23 Nis 2011

CHP’nin seçim bildirgesi inandırıcı mı?

Kemal Kılıçdaroğlu, umarım seçim bildirgesinde verdiği sözleri yarın unutmaz, sabah “ben öyle söylemedim” demez…

CHP’nin seçim bildirgesi "Özgürlüğün ve Umudun Ülkesi Herkesin Türkiye’si” başlığı altında yayınlandı. Bildirgede yer alan vaatler, CHP için bir devrim niteliğinde. Türkiye’nin değişim noktasını yakalamış, demokrasi ve istikrarı savunan, devlet odaklı olmayan bir vaatler listesi görüntüsünde.

Seçim bildirgesinde yer alan maddelerin hayata geçirilmesi, verilen sözlerin tutulması durumunda, CHP kesinlikle “devlet partisi” imajından sıyrılıp “özgürlükçü ve halk odaklı” bir parti niteliğine dönüşebilir.

Ak Parti’nin “hizmet odaklı” seçim bildirgesine karşı CHP’nin sosyal demokrasi ve özgürlükler odaklı bildirgesini olumlu bulmamak ve vaatleri takdir etmemek mümkün değil. Şahsen Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP’den böyle cesur bir bildirge beklemiyordum.

Ancak parti içindeki hem merkez sağa hem de sola savrulmuş kesimlerin ortak kabulü olan bir bildirge olduğunu da sanmıyorum. Zira; yeni anayasa, Kürt ve Alevi kimliği gibi en önemli konulardaki vaatler, partinin içinde ortak kabul görecek konular değil. Sağ ve sola dağılmış parti tabanını ortada nasıl buluşturacak, bence bildirgenin en zorlayacak yanı budur.

Ayrıca CHP’nin bugüne kadarki söylemleri, sadece AK Parti karşıtlığı adına Türkiye’nin en önemli sorunlarında uzlaşmaya yanaşmaması ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun liderlik konusundaki yetersizliği göz önüne alındığında, seçim bildirgesindeki devrim niteliğindeki bu vaatlerin tutarlılığı ve yerine getirilebilme olasığı düşündürücüdür. Vaatler çok demokratik ve halktan yana görünüyor ama onca katı devletçi yapıyı değiştirmek ya da devletçi reflekslerinden kurtulmak CHP için bu bildirgedeki vaatleri sıralamak kadar kolay değil.

CHP, özgürlükçü ve insan odaklı, katılımcı, herkesin söz sahibi olacağı bir yeni anayasa vaad ediyor, Ak Parti de aynısını vaad ediyor…peki neden anayasa değişikliklerine hayır dediniz? Neden uzlaşmaya yanaşmadınız?

Kürt kimliği için, anayasal yurttaşlık öneriyor, “Kürt yurttaşların kimliklerini yaşamalarının önündeki engeller çoğulcu ve özgürlükçü demokrasi ile aşılacak”, “Alevilere eşit yurttaşlık hakkı hayata geçecek" deniliyor. Bunların nasıl yapılabileceği konusunda somut çözüm önerilerine yer verilmemiş.

Hem yeni anayasa hem de Kürt ve Alevi kimlik ve yurttaşlık haklarını vermek için illa iktidar olmaya gerek yok ki, geçmiş dönemlerde bu konularda neden iktidar partisi ile uzlaşmaya gitmediniz, Kürt, Alevi kelimelerini bile kullanmaktan imtina ettiniz?

Ekonomi konusunda, “rekabetçi” vurgusu yapılarak iş dünyasına ve de küreselliğe kabul görüntüsü veriliyor ancak partinin ekonomi programı detay incelendiğinde ana hatları itibari ile devlet destekli, ithal ikameli bir ekonomik program öneriliyor. Bir yandan özgürlükleri savunacaksınız, sosyal demokrasi ve adalet vurgusu yapacaksınız diğer yanda devletçi ekonomi ile büyüme sağlayacaksınız, bu anlamda bildirgede tutarsızlıklar var.

Seçim barajının yüzde 5’e düşürülmesini öneriyorlar ancak komple seçim yasasının değiştirilmesi gerektiği konusuna bir vurgu yapılmamış.

