31 Tem 2011

Ekonomi ne diyor?

Ev kadınları bile ekonomik kriz neymiş, nasıl olurmuş öğrendi, şu bizim çok havalı medya ekonomistleri ile kendini her an ekonomist sanan bir güruh kriz modundan hala çıkamadılar.

Derecelendirme kuruluşları ‘böh’ mü dedi, IMF saklandığı kapının arkasından aniden çıkıp ortalığı velveleye mi verdi?...vay ekonomik kriz geliyor.

Hele bir argumanları var ki bitiyorum…’evet yüzde 11 büyüdük ama cari açık çok yüksek! (nedir bu cari açık desen….tısss! ). Sıcak para girişi çok fazla! Ekonomi büyüdüyse ben neden hala büyüyemedim, cebimde bir kuruş para yok’..

Ya dün balkonda tüttüre tüttüre, kokuta kokuta yaptığın neydi? Maşşallah kasapta et bırakmamışsınız. İyi vallahi hem ye ye büyü, hem de ben neden büyümüyorum de.

Geçen sene 3 ekmek alabilirken, bu sene 1 tanesi için bile zorlanan gerçek fukara bunu söylese anlayacağım. Kıçında amerikan donu, kolunda isveç saati, boynunda en mistikinden sıkılmış bir parfüm kokusuyla, ekonomik kriz mavalı okumuyor mu, deli oluyorum.

Yok canım, kendileri için bir şey istiyorlarsa namertler, yazık yani, yoksullar ne yapıyorlar, onun derdindeler…tallahi!

Bunların birde ideolojik takılanları var…AKP karşıtlığı olsun da nasıl olursa olsun. Arkasına da şeriat muhabettini takmazsan vallahi aşk olsun sana. Sen hala hangi dünyada yaşıyorsun allahaşkına?

Söylediklerini bir dinleyecek olsanız, hemen kaçın sığınaklara!

Bir de bunu öyle bir ciddiyetle, öyle bir ekonomistimsi anlatırlar ki, dinleyen, okuyan bişi anlamaz, bi söyledikleri diğerini tutmaz. Kafa karıştırmaktan başka bi işe de yaramazlar. Bizim blogta da var bunlardan, bir miktar.

Ha ben mi? Ben sizden daha fazla şey bildiğimi mi iddia ediyorum? Bilmişim tekiyim zaten. Kesin şu anda bunu düşünüyorsunuz. E öyleyse ben de size en derin saygılarımı sunuyorum! bu vesile ile…

Hiçbir şey bilmiyorsam bile ( özür dilerim hocam, 30 yıl sonra bana bunu söylettiler işte) en azından ekonomik göstergeleri tarafsızca yorumlamayı biliyorum.

Bu yazı uzayacak, gidişat onu gösteriyor…eğer sıkıldı iseniz buyrun çıkışlar sol taraftan.

Gelelim ekonomik göstergelere…ne anlatıyor bakalım, en basit tarafından.

- Büyüme oranının yüzde 11. Yani memleketin milli geliri baya bir artmış. Eyvallah, beraberinde bütçe açığına, cari açığa ve işsizlik oranlarına da bakmak gerekiyor.

- Bu yılın ilk altı ayında devletin bütçesinde 2,9 milyar TL fazla varmış. Yani devlet kendi kemerini sıkmış, kendisine ayrılan bütçeyi hesaplı kullanmış, seçim felan var diye har vurup harman savurmamış, vergilerini toplamış, kamu maliyesinde disiplini elden bırakmamış. Eğer bütçe açık vermiş olsaydı, ülke borçlanarak bu açığı kapatmak durumunda kalacaktı. Dünya ekonomisine baktığımızda bütçe açığı vermeyen ülke neredeyse yok. Aferim Türkiye’ye.

- Evet, cari açık yüksek…Bu konuda da birinci olduk, tabii ki olumsuz. Bu yılın ilk dört ayında 29.6 milyar dolar olan cari açığın 2011 sonunda 68 milyar dolar olması bekleniyor. Cari açık bir ülkenin ürettiğinden fazlasını harcaması demek. Peki bu harcama üretim için mi yapılmış yoksa tüketim için mi? Önemli olan bu. Türkiye'nin cari açığı kamu kesiminden kaynaklanmıyor, özel sektörden kaynaklanıyor. Yani özel sektör ürettiğinden fazlasını harcıyor. Üretim yapmak için ara mal ithal ediyor, düşük döviz kuru bunu teşvik ediyor, yurt içi kaynaklardan kullanarak üretim yapmak yerine ithal ederek üretim yapıyor. İhracat aynı oranda olmayınca, cari açık büyüyor. Eğer yatırımlar kazançlı olursa özel sektör borçlarını öder. Zaten özel sektörün borçlanması için mutlaka teminat göstermesi gerekiyor. Yoksa dünyadaki kredi kuruluşları öyle haybeye sıkı bir teminatı olmadan borç para vermez. Bizim özel sektör de heyecan olsun diye ödeyemeyeceği borca girmez. Bakmayın siz cari açık çok yüksek diye ortalığı telaşa verip, faizleri yükseltmeye zorlayanan kriz-faiz lobisine. Eğer ki faiz artırımına gidilirse en büyük yanlış orada yapılmış olur. Faiz artışı yapmak şu küresel ortamda daha fazla sıcak para girmesine neden olacaktır.

- İşsizlik…işte bu önemli, çünkü yapısal bir sorun. Günlük ekonomi politikaları ile çözümlenmesi mümkün değil. Nisan ayı itibariyle işsizlik oranı yüzde 10, gerileme var ama yeterli değil. Büyüme yüzde 11 ise ve bu sağlıklı bir büyüme ise işsizliğin daha hızla azalması gerekirdi. Ayrıca genel işsizlik oranlarına dahil edilmesi gereken pek çok yan unsur var. Bunları da devreye katınca yüzde 15-16 larda gerçek bir işsizlik oranı görünüyor. Ama 2 yıl önce yüzde 25 lerden söz ediliyordu. Yine de iyi bir gelişme.

- Peki hane halkı tüketebiliyor mu? Yüzde12 artış olduğuna göre, e vallahi baya bir tüketiyor. Bankalar da sağolsun açtılar tüketici kredileri torbasını, habire tüketimi pompalıyorlar.

Özetleyelim mi?

Enflasyon düşük, aynı oranda faizler de düşük. Faizler düşük olunca tasarruf yapmak cazip değil. Kredi kullanımı artıyor, yatırım harcamaları artıyor. İnsanlar harcamaya başlıyor, iç talep artıyor, tüketim artıyor. İç talep arttıkça üretim artıyor, ekonomi büyüyor. Ekonomi büyüyünce ve döviz kuru da düşük olunca ihalat artıyor, cari açık yükseliyor. Cari açık yükselince ithalattan alınan vergi artıyor ve bütçe açığı kapanıyor. Ekonomi büyüdükçe tabii ki işsizlik de azalıyor.

