28 Haz 2009

Hadi yavaştan yavaştan "yaşayalım"


Uyandım…içimdeki insanla!

“Kalk” dedi, “kalk”…“Yapılacak ne güzel şeyler var bugün”

Dünyayı bile değiştirebilirsin…yeter ki iste, dene, emek ver “yaşamak” için.

Tabakhane sendromundan uzaklaş…yavaş yaşa, bilerek yaşa ama lütfen yavaşla.

Yavaşla ki…güzellikleri kaçırma, etrafında dönüp duruyorlar, birini bile yakalayabilsen, hanene eklesen fena mı olur?

Biraz ağırdan alsak diyorum, yavaşlasak… 7/24 saat, son sürat, nereye böyle?

Kalabalık, kuru gürültü…yorulmadınız mı? Bir “es” desen belki de esip geçeçecek tüm karamsarlıklar…esip gelecek özlediğin güzellikler? Hı…ne dersin?

Hay Allah…unuttun mu yoksa yaşamayı? "Boş veeer, sallaaaa"…de hadi de, çekinme…bak ne iyi gelecek hem sana hem bana.

İnsanca yaşamak için sadece 4 saatin var…inanmıyorsan hesapla gör, farket!

8 saat uyku, 9 saat mesai etti onyedi, kaldı mı geriye 7 saat? 3 saat yolda geçen zaman, yemek, tuvalet, banyo v.s…Eeee ne kaldı geriye? Sadece 4 saat.

“Yaşadım” diyebilmek için topu topu 4 saatin varken…hadi kalk kalk, tembellik etme, sen de katıl insanca yaşamaya.

İtele bakayım, göreyim hadi seni…elinin tersi ile itele yaşamsızlığını, sen de çağır içindeki insanı.

İnan ki dışındaki insandan çok daha keyifli…içindeki “yalın” sen. Saklamış durmuşsun bunca yıl, boşu boşuna hapsetmişsin…

Beni, bu sabah “içimdeki ben” uyandırdı…içimdeki insan “kalk” dedi, “bugün Pazar, kaçırma şu güneşi, kaçırma aydınlığı, gör içindeki insanı açığa çıkarmış olan bir diğerini”…

Tut elinden…

“Merhaba” de!

Sadece 4 saatin var sakın unutma,

Bir gün kronometre durduğunda o 4 saat de yok artık…

Yavaşla…ne kadar çok yaşayacağını değil, nasıl yaşayacağını düşün.

Çok da fazla düşünme, takıl hayata…Dedim bile bak…Sallaaaaaa!

“Merhaba”… içindeki “insanı” gören, duyan, hisseden insana!

Hadi yavaştan yavaştan “yaşayalım”…keyifli Pazar'lar!





Zürafa Sokağı ve hayatsız hayat kadınları


Zürafa Sokak bir efsane! Efsane bitiyormuş, yerine park yapılacakmış!

Öyle ya…dünyanın en eski mesleğini icra eden kadınların bir lokma ekmek uğruna artık hissetmedikleri, kadınlığı ile yüreği, beyni ile kadınlığını arasındaki bağı koparmış vücütlarını, cinsel açlığın hizmetine sundukları “en tarihi!” genelev sokağına da “efsane” olmak yakışırdı.

Zürafa Sokağı Efsanesi !…Geleneksel halk tabirimiz ile “kerhane”, modern tanımı ile “genelev” örgütlenmelerinin de bir efsaneye dayandığı söylenir. Hatta dinsel kökeni olduğu bile rivayet edilir. Antik çağlarda, bereket tanrısına yakarış olarak tapınak fahişeliği şeklinde başlamış, o zamanlar dini ve cinselliği bütünleştirmişler. Roma’da durum değişmiş, dini bağlar zayıf olduğu için fuhuş, cinsellik içeren bir eylem haline dönüşmüş. Ortaçağda, toplu banyolar genelev işlevi görmüş. Dünyanın her yerinde, özellikle deniz ticaretinin olduğu yerlerde, uzunca süre denizde kalan denizcilere hizmet için limana yakın sokaklarda konumlanmaya başlamışlar, savaş zamanlarında kıtasal alanda askerlere kendilerini sunmuşlar…cinsel açlık çeken erkekleri ıslah etmişler, tatmin etmişler…

Zürafa Sokağı’nda 120 kadın çalışıyormuş, 6000 de sırada! Hala bir efsaneye hizmet eder gibi, bereket tanrısına tapınır gibi ama sadece 25 lira için! Günde ortalama 12 saat çalışıp, ortalama 20 aç erkeği, 20 markayı alabilmek için bereket tanrısına hibe edilen tenlerin bedeli sadece 25 lira!