CHP’nin seçim bildirgesindeki tüm maddeler incelenmeye ve irdelenmeye değer. Yukarıda sadece bazı önemli konuları irdelemeye çalıştım.

CHP’nin önceki politikaları ile kıyaslandığında, vaatler bir hayli ileri seviyede ve bir değişimi işaret ediyor. Bununla birlikte seçimi kazanmaya yeterli görünmüyor ancak oy oranını artırabilir. Bu anlamda AK Parti karşısında sıkı bir muhalefet yapabilir.

İstemezuk çizgisinden ayrılmış bir CHP görüntüsü güzel ancak Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP tabanını bunca devrim niteliğinde vaatleri yerine getirmek için nasıl ikna edeceği meçhul.

Ergenekon sanıklarının kabul gördüğü bir CHP’de bu vaatler bana çok inandırıcı gelmiyor…


CHP’nin 2011 Seçim Bildirgesi - "Özgürlüğün ve Umudun Ülkesi Herkesin Türkiye’si”

20 Nis 2011

YSK’nın vetosu, BDP’ye muhteşem bir reklam oldu

Demokrasi iki ileri bir geri, mehter marşı ile yürümeye devam ediyor. Tortulanmış ve katı bir balçık haline gelmiş vesayet sistemini, birey odaklı değil devlet merkezli yapılandırılmış bir sistemi zamanın ruhuna adapte etmek, evrensel demokrasinin kurallarını işlerliğe kavuşturmak hiçte kolay değil…üstelik Türkiye gibi ne sosyal ne de siyasal alt yapısı henüz oturmamış bir ülkede.

YSK, bir yargı kuruluşu…Bağımsız Kürt milletvekili adaylarını veto etti, adaylıkları bir kanun maddesine göre bir anda iptal edebildi. Yüzde on seçim barajı nedeni ile meclise girmesi mümkün görünmeyen ve bu yüzden bağımsız olarak öne sürülen adayların kesinleşmiş terör suçları nedeniyle milletvekili olamayacağını bildiriyor.

Kanuna göre karar doğru…ancak hukuka göre yorumlandığında, mevzuatlar ve geçmişteki uygulamalara bakıldığında, suçu sabitleşmiş ve hapis cezası almış olmasına rağmen meclise girmiş milletvekilleri yok mu? Üstelik adaylığı iptal edilenlerden bazıları daha önce milletvekilliği yaptı.

İptaller “kanuna uygun ama hukuka aykırı” gibi bir sonuç çıkıyor ki bu da mecvut yargı sistemimizin “duruma göre” karar aldığının en son örneği.

Tepkiler üzerine “memnu hakların iadesine ilişkin” mevzuat akla geliyor ve bu belgenin ibrazı ile milletvekili adaylıklarının kabul edilebileceği belirtiliyor. İptal kararından önce bu belgeler istenemez miydi?

Ciddi bir devlet ve yargı sisteminde bu tip olaylar olabilir mi? Olmamalı ama burası Türkiye diyorsunuz. Yargı sistemi kendini böyle böyle yıprattı. Bireyin değil, devletin yargı sistemi olunca her konu devlete göre yorumlanıyor, birey hak ve özgürlüklerine ilişkin olarak değil.

İşte vesayet sistemini demokrasinin doğal işleyişine çekmek bu nedenle çok zor. Kanun emrediyor ancak mevzuatlar siyasetin gidişatına göre yorumlanıyor! Mevzuatları özgürlükçü zihniyet ile yorumlamadığınız sürece, devletin kendine göre demokrasi anlayışı ile ancak iki ileri bir geri gidiliyor. Katedilmesi gereken yol da haliye uzuyor. 80 yıldır hala aynı yolu yürüyoruz!

Türkiye’de hukun temeli sadece devleti ayakta tutmaya yetiyor, insanı değil...İşte bunun için acilen özgürlükçü ve birey odaklı bir anayasaya ihtiyaç var.


BDP ise milyonlarca lira harcasa yapamayacağı bir reklamı, YSK sayesinde yapmış oldu. Tıpkı AK Partinin 367 rezaleti sonrasında rüzgarı kendi yönüne çevirmesi gibi bir fırsatı yakaladı. Bir anda “dağ hevesi” depreşti, “madem ovada siyasete izin verilmiyor” havasına anında girdiler.

