelen ölüm ve yola devam Türkiye!
başlıklı yazımın sonunda. "Kim bu halen işkence ile insan canı almaya and içmiş, insan kanına susamış 12 Eylül bozuntuları? Kim bu insanlığın utancı cinayeti kasten işleyen vahşi(ler)?” diye de sormuştum.
Engin Çeber, 29 Eylül’de haftalık Yürüyüş Dergisi’ni 4 arkadaşı ile birlikte İstinye’de dağıtırken gözaltına alınmış, Önce İstinye Karakolu’nda işkenceye uğrayarak darp edilmiş, tutuklanmak üzere gönderildiği Metris Hapishane’sinde dövülerek işkenceya devam edilmiş ve 10 gün için de beyin kanamasından ölmüştü…Engin Çeber işkence sonucu ölmüştü, yani katledilerek öldürülmüştü. Gençlerin darp edildiği, İstinye Devlet Hastanesi tarafından resmen raporlanmış, hastane raporlarında, karakolda dövülen gençlerin, omuz, kol, sırt ve boyunlarında morluklar ve şişkinlikler olduğu ortaya çıkmıştı.
Türkiye, 1980’den beri sistematik hale getirdiği işkenceler ve işkenceci lekesiyle yine yoluna devam mı edecekti yoksa insanlık onuru işkenceyi yenecek, işkencecilerden hesap sorulacak mıydı? Türkiye’de bir ilk yaşandı ve zamanın Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, özür dileyerek, işkencecilerin en kısa zamanda açığa alınıp adalete teslim edilerek yargılanacağını duyurdu. Çeber’in ailesi, basın, Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve İnsan Hakları Derneği tarafından güçlü bir kamuoyu oluşturularak işkencecilerden hesap sorulması istendi. İşkenceciler adalete teslim edildi.
Ancak hep şüphe içindeydik…acaba her zaman yapıldığı gibi usulsüz doktor raporları ile işkenceciler birkaç ay ceza alıp işkencelerine devam mı edeceklerdi, Engin Çeber’in kanı yerde kalacak mıydı? Türkiye’nin karakollarında ve cezaevlerinde her gün yüzlerce Çeber, sonu ölümle bitmeyen bir şekilde ve çeşitli derecelerde işkenceye maruz kalmaya devam mı edeceklerdi? Devletin şimdiye kadar sürekli “münferit” olaylar diye nitelendirdiği acak sistematik hale gelen işkenceler nedeniyle Türkiye, “işkenceci TC” lekesi ile dolaşmaya devam mı edecekti?
Engin Çeber’e işkence davanın ilk zamanlarında davayı sulandırma gayretleri yine görülmüş olsa da bu sefer beklenen olmadı. Güçlü bir sivil insiyatifin etkisinin ne kadar önemli olduğunu gördük ve Engin Çeber’in işkence ile ölümünden birinci derecede sorumlular davanın sonucunda müebbet hapis ile cezalandırıldılar…bu da Türkiye’de bir ilkti!
Türkiye, işkence ile imtihanında ilk defa sınıfta kalmadı…
12 Eylül 1980 askeri darbesi ile birlikte Türkiye dünyanın en işkenceci ülkeleri arasında madalya alabilecek bir konumdayken nihayet tam 30 yıl sonra Türkiye ilk defa “insanlık onurunu işkenceyle ayaklar altına almadı”…Bu ilke Engin Çeber’in işkence ile ölümü pahasına ulaşılabildi...insanlık onuru Engin Çeber'e iade edildi.
Polis emniyet merkezlerinin ve cezaevlerinin hepsini asla aynı kefeye koyamam, çünkü biliyorum ki tutuklunun durumuna üzülen ve hatta göz yaşı döken polis memurları ve gardiyanlar da var bu ülkede…ileri görüşlü, görevini asla suistimal etmeyen, tutukluya bile güven veren görevlilerin de çok olduğunu biliyorum…
Umarım Türkiye, bir gün “işkenceye sıfır tolerans” konumuna da gelir…
Etiketler:
12 Eylül,
Çeber,
Engin Ceber,
Engin Çeber,
içkenceci,
işkence
1 Haz 2010
İsrail ile yapılan milyar dolarlık askeri anlaşmalar çöpe atılabilir mi?
İsrail ile askeri ilişkiler oldukça “derin!”…bir anda kesilip atılabilecek gibi görünmüyor, savaş çıkma olasılığı da sıfır.
İsrail, insanı yardım gemimize bilinçli olarak saldırdı…saldıracağı zaten belliydi, böylelikle terörist bir devlet olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Bu saldırı ile Türkiye ile İsrail ilk defa çok ciddi anlamda karşı karşıya gelmiş oldu. Saldırının asıl nedeni ise tek cümleyle; Türkiye’nin bölgede siyasi ve ekonomik anlamda güçlenmiş olması ve bu gücün geri tepilebilmesi için düğmeye basılmış olmasıdır…komplo teorisyeni olmaya gerek yok.