Evet, onlar kesinlikle bir efsanenin kadınları olmalı…buna katlanmaya razı olmak ancak efsanelerde olur…“Hayatsız Hayat Kadınlarının Efsanesi”

Bir haber; Polislerin, “Babanız nerede çalışıyor?” sorusuna “Babam Abdurrahman Ç., eski ahlak memurudur” cevabını veren Sevgi Ş., “Hala çalışıyor mu?” sorusuna ise “Şimdi genelev patronu” cevabını verdi. Can-Kur ekiplerinin de yardımıyla ambulansa bindirilen Sevgi Ş., Numune Hastanesi’ne kaldırılarak tedavi altına alındı. 14 yaşında bir çocuk annesi olan genç kadının vücudunda çok sayıda darp izinin bulunduğu tespit edildi…“Zorla senet imzalattılar”.

Türk Filmleri’nin vazgeçilmez konusu oldular; geneleve düşen ve genelevden kurtarılmayı bekleyen hayat kadınları…beyaz gelinlikle genelevden çıkmak, yeniden kadınlığına kavuşmak...efsane olmak yerine “insan” olmayı istemek!

Kaderler hep aynıydı…hepte merak eder, sorarlardı “Nasıl düştün buraya?”…sanki öğrenince acıyacak, herhalde açlığını doyururken vicdanı sızlamasın diye veya ne bileyim midesi bulanmadan tatmin olsun diye…ya karşındaki ten? onun midesi artık kalbur mu?

Belki de bir çocuk bekliyor geride, 25 lirayı..ya da bir pezevenk!

Hep mi eğitecekler sizi…birazcık da kendi kendinizi eğitseniz ne olur?

Bir zamanlar “fahişeye tecavüz edenlere ceza indirimi” vardı..halen geçerli ise insanlık adına ne utanç verici!...sosyal güvenlik hakları olsa ne olur, olmasa ne olur…ta baştan yok sayılmışlar!

Bir yanda üzerine el değdirilmeyen "kutsal aile" kurumu, diğer yanda eşlerini pazarlayan kocalar; bir yanda vergi rekortmeni seçilen genelev patronları, diğer yanda seks işçisi olduğu için aşağılanan, hor görülen, damgalanan kadınlar…


Ve Zürafa Sokağı Efsanesi bitiyormuş…

Türkiye’de 68 genelev var, 32 kadın sığınma evi…bari eşit olsaydı. Keşke efsane geçmişleri ve ortak kaderleri sığdırabilecek kadar olsaydı.

Sokaklar seks köleleri ile dolu…Zürafa Sokağını kapatsan ne olur, kapatmasan ne olur?

Bunca doyurulacak aç ruh varken, halen bunca eğitilecek erkek varken…efsaneler biter mi?

Siyahlı, kırmızılı, leoparlı “flamingo duruşlar”, insanca bir duruşa nasıl evrilecek?




24 Haz 2009

Ekonomik kriz sonrası büyüme nasıl olacak?




Şimdi sıra kriz sonrası yeniden nasıl büyüyeceğimize geldi… Elbette babaannemizden kalan ekonomik modellerle değil…


Artık krizi de, 2009 da ki ekonomik küçülmeyi de kabullendik, “2010’dan sonrası güzel olacak dediler”…Devlet babalığını gösterdi, teşvikleri de çıkardı…tüm ekonomik alem heyecanla bekliyor.

Ancak ellerimizi kavuşturup beklemeyeceğiz tabiki… Bakacağız, krizi yaratanlar, krizden etkilenenler neler yapıyor, nasıl stratejiler belirliyorlar?

Kriz sonrası büyüme nasıl olacak ve Türkiye küresel ekonomiye yeniden nasıl entegre olacak? 2010’u hele bir çıkaralım, gerisi Allah kerim dersek bir de bakmışız ki eller aya biz yeniden yaya.

Devleti ekonominin içine çok fazla katmadan, ekonomik milliyetçilikten yakamızı kurtarıp, dış dünya ile entegre olabilmek birinci koşul.

Bir zamanlar meşhur bir gazeteci yazarımızın baktığı gözlükten bakma zamanı geldi geçti…“ Devletin altın yumurtlayan kurumları bir bir satılıyor! İhaleler parti yandaşlarına! Özelleştir gitsin Yahudiye Yunanlıya! Sizden öncekiler akılsız mıydı?” diyordu ya hani…bu fikirler artık demode! Yıl 1930 değil, yıl 2009 ! Ekonomik zihniyetleri de değiştirme dönemi, tıpkı siyasi at gözlüklerini de çıkarıp atmak gerektiği gibi…

Önümüzdeki dönemlerde Ar-Ge ve inovasyona yatırım yapan kazanacak… Hindistan’ı izeyelim, nasıl bir kocaman ekonomik güç haline geliyorlar?…Hindistanın ekonomik gelişmesinden edineceğimiz dersler çok. Yapısal dönüşümün çektiği büyüme modeli ile dört nala gidiyorlar. Teknoloji üretiyor, Amerika’da, Avrupa’da şirketler satın alıyorlar…Ar-ge yatırımı yaparak, özellikle bilgisayar konusunda tüm dünyaya know-how satacak duruma geldiler. Batı’ya rağmen değil, Batı sayesinde yükseliyorlar, ülkelerini dışa açarak yükseliyorlar. Batı ile önce taşeronluk anlaşması yapıyorlar sonra iş joint-venture şeklini alıyor, sonunda da lisansıyla, teknolojisiyle bir Hint firması ortaya çıkıyor.