İdeal gibi görünüyor değil mi? Kriz göstergesi değil bunlar. O halde, her şey güllük gülistanlık mı?

Tabii ki hayır…


Gelir dağılımına da bakmak gerekiyor, ülkedeki sermaye ve siyasi güç dağılımına da bakmak gerekiyor. Türkiye'de 17 milyon kişi son on yılda fakirlikten orta sınıfa geçmiş. Az bir rakam değil. Ama halen gelir dağılımında adaletsizlik çok.

Şimdi bir de buna girersem ben de dağılacağım. O da başka bir yazının konusu olsun. Çünkü gelir dağılımı konusu önemli! Hani ekonomi büyürken siz kendinizi neden büyüyemiyor gibi hissediyorsunuz, bunun yanıtı bir başka yazıya.

Seçimler öncesi Türkiye ekonomisi ısınıyor mu diye sormuştum ama son göstergeler fena değil.

Baylar, Bayanlar…şu anda ekonomi iyi yönetiliyor.

Avrupa’nın krizinden korkmayın, Avrupa kendi sağlığı için Türkiye’yi ayakta tutmak zorunda…bunu da unutmayın.

E vallahi buraya kadar da okuduysanız eğer, sabrınıza şapka çıkartır, okumak için emek veren o gözlerinizden öperim.

Behey zirzop! Aşkın uysalı mı olurmuş?

Kendini çok duyarlı, çok hisli sanan bir zirzop çıktı ve bana “sen aşktan ne anlarsın, duygusuz kadın” dedi.

Bunu bana diyen de yine bir kadın.

Efendim neymiş, “uysal bir aşk” arıyormuş.

Ben de ne demişim ‘yaşında eşşek kalmadı öldü, daha bunlarla mı uğraşıyorsun’…

Kızılca kıyameti kopardı…

Çok kızdım!

Ben sana öyle bir anlatırım ki aşkı yapışıp kalırsın o eşsiz duyarlılığınla yerlere, dağılırsın.

Evet, aşkın yaşla başla ilgisi yok ben de biraz ağır konuştum galiba ama haketti.

Yıllardır “uysal aşk” arar, ne menem birşeyse bu uysal aşk, bulduğunu sanır, bir ay sonra ‘bu da kesmedi’ der.

Kesmez tabi, aşkın uysalı mı olurmuş, behey salak?

İplerinden kopacaksın, her şeyinle saçılacaksın ortalığa, yollarını şaşıracaksın…Hedefe kilitlenmiş bir sniper gibi sadece aşka kilitleneceksin…

Sadece aşık ve maşuk olacak, başka kimseleri gözün görmeyecek…Tad, koku alamayacaksın, hatta nefes bile almayacaksın.

Nereden, ne zaman, ne şiddette geldiğine kafa yormayacaksın, yıkılacaksın, 8 şiddetinde depremin enkazı gibi olacaksın…Seni sarsacak, ayaklarını yerden kesecek (midendeki kelebek uçuşmalarını da unutma).

Sonunu düşünmeyeceksin, bittiği zaman da bu enkazı nasıl toplarım diye zırzır etmeyeceksin.

O enkazın içinde ölmeyi göze alacaksın!

Nerde sende o yürek? Sen sarhoş olmaktan korktuğun için hayatında içki bile içmemişsin. Hayatında bir kere bile sarhoş olamamış biri, aşkı nasıl göze alabilir ki?

Sen, aşık olmayı çocuk oyunu mu sanıyorsun?

Sen, aşık olmak bunlardan farklı bir şey mi sanıyorsun?

Behey zirzop !

Uysal bir aşk arıyormuş…sanki uysal bir minnoş kedi arıyor!

Aşkın uysalı mı olurmuş?... Aşk anarşisttir, aşk fevridir, yakar, yıkar.

Geçmiş karşıma bir de bana “duygusuz kadın” diyor…

Hadi ordan, sen aşktan, duygudan ne anlarsın?

30 Tem 2011

Komutanların istifası kriz değil, demokrasi adına bir kazanımdır

Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları emekliliklerini istediler…aslında önce istifa ettiler ama sonradan emekli olmaya karar verdiler!

TSK'nın komuta kademesi top yekun boşaldı, Jandarma Genel Komutanlığı hariç (şu dakikalarda görüşmeler sürüyordu).

Komutanların istifası anormal bir gelişme mi? Hayır, bence çok normal, hatta bir hayli gecikmiş bir durum.

Ergenekon, Balyoz, internet andıcı gibi davalar açıldığında, o dönemde askeri komuta kademesinde kim varsa anında istifa etmeliydi.

Davalara tepki göstermek adına değil …daha şeffaf daha saydam bir ordu yapılanmasına ön ayak olmak için, ordunun saygınlığını ve halk arasındaki gözbebeği sıfatını bu derece yitirmemesi için, çok önceden yapılması gerekiyordu.

Ancak koltuk ve makamı bir anda bırakmak, devlet içinde devlet olmuş askeri vesayet sistemini ve getirdiği gücü bir anda elinin tersi ile itmek o kadar kolay değildi…

Sanki her biri birer ayetmiş gibi uygulanan “teamüller” ( askeri atamalarda alışılagelmiş kural ve kalıplar) le oluşturulan komuta kademeleri, iş başına gelen askeri bürokrasinin sorgulanamazlığı ve denetimsizliği, kendi işini yapmakta başarısı tartışılan (bkz. terörle mücadele) ancak siyasete müdahalede son derece hevesli, çok ciddi iddialar karşısında duyarsız ancak hukuk ve yasalara direnmekte hiçbir beis görmeyen bir orduyla Türkiye nereye kadar gidebilirdi ki?

Bugüne kadar, “teamül” gereği atanmış 350 den fazla general yönetimindeki TSK, NATO içinde de “en hantal ordu” ya dönüşmüştür.

Yasalar duruken, askeri teamüllere ne gerek var? Yasalar doğru olanı zaten belirlemiş…“atamalar tamamen siyasi iktidarların görevidir, YAŞ’ın böyle bir yetkisi yoktur” demiş.

Bakmayın siz, şimdi ne olacak, memleket ordusuz kaldı diyen kriz heveslilerine…Komutanların istifası hiçbir şekilde krize sebep olmaz. Türkiye komutansız kalmaz. Bir kararname ile yeni atamalar yapılır, saydam ve şeffaf bir ordu olarak asli görevine geri döner.

TSK'da son derece iyi eğitimli ve gelişmiş demokrasilerde olduğu gibi siyasete bulaşmamış pırıl pırıl subaylarımız var ve hatta çoğunluktalar…TSK bu subaylarımızla yıpranmışlığını aşabilir ve her zaman halkın güvenini devam ettirebilir.

Hiçbir demokratik devlette, askeri bürokratların istifası bu derece tartışmalara ve gerilimlere konu olmaz. Hatta hiçbir şekilde bu kadar kamuoyunu meşgul etmez.