Kesinlikle BDP’ye destek olunmalı, vatandaşın tercih hakkını engelleyenlere demokratik tepki verilmelidir. Ak Parti işine gelmediğinde “yargı kararıdır” diyerek işin içinden sıyrılamaz. “Büyük Türkiye” vadediyorsanız önce demokrasi!

YSK’nın bu kararı ve iktidarın bu karar karşındaki tutumu Kürt sorunu için yeni bir turnosol etkisidir. Kürt sorunu vardır, bu sorunu “kürt kardeşlerin meselelerine” indirgeyen bakış açısının hemen ardından devreye giren YSK kararı ise şaibeye elbette yol açacaktır.

Seçimlerin meşruiyetine gölge düşürmeye çalışanlara, Kürt sorunun çözülmemesi için Türkiye’nin önünü her fırsatta tıkayanlara, tüm bu ciddiyetsizliklere ve saçmalıklarla tepki gösterirsek demokrasi de mehter yürüşü olmaktan çıkar ve yol daha hızlı katedilebilir.

Adaylıkları engellenenler, “memnu hakların iadesine ilişkin” belgeyi ibraz ederek adaylıklarını kabul ettirseler dahi YSK'nın ciddiyetine büyük bir gölge düşmüş oldu.

Bu anlamda YSK’nın kararını ciddiyetsiz ve AK Parti’nin konuya yaklaşımını da yetersiz buluyorum.

18 Nis 2011

Yaşlanıyorsun, ha gayret!

Hadi yaz, içine çöreklenen tuhaflığı anlat, dile getirmeye bile korktuğun, beyninden habire itelediğin o tuhaf duyguyu yaz.

Parmaklarım kavyenin tuşlarında dolanıyor, bir yandan mause ile haşır neşir olurken diğer yanda tüten sigaramdan bir iki fırt çekiyorum… olmazsa olmazım kahvem sol tarafımda, ne de yakışıyor hınzır, ağır tahrik var, ‘yaz diyor, yaz’.

Bir ay kadar oldu, bir hafta arayla aynı şekilde kaldırıma kapaklandım…ilkinde sağ dizim, ikincisinde sol dizim parçalandı, çocuk gibi, iki dizim birden yara bere içinde. Ağrılar geçti, yaralar kabuk bağladı ama bir ayda zar zor toparladı kendini. Yaralar artık geç iyileşiyor, vücut yeni hücreleri geç üretiyor, zorlanıyor.

Sanırım bana bişiler oluyor…yaşlanıyorum. ‘ Ohooo, günaydın, yeni mi farkettin?’ Evet, yeni farkettim! Aklıma bile getirmiyordum, yakıştıramıyordum, kendimi sabitlemiştim bir zamana.

Hadi canım sende, o sabitlediğini sandığın zaman, aslında yaşlanmaya başladığını anladığın zamandı. Birkaç sene idare ettin, imkansızın ne demek olduğunu anlamak için alışma dönemine ihtiyacın vardı, o dönemi yaşadın işte.

Garanti süren çoktan dolmuştu ama kabullenmek istememiştin, süper anane olacağım diye kendi kendini kandırdın…al sana süper anane, kaldırım taşına yapışınca, yaraların geç iyileşince kafana dank etti mi şimdi? İki dizi birden yaralı bir süper anane, şimdi dersin tabii ki ‘sanırım bana bişiler oluyor’ !

Anlamalıydın halbuki, kabullenmeliydin…Uyku saatlerin azaldı, 5 saat uyudun mu eyvallah diyorsun. Nelerden el ayak çektiğün düşün, artık neler seni zorluyor?

Kendini denemek için basamakları ikişer ikişer çıkıyorsun, kapıya ulaştığında sanki olimpiyatlarda birinci olmuş gibi bir sevinç, bir gurur… ne oluyoruz hocam? Evine girince dilin dışarı sarkıyor ama, naber? Komşu kapının göz deliğinden bakıyorsa eğer (ki böyle bir komşum var) diyordur ki ‘ kafayı yemiş bu’…eh haklı da, yani…

Son yıllarda pek bi sakinsin, pek bi hoş görülüsün, umursamaz bir tavırlar, bir hiçlik hali… ‘evim evim güzel evim’ diye diye sınırlarını da daralttın.