Yabancı sermaye öcü değildir, yeter ki yatırım yapmak için gelsinler, sadece faiz için değil. Eskisi gibi artık dış borçlanma ile büyüme dönemi sona erdi… Dış borçlanma kısa dönemde ekonominin kaynak sorununu hafifleterek hızlı büyüme sağlıyor ancak sanayi yavaşlıyor, bir de krizlerle dış kaynak kesilince büyüme duruyor…Şu andaki halimiz budur.

Sadece tarım, tekstil,maden ihraç edeceğiz diye bir kural da yok artık…hem bu ürünlerin ihracatı küresel krizlere karşı oldukça hassas. Kriz sonrası dönemde kime neyi ihraç edeceksiniz?...Herkes ihracat yolu ile büyüme peşinde iken.

Kriz sonrası dönemde, teknoloji yatırımlarına, inovasyona ve sanayiye ağırlık vermek gerekiyor. Bunlar lokomotif sektörler…hem istihdam yaratacak, hem küresel ekonomide bizi güçlü kılacak sektörlerdir. Önümüzdeki dönem Ar-Ge, tasarım ve yalın üretim yeteneğine sahip ekonomilerin süreci belirleyeceği ve büyüyeceği yıllar olacaktır.

Ar-Ge konusunda hala çok gerideyiz. Farklı bir ürün yaratmak ve bu ürün ile dünya piyasalarını sallayabilmek…Bunu illaki kendi fabrikalarımızda yapmak da şart değil. Yabancı Joint-venturelar ile de yapılabilir. Kriz nedeni ile Avrupa ve Amerika da birçok firma satışa çıkmış durumda. Bu şansı iyi kullanmalıyız.

Avrupa, Çin, Hindistan ekonomilerine entegre olabilmek için çözümler üretmeliyiz. Ayrıca AB şart, AB’nin de bize ihitiyacı var. Pazar ve genişleme dinamikleri açısından, büyüyen nüfus ve enerji ihtiyacı AB’nin doğuya genişlemesini zorunlu kılmaktadır.

Artık pastadan nasıl olsa bize de düşer dönemi bitti. Pay almaya çalışırken, karşımızda pay arayanlar da çoğaldı. Dolayısı ile kriz sonrasına damgasını vuracak ekonomik terim “ rekabet”.

Ancak yeni teknoloji üretebilen sektörler, küresel ekonomiye uyumlu bir sanayi alt yapısı, Ar-Ge ve inovasyon yatırımları ile kriz sonrası büyüme yeniden sağlanabilecektir…tabi ki siyasi eşgüdüm ve uyum da beraberinde yürümelidir.

İşin özü; dünyaya kapıları kapatmak değil küresel ekonomiyi doğru kullanabilmektedir.

Bakın Venezuella’ya…kendini kapadı, ulusalcılık modunda takıldı kaldı…dünyada ekonomik sıralamasında da geri kaldı, sadece petrol ihracatı ile ekonomi yürümüyor. Hemen komşusu Şili, kendini dünyaya açtı bugün Avrupa'ya kafa tutuyor.

Biz de hala babaannemizin ekonomik modelleri ile büyümeyi hayal edersek, krizi asla fırsata çeviremeyiz.

22 Haz 2009

Sevmeyi öğren de gel!


Zor olan "sevgi", zor olan "sevebilmek"...Sorun burada "insan" kardeşim!

Önce sevgi mi? Yoksa önce saygı mı?

Hasbel kader aynı güneşin altında ısındığımız her insanı sevmek zorunda mıyız yoksa sevmesek bile saygı duymak zorunda mıyız?

Bu sorulara genelin vereceği yanıt şudur; “Sevmek zorunda değiliz ama saygı duymak zorundayız”…az buçuk “insani” değerlerle donanmışların vereceği minumum yanıt budur.

Değil işte insan kardeşim değil…yanıt bu olmamalı.

Önce sevmeli, önce sevmek!...salt saygı duyabilmekten çok daha zor, ama becerebilen için “sevmek” her kapının anahtarı. Sevmesini bilen, sevgi yetisini kendinde konumlandırabilmiş, sevmeyi öğrenmiş insan saygı duymayı da bilir veya öğrenir.

Evet, tesadüfen aynı güneşin altına sığınmış da olsak, “insan”olabilmenin yolu “önce sevmek” ten geçiyor.

Erich Fromm “sevmek sanatı” demiş. Nasıl ki bir sanatı icra etmek dikkat, emek, sabır gerektiriyorsa, sevgi için de aynı şeyler geçerli…bunun için “sevmek bir sanat”. Her babayiğidin harcı değil “sevmeyi becerebilmek”…Bunun için “sevmek bir yetidir” denilmiş.

