27 Nis 2009

Normalleşme mi? Anormalleşme mi?


Türkiye normalleşmeye çalışıyor.

Normalleşme; Her ne kadar son yılların çok kullanılan, gözde kavramlarından biri olsa da biz Cumhuriyet kurulduğundan beri normalleşmeye çalışıyoruz. Bunca yıla rağmen normalleşmeye çalıştıkça daha da anormalleşiyoruz…

Çünkü değişime kapalıyız, varsa yoksa statüko. İç veya dış politika konularında, toplumsal olaylarda, ekonomide yıllardır aynı sorunlarla boğuşup duruyoruz.

İç politikayı bir yana bırakalım, işte size dış politikamızdan iki örnek; Kıbrıs ve AB…Yıllardır ne uzadı ne kısaldı. Halbuki dünyadaki değişimlere paralel olarak şimdiye kadar çoktan çözülmüş olması gereken bu konular yirmi yıldır hala aynı boyutda. Yeni politikalar ve yeni yaklaşımlar için yani değişim için cesaretli adımlar atılması gerekirken, statükoyu korumaya kilitlenmiş tavrımızla önünü bir türlü açamadığımız iki önemli dış politika konumuz.

Çıkan her sorun karşısında aynı tepkiyi verme alışkanlığımız , “Türkiye – Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi” için çizilmesi gereken yol haritasında da kendini gösteriyor. Be defa da Obama’nın ağzından çıkan bir kelimeye kilitlendik. “Soykırım” dememiş “büyük felaket” demiş…

Dünyada dengeler o kadar çok değişti ki, Obama’nın sözleri bile bazen yetersiz kalabilir…nitekim her iki tarafı da memnun etmiyor işte. Her iki taraf da statükoyu koruma adına Obama’nın sözlerini yeterli görmüyor.

Statüko çıkmazı Türkiye’nin dış politikasını öyle bir kıskaca almış ki, bu ilişkiler nasıl normalleşecek?

Yıllardır sorunları sürekli dondurduk, onları tartışmak veya farklı çözümler üretmek telikeli görüldü, yeri geldi suç oldu. Çözümsüzlük en iyi çözüm olabilir mi? Ermenistan ile normalleşme zamanında sağlanabilse idi bugün Azerbaycan engeline takılabilir miydi?

Türkiye’de güç odaklarının gücü tarihi durdurmaya artık yetmiyor. Tarihi durdurmaya çalışarak her konuda sadece anormalleşiyoruz. Normalleşmek için bu değişim korkusundan acilen kurtulmamız gerekiyor.

Eğer Türkiye, etkisi Ortadoğu boyutları ile sınırlı kalmayan, Avrupa, Kafkasya ötesinde de etkin olabilen bir dış politika izlemek istiyorsa, küresel bir role soyunuyorsa geleceğe doğru değişerek ilerlemek zorundadır.

Sadece dış politika konusunda değil, iç politika ve ekonomide de normalleşebilmenin tek yolu ezberleri bozup, tarihle yüzleşip, cesaretli ve radikal adımlar atabilmektir.

Evet, değişim zordur, her değişim sancılıdır ama değişime ayak uydurmakta direnmenin bedeli ne yazık ki ağır oluyor…80 yılda toplum olarak, Türkiye olarak geldiğimiz ve bulunduğumuz noktaya baktığımızda statükonun bize ne kadar zarar verdiğini görmemek mümkün değil.

Türkiye’nın dış politikasının bir kazaya kurban gitmemesi için ne yaptığımızı bilerek yapmanın, dünyanın değiştiğinin farkına varmanın zamanı geldi geçiyor.

Her gün yeni bir sorun, yeni bir koşul ortaya çıkıyor. Türkiye’nin iç sorunları da dış dünyadan kopuk değildir. Statükoyu terketmediğimiz sürece iç ve dış dinamikler aleyhimize işliyor.

"Normalleşmek için Türkiye dünyalılaşmalıdır".

Evrensel demokrasi ve hukuk kriterlerinin elinden tutarak hızlı ve kararlı adımlar atmalıdır.

Normalleşmek budur…Türkiye’nin normalleşmeye hızla ihtiyacı vardır.

22 Nis 2009

Bayramsız Çocuklar


Her yerde karşılaşabilirsiniz onlarla…

Gün ışığına hasret bir gecekondunun bahçesinde veya bir parkın sessiz bir köşesinde,

Yeşil ışığın yanmasını beklerken sağınızda solunuzda,

Bolca varoşlarda, dağda tepede, mezrada,

Beyoğlu’nun arka sokaklarında, bazen bir viranede, gözden ırak bir yıkıntının arasında,

Bir çöp bidonun yanında,

Bir lastikçi, bir oto tamir atölyesinde,

Afrika’da, Afganistan’da, Darfur’da veya Somali’de, Filistin’de,

Kimi zaman ağzı salyalıların kirli ellerinde, kimi zaman yaşlıca bir kocanın emrinde,

Çocukları esirgeyen bir kurumun küf kokulu yatakhanesinde,

Bir demir parmaklığın arkasında, özgürlüğe hasret…

Televizyonda, gazetede, internette,

Her yerde karşılaşabilirsiniz onlarla…

Bizim çocuklarımız onlar…

Hani çocukluklarını ellerinden alıp, yerine sopa, tiner, taş, molotof, yapıştırıcı tüpü, kağıt mendil, silah v.s verdiğimiz,

Hani savaşlarda kalkan diye kullandığımız, ışıksız bıraktığımız, geleceklerini yok ettiğimiz, hayatlarının baharında kışı yaşattığımız,

Dudaklarına ruju sürüp, beline kırmızı kurdaleyi bağlayıp kocaman adamların altına yatırdığımız, cinsel istismarlara maruz bıraktığımız,

Bizim çocuklarımız onlar…

Soralım bakalım açlar mı, toklar mı?

Bayramlık elbiseleri hazır mı?

Soralım bakalım 23 Nisan’dan haberleri var mı?