Hani o her şeyi değiştirebilirim halin, hani gücün var mı değiştirmeye?…anca yazıya vurdun kendini, işte böyle. Hayatın bilmecesini çözdün de hocam, yanıt vermek için taakatin kalmadı.

Yapılacaklar listen bomboş, hayat listen kabarık olsa ne olur olmasa ne olur…olgunluk, tecrübe diyorsan eğer, sadece kendini kandırırsın,

Diyorlar ki ‘yaşlanınca görüş açısı genişliyormuş’!... Bünyenin açısı bozulduktan sonra görüşün geniş olsa ne olur, dar olsa ne olur…geniş görüş açısını dizindeki yaralara melhem olarak mı süreceksin! O işi eczacının verdiği pomat da yapıyor.

Sen iyisi mi ufaktan ufaktan kabullen artık, yola girdin kızım…cebinde özlemler, hafızanda anıları biriktirmeye başla, birkaç sene sonra onları da bulamayabilirsin.

Bu işin yatalaklığı var, ördeği var, alt bezi var…töbe töbeee, allah korusun. Bak gördün mü, hadi itiraf et beyninden geçeni, ne düşündün şimdi? ‘Allah temiz ölüm versin” dedin di mi? İşte şimdi anladın mı hanyayı konyayı, yaşlanmak bu dur işte, yaşlandığını hissetmeye başladığında zaten yaşlanmışsın demektir.

… böyle üç nokta yanyanayı yazılarında ne çok kullanıyorsun, hayata bir şey mi demek istiyorsun yoksa? Devamı mı var demek, bir önceki ile bağlantısı mı var demek? Geçmişi anımsayıp, yola devam mı demek? Her şeye rağmen yaşamdan kopmamak mı demek?

‘Her yaşın ayrı bir güzelliği varmış’… palavra! Kendinle barışmak, yaşlılığınla barışmak için uydurulmuş en adi yalan bu. Eller hiç yalan söylemiyor, bi bak ellerinin üstündeki ha yırtıldı ha yırtılacak o ince deriye...gördün mü şimdi gerçeğini!

İnanma bu palavralara…sen iyisi mi iyice bi salla, iyice bi gevşe, rahatla, bak süre azalıyor.

Yapılacaklar listesinin en başına da yaz…”ha gayret”…



İşte...yaşamın en gerçeğini dizmiş dizelere, Murathan Mungan…

çok gerilerde kaldı
bizi bazen bir şiirin uyandırdığı sabahlar
durup dururken içimizde parlayan sevinç, tutuşan ümit
çok gerilerde kaldı
hayatı budalaca seven yanımız
çok gerilerde...
şimdi dönüş yolunun
karanlık düşüncelerinden yorgun
aynalarda unutkan dalgın bakışlar

Seçim kampanyalarında tezek kokusu mu, sosyal medya mı?

Politikacılarımız ve siyasi partilerimiz, bir kaç yıl öncesine kadar internetin seçim kampanyalarında nasıl kullanılabileceği ve sosyal medyanın siyasette ne kadar etkili olabileceği konusunda bihaberdiler, bu tip bir bilinçleri de yoktu…ta ki Barack Obama 2008’de başarılı bir sosyal medya stratejisi sonucunda Başkan seçilene kadar.

Obama başkanliğa giden yolda Facebook, Twitter, YouTube gibi sosyal medya mecralarına ağırlık vermiş, SMS yoluyla tek tek insanlara ulaşmıştı. Çünkü kampanyasını televizyon izlemeyen, gazete okumayan ama bu tip sosyal ağları yoğunlukla kullanan geçler üzerine kurgulamıştı. Sloganı da “değişim” oldu.

Bunun üzerine bizim demode politikacılarımız bir bir sosyal ağlarda boy göstermeye başladı. Ancak Obama’nın kötü ve komik taklitleri oluştu.