Yaşadığınız, her hangi bir eylemde bulunduğunuz ortamlara bir bakınız…sevmesini bilmeyen insanlarla dolu, insan oluşumuzdan utandıran insanlar kaplamış her bir yanımızı.

Sevmesini beceremeyen insanlar topluluğu… bu kadar nefret denizinin içinde birbirimize nasıl saygı duyacağız? Nedir bu öfke, bu kin?

Farkında değil misiniz yoksa “siz sevmeyi bilmiyorsunuz”… Sevmeyi, önce sevilmek sanarak en baştan sevgiye kapılarınızı kapamışsınız. Önce siz etrafınızdakileri sevmeyi bir deneyin bakalım…becerebilecek misiniz?

Başkalarından nefret edip, kendinizi sevmeye çalışmak veya kendinizden nefret edip başkalarını sevmeye çalışmak…Bu mudur sevgi?

Sevgi kendinize tapmak da değildir…evet önce kendini seveceksin ama bireyselliğinin bir devinim gerektirdiğini de yan cebinde bulunduracaksın. Sevmek zorundasın insan kardeşim benim, bilmiyorsan da öğrenmek zorundasın… Özgürlük ve bağımsızlık kadar sorumluluk ve kucaklaşma da beraberinde olmalı ki bireyselliğin işe yarasın.

Ağzından çıkan her sözcük önemli…otomatiğe bağladığın sözcüklerin dahi bir anlam ifade ediyor. “Seni seviyorum” diyebilmenin içini doldurabilmek için çaban var mı?...Bu kelimenin her harfini hissederek sarfediyorsan, o zaman saygı da peşine takılır gelir.

Sevmeyi beceremeyen insan, hükmetmeye meyillidir. Hükmederek kendini “insan” statüsüne sokmaya çalışır, böylece varlığını ebedi kıldığını sanır…ne büyük yanlış!

Sevmeyi bilmiyorsan, saymayı da bilemezsin sen…sevgisiz saygı olmaz…

“İnsan” olabilmek için önce sevmeyi bir dene bakalım… beceremiyorsan zaten sen saygı duyulmayı da hak etmiyor demeksin.

Tesadüfen aynı güneşin altında ısındığımız her insanı, saygı duymadan önce sevmeyi öğrenmek…bu sanatı becerebilmek.

Zor olan “sevgi”, zor olan “sevebilmek”…

Sorun burada “insan” kardeşim! …öncelik “sevmek” te.

Lütfen önce sevmeyi öğren de gel!



Bugün “Pazar”…kendimizi temize çekme günü…hadi açalım defterimizin en temiz sayfasını…Başına da “SENİ SEVİYORUM” yazalım…altını da dolduralım…sonsuza dek!

Bugün “Babalar Günü”…Tüm babaları kutluyorum…onlara boş yere “BABA” demiyoruz…çünkü hakediyorlar.



19 Haz 2009

Beyaz Türkler neden “ötekilerle” iktidar ve refahı paylaşmak istemiyorlar?


Beyaz Türkler, Siyah Türkler ve arada tırışkadan gri Türkler...


“Beyaz Türkler” kavramı, ilk olarak sosyolog Nilüfer Göle tarafından ortaya atılmış olup son yıllarda toplumsal yapımızdaki süre gelen değişikliklerimiz için sıklıkla kullanılmakta…

Nilüfer Göle, her ne kadar "Beyaz Türkler" kavramı ile kendini halkın üzerinde ayrıcalıklı bir sınıf olarak gören asker-sivil bürokrasiyi ve kendini ilerici sanan bir takım entelektüelleri kastediyor olsa da, zaman içinde “ötekileştirme” kavramı ile birlikte iç içe geçmiş, halkın eğitim, kültür, ekonomik yapısı ve dini algılayış biçimine göre, sınıfsal ayırımı için kullanılır olmuştur.

Kimdir bu sonradan ayrıştırılan Türkler?...Beyaz, siyah ve gri olarak boyacının renk kartelasındaki gibi ayrıştırılanlar, ne tip insan kategorisinden oluşmaktadır?

"Beyaz Türkler"… eğitim-kültür seviyesi yüksek, ekonomik gücü fazla, inanç ve geleneklerle çok haşır neşir olmayan, yönetici, sanayici, iş adamı, meslek ve kariyer sahibi, Cumartesi akşamları popüler barlarda ,mekanlarda, Pazar sabah kahvaltılarını brunch olarak alıp, son dönemde de politize olup kendini Cumhuriyetçi, Kemalist veya ulusalcı olarak niteleyip, laik değerlerin yegane koruyucusu olduklarını düşünen, siyasette ağırlığı olup sayıca azınlıkta olan bir “elit” veya “seçkin” ler tabakası.

"Siyah Türkler"…eğitimi lise veya yüksek okul seviyesinde, ekonomik gücü fazla olmayan, inanç ve geleneklerine bağlı hatta bir kısmı muhafazakar, köylü, işçi, emekli, memur, Anadolu çocuğu, sayıca fazla ama siyasi ağırlığı olmayan halk kesimi…hani bazılarının “göbeğini kaşıyan adam” tabirini uygun gördükleri.