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı...

Atatürk tarafından, dünyada ilk ve tek olmak üzere, çocuklara armağan edilmiş bir bayram...

Çocuklarımız yine Cumhurbaşkanı, Başbakan olacaklar, Vali olacaklar, o olacaklar, bu olacaklar, dünyanın her yerinden gelmiş başka çocuklarla bir takım etkinliklere katılacaklar…iyi, güzel, hoş..

Bayramlarını kutlayan, mutlu, güzel, pırıl pırıl çocuklar göreceğiz…

Ama çocuklarımızın çok büyük bir kısmının hiç bayram yapacak halleri yok…

Yine de kutlu ve mutlu olsun 23 Nisan!

Geleceğimizin umutları çocuklarımız…Bizim çocuklarımız onlar!


*****


“Şu çocuğun eline şimşir bir topaç verseler şimdi
Bir küpeli uçurtma
Bir kâatla kurşunkalem
Çalar adamın suratına
Ona çakı ona sapan ona para”…
(Metin Eloğlu)

21 Nis 2009

1 Mayıs'ta Taksim Meydanı ve devletin agorafobisi


Meydan bir kentin kimliğidir, kişiliğidir, özgürlüğüdür.


Meydanlar hem kentin, hem de kentlinin nefes aldığı ortak kullanım alanlarıdır…İnsanın hayata bağlanması gibi kent de yaşama meydandan bağlanır.

Meydan kentin fiziksel, tarihsel, ekonomik olarak göbeğidir ama tarihler boyunca o kentin egemen düşünme biçimini ve her tür iktidar mücadelesini de en gerçekçi şekilde yansıtan alanı olmuştur.

Tıpkı Taksim Meydanı gibi!

Bir iktidar mücadelesidir gider Taksim Meydanı’nda…Panzeri ve polisiyle devletin, otelleri ve mağazaları ile sermayenin, Atatürk Heykeli ile Cumhuriyet ideolojisinin, sağa sola koşuşturan veya gezintiye çıkmış insanlar ve araçları ile halkın var olma ve iktidar mücadelesini yansıtır.

Bir de Türk Dil Kurumu’nun “meydan” tanımında olduğu gibi “yarışma, eğlence veya karşılaşma yeri” dir Taksim Meydanı…Polis bayramı kutlanabilir, futbol zaferleri, pop konserleri, yılbaşı gibi zihinsel olmayan faaliyetler için de gayet uygundur.

Bir tek 1 Mayıs İşçi Bayramı kutlamaları için uygun değildir!

Yine 1 Mayıs geliyor… 1977 de yaşanan kanlı Taksim olaylarından sonra her 1 Mayıs öncesi iktidar ile işçi ve emekçi kesim temsilcileri arasında "izin ve meydan krizi" yaşanıyor.

Bu sene de işçi sendikaları “biz Taksim’e çıkarız” diyor, Valilik ise “Taksim, İstanbul'da toplantı ve yürüyüş yapılacak alanlar arasında sayılmamıştır. Burada toplantı ve gösteri yürüyüşü yapılamaz" diyor.

Buna agorafobi yani meydan fobisi de denilebilir. Bu öyle bir fobidir ki şehirlerimizde meydan bırakmadılar…İstanbul’da Taksim Meydanı’nı dilim dilim böldüler, toplananlar birbirini göremesin diye.

Devletin agorafobisi olarak bu meydan korkusu, önceki 1 Mayıs’larda görüldüğü ve bundan sonrakilerde de görüleceği üzere dünyada sadece bize has bir fobidir.

Meydanları meydan olma özelliğinden çıkaran bu zihniyet ve meydan düşmanlığının sebebi nedir?

“İktidara canı sıkılanlar meydanlarda toplanırlar, bağırırlar, çağırırlar, düşünceler savunulur, fikirler önerilir. Biraraya gelen insan toplulukları her zaman tehlikelidir”… Ne kadar faşizanca ve ilkel bir zihniyet!

Türkiye’de 12 Eylül sonrası özellikle sağ iktidarlar, her zaman meydanlara şüphe ve kuşkuyla bakmışlardır.

Bu anlamda iktidarları rahatsız eden meydanlar da bir bir abuk sabuk “meydan” niteliği olmayan alanlar haline dönüştürülmüştür.

İstanbul, emeğin yaşattığı, can verdiği bir şehirdir…Taksim Meydanı’na da demokrasi yakışır, emeğin sesi yakışır.

Şu yüzlerinizdeki demokrasi makyajını yıkayın…gerçek demokrasiyi istiyorsanız Taksim’de emeğin bayramına izin verin...Taksim Meydanı, demokrasinin, barışın, emeğin meydanı olsun…

Meydanlardan korkmayın!

Meydanlar demokrasinin ta kendisidir…

Paul Krugman’ın iflas teorisi mi, Başbakan’ın teğet teorisi mi?


Şimdi Başbakanımız “Ben ekonomistlerin daniskasıyım, sen ekonomiden ne anlarsın” der mi acaba? Açıkçası böyle bir yanıt beklenebilir…Başbakanımız bunu diyebilir!

“2008 Nobel İktisat ödülü sahibi Ekonomist Paul Krugman, Türkiye’yi iflas potansiyeli yüksek olan ülkeler arasında gösterdi”. (Türkiye potansiyel iflas listesinde 16.04.2009/ milliyet.com.tr)

İflas riski taşıyan diğer ülkeler ise Macaristan, Letonya, Arjantin, Ekvator, Filipinler, Malezya, Tayland, Kolombiya ve Ukrayna. Paul Krugman, bu ülkelerle birlikte “Türkiye’yi de ciddi risk taşıyor” uyarısını yapıyor.

Kimdir Paul Krugman?