Başbakan R.Tayyip Erdoğan, sosyal medyaya çok uğramayan bir politikacı. Hatta siyasette yaygınlaşan Twitter kullanımı için “twitter mwitter ile olmaz. Tezek kokusunu hissedeceksiniz” demişti. Ancak partisinin milletvekilleri sosyal medyayı çok sevdiler, akıllarına ne gelirse konuşuyorlar. Bu arada Meclis’te uzun uzun konuşmaya alişan milletvekillerinin 140 karakterle Twitter’da konuşmaya kalkması bir hayli komik diyaloglara sahne oluyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Twitter hesabında çoğu zaman partili sosyal medya uzmanları onun adına konuşuyorlar. Bu işi en iyi yapan Gürsel Tekin ve Melih Gökçek…sosyal medyanın polemik kralları.

Türkiye’de politikacılar ve siyasi partilerin sosyal medyanın önemini ve etkisini tam olarak kavrayamadıklarını düşünüyorum. Obama Twitter kullanıyor, ben de kullanayım diyerek sosyal medyaya bilinçsizce atlamakla bu iş olmuyor. Zira karşınızda inandırıcılık ve samimiyet bekleyen, her biri sosyal medya mecralarında deneyimli milyonlarca insan var. Bu insanlar siyasetçiden anında yanıt bekliyor, etkileşime girmek istiyorlar.

Facebook ve Twitter’ı sadece bir duyuru aracı olarak kullanmak siyesetçiye bir sosyal medya vasfı kazandırmaya yeterli değil. Halkın arasaına inmek için artık tezek koklamaya da gerek kalmadığı bir teknolojik dünyada yaşıyoruz. Sosyal ağlarda samimiyetle var olmak, miting alanlarındaki monologlardan, bayraklarla ve afişlerle görsel kirlilik yaratıp insanları bıktırmaktan çok daha doğru ve etkili.

Obama, 2012 yılı seçimlerine şimdiden hazırlanmaya başladı. Facebook uygulaması “Var mısın? (Are you in?) ile nabız yokluyor. Yine çok etkili bir kampanya yürüteceği aşikar. Bizim seçimler iki ay sonra, siyasi partilerimiz ve siyasetçilerimiz Facebook ve Twitter’da boy gösteriyor ancak yeterli değil. “Halka nasıl daha etkili ulaşabiliriz” sorusuna ciddi anlamda yanıt aramaları gerekiyor.

Seçmenlerin sosyal medyada ikna edilebilmesi çok önemli. Zira artık halk sadece dinlemek istemiyor, söz hakkı da istiyor. Sosyal medyada, bloglarda yazıyorlar, yorum yapıyorlar. Bugün bütün dünyada sosyal medya, propaganda ve dijital siyasetin en önemli aracı haline geldi. Halk artık seçimden seçime kendilerini ziyaret eden siyasetçilere prim vermiyor, samimiyesiz politikalar yerine somut çözümleri hem dinlemek hem de tartışmak istiyor. Siyasetçi için de daha fazla insanla direkt temas olanağı artık sosyal medyada.

Sonuç olarak; günümüzde sosyal medyaya çıkmak halka daha yakın olmak demektir. İnternet aynı zaman sosyal bir teknoloji, fikir ve düşünce ağıdır. Sosyal ağlar üzerinden bir fikri iletmek, inandırmak çok daha kolay. Seçimlere az bir zaman kala, klasik seçim kampanyaları tüm hızıyla başlayacak. Ancak sosyal medya araçlarını daha etkin kullanabilen bir seçim kampanyanın başarı şansı daha yüksek olacaktır.

7 Nis 2011

Ne şifreymiş be!

Gazeteler ve bilcümle gazeteciler veri tabanı uzmanlarına taş çıkartıyorlar…herkesin elinde soru kitapçıkları, habire soru çözüyorlar ve sonuç… “ben 40 ta 30 yaptım”, “ ben hiç yapamadım”, “yok yav şifre felan”, “bal gibi şifre hem de algoritmalı”, “yav bu bizim bildiğimiz mod medyan, “anaaa resmen şifre len”, “hehehe şimdi AKP’yi kim kurtaracak bakalım”, “ÖSYM çuvalladı abi”…gibi binlerce olasılıkta sonuç üreten şifre çözücüler türedi.

Bu aralar hep birlikte istatistikçi olduk…mod, medyan, algoritma, hatmediyor milletim. Kuyudan taşı çıkarmak için uğraş dur, memleketimin bitmez dertlerine bir dert daha eklendi.