Bir de arada “gri” ler var…siyahlıktan çıkmış, televole kültürüne uyum sağlamış, ekonomik gücü yükselmekte olan ama bir türlü beyazlaşamayanlar…beyazların “tırışkadan Türkler” diye tabir ettiği ortada bir tabaka.

Bilgi Üniversitesi Sivil Toplum Çalışmaları Merkezi tarafından yayınlanan, Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bölümü öğretim üyeleri Prof. Füsun Üstünel ve Doç. Dr. Birol Caymaz’ın hazırladıkları “Seçkinler ve Sosyal Mesafe” konulu araştırmada, “Beyaz Türkler” tanımına uyan elit ve seçkin tabakadan seçilen bir kısım kişilere, Türkiye’nin son yıllardaki gündem maddeleri olan Lozan azınlıkları, Kürtler ve muhafazakarlara yönelik algı ve düşünceleri sorulmuş.

Seçkin Beyaz Türkler'e , “ötekiler” sorulmuş, “ötekilerle” iktidar ve refahı neden paylaşmak istemediklerine dair ilginç yanıtlar alınmış.

Başörtülüler’den nefret ediyorlar, onlarla arkadaşlık yapmayı asla düşünmüyorlar, aynı mekanda bulunmak istemiyorlar…

Kürtler, tembel, görgü ve medeniyetten yoksun, herşeyi devletten bekliyorlar, beyinleri az gelişmiş, Kürt sorunu diye bir şey yok, her şey PKK ile başlamış, emperyalistlerin oyuncağı…

Gayrimüslimlere daha itidalli yaklaşmışlar, fazla seslerini çıkarmadıkları müddetçe sorun yok, hatta bir gayrimüslim arkadaşı olması bir paye bile getirebilir, havası olur…

Türemiş (gri), tırışkadan Türkler’i “ikinci sınıf diploma sahibi olarak niteliyor ve seçkinlikleri üzerinde bir rakip ve tehdit olarak algılıyorlar...

Keza; kendilerini cumhuriyetin değer ve kazanımlarının yegane koruyucusu olarak görüyorlar, AK Parti’yi orada olmayı hak etmemiş işgalciler olarak tanımlayanları var. Cumhuriyet Mitinglerine katılmışlar, Ergenekon’a alaycılıkla yaklaşıyorlar ve kesinlikle ciddiye almıyorlar. Bir yandan demokrasiye inandıklarını beyan edip diğer yanda darbe olsa destek vereceğini söyleyenler, parti kapatmalarına onaylıyanlar da var.

“Seçkinler ve Sosyal Mesafe” araştırmanın sonuçlarına göre ; Seçkin Beyaz Türkler, Ak Parti iktidarından sonra politize oldular. Toplumun genelinden kopuk yaşıyorlar, kendi doğrularından vazgeçemiyorlar, toplumsal değişim ve dönüşümleri anlamakta güçlük çekiyorlar. Değişime ve toplumun dinamizmine kapalı hayat algısı, seçkinlerde var olan “Biz ve Onlar” ayrımının ana kaynağı. Kendilerini Atatürkçü, Kemalist ya da ulusalcı olarak tanımlıyor, ayrıcalıklarının ve seçkinliklerinin tehdit altında olduğunu düşünüyorlar. Kimlik olgusunun dinamik değil statik bir olgu olarak ortaya çıktığı, kimliksel çeşitliliği algılamada ise ciddi bir körlük olduğu belirtiliyor. Yaşam tarzına müdahale ve muhafazakarlaşma konusunda yaşanan büyük korku ise Ak Parti ile ilişkilendiriliyor.

Hal ve sonuçlar böyle iken biz birbirimizin rengine bakmadan nasıl uzlaşacağız?

Böyle bir ayrıma başından sonuna kadar karşıyım ancak önce “Seçkin Beyaz Türkler’in veya kendini öyle sananların, dünyayı daha doğru okumaları gerekiyor düşüncesindeyim.

Demokratik bir sistem ve ortak bir zeminde, eğer her kesim bir diğerinin “varolma” ve “yaşama” hakkına saygı duyarsa sanırım renkler arasında uyum ve uzlaşma da sağlanabilecektir.

Sadece biraz önyargıların kırılmasına ve empatiye ihtiyacımız var.



17 Haz 2009

İrticayla Mücadele Eylem Planı gerçek ise demokrasi adına sözün bittiği yerdeyiz



Demokrasiyi hazmedemeyen, içselleştiremeyen ülkeler her lekeyi taşır, hatta leke üzerine leke eklemekte hiç bir sakınca görmezler.


Ancak; Türkiye artık bu lekelerden arınıyor, Türkiye kendini temizleyecek.