Princeton Üniversitesi profesörlerinden ve New York Times gazetesi yazarlarından olan Paul Krugman, bugün herkesin konuştuğu krizi yıllar önceden öngördü, ama dedikleri dikkate alınmadı. Ancak kriz patlak verince 2008 yılında Nobel Ekonomi ödülüne layık görüldü. Her ne kadar serbest ticaret ve küreselleşmenin etkilerine, dünya çapında kentleşmenin gerisindeki nedenlerine ilişkin teorisi Krugman’a Nobel Ekonomi ödülünü getirmişse de biraz da kriz erken uyarısı nedeniyle bu ödülü hakettiği söylenir.

Kimilerinin “John Maynard Keynes’den bu yana en iyi yorumcu” olarak gösterdiği Paul Krugman sıkı bir George Bush eleştirmeni olarak da biliniyor. Demokratlara verdiği destekle de ünlü olan Krugman kendisini bir liberal, ılımlı bir solcu, sosyal demokrat görüşte bir iktisatçı olarak nitelendiriyor.

ABD’deki “liberal” tanımlaması ile bizdeki biraz farklı. Bizde liberaller devletçilikten pek hoşlanmazlar, ABD’de ise liberal deyince bizdeki sosyal demokrat yahut Kemal Derviş’in deyimiyle sol liberal anlamında kullanılır.

Ancak bizi teğet mi geçeceği yoksa delip mi geçeceği konusu her gün tartışılan ünlü global finans krizini önceden kestirebilmesi Paul Krugman’a haklı bir şöhret sağladı.

“Bunalım Ekonomisinin Geri Dönüşü kitabında” 1997-1999 Asya krizini, Türkiye’nin bu krizden nasıl-neden etkilendiğini açıklıyor ve Türkiye’deki iç siyasi çatışmaların nasıl ciddi ekonomik kırılganlıklara sebep olduğunu anlatıyor.

Aşağıdaki sözler “Bunalım Ekonomisinin GeriDönüşü” adlı kitabından:

“Meksika’daki 1995 krizinin, üç perdelik bir oyunun ilk perdesi, Asya’dakinin ise aynı oyunun ikinci perdesi olduğundan da kuşkulanıyorum. Fakat üçüncü perde böyle süpriz bir şekilde gelmeyecek.Nihayet bunalım ekonomisini ciddiye almaya başlıyoruz. Bu ondan kurtulmanın en iyi yolu.” Paul Krugman.

Bir yanda “Türkiye iflas potansiyeli yüksek olan ülkeler arasında yer alıyor” diyen ve global krizi önceden kestirebilen Paul Krugman gibi Nobel ödüllü bir iktisatçı , diğer yanda "Kriz bizi teğet geçer" diyen bir Başbakanımız ve krizi yok sayan pembe gözlüklü bir ekonomi yönetimi var.

Bakalım Kurugman’ın bu görüşünün arkasına bizden de “Ben ekonomistlerin daniskasıyım, sen ekonomiden ne anlarsın, kriz Türkiye’yi teğet geçiyor” diye bir karşı tez gelecek mi? Eğer böyle bir yanıt gelirse, Krugman’ın Nobel ödülünün tarihe karışma ihtimali yüksek.

Öyle ya bugüne bugün Türkiye bir G20 ülkesi, dünyanın gelişmiş ekonomilerine sahip ülkeler arasında yer alıyor!

Biraz karışık bir durum!

16 Nis 2009

Krizin adını nihayet koyabildiler; yüzde 3.6 küçüleceğiz

Küresel ekonomik krizin Türkiye’yi de etkilediğini ve daha da etkileyeceğini nihayet kabullendiler ve adını koydular...2009 yılında ekonomide 3.6 küçülme hedeflendi.

Dünya ekonomileri küçülürken başımızı deve kuşu gibi kuma gömdük, ekonomik krize karşı ciddi önlemleri yerel seçimlere heba ettik…Daraldığımızı, evdeki hesabın çarşıya uymadığını yeni açıklayabildik.

Hani derler ya “zararın neresinden dönülse kardır” diye, şimdi de zararı minimize etmeye yönelik gayretlere giriştik…olsun bu da bir gelişme, hiç umursamamaktan iyidir.

2009 yılı bütçesinde belirlenen yüzde 4 lük afaki veya gerçeklikten uzak büyüme hedefi nihayet revize edildi. Bu öyle bir revizyonki öyle bir iki puanlık değil, hedef artıdan eksiye geçti…

Yüzde 3.6 daralıyoruz “Yılbaşında ekonominin bu yıl yüzde 4 büyümesini planlayan hükümet, hedefleri revize etti. Türkiye bu yıl yüzde 3.6 daralacak, toparlanma ise 2010’da olacak. Program, ‘Kemerler sıkılacak’ diyor” (milliyet.com.tr)

Ekonomide “büyüme” ne demektir? Gayrisafi yurt içi hasılanın bir dönem içinde (örneğin üç ay veya bir yıl) meydana gelen reel artış oranıdır.

Küçülme de doğal olarak bunun tam tersi yani eksi büyüme veya fakirleşme de diyebiliriz. Örneğin Türkiye 2008 yılının son çeyreğinde, GSYH’da eksi 6.2 küçülme nedeniyle fakirleşti!

Hükümetin ekonomi kurmayları, AB’ye sunulacak Katılım Öncesi Ekonomik Programı (KEP) açıkladılar. Bu ekonomik programa göre;

Türkiye ekonomisinin 2009’da yüzde 3.6 daralması bekleniyor. 2010’da ekonominin yüzde 3.3, 2011’de yüzde 4.5 oranında büyüyeceği öngörüldü.

Enflasyon hedefleri ise 2009 da yüzde 7,5, 2010 da yüzde 6,5, 2011 için de yüzde 5,5 olarak belirlendi. Merkez bankası enflasyon hedeflemesi yoluya para politasına devam edecek.

Programda, 2009 cari işlemler açığı ise 11 milyar dolar olarak öngörülüyor. Ekonomi düzlüğe çıkarsa 2010 ve 2011’de bu açık bir miktar artacak.