Gelişmiş demokrasilerdeki ordular askeri bürokrasiye değil demokrasiye hizmet ederler. İstifaların da bu anlamda ordu ve demokrasi adına bir kazanım olduğunu düşünüyorum.

Siyasi otoriteye düşen görev belli, hemen kararname çıkarılır, yeni komuta kadrosu belirlenir ve Cumhurbaşkanı’nın onayına sunulur…

Ordu da kendine gelir, normalleşir…

26 Tem 2011

Avrupa'nın ekseni ırkçılığa doğru kayıyor

Norveç’te yaşanan terör ve katliam, Avrupa’daki ırkçı siyasetlerin sonucudur.

Son yıllarda Avrupa’da radikal sağın ve ırkçılığın artış eğiliminde olduğu bir gerçek. Avrupa’nın bir çok ülkesinde “radikal sağ” akımlar, parlamentolarda boy göstermeye başladı. Merkez sağ partiler, oy alabilmek için ırkçılığın tırmanmasına göz yumuyorlar, ırkçı hareketleri destekleyerek, yabancı düşmanlığını körüklüyorlar.

Almanya’da Türkler, Romenler ve Bulgarlar, Fransa’da Tunus, Fas ve Cezayirliler, İngiltere’de Hintli ve Pakistanlılar, genel olarak da Avrupa’da Müslümanlar son zamanlarda yoğunlaşan ırkçı saldırılarının hedefi haline gelmektedirler.

Avrupa uzun zamandır bu eğilimleri görmezden geliyor, ekonomik kriz sonrası yükselen milliyetçi damarlara taviz vermekten de çekinmiyor. Avrupa kamuoyu özellikle son zamanlarda Yunanistan’a uygulanan kurtarma paketlerinden son derece rahatsız, Avrupa Birliğine güven düşüşte. Pek çok ülkede milliyetçi hatta ırkçı radikal sağ partilerin oyları gitgide artıyor. Kökeninde ırkçı örgütlerin yattığı bu siyasi partilerin parlamentolara girmesi kamuoyunda olağan karşılanıyor.

Norveç, Avrupa ekonomik bölgesine dahil, ama AB üyesi degil. Barış ve özgürlükler ülkesi olarak bilinir, aşırı milliyetçi ve ırkçı akımların gelişmesine izin vermez, bu tip radikal eğilimleri dengelemeye çalışırdı.

Dünyanın en huzurlu ülkelerinden biri olarak bilinen Norveç, peşpeşe ve aynı kişi tarafından gerçekleşen iki terörist saldırı ile şoka uğradı. Kendini aşırı sağcı neo-nazi ve Müslüman karşıtı olarak tanımlayan Norveçli ırkçı terörist onlarca genç insanı gözünü kırpmadan katletti. Gerekçesi ise Norveç’te uygulanan politikaların çok fazla özgürlükçü ve yabancılara karşı fazla toleranslı olmasıydı. Terörist Hollandalı ırkçı siyasetçi Geert Wilders’ın de hayranı olduğunu açıkladı.

Avrupa’nın 11 Eylül’ü olarak nitelendirilen saldırı, tam tersi katıksız Avrupa modeli bir terör eylemidir. Yabancılara düşmanlıkla bilenmiş, dengesiz ve ırkçı bir ruh hali, Avrupa modeli terörizme imzasını atmış oldu.

Avrupa’da son on yıldır körüklenen aşırı milliyetçilik, ırkçılık ve yabancılara tahammülsüzlük işte yıllar sonra bumerang gibi geldi kendisini vurdu.

Almanya ve Fransa’da da aynı ruh hali sokaklarda kol geziyor. Sadece yabancılar ve göçmenler değil, Avrupa’nın kendi halkı da tehdit altında.

Her fırsatta Türkiye’nin eksenini doğuya doğru kaymakla suçlayan Avrupa, kendi eksininin ırkçılığa doğru kaydığını farketmesi için, umarım bugün Norveç’teki gibi katliamları, geçmişte de Almanya’daki gibi insanlık trajedilerini yeniden yaşamak durumunda kalmaz.

Algılayamıyor musun? Anlatamıyor muyum?

Ben ne diyorum, sen ne diyorsun?

Geçenlerde ofisteki bilgisayarcıya sistemdeki bir sorunu aktarıyorum, ‘şöyle şöyle olsa bu sorun çözülebilir mi’ diye soruyorum. Bana sorduğum soru ile hiçbir alakası olmayan bir yanıt veriyor. Dinliyorum, dinliyorum acaba ben mi algılayamıyorum diye düşünüyorum, ancak sorumun yanıtını alamadığım için bu işte bir terslik var diyorum. Ya anlatamıyorum, ya algılayamıyor.

Tekrar soruyorum…’bak ben sana sadece şu soruyoru soruyorum ve çözümünün bu şekilde mümkün olup olamayacağını merak ediyorum, sonuçta bir çözüm bulmamız gerekiyor, hem de ivedi olarak'…

Gelen yanıt şu şekilde…’ya tamam anladım da o sorun böyle çözülmez’.

Yarabbim çok şükür…bana en baştan söylesene bu böyle çözülmez diye! Benim soruma neden farklı, hiç alakası olmayan bir yanıt veriyorsun da hem benim zihnimi hem de kendini yoruyorsun? Tamam, anladım, sorun böyle çözülmezmiş.

Eee, peki çöz o zaman, blgisayarcı olan sensin, işte bu kadar!

Bu ve benzeri olayları birkaç defadan fazla tekrar tekrar yaşayınca, beraber çalıştığım arkadaşıma sordum. ‘Sen beni de onu da tanıyorsun, hepimiz iş arkadaşıyız, ben mi sorunu yanlış anlatıyorum, yoksa onun algısında bir problem mi var?’. Bana tarafsızca söyle…

‘Yok sizin anlattığınızı ben de anladım, kesinlike onun algılama problemi var’ diye beni teyid etti.

Bir başa arkadaşımıza sorduk, ikinci teyidi aldık.

Yok dedim bu işte yine de bir problem var, insanlar neden senin a dediğini b diye anlasınlar ki? Sonuçta o da bilgisayarcı olmuş, bu işin uzmanı. Algılaması neden eksik ya da yanlış olabilir ki?

Vallahi o günden beri araştırıyorum, neyi mi? Yok o sistemle ilgili sorunun çözümünü değil, bu vesile ile ortaya çıkan “algılama” sorununu. Ya da ne bileyim belki de “anlatamama” sorununu.

İlk bulgularımdan derlediklerim şu şekilde;

- Gerçek tektir ama “doğru” kavramına evrilmesi kişiye göre değişir. Bu evrilmede insanların farklı farklı algılamaları devreye girer. Yani insan sayısı kadar algılama vardır. Farklı algılamalar da farklı davranış biçimlerine, farklı yanıtlara sebep olur. İletişim kazaları da zaten bu algılayış farklılığından kaynaklanıyor.