Kapalı kapılar ardında “demokrasiyi lekeleme eylem planları” hazırlansa da, halen demokrasiye ve hukuk devletinin üstünlüğüne inananların hiç de azımsanmayacak oranda var olduğu bu ülke, her türlü hukuksuzluktan kurtulmak ve ayağına pranga olan ağırlıklardan ve bu kara lekelerden kurtulmak için çabalıyor.

Yeter ki ; “Darbesiz, andıçsız, eylem plansız bir Türkiye” kararlılığını gösterelim ve ayrık otlarını bir bir temizleyelim.

Bu anlamda, Milliyet’in "Hiç bir demokrasi böyle bir lekeyi taşıyamaz. Soruşturma bir an önce sonuçlanmalı" çağrısını çok önemli, ciddi ve yerinde bir çağrı olarak görüyorum.

Taraf Gazetesinde yayımlanan ve Genel Kurmay Başkanlığı karargahında görevli bir kurmay albay tarafından hazırlandığı iddia edilen “İrticayla Mücadele Eylem Planı”, Ergenekon zihniyeti ürünü, demokarisiye çalınmak istenen kapkara bir leke olarak karşımızda duruyor...Halkın oyları ile iktidarda bulunan bir hükümete karşı darbe planlarının da ötesinde bir lekedir bu. Ergenekon soruşturmasının başından bu yana ortaya çıkartılan belgelerin en korkuncudur bu.

Bırakınız, darbe planını, cemaatlere karşı eylem planını, direk olarak halkı provake etmekten ve bunun yöntemlerinden sözeden bu belge, halkın üzerinde oluşturulmak istenen bir tahakkümün planıdır.

Öyle ki; belgede etnik kökenlerin tahrik edilmesinden tutun da suçsuz insanlara iftiralar atılmasına, halka karşı komplolardan sınır komşumuz bazı ülkelerle aramızda sorunlar çıkartılmasına kadar her tür pislik ve leke mevcut. Altında bir kurmay albayın imzasını taşıyan bu belge Erkenekon sanığı eski bir subayın odasında bulunuyor.

"İrticayla Mücadele Eylem Planı" gerçek veya komplo, her iki olasılıkta da durum gerçekten çok vahim. Gerçek olması ihtimali zaten “demokrasi” adına sözün bittiği yer, komplo ise üretilecek o kadar çok senaryo var ki…iki ucu da “lekeli” değnek gibi.

Halkın vergileri ile halkı korumak adına var olan ordu kurumunun her iki olasılıkta da güven kaybı yaşaması kaçınılmaz. Ancak siyasete bu kadar bulaşmış bir askeri sistemin de geleceği nokta maalesef budur.

Ordu; içine yerleşmiş olan Ergenekon zihniyetini ayrıştıramadığı, içindeki ayrık otlarını temizleyemediği sürece de bu güven kaybı devam edecektir.

Dünya ile bütünleşmeye çalışan bir Türkiye’nin önünün açılması için her şeyden önce üzerinde lekeleri olmayan bir demokrasiye ihtiyacımız var…Lekelerden temizlenmek, toplumun kafasında oluşan soru işaretlerine yanıt verebilmek için de devletin kurumlarının askeri vesayetten sıyrılıp, Ergenekon zihniyetinden arınması şarttır.

Değişecek…Türkiye değişecek ve değişiyor da…demokrasinin önündeki engeller ve “ayrık otları” bir bir temizleniyor.

Ben, Ordu’nun halka karşı komplolar kurabileceğinin planını yaptığını düşünmüyorum ancak zihniyet değişikliği umuyor ve bekliyorum.

Bu ülkede kendimizi güven içerisinde hissedebilmek için öncelikle Ordu’muza güvenmek gerektiğinin farkındayım…

Ancak, Ordu’muzun da halkımıza güvenmesi, demokrasiye güvenmesi, oyumuza itibar göstermesi şart!

Türkiye değişiyor, asker de değişmeli!



14 Haz 2009

Krizden çıkış henüz başlamadı, ancak felaket savuşturuldu

Krizden çıkış başladı diyebilmek için, krizi yaratan nedenlerin de ortadan kalkıyor olması gerekir.

ABD’de başlayan finans krizinin nedenleri nelerdi? Mortgage piyasasında yaşanan sorunlar, konut fiyatlarındaki balon artışlar, büyük fina
ns kuruluşlarının riskli krediler kullandırmaları, makyajlı bilançolarındaki aslında tüm değerini kaybetmiş olan ve dolayısıyla mali zafiyet yaratan (toksik) varlıklar.

Teknolojinin nimetleri ile anlık süreler içinde dünyayı d
olaşan bu değersiz kağıtlar, krizi tüm dünyaya bulaştırmış ve Amerikan finans sistemindeki sarsıntılar dünya finans sistemini de allak bullak etmiştir. Tüm dünyada fon akışının aksaması doğal olarak reel sektörü de krize sokmuş, ekonomiler yavaşlamış, harcamalar ve talep daralmıştır. Bu gelişmeler güven duygusunun iyice yitirilmesine yol açmıştır…Bu kısır döngü, ekonomileri iyice dibe çekmiştir. Bu döngünün içinden çıkılması için, kapitalist sistemin ezberleri bozularak, devletler ekonomiye müdahale etmeye başlamış, banka ve şirket kurtarmaları için pamuk eller cebe girmiştir.