Hükümetin ekonomi kurmayları KEP’in aynı zamanda IMF ile yapmaya hazırlanılan anlaşmanın da temel bileşenlerini içerdiğini söylüyorlar. Bir yandan da IMF ile anlaşmanın alt yapısı hazırlanıyor da diyebiliriz. Mali kurallara ilişkin düzenlemeler, 2009’da Meclis’e sevk edilecek ve mali kural 2011 yılı bütçe süreci içinde bütünüyle uygulamaya girecek.

Kredi Garanti Fonu güçlendirelecek…Kredi Garanti Fonu; reel sektördeki orta veya küçük ölçekli şirketlerin bankalardan kredi temininde teminat sorunlarını çözmede kefaleti ile yardımcı olan bir kuruluş...yani bir nevi devlet kefaleti.

Gelelim en can alıcı konu yani istihdam; İşsizlik oranının 2009’da yüzde 13.5 olacağı tahmin ediliyor, tabi ki bu resmi olanı. Şu anda kayıtlı kayıtsız 5 milyon civarında işsizler ordusu söz konusu. Ekonomik küçülme ile üretimde daralma yaşanacağı için işsizliğin daha da büyüyeceği su götürmez bir gerçek. İşçi çıkarmalarının engellenmesi için ise şirketlere her hangi bir teşvik v.s gibi önlemlerden henüz söz edilmiyor.

Krizi yenebilmek için iç talebin canlandırılması da şart…ama bir yandan işsizlik diğer yandan yoksullukla iç talep nasıl canlanacak? IMF, yapılacak olası stand-by anlaşmasında bir takım mali politikaların kullanımını da şart koşacaktır.

Tek çözüm maliye politikasını kullanırken bunu rastgele değil sosyal adalet hedefiyle yapılabilmesidir. Şu anda bütçe açığına gidiliyor; vergi indirimleri yapılıyor, yatırımlar teşvik edilecek. Ancak bu bütçe açığının işsizliğin çözümü ve yoksulluğun engellenmesi için de kullanılması şart.

Ekonomiye uzun vadeli bakış açısıyla odaklanılmadığı, kısa vadeli faydacı yaklaşımlarla hareket edidiği takdirde 2011 seçimlerinde iktidarın şansı pek yok gibi görünüyor.

Dediğim gibi; bu hükümetin tek rakibi ekonomik kriz!

Onlar, milyonlarca dolar harcanıp da bir türlü doğru düzgün tanıtılamayan Türkiye’yi, sahnenin önüne dizdiği 130 dansçısının muhtemeşem gösterisiyle tüm dünyaya tanıtmayı başaran gururumuzdur.

Onlar, Türk turizminin yüz akıdır…Tüm dünyada, Türkiye’nin nerede olduğunu dahi bilmeyen insanların yüreklerine, beyinlerine defalarca Anadolu’nun ateşini yaktılar.

Anadolu Ateşi, İstanbul Gösteri Merkezi ve Antalya Gloria Aspendos’taki gösterilerine bu yıl da devam edecekti. 'Aspendos tarihidir, ses ve ışık zarar' veriyor demişlerdi…Aspendos’un hemen yanına Gloria Aspendos Gösteri Merkezini inşa etti.

Türkiye’ye gelen turistlerimiz Antalya Gloria Aspendos’taki gösterilerini aylarca otobüsler dolusu giderek izlediler. Türkiye’ye gelmeden önce, Anadolu Ateşi ve Troya gösterilerinin hangi tarihlerde olduğunu sordular, tatillerini onlara göre planlayacak kadar beğendiler, bir izleyen bir daha izledi.

Onlar, Türkiye’nin kültür ve sanat dünyasına, Anadolu’nun dansla yorumuna bambaşka bir anlam katmış, her gösterilerinin sonunda ayakta alkışlanmışlardı. Her dönemde batılının sahip çıktığı Troya’yı ilk defa Türk insanı yorumladı, sahip çıktı.

Anadolu Ateşi’nin kurucusu ve sanat yönetmeni Mustafa Erdoğan, bir röportajında Troya’yı bakın nasıl anlatıyor;

“Halk dansları sadece köylü dansları, kır kökenli danslar değildir. Anadolu Ateşi ve Troya gösterilerinde Anadolu antik kent kültüründen esintiler yer alır, bunun da en açık kanıtı Troya... Troya, İzmirli ozan Homeros tarafından yazılmış. İnsanlık tarihinin en önemli eserlerinden biri. Bütün Batı edebiyatının, Batı'daki sanatların ve Rönesans'ın ilham kaynağı olan bir baş yapıt. İlyada'nın dünyada dini kitaplar kadar okunmuş bir kitap. Biz hemşerimizin kitabını, Anadolu'lu bir ozanın kitabını yorumlayarak yeniden sahneye koyduk. İlk kez kendi yurttaşları tarafından sahnelendi Troya. Arkeolojik kazılarda bunun bir Anadolu efasenesi olduğu ortaya çıkmıştır. Troya' da yaşayan halkların konuştukları diller Anadolu dilleridir. Ve zaten onlar da Yunanlı olsaydı bu savaş olmazdı".

Anadolu kültürümüzü bu kadar sahiplenen, bu kadar profesyonelce tüm dünyaya tanıtan Anadolu Ateşi, elektrik kontağından çıktığı söylenilen bir yangınla söndü…ateş ateşi söndürdü.

İstanbul Gösteri Merkezi’ndeki yangınla, emekler, dekorlar, kostümler kül oldu.

Avrupa’nın en büyük gösteri merkeziydi. Belediye ile sorunları vardı, açılan mahkemeleri kazanmışlardı. Ancak şüpheli bir kıvılcım, sanat sevdalısı, mütevazi ve çalışkan insan Mustafa Erdoğan’ın da içini yaktı, kavurdu.

İstanbul’da Anadolu Ateşi’nin gösterilerini sergileyebilecek büyüklükte başka bir gösteri merkezi kalmadı. Yapımı en az 6 ay sürer diyorlar. Dev çadırda yılda 200 etkinlik sergileniyordu.