Başbakan’ın “one minute” çıkışıyla başlayan, alçak koltuk krizi ile devam eden gerilim şu anda had safhada…tabiki Türkiye’nin bunun altında kalması beklenemez, elbette diplomasi yolu ile İsrail bir takım yaptırımlara ve cezalara zorlanacaktır.
Ancak krizin bir savaşa dönüşmesi en uzak ihtimaldir…hatta mümkün değildir. Çünkü Türkiye ile İsrail arasındaki askeri işbirliği, savunma sanayi anlaşmaları ve silah alımları bilinen ve görünenden çok daha derin boyutlardadır!…o kadar derindir ki TSK’nın bir anda milyar dolarlık ihaleleleri çöpe atacağını hiç sanmıyorum!
Türkiye istediği kadar kınasın, perde arasındaki askeri ilişkileri bir anda çöpe atmayı göze alamaz, aldırmazlar! 10 gün kadar kınarız, 3-5 tane daha İsrail’li pilota eğitim vermekten vazgeçeriz, belki bir müddet ortak askeri tatbikatları iptal ederiz…işte hepsi bu kadar.
Peki nedir bu derin askeri göbek bağımız? Nasıl başladı, şu andaki durumu nedir?
Türkiye ile İsrail arasındaki en somut askeri işbirliği 1997 yılında F-4 uçaklarının modernizasyonu projesi ihalesinin İsrail'e verilmesiyle başladı. İsrail bu projede açıkça kayırıldı…projenin İsrail'li IAI (İsrail Havacılık Endüstrisi) firmasına yaptırılmasının verimli olmayacağı, firmanın yetersiz olduğu raporlarla açıkça belirtilmesine rağmen, proje Bakanlar Kurulu'nun "hizmete özel" kararıyla doğrudan İsrail'e devredildi. Bu anlaşmanın dönemin Genelkurmay ikinci başkanı Org. Çevik Bir zamanında Türkiye kamuoyunun hükümet tartışmalarıyla meşgul olduğu bir sırada alalacele gerçekleştirilmiş olması herhalde bir tesadüf değildir! F-4 uçaklarının modernizasyonu projesi daha sonra İsrail’li firmanın kendisi tarafından verimli olmadığı gerekçesi ile askıya alındı ancak siyasi hesaplar nedeniyle işin üzerine gidilmedi…konu küllendirildi!
2002 yılında 170 adet Amerikan M60 tanklarının yenilenmesi için yapılan 1 milyar dolarlık anlaşma, İsrail’in Filistin’e yönelik şiddetli saldırılarının gerçekleştiği bir sırada imzalanmış ve pek çok tartışmaya neden olmuştu. Dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Kıvrıkoğlu, basında tank anlaşmasına yönelik çıkan sert eleştirilere, “analarından yahudi düşmanı olarak doğanlar” şeklinde sert bir tepkiyle yanıt vermişti. Oysa tepkiler, sadece anlaşmanın zamanlamasına değil, proje etrafında dönen ve ciddiye alınması gereken şaibe iddialarıydı… her zaman yapıldığı gibi konu kapattırıldı!
Tüm bu ve benzeri alımlar ve anlaşmalar halen Ergenekon soruşturması kapsamındadırlar… milyar dolar gibi rakamlarla ifade edilen askeri ihalelerden Ergenekon terör örgütüne kaynak aktarılıp aktarılmadığı soruşturuluyor, 1998-2004 arası tüm silah alım ihaleleri soruşturma kapsamında mercek altına alınmıştır!
İsrail’le bunca askeri anlaşmadan şu anda ne kârımız var? 30 yıldır terörle mücadele eden bir ülkeyiz, envanterimizde doğru düzgün uydu sistemi bile yok. İstihbarat için insansız hava aracımızı bile İsrail'den yeni alındı. Hep İsrail'e yaramış, yarayan bir savunma iş birliği içinde olmuşuz. Savunma işbirliği adına hep İsrail'i beslemişiz.
Sonuş olarak; İsrail ile askeri ilişkiler oldukça “derin!”…bir anda kesilip atılabilecek gibi de görünmüyor.
Bu kadar “derin!” ilişkiler olduğu sürece, İsrail istediği kadar insanlık dışı saldırılarda bulunsun, askeri işbirliğinin çöpe atılmasını beklemek hayalcilikten öte bir şey değildir.
Ancak kınarız, bir iki yere şikayet ederiz…hepsi bu!