Şimdi bazı uzmanlar diyorlar ki “ Ekonomik kriz yavaşlama, gerilemeye başladı, kriz artık dip yaptı, krizden çıkıştayız”…. Sistemdeki zehirli (toksik) varlıklar temizlenmedikçe krizden çıkış başladı demek doğru değildir ancak krizin hızı kesilmiş olabilir. Bu da kötünün iyisine eyvallah demektir.

ABD’de toksik varlıkları halen elinde bulunduran, geri dönüşü imkansız kredileri vererek krizin doğmasına neden olan bankalara “Zombi Bankalar” deniliyor…yani artık onlar yaşan bir ölü. Bu bankaların devlet müdahalesi olmadan yaşamaları da imkansız görünüyor. ABD ekonomisinin bel kemiği olan bu küçük bankaların sermaye açığı sorunu yaşaması ekonomi için halen bir tehdit.

ABD krizin halen tam dibinde…Krizin hızı yavaşlamış olsa bile tüm dünyanın yeniden ekonomik istikrara ulaşabilmesi, en iyimser tahminle 2 yıl sonra gerçekleşebilir. Krizden çıkış başladı diyebilmek için ABD, Avrupa, Rusya ve Çin ekonomilerinin toparlanması, reel sektörün global bazda canlanması gerekiyor.

Bu bağlamda, Türkiye’de tüketici güven endeksi artıyor olsa bile, Türkiye’nin de krizden çıkması dünyadaki ekonomik canlanmaya bağlıdır. Sadece iç talebi artırarak ekonomiyi düzlüğe çıkarmak mümkün değildir, dış talebin de aynı oranda canlanması gerekir. Her ne kadar son ekonomik göstergeler, üretim ve ihracat verileri iyimserlik katsayımızı ve güven endeksimizi yükseltiyorsa da “krizden çıkış başladı” demek biraz hayalcilik veya erken iyimserlik olur.

Gelelim en can alıcı konuya, yani işsizliğe…Türkiye’de işsizlik oranının 2009’da yüzde 13.5 olacağı tahmin ediliyor, tabi ki bu resmi olanı. Şu anda kayıtlı kayıtsız 5 milyon civarında işsizler ordusu söz konusu. 2009’ da ekonomik küçülme ile üretimde daralma yaşanacağı için işsizliğin daha da büyüyeceği su götürmez bir gerçek. Son teşvik paketinin olumlu etkileri de ancak uzun vadede kendisini belli eder. İşsizlik konusunda gözle görülür,elle tutulur iyileşmeler olmadığı sürece "krizden çıkıyor" olmak hiç bir anlam ifade etmez.

Bizim ekonomik risklerimiz Amerikan ekonomisi gibi çok yüksek değil ancak bizdeki siyasi riskler çok yüksek. Eğer teşvikler siyasi yatırım aracı olarak kullanılır, kontrolsüz ve amaç dışı uygulanırsa, verilen teşvikler kamu maliyesinde daha büyük zarar ve açıklara neden olabilir ki zaten ekonomik kırılganlığı çok hassas olan Türkiye ekonomisinde zor günler hiç bitmez.

Krizin neresinde olduğumuz belirli ama nereye gittiğimiz halen muallak. İyi bir ekonomi yönetimine ihtiyaç var.

Nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman, “Felaketi savuşturduk, ancak gerçek düzelmeyi nasıl yapacağız?” diyor.

Bir müddet sonra krizden mutlaka çıkılacaktır, bu kapitalizmin yapısında var…kapitalizm her krizden kendini yenileyerek çıkmıştır ama bu “gerçek bir düzelme” olur mu?...orası biraz tartışılabilir.


8 Haz 2009

Siz de kimliksiz bir şehirde mi yaşıyorsunuz?



Gözünüzü bağlasalar ve sizi Türkiye coğrafyasında bir şehre götürüp her hangi bir caddesine bıraksalar, sonra da gözünüzü açıp “bil bakalım bu şehir neresi, bu şehrin adı ne?” diye sorsalar…Ne tesadüf, o anda caddeden de hiç bir araç geçmiyor ki plakadan hangi şehir olduğunu anlasanız.

Sağa kafanızı çevirdiniz; şelalemsi bir şey var, hani şu suni olanlarından, suni taşların, kayaların arasından sular akanından…Aaa burası Ankara olmasın hani şu Keçiören semtinde de böyle bir şelale varmış, yok canım belki de Mardin veya Diyarbakır veya Bursa…Denizli de olabilir.