Şimdi “Troya” nın ikinci ekibi Mısır primatlerinde...11- 16 Nisan’da Mısır piramitlerini aydınlatacak, sonra Gloria Aspendos’a gelecek. Brezilya’ya gidecek, tüm dünyaya kültür ve barış elçiliği yapmaya, Türkiye’yi tanıtmaya devam edecek.

Medeniyetler ittifakının yapamadığını bir gecede yapan Mustafa Erdoğan’a ve tüm ekibine geçmiş olsun.

Onlar, Anadolu’nun ateşini yeniden yakmak için yollarına devam ediyorlar.

Troya yangına rağmen ayakta kalacak, Anadolu ateşi tüm dünyada yanmaya ve gururumuz olmaya devam edecektir.

Kentleri Kadınlar Yönetmeli

Kadın evini oya gibi işler, kadın evine yüreğini katar. Evinin her noktasına kokusunu, sevgisini sindirir.

Kendi kimliğini, kişiliğini eviyle bütünleştirir kadın.

Kadın eli değmiş bir evi hemen anlarsınız… bir kenarda bir çiçek olmazsa olmazıdır, kendi ruhundan renklerle bezer evini.

Sevgi dolu bir kadının eli, evin ruhuna dokunmuşsa, o ev mutludur, o ev dingindir, o evin yaşayanları da en az onun kadar mutludur.

Evini mutlu kılan kadındır…Kadın, evini mutlu kıldığı gibi kentini de mutlu kılabilir, kentini de oya gibi işleyebilir.

İspanya’nın Granada şehrindeki Elhamra sarayının duvarlarında bir dize yazılıdır;

“Sabika'nın eteğinde dur
Ve çevrene bir bakın.
Şehir bir kadın
Kocası tepedir.
Irmak belini saran kuşaktır,
Ve çiçekler boynunda gülümseyen mücevherler.”

Bu dizeleri, zamanın şairi İbni Zamrak yazmış…Şehir bir kadınsa eğer, şehri en iyi anlayacak, koruyacak ve geliştirecek olan da yine ancak bir kadın olabilir.

Kent yönetiminde ne kadar çok kadına yer verilirse, kente ne kadar kadın eli değerse, kentin o denli yaşanabilir olacağına eminim.

Kent yaşayan, değişen, değiştirilebilen bir şey…kent üretir, kent insanları, çevreyi, yeşili, meydanları, yolları biriktirir. Alt ve üst yapısı ile, sosyal projeleri ile yaşamı üretendir kent…Tıpkı kadın gibi üretkendir, dişildir, anaçtır.

Bir kadın yerel yönetici, içgüdüsel annelik duygularıyla kente bakar, “önce insan” odaklı projelere daha çok önem verir. Ayrıca bütçeyi daha planlı kullanarak daha büyük projeler gerçekleştirebilir.

Kadın titizdir, göz zevkini önemser, naiftir…kenti de evi gibi, kendisi gibi naif olsun, temiz olsun ister.

Bir kadının kente bakış açısı ile erkeğin ki bir değildir, tıpkı bir kadının ve bir erkeğin evine bakış açısı gibi…Kadın kentin içinde bir dekor malzemesi değil dekore eden olmak ister.

Kadın, detaycıdır…pekçok erkeğin göremediği problemleri görür, araştırmacı ve yaratıcı ruhu ile pek çok grift probleme çözüm getirebilir.

Kentsel yaşamı kadın gözüyle yorumlamak kente farklı bir kimlik katacaktır. Kent mekanlarını “yaz-boz tahtası” yapmak yerine, var olanı yok etmeden yenileme çabasına girecektir.

İnanıyorum ki kadın eli değen kentler daha demokratik olacaktır… Çünkü kadın hükmetmeden yönetmeyi bilendir. Kentlerin demokratikleşmesi için hükmedenlere değil, kente ve kentliye hizmet etmenin önemini kavramış liderlere ihtiyaç vardır.

Hiçbir kadın masada oturup bir ihaleyi bir müteahhide halkın hizmeti dışında pazarlamaz. Kadının temel hedefi hizmettir. Çünkü her şeyden önce o bir annedir. Yolsuzluğa, rüşvete bulaşabilecek bir kadın düşünemiyorum, olursa da çok nadirdir.

Yerel yönetimlerde kadın sayısının artmasının hem de kadın bakış açısının hakim kılınmasının önemini Türkiye henüz kavrayamadı veya kavradı da despot ve arabesk siyaset veya siyasetçilerin işine gelmiyor.

Kadınların renkliliğini yerel yönetimlere ve siyasete ne kadar çok katarsak siyasete de kentlere de kalite gelecektir…tabi aynı düzeyde insan yaşamına da!

Ama ne yazık ki son yerel seçimlerde kadın adayların sandıktaki kaderi yine değişmedi. Türkiye’de sadece iki ilin belediye başkanlığı koltuğuna kadınlar oturabildi. Onlardan biri Aydın'da CHP adayı Özlem Çerçioğlu, diğeri ise beyaz eşya yardımlarıyla tartışılan Tunceli’de DTP adayı Edibe Şahin oldu.

2009 yerel seçimlerinde yer alan siyasi partilerin, belediye başkanlıkları için kadın adaylarının oranı yüzde 1 di… bunlardan da ancak 2 kadın belediye başkanı seçilebildi !

Kentin ruhuna kadın eli değene kadar, kentlerde boğulmaya devam!

12 Nis 2009

Yiyiyos, içiyos, geziyos, para vermiyos, bedava yaşıyos!



İktidarın ekonomi kurmayları başka bir gezegende mi yaşıyorlar?

Yoksa ekonomik göstergelerin mükemmel olduğu başka bir Türkiye daha var da biz yerini mi bilmiyoruz?

Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek “Hane halkının, bankaların durumu iyi. Özel sektörde de korkulacak bir durum yok” diyor.

Yiyiyos, içiyos, geziyos…her şey mükemmel, ekonomi harika!