- İnsanlar fiziksel dünyadaki tecrübelerini fotoğraf gibi bire bir zihinlerine kodlamazlarmış. Çünkü insanların beyin işletim sistemleri birbirlerinden çok farklı.. Örneğin bir ev çiz diyorsunuz, herkes farklı farklı evler çiziyor. Ruh dünyası, eğitim, kültür, aile görgüsü, öğrendiği sosyal normalar gibi pek çok dış etmen devreye giriyor. Ama herkes nasıl bir ev çizerse çizsin, sonuçta o bir “ev”.

- Algılar, ferdin eski yaşantılarına ya da bilgilerine göre şekil alıyor, Bu sebeple, algı, aslında bir kişilik tepkisi.

- İnsan algılarken kendisi için “o an önemli” olana yöneliyor. Yani o anda onun için ne ön planda ise, karşındakinin sorduğu ya da söylediği ne olursa olsun verdiği yanıt ya da algılaması da o anlık önem doğrultusunda. Yani aslında yanlış algılama diye bir yok, sadece “algıda farklılık” var. Ya da seçicilik var, seçip seçip kendine o an için hangisi uygunsa sadece ona göre algılıyor ve ona göre davranıyor.

- Aslında anlatamamak da bir nevi algı bozukluğu kaynaklı. Anlatamıyorsun çünkü karşındakini de sen algılayamıyorsun. Beklentilerini de algılayamıyorsun. Bu nedenle ne anlatırsan anlat karşındaki algılayamıyor sanıyorsun.

- Tabii bir de ne anlatırsan anlat, nasıl anlatırsan anlat, kronik algılama bozukluğu olanlar da var. Bu tip insanlar hayatlarının hiçbir döneminde zaten karşındakini algılamak üzerine bir çabaya girmediklerinden kaba tabiriyle bunlara “idrak yolları enfeksiyonlu” da denebilir…bir nevi öz-sevi sendromu.

Algılama, algılatamama, anlatma, anlatamama konusunda bu aralar baya bir yoğunlaştım :)

Sanırım, insanların farklı farklı evler çizebileceğinin en baştan varsayım olarak kabullenilmesi gerekiyor.

Ve nihayet hepimiz için en zor olanı, karşındakinin seni nasıl algılayabileceğini en baştan doğru algılamak gerekiyor.

İş dönüp dolaşıp yine “empati”ye çıkıyor.

Sevgili bilgisayarcım, sana bundan sonra empati yapacağım,. Senden de empati bekliyorum. Belki o zaman birbirimizi daha iyi algılayabiliriz :)

Neyse; yazımı Can Baba'nın dizeleriyle entel, dantel bir şekilde sonuçlandırayım:) .

en uzak mesafe ne afrika'dir,
ne çin,
ne hindistan,
ne seyyareler
ne de yildizlar geceleri isildayan...
en uzak mesafe iki kafa arasindaki mesafedir
birbirini anlamayan.

22 Tem 2011

Sosyal medya detoksuna ihtiyacınız var mı?

Sosyal ağlarda vakit geçirmek iyi, güzel, hoş ama…

Şu aşağıdaki belirtilerin sizde de mevcut olduğunu düşünüyor musunuz?

1) Twitter’da değilisiniz ama arkadaşınızla tweetler gibi 140 karakteri geçmeyecek bir şekilde mi konuşuyorsunuz? Örneğin arkadaşınıza bir olayla ilgili fikrinizi anlatacaksınız, uzun uzun konuşmak sizi sıkıyor, kısa kısa derdinizi anlatıyorsunuz…tıpkı tweet atar gibi. .

2) Her beğendiniz nesneye, konuşmaya, görüntüye baş parmağınızı yukarı dikerek beğendim, çok iyi işareti mi yapıyorsunuz? Hani Facebook’taki beğen tuşu gibi. “Beğenkolik” seniz durumunuz budur.

3) Tweet’inize yeteri sayıda geri dönüş alamadığınızda yani retweet alamadığınızda canınız sıkılıyor, depresyona mı giriyorsunsuz?

4) Gerçek hayatta konuşurken L-O-L (ingilizcede kahkahalarla gülüyorumun kısaltılmışı- bizdeki ha ha ha gibi bir şey), W-T-F ( what the fuck – yani bizdeki ne bu yaa amq gibi), L-M-A-O (bizdeki ‘koptum’ a karşılık geliyor)…gibi kısaltılmış, kırpılmış kelimelerle mi konuşuyorsunuz? Hani internette yazışırken kullandığınız kestirme kelimeler var ya, işte onlar gerçek yaşamdaki konuşma stiliniz haline mi geldi?

5) Myspace, Frendster (ki bu bizde çok kullanılan bir site değil) gibi artık kullanımı çok revaçta olmayan internet sitelerindeki hesaplarınızı hala saklıyor musunuz? Bu hesaplarınızı hala kapatmadınız mı?

6) (Şimdi bu made için öncelikle bir açıklama gerekiyor… Örneğin Foursquare gibi daha ziyade akıllı telefonlarla çalışan bir program var. Facebook ve twitterdan sıkılanlar buraya giriyor. Türkiye’de kullanımı son günlerde yaygınlaşmaya başladı. Lokasyon bazlı bir sosyal ağ. Örneğin konumunuzu belirtiyorsunuz, size en yakın tüm mekanlar bütün özellikleri ve avantajları ile sıralanıyor).
Foursquare ile farklı mekanlar bulacağım ve avantajlar elde edeceğim diye günlük yolunuzu değiştirir hale mi geldiniz?

7) Farmville’de oyalanırken kendinizi gerçek bir çiftçi gibi mi hissediyorsunuz? Mesela o gün tarlanıza zaralı haşare dadanmışsa gününüz kararıyor mu?

8) ‘Eyvah! elektrik kesildi, Facebook’a giremedim, tweetlerime bakamadım‘ ya da ‘sistem bozuldu, internete giremiyorum’ diye öfke ve sinirle dolanıyor musunuz? Bu durum sizi iyice geriyor mu?

9) Paranızın çoğunu, sosyal ağlara daha hızla ulaşabileceğiniz daha gelişmiş cihazlara mı harcıyorsunuz? Program güncellemeleri için dünyanın parasını mı ödüyorsunuz?

10) Facebook’a ya da Twitter’a ulaşamadınız, çünkü yanınızda laptopunuz, iphone, ipad iniz yok. Çevrimiçi olamadınız, bu durum sizi paranoid psikoz hale mi getiriyor? Yani kişilik bozukluğu yaşıyor musunuz?


Bu semptomların çoğu sizde varsa, hiç durmayın…derhal “sosyal medya detoksu” almak için en yakın psikaytri kliniğine müracaat edin…çünkü size psikiyatrik müdahale şart!