Garibim gençler şaşkın, aileler hırslı…”hay böyle sistemin………..” küfürün bini bin para.

Memleketimin modu medyanı zaten şaşmış durumda, algoritma desen herkesin algoritması bi farklı…şifrelerle yaşıyoruz, teaa uzun zamanlardır.

Şifre dedik demesine de, duydunuz mu hayata dönüş operasyonunun şifresi de “tayfun” muş, tayfun gibi yok edelim Bayrampaşa’yı demişler, hazırlanmışlar, ortamı yaratmışlar, sonrası? Sonrası malum…on seneden fazla oldu, tayfun estirenin yanına kar kaldı, ölenler de öldüğü ile kaldı. Üstün hizmet madalyasını da taktılar, davalar zaman aşımına uğradı. Hayattan döndürülüşün şifreleri çözülmedi.

Ne çok şifre var daha çözülecek…

Memleketimin meselelerini soru kitapçığına koysak, şıkları da altına dizsek, bir de veri tabanı uydursak…mod, medyan, algoritma derken, çözebilir miyiz ki soruları, sorunları?

Hiç umudum yok…bizim meselelere veri tabanı dayanmaz valla, kahrından kanser olur veri tabancılar. Hadi geçtim kırk elli seneyi son on onbeş yıla bir bakın yeter.

Bir mod, medyan da askere uydurmak gerekiyor…durdular durdular duramadılar, yine internet sitesinden bir uyarı, Balyoz tutuklamaları için yine işaret parmağı sallandı. Çözüyoruz, çözdük derken al sana bir algoritma daha, demek ki bir adım yol alamamışız, asker modunu korumaya devam ediyor, rap rap modu!. Bu durumlara henüz şifre üretemedik, üretilecek gibi de değil, aynı hamam aynı tas.

Ergenekon şifreleri başlı başına bir muamma, şahsına münhasır bir veri tabanı…değil şifre üretmek, dokunan yanıyor. Cemaat sazanlarından tutun Silivri simonlarına kadar, yüzyıllık derinliği olan bir veri tabanı bu…hangi babayiğit çözebilir ki bu şifreyi? İşte Zekeriya Öz, mod medyanı ortaya çıkarıyor diye yandı, yaktılar güzelim savcıyı…Basın yayın elele, algoritma şahane, “öyle yanmaz böyle yanar dokunan” dediler, hoopp maaşına zam, işine son.

Çok yakında “Ben Kemalim, ben şifreyi çözerim” derse, tüm zamanların en zoraki sempatik parti başkanı, hiç şaşırmayacağım…valla da billa da çözer, üfürdün de yel mi aldı, üfür üfürebildiğin kadar mod, medyan…işte sana aliülala bir şifre üretme cihazı, hay allam aklıma mukayet ol.

Ak Parti, galiba şifreleri saklıyor, seçimden sonra ilan edecek…amaannn ne algoritmalar, ne mod medyanlar gördü bu millet, kaç seçimden önce, kaç seçimden sonra, hepsinin modu ortak, şifresi tek “bal turan parmağını yalar, ille de koltuk”, geçiniz allahaşkına…daha önümüzde başkanlık algoritması var, alın size yepis yeni bir veri tabanı, uğraşın durun. Bu arada anayasanın şifreleri güme gitti.

Hangi birini yazsak, hangi veri tabanına girsek?... amansız hastalığa yakalanmışız biz, ne algoritması kardeşim, ne şifresi…

Sen nefes alabiliyor musun ondan haber ver…bi tek ölümün şifresi yok, gerisini salla gitsin…

3 Nis 2011

Ekonomi büyüyor mu yoksa ısınıyor mu?

“Artık büyüyoruz maşallah, devamı gelir inşallah” diyeceğiz…ama! İşte bu “ama” lar biraz tedirgin ediyor. Zira büyüyor muyuz yoksa ısınıyor muyuz, eğer fazla ısınırsak yanar mıyız, şişersek patlar mıyız, tam kestiremiyoruz.