Panik yok!

Eğer bizim şu anda yaşadığımız yer Türkiye ise, bizim Türkiye’nin resmi istatistik kurumu TUİK, Bakan Mehmet Şimşek gibi konuşmuyor.

TUİK “sanayi yerlerde sürünüyor” diyor, Bakan “durum çok iyi, işler ayna çal çal oyna” diyor…

TUİK açıklıyor; "2009 Şubat ayında sanayi üretimindeki gerileme 2008 Şubat ayına göre yüzde 23,7"...Bu bir rekor!

İmalat sanayiinde yüzde 25.9, madencilikte yüzde 16.8, otomotiv sektöründe yüzde 58.7 , tekstil ürünleri imalatında yüzde 28.9, ana metal sanayinde yüzde 23.1, kimyasal madde ve ürünleri imalatında yüzde 21 düşüş olmuş.

Yine TUİK Şubat ayı dış ticaret verilerine göre ; ihracat yüzde 24,9, ithalat yüzde 47,6 azalmış, Avrupa Birliği’ne ihracatımızın payı da yüzde 37,4’e gerilemiş.

TUİK’e mi inanalım, Bakan Mehmet Şimşek’e mi?

Sanayideki ve dış ticaretteki bu kadar düşüşün, işsizliği had safhaya taşıyacağını, bankalardan alınan kredilerin geri dönüşünü imkansız hale getireceğini, iç talebi iyice daraltacağını, satış yapamayan özel sektörün üretimi kısacağını ve bu kısır döngünün girdap gibi Türkiye’yi içine alacağını tahmin etmek için ne ekonomist ne de ekonomi kurmayı olmak gerekiyor.

Bankalar şu anda iyi durumda ancak reel sektör böyle giderse 3-4 ay sonra bankaların ne durumda olacağını kestirmek için finans uzmanı olmaya da gerek yok.

Şu gezegen, şu hane halkının çok iyi durumda olduğu , şu dört başı mağmur Türkiye neredeyse söyleseler de cümbür cemaatin oraya göçsek.

Görünen odur ki hükümetin ekonomiye odaklanmaya halen niyeti yok…öyle ya başka gezegenden sesleniyor gibiler.

Hani eskiden bazı ofislerde masaların arkasındaki panolarda sevimli bir ayıcık karikatürü vardı. Ellerini uzatmış “ panik yok, işler yetişir” yazan.

Birileri bizimle dalga mı geçiyor ki?

Yok canım, olsa olsa birileri bizi teğet geçiyor!

Yiyiyos, içiyos, geziyos, para vermiyos, bedava yaşıyos!

9 Nis 2009

Medeniyetler İttifakı; Türkiye medeniyetleri barıştırabilir mi?


21.yüzyılın küresel barış elçisi ve güçlü Türkiye için önce iç barış ve gerçek demokrasi!

Türkiye, Doğu ile Batı arasındaki köprüleri kurabilecek siyasi yapıya sahip midir?

Bu soruyu şu şekilde sormak da mümkün; Türkiye, Doğu ile Batı arasında köprüleri kurma aşamasında üstlendiği göreve ne kadar uygundur?

Dünya küreselleştikçe küçülüyor, insanlar artık birbirlerine o derece yakın mesafedeler ki nanosaniye ile ölçülen zaman diliminde karşılıklı iletişim halinde olabiliyorlar. Nanoteknoloji ile atomlar ve moleküller mertebesinde ölçüm yapılabiliyor, analiz ve tahmin edebilme veya bir şeyler üretebilme yeteneği gelişiyor.

Diğer bir yanda; insanlık var oluşundan beri, mülkiyet hırsı ile yanıp tutuşarak topraklar zaptediyor, kendisine yaşama alanı açmaya çalışıyor, etrafına da sınırlar örüyor. Sınırları koruma adına halen kanlar dökülüyor.

Nasıl bir tezatdır ki yaşamlar yakınlaştıkça, içe kapanmalar ve korumacılıkta o derece artıyor, o derece tehlike yaratmaya başlıyor. Dinler karşı karşıya geliyor, kültürler çatışıyor ve nihayetinde Huntington diye biri çıkıyor, 16 yıl önce “medeniyetler çatışması” diye bir kavramı öne sürüyor.

Huntington’a göre, küreselleşme aşamasında uluslar arasındaki çatışmaların sebebi ideolojiler veya ekonomiler değil “medeniyetler”dir. İleri sürülen “medeniyetler çatışması” tezine göre insanların hangi tarafta yer aldığının önemi yoktur, insanların kim olduğu önemlidir.

Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” adlı makalesinde detaylandırmış olduğu bu tez, sosyologlar ve siyaset bilimcileri tarafından halen irdeleniyor. Bu görüşlere katılanlar olduğu gibi mantıksız bulanlar da var.

2004 yılında El Kaide’nin Madrid’de gerçekleştirdiği terör saldırısından sonra İspanya Başbakanı Zapatero'nın girişimi ve Türkiye’nin katılımı ile 2005 yılında “Medeniyetler İttifakı Girişimi” başlatıldı.

Medeniyetler İttifakı, Birleşmiş Milletler’in de desteği ile Türkiye ve İspanya’nın ortak eşbaşkanlığında 2. Forumunu İstanbul’da gerçekleştirdi.

Obama ziyaretinin gölgesinde kalan Forum'un açılışında, İspanya Başbakanı Zapatero "Birlikte çalışıldığı, hareket edildiği takdirde farklı bir 21. yüzyıl oluşturma ve yaşama imkanına sahibiz. Bu yüzyıl barış, birlikte yaşama ve hoşgörü yüzyılı olabilir" dedi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise " Bu topraklar çatışmalara, savaşlara, acılara sahne oldu. Ancak bu topraklar daha çok barışın, hoşgörünün, birlikte yaşama kültürünün, birbirine saygı ve sevginin yurdu olmuştur. Gel, ne olursan ol yine gel. İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel" diyerek Mevlana’nın dizeleriyle barış mesajı verdi.