Kaynak:

10 Signs You Need A Social Media Detox [Infographic]
Megan O'Neill - July 19, 2011

21 Tem 2011

Faşizm o gece cazseverlerin içindeydi

Faşizm böyle bir şey işte, Aynur Doğan’a yapılan gibi bir şey!

Kürtçe bilmeyenleri bile Kürtçe türküleri ile ağlatabilen bir sanatçıya yapılan gibi bir şey!

“Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar”… der Ingeborg Bachmann.

Çok güzel, çok doğru bir tesbit…hepimizin içinde yok mu bu faşizm denilen illet dürtü?

Öyle bir illet dürtü ki bu; bir diğerinin, yanımızdakinin, evdekinin, otobüstekinin, iş yerindekinin, çarşıdakinin ve nihayetinde bir konser salonunda Kürtçe şarkı söyleyen Aynur Doğan’ın üzerinde baskı ile hakimiyet kurmak, korkutmak, gözlerimizden ateş çıkartarak saldırmak, bağırmak, her an olası, her an mübah.

Kendimizi de hep haklı görürüz! İçimizdeki faşist dürtü için bir sürü nedenimiz her zaman hazırdır.

Sadece siyasi bir sistem olarak değil, toplumsal bir davranış sistemetaği olarak bile tarihin en kanlı sayfalarının yazılmasına sebep olmuştur, bu faşizm denilen illet, faşist denilen insan modeli.

Faşizm içimizde barındırdığımız sinsi çelişkidir. En olmadık yerde, en olmadık zamanda ortaya çıkar.

Gün olur ırkçılık olarak karşımıza dikilir, insanları diri diri katlederler.

Gün olur, bir caz konserinde Kürtçe bir aşk şarkısı söyleyen Aynur Doğan’ı yuhalayarak, üstüne minder atarak sahneyi terkettirirler.

Cazseverden faşist olmaz demeyin, her tür insandan faşist olur. Faşizm senin, benim, hepimizin içinde gözlerinden ateş saçmaya hazır vaziyette bir yerlerde sinsi sinsi bekliyor.

Bu sinsi canavar; Cuma akşamı, Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde ‘Suyun Kadınları’nı' dinlemeye gelenlerin içindeydi. 18. İstanbul Caz Festivali’nde Buika, La Shica, Rita, Gkykeria ve Aynur Doğan gibi Akdeniz’in kadınları şarkılarını söyleyecekti.

Kürt şarkıcı Aynur Doğan sahne aldı, salonda bulunan bir grup cazsever ‘Şehitler ölmez, vatan bölünmez” diye bağırmaya başladı. Faşizm denilen illet dürtü açığa çıktı.

Daha iki gün önce 13 şehit vermiştik. Nasıl olur da bir Kürt şarkıcı çıkıp Kürtçe şarkı söyleyebilirdi. Minderler, sandalyeler havada uçuştu, faşist yuh sesleri evrensel müziğin yerini aldı. Aynur Doğan sahneyi terketmek zorunda bırakıldı. Daha da yetmedi sahneye başka sanatçı çıktığında, salonda İstiklal Marşı okunmaya başlamıştı.

Faşist insanın içindeki ‘iç düşman’ algısı o an ‘Aynur Doğan’ dı. O an kitlesel kıyıma hazırdı, o faşizm denilen illet dürtü.

Faşit insan modelinde baskın olan şiddet ve histeri, kitlelerce paylaşılarak o gece faşizmin en önemli silahı haline dönüşmüştü.

Faşist insan, herkes kendisi gibi olsun ister…fark olmasın, bir boy, bir örnek olunsun. Tek millet, tek adam, tek dil, tek tarih, tek ideoloji, tek hayat tarzı olsun ister.

Caz konserinden sonra, herkes evlerine döndü, faşist dürtülerini bir dahaki sefere kullanmak üzere ceplerine yerleştirdiler. Yattılar, uyudular. Sabah kalkınca unuttular bile. Belki gün içinde iş yerinde ya da akşam eve dönünce yine bir “tek olmak”, “üstün olmak”, “baskın olmak” histerisi ile ona, buna, sana, bana, diğerine faşistçe davrandılar. Gün içinde yine birden bire ortaya çıktı, faşizm denilen içimizdeki bu gizli canavar.

O gizli canavarın en büyük besini nefret…nefretle doldukça gözlerinden daha çok ateş çıkıyor.

Faşizm böyle bir şey işte….

17 Tem 2011

Panpişler bahane, interaktif iletişim şahane

Yeni Facebook hesabı açtırmış, kendisi açamamış, açtırmış…eee napsın bunca zamandır bilgisayarla pek bir haşır neşirliği yok. Demişler ki ‘abi sana feysbuk sayfası açalım, ne kadar karı kız varsa orada, artık ondan sonrası sana kalmış, bulur çıkartırsın bi tane’.

Abi 60 lı yaşlarını çoktan geçmiş, köroğlunu toprağa vereli baya bi olmuş. Çoluk çocuk dersen uzaklarda, torunlar büyümüş, emekli maaşı da var, yalnızlık Allah’a mahsus. Abi’nin facebook hesabını açmışlar, orta yerde bırakıp kaçmışlar. Abi bakınıyor bakınıyor, aranıyor aranıyor bulamıyor. Hemen bir telefon…

- la oğlum nerde bunlar, ben kimseyi göremiyom
- ya abi sabret, birazdan gelirler, alaattinin sihirli lambası mı bu hemen çıksın, cin gibi
- la get, dibiniz çıksın sizin he mi, benimle dalga mı geçiyon lan zirzop, etmişim feysbokunuza sizin, ben parka gidiyom!

Facebook dedim de, geçenlerde kadının biri kedisi için facebook sayfası açmış, arkadaşlarına haber veriyor ‘Kontesi ekleyin mutlaka’…Emrin olur canım, ciğer resminde de etiketleyelim mi? Füruzan’ın karaktersiz kanişini de etiketleriz, yan yana!

Sosyal ağlarda interaktif iletişim şahane bişi, bakalım yakında ne değişik versiyonlar çıkacak. Elinde çit çit çekirdek bahçe duvarına oturmuş gibi… bir yandan çitle, bir yandan üleş, dedikodu yap, özlü sözlerle ayıl bayıl. Bi de benim gibi blog yazılarını üleşenler var, muhteşem görüşlerimizle insanlığı aydınlatma çabamız kayda değer! Blog yazılarımı sosyal ağlarda üleşmeyince vicdanım huysuzlanıyor.

Sanki dünyanın en akıllı insanı benim! her şeye çözüm bulacağım diye yakında kendim düğüm düğüm olacağım.

Hoş bu kiloyla düğüm düğüm olmak da kolay değil. Eğip, bükmek için baya bir uğraş gerekiyor.

Daha şimdiye kadar kilomu aile fertleri dahil kimseye söylemedim, ‘kompleksliyim arkadaş, aaa üstüme gelmeyin’ diyorum, illa ısrar. Ya napcaksınız kilomu, zayıflayınca söylerim.