Dünyada yaşanan sıkıntılara rağmen 2010 yılında yüzde 8.9 oranında ekonomik büyüme gerçekleştirdik. İktidar bile bu kadarını beklemiyordu. 2010’da Avrupa’nın en hızlı büyüyen ülkesi olduk. Milli gelirimiz de arttı, yeniden 10 bin doları bulduk. Gerçi sokaktaki insan bunu hissedemiyor, ‘ne geliri kardeşim, öldük bittik, kıt kanaat geçiniyoruz, hani nerde bu kadar para’ diyor, haklı da.

Büyümekle kalkınmak, refaha ulaşmak aynı şey değil…Büyüme dengeli bir şekilde sürdürülebilirse, cari açık risk olmaktan çıkarsa, işsizliğin çözümü için yapısal adımlar (yirmibeş senedir daha atılmadı) atılırsa bir anlam ifade edecek. Rakamlarla büyümek güzel hoş ama… işte bu amalar bir bir sıralanıyor…

Türkiye zenginlik ve istihdam yaratacak nitelikte büyümüyor. Sosyal ve kültürel anlamda yaşam koşullarında çok göz alıcı değişimler yaşanmıyor. Örneğin çocuklar sokaklara düşüyor, boşanmalar artıyor, sosyal yapı halen çok zayıf. Ekonomiyi güçlü kılacak olan bireylerdir. Eğitimli, kaliteli iş gücüdür. Mutlu insanlardır. Böyle güllük gülistanlık bir durum var mı şu anda Türkiye’de? Mutlu azınlıklar var sadece, çoğunluk “eh işte allaha çok şükür, idare ediyoruz” şeklinde yaşıyor, idare edebildiğine şükrediyor. Yüzde 12 ise açlık sınırının altında yaşıyor.

Son yaşanan ekonomik krizin ardından teşvikler artırıldı, özel sektör biraz ivmelensin ki üretim yapsın, istiihdam yaratsın, iç piyasaya dinamizm gelsin diye. Özel sektör hareketledi, üretim artttı ama nasıl arttı? Hammadde yani üretim için gerekli ara mallar ve ana girdi olan enerjinin yüzde 70'ini dışarıdan ithal ederek. Çünkü dolar ucuz, TL pahalı, ithal etmek daha ucuza geliyor. Bu sefer ne oldu, ithalat ihracatı aştı, dış ticaret açığı büyüdü. Cari açık ikiye katlandı, üretimin yapısı bozuldu.

Şimdi ithalata dayalı üretimle büyüyen bir ekonomi büyüyor mudur, yoksa ısınıyor mudur? Üretim yapabilmek için yerli kaynaklar geliştirilemiyorsa, ar-ge ağırdan alınıyorsa, biz hiçbir malı ucuza üretemeyiz. Yüksek vergi oranları da cabası, vergi siteminde yıllardır aynı hengame yaşanıyor.

Sıcak para riskine girip, dışarıdan yatırımcı bulmaya çalışıyoruz, ama bir de bakıyoruz ki, sıcak para gelip, spekülatif hareketlerle parayı kazanıp geldiği yere geri dönüyor, gelen yatırıma gelmiyor. Bu defa Merkez Bankası sıcak para girişini dengelemek için bir dizi önlem alıyor, doğru da yapıyor ama bu sefer para politikaları ve mali dengeler bozuluyor. Çünkü ekonomi öyle bir şey ki, bir tarafı düzelteyim derken, diğer taraf çok hızla tahrip olabiliyor.

Dünyadaki değişimlere hızla ayak uyduruyoruz, ama öyle bir an geliyor ki, üretim yapalım derken dış tüccarları zengin etmişiz, içeride değişen bir şey yok…ileriki yıllarda dış dünyaya satabileceğimiz hangi yeni ürün var, nasıl bir inovasyn politikası izleniyor bilmiyoruz. Bu gidişle satacak bir şey bulamayacağız, zira dünyada ekonomik düzen git gide farklı bir boyuta giriyor.

Sanki iki ayrı Türkiye var gibi, değil mi? Bir yandan seviniyoruz , “ekonomi yüzde 8.9 büyüdü” diyoruz ama, şu amalar bir türlü bitmiyor. Bu estirilen bayram havası sürdürülebilir mi, onu da bilmiyoruz.

Ekonomi büyüyor mu ısınıyor mu henüz anlayamıyoruz… Seçimlerden sonra belli olur.