Buraya kadar her şey güzel…barış için çağrılar, medeniyetler anlaşsın diye girişimler göz alıcı.

Peki Türkiye bu görüntüye ne kadar uyuyor?

Evet, bu topraklar çatışmalara, acılara sahne oldu halen de olmaya devam ediyor.

Bu topraklarda 30 yıldır dindirilemeyen bir Kürt sorunu ve terör var, bu topraklarda Alevi sorunu var, bu topraklarda gayrimüslim sorunu var, bu topraklarda Kıbrıs sorunu var, bu topraklarda özgürlük sorunu var, dipsiz kuyulardan çıkan kemikler, işkencelerden ölen insanlar, halen askeri darbelerden medet umanlar var...

Bu topraklarda sorunlu bir demokrasi var!

Bu ülkede kendi gibi düşünmeyeni öteki ilan eden bir zihniyet var!

Bu topraklarda tüm bu sorunlar yaşanırken, halen kimliklerle uğraşılırken, kendi tarihimizle kendi iç politikalarımızla yüzleşemezken, Türkiye Doğu ve Batı arasında medeniyetler ittifakını nasıl sağlayacak, küresel barış için eşbaşkanlık görevini nasıl yürütecek?

Türkiye kendi içinde bu kadar uyumsuz, bu kadar çatışma halinde iken medeniyetleri nasıl barıştıracak?

Son bir soru; Türkiye, medeniyetleri barıştırırken hangi medeniyeti temsil edecektir? Doğu mu batı mı?

Küresel ölçekte medeniyetleri bir araya getirme girişimi gayet anlamlı bir davranıştır ancak önce kendi evimizin içini ve önünü temizleyelim.

Aksi takdirde “Medeniyetler İttifakı Eşbaşkanlığı”görevi ve diyalogları iyi niyetli bir girişim olarak gösteri dünyasında yerini alır.

21.yüzyılın küresel barış elçisi ve güçlü Türkiye için önce iç barış ve gerçek demokrasi!

Bıktım bu İngiliz araştırmacılardan derken şimdi de Robot Adem çıktı


Bu adamların hiç başka işleri güçleri yok mu? Sayelerinde dünya mutlu insanlardan geçilmiyor!

Özellikle bel altı, bazen de üstüne çıkıp, labaratuvarlara kapanıp boyna araştırıyorlar. Sanırsın ki kendileri her tür problemini çözmüşler…aşmışlar!

Bu İngiliz araştırmacıların sırrını çözemedim. Artık gına getirdiler...gün geçmiyor ki medyada bir tane “İngiliz araştırmacılara göre” diye başlayan bir araştırma haberi yer almasın;

Mutlu ilişkinin sırları…günde 3 kere öpüş, haftada 3 kere seviş, her sabah “seni seviyorum” de…Oldu, bulursam söylerim. İnsan yaşamını sekse bağladılar, insanları seks manyağı yaptılar…Mutlu ilişki için seks seks seks! .

Mutlu evliliğin formulü…İngiliz araştırmacılar bu formülü şu anda sır gibi saklıyorlarmış. Ben açıklayım size; “Her akşam iş çıkışı iki saat birahaneye git, kara biraları dikin tepenize, oradan yallah eve, vur kafayı yat”…İşte İngilizlerin mutlu evliliklerinin formülü!

Evlilik erkeklerin ömrünü uzatıyormuş, kadınlar ise evlilikten erkekler kadar yarar göremiyormuş…Erkekler evlensin, kadınlar bekar kalsın da o zaman erkekler kiminle evlensinler? Artık canlılar dünyasından kendilerine münasip bir eş seçsinler veya kadın robotlar yapılıyor ya, eş diye, bak onlar münasip olabilir…yok mu daha saçmalık?

İngiliz araştırmacıların birkaç “harika” bulgusuna değinmeden olmaz…Erkeklerin ayak başparmakları etli ve büyükse sizi kendinden daha çok düşünürmüş, başparmak genişledikçe, o kadar çok sırlarını sizinle paylaşırmış. Düztaban erkekler ise kararsız olurmuş, sık sık partner değiştirirlermiş. Aldatmayı bir alışkanlık haline getirirlermiş ve güzel kadınlara düşkün olurlarmış…“ayağına bak erkeğini ona göre seç, tabanı düz olanla mı? Aaa asla asla, sakın ha!”.

Kadınlar neden pembeye, erkekler de maviye hayranmış…çünkü ilk çağlarda kadınlar çoğalmak için eş seçerken yanakları pembe olmalıymış, erkekler mavi gökyüzünü görünce avlanmaya müsait demekmiş. Bu şekilde alışmışlar pembeye, maviye…Yaaaa, bak sen!

Daha bitmedi, ömür biter bu İngiliz araştırmacıların araştırmaları bitmez… Bardağın dolu tarafını görmeye yardımcı olan geni bulmuşlar, kötü olan herşeyde bir iyilik bulmaya çalışan kitap kahramanı Pollyanna'nın sırrını çözmüşler. Böyle bir genimiz varmış “Pollyanna geni” … Hani nerde? Neden bize hiç uğramamış bu gen? Az kaldı toplumsal cinnetimize.

Koyunu bile klonladılar bunlar, Dolly…gerçi çok sevimliydi, mel mel bakıyordu ben nereden çıktım diye.

Bu kadar araştırma hastası bu İngilizler, yani o derece ki can dayanmaz. Bilmem kaç tane denek bul, her nedense hepte izole edilmiş bir ortama oturttur, boyna sorular sor, kanlarını al, idrarını test et, hücrelerini incele, genlerine ulaş…zor iş zor.

Sonunda araştırmalara yetişemez olmuşlar. Bakmışlar ki işi psikopata bağlayacaklar onun yerine robota bağlamışlar.

Bir tane robot yapmışlar, adını da “Adam” (Adem) koymuşlar. Robot tek başına deneyleri yapacak, bundan da bilimsel sonuçlar çıkaracaklarmış.