Eczanenin çırağına rüşvet verdim, ‘bana bak, tartıldıktan sonra sakın yüksek sesle kilomu söyleme’. Sağolsun tartıyı ayarlıyor, yardımcı oluyor, abla abla diye hürmet ediyor…

- tamam abla, söylemem, kulağına fıslarım
- len ne kulağa fıslaması, ben görüyom zaten, alalaaa yaa

Kapıdan çıkıyorum, çırak çocuk arkamdan koptu geldi…

- abla bişi sorayım mı?
- sor oğlum
- neden kilomu söyleme diyosun?
- len oğlum söyleme işte
- ama abla zaten sana bakan kaç kilo olduğunu üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordur
- !!!!!! tahminmiş, seni panpiş suratlı seni, tüüüü o kadar da rüşvet verdim!

Merak ettim bak şimdi…Facebook’ta karı kız arayan abi Hilal Cebeci 'nin panpişi midir acaba? Neyse panpişler de başka yazıya.

Napalım, kimisi yatarken sütyenli fotosunu panpişlerine sunarak mutlu oluyor, ben de blog yazarak.

‘Bloglar yazmakla aşınmaz’ demişti birisi, doğru demiş, Hilal’in göüsleri zamanla aşınır, ama bizim bloglar aşınmaz…yaz yaz dur :))

15 Tem 2011

Diyarbakır’da 13 şehit, vebali Meclis’in boynunadır

Tüm mezarlıkları binlerce genç ölü ile doldurduk! Yine şehitler, yine ağıtlar! Yıllardır birbirinin kopyası baskınlar, yıllardır birbirinin aynısı acı sonuçlar!

Bitmiyor, bitirilmiyor…

Dağlıca’nın, Aktütün’ün nedenleri ne ise Diyarbakır Silvan’daki 13 şehit’in nedenleri de aynı.

Terörle mücadelede askeri zaafiyetler mi var?

Böylesine uzun saldırılar öncesinde nasıl olurda haberleşme, istihbarat olmaz. Gayri nizamı harpte saatlerce saldırı yaşanmaz. Bu tip saldırıların ortak yanı saatlerce sürmesi ve kalabalık terörist grupları ile saldırının gerçekleştirilmesi.

Hani PKK kampları BBG evine dönmüştü, herşey gözetlenebiliyordu? Güya istihbarat paylaşımı yapılıyor!

Ya terörle mücadele konusundaki siyasi zaafiyetler!


Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Grup Başkanı Selahattin Demirtaş, "Olaydan çok büyük üzüntü duyduk" diyor, Meclis Başkanı Cemil Çiçek "Vahşi bir olay, herkes safını bilsin" diye konuşuyor, CHP terörü kınıyor, MHP kınıyor…

Peki suç kimde? 27 yıldır bitmeyen bu terörün sorumluları kim?

Kim bu vicdansızlar?


Seçimler öncesinden beri ortamı geren, barış sürecini baltalayan, operasyonları devam ettiren, 15 Temmuz’a kadar eylemsizlik kararı verip, 3 gün önce 2 asker 1 sağlık teknisyenini kaçırarak operasyonlara davetiye çıkaran, bunca teknik donanım içerisinde askerleri PKK’nın kucağına atan, Meclis’te yemin krizi yaratarak tehditler savuran, Kürt mlliyetçiliğini ve Türk Milliyeçiliğini kaşıyarak sorunu iyice çözümsüzlüğe sokan, uyuşturucu ve silah rantı için terörden nemalanan, çözümden yana değil, barıştan yana değil, savaştan yana olanlar…

Bu 13 şehitin vebali, Meclis’te ki 550 milletvekilinin üzerinedir, yıllardır siyasi bir çözüm sağlayamadıkları için. Demokratik açılım diyerek halkları kandırdıkları için!

BDP’nin her zamank ki duruş problemi devam ediyor. PKK mı, terör mü, barış mı, çözüm mü, henüz karar veremediler. PKK vesayetinden kendilerini kurtaramadılar.

Öcalan’ın ne dediği belli değil, barış derken örgüt içinden birileri savaş diyor!

Bu son olaydan sonra BDP'yle yapılan görüşmeler de sekteye uğrar, kim uzlaşmak ister ki silahların gölgesinde, kanların akıntısında!

İstenilen de bu değil miydi zaten?

Bilinçli bir eylem mi, yoksa örgüt içerisinde dağınık ve kontrolsüz bir topluluğun işi mi şimdilik belli değil.

Belirgin olan, bu saldırıyla barışa ve Kürt sorununun çözüm sürecine yine büyük bir darbe vurulduğudur.

Söylenecek tek söz var…vicdansız
lar!

7 Tem 2011

Bu Meclis'ten Anayasa çıkmaz

Bu Meclis’in uzlaşarak yeni bir anayasa yapması mümkün mü? Daha bir araya bile gelemediler, hala restleşiyorlar, ne uzlaşması allahaşkına…

Şu siyasetin geldiği noktaya bir bakın. Seçtik, Meclis’e gönderdik, yeni bir anayasa yapsınlar, Kürt sorununu çözsünler, Türkiye’nin önünü tıkayan sorunları halletsinler diye.

Daha Meclis’i çalıştıramadılar!

AKP ‘bu memleketin tek sahibi benim, bana resti çekenlere tükürdüğünü yalatırım’ diyor. CHP başarızlığının hırsından, BDP başarının şımarıkığından ‘tutuklu ya da cezalı milletvekillerim yoksa biz de Meclis’te yokuz’ diye diretiyorlar. Hepsinin haklı veya haksız nedenleri olabilir.

Diyelim ki yemin krizi çözüldü. Bunlar nasıl bir araya gelip, yeni bir anayasa için nasıl uzlaşacaklar?

Bu uzlaşmanın sağlanabileceğine açıkçası hiç ihtimal veremiyorum.

Seçimler öncesinde dört parti de 12 Eylül anayasasının Türkiye’ye artık dar geldiği, yeni sivil ve demokratik bir anayasanın elzem olduğu konusunda hem fikirdi. Ama nasıl olması gerektiği konusunda hepsi de temkinliydi ve fazla açık vermediler.

Hangisine sorsanız, uzlaşma için hazırdılar. Başbakan yeni anayasa için bütün partilerin kapısını çalacaktı, Kılıçdaroğlu kapısını açık bırakacaktı, MHP önce bir taslaklar ortaya çıksın bakalım havasındaydı, BDP demokratik özerklik bağlamında üstü kapalı laflar etmişti.

Seçim bitti, AKP tek başına anayasa yapacak milletvekili sayısına ulaşamadı. İyi ki de ulaşamadı, zira AKP bu dayatmacı zihniyeti ile ancak “ben yaptım oldu anayasası” yapabilirdi.