Açıkçası TSK’nın nasıl bir tavır alacağını merak ediyorum…
İsrail, insanı yardım gemimize bilinçli olarak saldırdı…saldıracağı zaten belliydi, böylelikle terörist bir devlet olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Bu saldırı ile Türkiye ile İsrail ilk defa çok ciddi anlamda karşı karşıya gelmiş oldu. Saldırının asıl nedeni ise tek cümleyle; Türkiye’nin bölgede siyasi ve ekonomik anlamda güçlenmiş olması ve bu gücün geri tepilebilmesi için düğmeye basılmış olmasıdır…komplo teorisyeni olmaya gerek yok.
Başbakan’ın “one minute” çıkışıyla başlayan, alçak koltuk krizi ile devam eden gerilim şu anda had safhada…tabiki Türkiye’nin bunun altında kalması beklenemez, elbette diplomasi yolu ile İsrail bir takım yaptırımlara ve cezalara zorlanacaktır.
Ancak krizin bir savaşa dönüşmesi en uzak ihtimaldir…hatta mümkün değildir. Çünkü Türkiye ile İsrail arasındaki askeri işbirliği, savunma sanayi anlaşmaları ve silah alımları bilinen ve görünenden çok daha derin boyutlardadır!…o kadar derindir ki TSK’nın bir anda milyar dolarlık ihaleleleri çöpe atacağını hiç sanmıyorum!
Türkiye istediği kadar kınasın, perde arasındaki askeri ilişkileri bir anda çöpe atmayı göze alamaz, aldırmazlar! 10 gün kadar kınarız, 3-5 tane daha İsrail’li pilota eğitim vermekten vazgeçeriz, belki bir müddet ortak askeri tatbikatları iptal ederiz…işte hepsi bu kadar.
Peki nedir bu derin askeri göbek bağımız? Nasıl başladı, şu andaki durumu nedir?
Türkiye ile İsrail arasındaki en somut askeri işbirliği 1997 yılında F-4 uçaklarının modernizasyonu projesi ihalesinin İsrail'e verilmesiyle başladı. İsrail bu projede açıkça kayırıldı…projenin İsrail'li IAI (İsrail Havacılık Endüstrisi) firmasına yaptırılmasının verimli olmayacağı, firmanın yetersiz olduğu raporlarla açıkça belirtilmesine rağmen, proje Bakanlar Kurulu'nun "hizmete özel" kararıyla doğrudan İsrail'e devredildi. Bu anlaşmanın dönemin Genelkurmay ikinci başkanı Org. Çevik Bir zamanında Türkiye kamuoyunun hükümet tartışmalarıyla meşgul olduğu bir sırada alalacele gerçekleştirilmiş olması herhalde bir tesadüf değildir! F-4 uçaklarının modernizasyonu projesi daha sonra İsrail’li firmanın kendisi tarafından verimli olmadığı gerekçesi ile askıya alındı ancak siyasi hesaplar nedeniyle işin üzerine gidilmedi…konu küllendirildi!
2002 yılında 170 adet Amerikan M60 tanklarının yenilenmesi için yapılan 1 milyar dolarlık anlaşma, İsrail’in Filistin’e yönelik şiddetli saldırılarının gerçekleştiği bir sırada imzalanmış ve pek çok tartışmaya neden olmuştu. Dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Kıvrıkoğlu, basında tank anlaşmasına yönelik çıkan sert eleştirilere, “analarından yahudi düşmanı olarak doğanlar” şeklinde sert bir tepkiyle yanıt vermişti. Oysa tepkiler, sadece anlaşmanın zamanlamasına değil, proje etrafında dönen ve ciddiye alınması gereken şaibe iddialarıydı… her zaman yapıldığı gibi konu kapattırıldı!
Tüm bu ve benzeri alımlar ve anlaşmalar halen Ergenekon soruşturması kapsamındadırlar… milyar dolar gibi rakamlarla ifade edilen askeri ihalelerden Ergenekon terör örgütüne kaynak aktarılıp aktarılmadığı soruşturuluyor, 1998-2004 arası tüm silah alım ihaleleri soruşturma kapsamında mercek altına alınmıştır!
İsrail’le bunca askeri anlaşmadan şu anda ne kârımız var? 30 yıldır terörle mücadele eden bir ülkeyiz, envanterimizde doğru düzgün uydu sistemi bile yok. İstihbarat için insansız hava aracımızı bile İsrail'den yeni alındı. Hep İsrail'e yaramış, yarayan bir savunma iş birliği içinde olmuşuz. Savunma işbirliği adına hep İsrail'i beslemişiz.
Sonuş olarak; İsrail ile askeri ilişkiler oldukça “derin!”…bir anda kesilip atılabilecek gibi de görünmüyor.
Bu kadar “derin!” ilişkiler olduğu sürece, İsrail istediği kadar insanlık dışı saldırılarda bulunsun, askeri işbirliğinin çöpe atılmasını beklemek hayalcilikten öte bir şey değildir.
Ancak kınarız, bir iki yere şikayet ederiz…hepsi bu!
Açıkçası TSK’nın nasıl bir tavır alacağını merak ediyorum…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)