Şimdi “Adem” onların yerine inceleyecek, ölçecek, sınıflandıracak ve o ulvi bilimsel sonuca ulaşacak. Sonra bu sonuçlar tüm dünyaya duyurulacak, bilumum gazete dergi v.s medyada yayımlanacak, insanlar bilgilenecek, yaşamlarını buna göre organiz edecekler!

Ohhh…gel keyfim gel, her şey güllük gülistanlık, her yerde tüm sorunlarını aşmış mutlu insanlık. Yaşasın İngiliz araştırmacılar, yaşasın robot Adem!

Adem Havva’sız olur mu hiç? İnsanlığın düzeneği bu…nerede bir Adem orada bir Havva. Çok yakında Adem’in yanına bir dişi robot geliyor, “Eve” (Havva). O da bulaşıcı hastalıkları araştıracak…garibim kadın değil mi nerde pis iş var yükle sırtına!

Bundan sonra bol bol “Robot Adem’in araştırmalarına göre”, “Robot Havva’nın araştırmalarına göre” diye başlayan mutlu evlilik, mutlu ilişki, mutlu seks yani kısaca “mutlu insanlık” formüllerini öğreneceğiz.

İngiliz robot araştırmacılar sayesinde artık elini sallasan mutlu bir çifte çarpacak!

Çenem yoruldu yav… İngiliz araştırmacıların derdi beni gerdi.

3 Nis 2009

Ne kadar ekonomi o kadar iktidar



Bir el halkın ekmeğine uzandı mı sonu pek hayırlı olmaz, bu ülkede halk “kimler geldi kimler geçti” şarkısını söylemeyi çok iyi becerir.

Seçimden çıktık, demokrasi çalıştı ve seçtik. Bu halk bu işi biliyor, mesajlar tam isabet!

2001 ekonomik krizinden sonra yapılan 2002’deki seçimde vatandaş iktidarın üç ortağı DSP, MHP ve ANAP’ı sandığa gömdü, çünkü ekonomi yüzde 10’a varan oranda daralmıştı. AKP nin yıldızı parladı, 2004 yerel ve 2007 genel seçimlerinde, o yıllar arasındaki ekonomik büyümeye paralel olarak AKP tek parti koltuğuna oturdu.

2008 de işler bozuldu, küresel ekonomik krizi hafife almak AKP iktidarına yaramadı. Halbuki bilmeliydi ki bu ülkede “ne kadar ekonomik büyüme o kadar iktidar” kuralı geçerlidir.

2009 yerel seçim sonuçlarında halkın siyasi tepkisi elbette rol oynamıştır ve bu yöndeki mesajlar tam hedefi bulmuştur ancak halkın ekonomik tepkisi de en az siyasi tepkisi kadar önemli ve etkili olmuştur.

2008’in son çeyreğinde ekonomi yüzde 6.2 daralmış, 2009’un ilk çeyreğinde de yüzde 10’luk bir küçülme bekleniyor. Resesyon toplumun her kesimini etkisi altına aldı. Üretimdeki düşüş, artan işsizlik, reel sektörde yaşanan şirket iflasları, küçük esnafın siftahsız günleri, yoksulluk, iktidar partisi AKP nin 1 milyon oyunu sandığa gömdü.

AKP iktidarı, ekonomik krize karşı devekuşu misali kafayı kuma gömmenin, yanlış geometrik hesap yapmanın bedelini ödedi. Acil ve etkin tedbirler alınmazsa, göstermelik ekonomik kriz paketlerine devam edilirse daha da bedel ödeyeceği aşikardır.

Kriz çoktan bizim krizimiz olmuştur ve bu kriz ortamında Başbakanımızın yaptığı “beceriksizlik” yakıştırması, krizin mağdurları için değil krizi yönetemeyen iktidar için daha uygun bir yakıştırmadır.

İktidarın ekonomik kriz yönetimi konusundaki zaafiyeti, ekonomi kurmaylarının yetersizliği veya Başbakan’ın onları konuşturmamasının bedelini vatandaş, şirket, küçük esnaf, işçi, emekli ödemektedir. Bu bedeli ödeyen vatandaş, oyları ile de bu bedeli geri alır, almaktadır.

Şimdi ilk olarak odaklanılması gereken en büyük sorun “işsizlik” tir. Bu konudaki gecikmeler gelecekte çok daha büyük sosyal tahribatlara sebep olacaktır. Zira bu ülkede işsizlik “yapısal” bir sorundur ve ekonomi büyüse de küçülse de her dönem ülke ekonomisinin belini bükmüştür. Katma değer ve özel tüketim vergilerinde indirim yapılmasının yanısıra, ücretler üzerindeki vergi yükü de azaltılmalı, işten çıkarmayı en son çare gören şirketler teşvik edilmelidir. Bütçe açığı artırılarak kamu veya özel sektör yatırımları desteklenmelidir ki işsizlere istihdam sağlansın.

IMF ile anlaşma yapılacaksa bir an evvel adının konulması, reel sektöre yönelik çözüm paketlerinin hızlandırılması, sanayide kapasite kullanımını artıracak çözümler bulunması ve en önemlisi toplumsal refahın sağlanması için gelir dağılımındaki uçurumun önlenmesine yönelik ciddi ve radikal adımların acilen atılması gerekmektedir.

Tabi ki tüm bu radikal kararları hayata geçirecek, gerçekten “ekonomi kurmayı” niteliğini taşıyan insanların ekonomiyi yönetmesi sağlanmalıdır. Merkez Bankası Başkanı hariç ekonomiden sorumlu mevcut Bakanların değiştirilmesi şarttır. Bu kadro ile ekonomik krizin içinden çıkmak mümkün değildir.

Seçim bitti, sıra ekonomiye geldi…

Unutulmamalıdır ki “Ne kadar ekonomi o kadar iktidar!” …

Yoksa; “kimler geldi kimler geçti” şarkısına hazır olun!