Başbakan, şimdi CHP ve BDP'yi devamsızlıkla tehdit ediyor, MHP'ye uzlaşma mesajları gönderiyor. Yemin krizi çözülse bile BDP ile uzlaşması yeni anayasa için yeterli sayıyı sağlayamıyor. Ya CHP ya da MHP ile uzlaşması lazım.

Uzlaşma kültürüne bu kadar uzak bir siyasi yapıda bu partilerin uzlaşması mucize gibi bir şey.

MHP’nin kırmızı çizgileri var, BDP’nin tartışmalı talepleri var. CHP ise anayasanın ilk üç maddesinin değiştirilmesinin pazarlık konusu dahi yapılamayacağını en başından beri söylüyor. AKP ile CHP’nin uzlaşması en zor olasılık, hatta mümkün değil. Çünkü değiştirilemez maddelerle iş dönüp dolaşıp Kürt meselesine gelecek.

Eğer ki AKP ile CHP uzlaşabilirse bu asla demokratik bir anayasa olmayacaktır!

Eğer ki AKP ile MHP uzlaşabilirse Kürt sorunun yanına bir de Türk sorunu eklenecektir!

AKP ile BDP’nin uzlaşması yeni anayasa için zaten yeterli değil.

Bir de bunların üzerine, senin taslağın benim taslağım sorunu eklenecektir. Kimin anayasası tartışmaları şimdiden duyuyorum.

Ben bu Meclis’ten yeni bir anayasa çıkmaz diyorum.

Daha bir araya bile gelemediler, hala restleşiyorlar, ne uzlaşması allahaşkına…

Futbolda milyar dolarlık rant ve şike operasyonu

Yeşil sahaların ve meşin yuvarlağın etrafını milyar dolarlar sarınca, futbol da kirlendi.

Bizler sadece seyirciyiz…gönül verdiğimiz renklerin, tuttuğumuz takımın maçlarını heyecanla ve keyifle izliyor, galibiyetlerinde coşuyor, mağlubiyetlerinde belki de onlardan daha çok üzülüyoruz.

Çok da ferketmiyoruz…formaların üzerindeki reklamlardan, maç yayınlarındaki reytinglere, istihdam edilen insan sayısından ekonomiye yarattığı katma değere, futbol klüplerinin borsadaki hisselerinden devlet eliyle oynatılan bahislere kadar milyarlarca dolarlık bir futbol endüstrisinin var olduğunu.

Maçları heyecanla izleren belki de aklımıza bile gelmiyor…uyuşturucu, silah ve kumar mafyalarının bu endüstrinin içinde nasıl kara para akladığını, klüp başkanlarının nüfuslarına nüfus katmak için futbol endüstrisinin ticari ilişkilerinden nasıl faydalandığını, metalaşan futbolun getirisini nasıl rant alanı haline dönüştürdüklerini.

Bunca tutkunu olan futbolcuların sahaya oynamak için değil oynamamak için çıktığını, bazı teknik direktörlerin maçı kazanmak için değil kaybetmek için futbolcularını yönlendirmiş olduğunu, bazı hakemlerin düdüğünü her çalışta cebinin para ile dolduğunu hissetmiyoruz bile.

Ama birileri için futbol, spor olma özelliğini çoktan yitirdi. Şike mekanizması ile suç unsuru futbolun içine çoktan girdi. Bazı klüp başkanları, klüp yöneticileri, bağlantılı şirketleri, mafya, futbolcu, hakem, teknik direktör parayla maç alıp, maç satabiliyorlar…rant için, meşin yuvarlağın etrafındaki muhteşem dolarlar, eurolar için.

Bizim liglerde zafere giden her yol mübah…Türkiye’deki futbol endüstrisinde dönen yıllık para miktarı için 500 milyon dolardan fazla bir rakamdan bahsediliyor. Stadları dolduran ve televizyondan maçları izleyen bizleri sahte galibiyetlerle, sahte yenilgilerle hayasızca kandıranlar işte bu 500 milyon doların rantından faydalanma gayretinde.

Spora kar hırsı ve rant karışınca, sportmenliğin yerini şike alıyor. Seyirci de birileri rant ve haksız kazanç elde ederken, takımının galibiyetine seviniyor, ya da mağlubiyetine üzülüyor. Gönül verdiği renklerin ne kadar kirlenmiş olduğunu düşünemiyor.

İşte futbol, hem dünyada hem de Türkiye’de bu kadar iğrenç bu kadar hayasızca oynanıyor.

Daha 3 ay öncesine kadar şikenin kanuni yaptırımı bile yoktu, suç sayılmıyordu. Allahtan yeni kanun çıktı da şimdi 5 yıldan başlayan hapis cezaları söz konusu.

Şike ve karapara aklama gibi kirli işlerle futbolu gölgeleyenler ve biz seyirciyi kandıranlar, gerçek futbolu katledenler umarım gereken cezaları alırlar.

Müthiş bir operasyondu, çok da iyi oldu…Türk futbolunun bağırsakları ve dahi ruhu temizleniyor.

2 Tem 2011

Mızıkçı CHP

Mahallenin şımarık çocuğu mızıdı…

Öyle derdik çocukken…oyunda yenileceğini anlayınca olmadık aksilikler yapan, daha olmadı annesine babasına şikayete giden çocuklara, mızıdı derdik…sevilmezdi bu tipler.

Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun restini görmeyince, ‘Meclis’te olmasalar da bir önemi yok, Meclis üstüne düşen görevleri CHP’siz de yapar’ deyince, CHP hemen tüm dünyaya bir şikayet mektubu göndermiş, beni oynatmıyorlar diyerek.

CHP, Meclis’i boykot kararı ile siyasi tarihinin en büyük hatasını yaptı, BDP’nin çok kötü bir taklidi oldu.


BDP’nin ki daha aklı başında, daha kabul edilebilir bir boykot. Hatip Dicle, Terörle Mücadele Yasası gibi her kesimden tepki alan bir yasaya takıldı. Sonuçta bir ideoloji partisi, kitle partisi hüviyetine henüz haiz değil. Ama ya CHP öyle mi?

Ergenekon sizi arka bahçesi gibi kullanacak, siz de buna izin vereceksiniz. Hani nerde kaldı kitlenize verdiğiniz demokrasi ve değişim mesajları, yeni CHP imajı?

Meclis’i boykot kararından sonra CHP’nin içi iyice karıştı. Sanırım pek çok CHP milletvekili Meclis’te yemin etmediğine bin pişmandır. Nasıl pişman olmasınlar ki…Meclis’i darbe yoluyla çalıştırmamaya teşebbüsten yargılanan Balbay ve Haberal’ı Meclis’e sokarak kurtaracağız derken, CHP’nin anahtarını adeta elleri ile AK parti’ye teslim ettiler.

CHP , AK Parti’den bir kıyak bekliyor, krizi çözmesi için. Nasıl olacaksa Erdoğan hakimlere talimat verecek, Balbay ve Haberal’ın tutukluğu kalkacak, Meclis’e girebilecekler, kriz de çözülmüş olacak!

Olmaz ya, diyelim ki AK Parti el altından böyle bir alicenaplık örneği gösterdi…sonradan krizi biz çözdük diyerek CHP’yi şamar oğlanına çevirir mi çevirmez mi?

CHP'nin vizyonsuzluğu, Kılıçdaroğlu'nun da siyesetteki acemiliği işte böylece ispatlanmış oldu. Mahallenin mızıkçı çocuğu Meclis’in kapısının önünde kaldı, Erdoğan’ın iki sözüne bakar oldu! Erdoğan’da resti çekti…Vah ki ne vah!

Şimdi Cumhurbaşkanı devrede, Abdullah Gül krizin aşılması için liderlerle görüşüyor. Bence bu krizin aşılması mümkün görünmüyor. Çünkü CHP daha ne istediğinin farkında değil. Oktay Ekşi'nin kanun teklifi vereceğini söylüyor, Kılıçdaroğlu "sonra ne yapacağımız belli değil, değerlendiriyoruz" diyor…yine arkadaşlarına havale ediyor!

Siz Mehmet Haberal ve Mustafa Balbay için bütün gemileri yakarsanız, vesayetçilerin ve Ergenekoncu’ların sizin üzerinizden siyasi oyunlarına ve entrikalarına izin verirseniz, dolayısı ile darbe teşebbüsleri nedeniyle açılan bütün davaları akamete uğratır ve tüm bunlar için demokratik mücadeleden kaçarsanız , iyice siyaset sahnesinden silinebileceğinizi hiç mi akıl edemiyorsunu
z?

Bu boykot kararı ile CHP kendi kendini kilitledi…Kılıçdaroğlu’nun siyasi parti liderliği de tehlikede.

Bir şey değil, artık üye olmak istese bile Ergenekon çetesi onu kabul etmeyecek!

Mahallenin mızıkçı çocuğunun durumu çok vahim!

Yemin krizi ve yamalı demokrasi

BDP Meclisi tanımadı, yemin törenine katılmadı. BDP bu tepkiyi vermese idi, CHP yemin törenine katılmama gibi bir tepkiyi verebilir miydi?

BDP, CHP’ye örnek mi oldu, cesaret mi verdi yoksa hep birlikte daha önceden planlanmış bir tepki miydi, tepki doğru muydu, yanlış mıydı, kimeydi bu tepki? Zira Milletvekili seçildiği halde Meclis’e girmesi engellenen 8 milletvekilinin durumları daha önceden, seçimlerin çok öncesinden tahmin ediliyordu.

AK Parti’nin de YSK engellemelerine tepki vermesi gerekirdi. Öyle ya eğer ki ileri demokrasi diye yola çıkmışsan yapılması gereken milli iradenin temsilcilerinin top yekun tepki vermesi idi.

Siyasi tarihimizdeki pek çok krizlerden birisi daha siyaseti elinde tutanların salt çıkar çatışmaları nedeniyle bir kere daha gözler önüne serilmiş oldu.

Şu anda Meclis Başkanı sıfatı ile yemin törenini idare eden Oktay Ekşi’nin, Meclis’in açılışında yaptığı konuşmada sarfetmiş olduğu şu cümle önemli; Diyor ki Oktay Ekşi “böyle bir durumun, hem TBMM’nin şerefle dolu geçmişine hem de demokrasimizin ulaştığı gelişmişlik düzeyine aykırı düştüğü yolundaki kanaatimi tarih huzurunda kayda geçiriyorum”.

TBMM’nin şerefle dolu geçmişini bir yana bırakacak olursak, tepkilerin demokrasimizin ulaştığı “hangi” gelişmişlik düzeyine aykırı düştüğünü irdelemek gerekiyor.

Her yanı yamalı bir demokrasinin gelişmişliği nasıl bir düzeydir ki?


Oy verebilirsin, her tür siyasi parti kurabilirsin, komünist partisinden tut Türk veya Kürt partisine kadar siyasal yapıların hepsine izin var. Ancak sistem öyle bir yamalanmış, siyasi ve ekonomik çıkarlar doğrultusunda öyle bir tutarsız hale getirilmiştir ki, devleti oluşturan yasama, yargı, yürütme organlarından tutun sivil toplum kuruluşlarına, medyasına kadar demokrasinin gelişmişlik düzeyini çağrıştıran hiçbir yanı kalmamıştır.

Bizim demokrasimiz bir çıkmazdadır! Sadece iktidarlar değişir, demokratikleşme adına yapılan hiçbir şey yoktur!

İşte bu tip krizler oluştuğunda, yine kanunlara bir yama yapılır, bir üst, onun da üstü, hatta en üst mahkemelere gidilir, demokrasinin ittire kaktıra yürüyebilmesi için bir kapı açılmaya çalışılır. Aklımız her konuda pratik çözüm üretmeye yatkındır, günü kurtaralım yeter! Yemin krizine neden olan ana sorun ne idi, bunu kökten çözmek için hiç uğraşmayız.

Şimdi engellenen milletvekillerini Meclis’e sokabilmek için yeni yamaların peşine düştük. Terörle Mücadele Kanunu’nun şu maddesinde bu değişiklik olursa Hatip Dicle Meclis’e girecek ya da tutuklu milletvekilleri için en, en üst mahkemelere itiraz edilecek…

Diyelim ki yamalarla bu kriz çözüldü, peki ya sonrası? Bu yamalı demokrasi dikiş tutar mı dersiniz?

Biz bu krizlerle uğraşırken bakın dünyada neler oluyor? Dünya nelerle ilgileniyor, nelere çözüm bulmaya çalışıyor?

OECD’nin "Gelecekteki Şoklar" raporuna göre, salgın hastalık, kritik altyapılara düzenlenecek siber saldırı, finansal kriz, sosyo-ekonomik çatışma, jeomanyetik fırtına gibi gelecek yıllar için beş büyük potansiyel risk bulunuyor. (Milliyet). Raporda küresel ekonomideki bağlantı ve insan, mal ve bilgi hareketinin hız kazanmasıyla birlikte potansiyel salgın hastalık ya da finansal kriz gibi ekonomik olayların yayılma etkisinin artacağına dikkat çekiliyormuş.

Bilginin dünyanın her yerini ne kadar hızlı dolaştığının ve yegane güç olduğunun, teknolojik gelişmelerin dünyanın geleceğini ne ölçüde etkileyeceğinin ve bizleri her alanda nasıl bir dünyanın bekediğinin, bilmem bizim siyasilerimiz ve dahi milli irademiz farkında mı acaba?

Biz yamalı demokrasimizle uğraşırken, dünya gelecek yüzyıllarını planlıyor…

Biz halen yemin krizine çözüm bulmaya çalışırken, dünya almış başını gidiyor…

Biz daha hala sivil bir anayasa yapacağız!