Sol tarafa kafanızı çevirdiniz; bir çocuk oyun alanı, hani şu rengarenk plastik kaydırakların, salıncakların olduğu…hay allah, bunun aynısından her yerde var, hatta parkta oynayan çocuklar bile sanki aynı…bizim sokağın köşesindeki spor aletlerinden de hemen yan tarafına koymuşlar.

Şu ileride ki AVM’yi de bir yerden hatırlıyor gibiyim, şu dev panonun üzerinde sırıtan bir adam resmi var…kim ola ki? Çok da afilli bir poz vermiş, “çalıştık, oldu” yazıyor panonun üzerinde, “27 alt geçit, 35 üst geçit, 792 km asfalt yol, 12.800 konut yaptık!”.

Bu alt geçit de Antalya’dakinin aynısı, geçenlerde tv de görmüştüm, açılışını yapıyorlardı, yoksa Antalya mı burası? Kaldırımlardaki döşeme taşları bile aynı…

İşin içinden çıkamıyorsunuz, bu şehrin neresi olduğunu bir türlü bilemediniz değil mi? Bir yere benziyor ama nereye, hangi şehre? Yaşadığınız kentle ne kadar da benzer yapılar var…bir bakışta tanıyabileceğiniz hiçbir özelliği yok bu şehrin...

Keçiören şelalesini yapan ekip, tüm Türkiye’ye aynı şelaleleri dizdi. Tüm kentlerimizde kentsel dönüşüm adı altında aynı tip TOKİ konutları karşınıza çıkıyor, Konya’daki alış veriş merkezinin aynısı Trabzon’da, Gaziantep’te de var. Kaldırımlardaki döşeme taşları ile tüm kentlere pembe renkli koridorlar oluşturduk.
Her refüjün başında aynı tabela ve belediyenin gülümseyen başkanının resmi “Kentimizi marka yapacağız”!... Paris gezisinden yeni döndü galiba veya Roma’dan.

Bu coğrafyada artık bütün şehirler birbirine benziyor…Isparta’nın Çorum’dan, Kayseri’nin Bolu’dan, Erzurum’un Manisa’dan bir farkı kalmadı. Her yerde aynı tip binalar, yollar, alt ve üst geçitler, fıskıyeli havuzlar, illaki de bir şelale ve bir büyük alış veriş merkezi, aynı renk çocuk oyun alanları, trafik keşmekeşliği bile birbirinin aynı. Hele o koyu renk cam kaplama devlet kurumu binaları yok mu? …devlet, keşke binalarını modernleştirebildiği gibi kendini de hantallıktan kurtarabilse.

Hiç bir şehrin kendine has özelliği, tarihi dokusu, nostaljik tek bir sokağı, gülümseyen pencereleri olan evleri kalmadı…hatta kokusu bile yok artık. Kentleri şişirdik, kentsel yaşam alanı açacağız diye içinde yaşanması adeta zul olan garabetler haline dönüştürdük. Yeni bir kente gitmenin ne keyfi ne de heyecanı kaldı…çünkü her kent bir diğerinin ikizi oldu.

Kentlerin artık bir senaryosu kalmadı…birbirlerine benzemek için yarışıyorlar. Bu öyle bir yarış ki kentlerimiz kimliklerini kaybetti.

İnsanlar kentleri yaratmış ama kentler de insanları...Kimliksiz kentler de kimliksiz insanları yaratıyor. Sabah kalktığımızda yoluna heyecanla koyulacağımız, kokusunu ta iliklerimizde hissedeceğimiz, etrafımıza bakınca haz alacağımız, huzur duyacağımız şehirlerimiz olmayınca, “insanız” diye kendimizi kandırmanın bir alemi var mı?

Senaryosuz, kimliksiz şehirlerimizle insanca bir yaşam felsefesi oluşturmak mümkün mü artık?

Ah İstanbul ! …tüm bunlar senin yüzünden, bütün şehirler senin gibi olmaya, sana benzemeye çalışıyor, sana özeniyor ama farkında değiller ki İstanbul’un bile bir senaryosu kalmadı artık!

Dünyada kadın sayısı azalınca, fahişe fiyatları artacak erkekler eşcinsel olacak!



Erkekler burunlarından kıl aldırmıyorlardı…

Yıllarca kadın nüfusu erkek nüfusundan fazla olunca, erkekler de kendini nimetten saymaya başlamıştı…“1 erkeğe 4 kadın” fantazisi de almış başını gidiyordu.

Neymiş…elini sallasan ellisiymiş, kadınlar erkekler için sıraya girmişmiş, ortalık kadın bolluğundan geçilmiyormuş, sanki dünyada bir tek kadın biz kalmışız da kapris yapıyormuşuz…sokakta elini sallasan kadına çarpıyormuş…muş muş muş.

Aman erkeklere iyi bakın, aman erkekleri üzmeye gelmez…ülkede erkek kıtlığı var, erkekler kapanın elinde kalıyor…ne bu be!

“ Entarisi böcek böcek, annem bana naylon fistan dikecek, evlenmeyin oğlanlar, naylon kızlar çıkacak, amanin yalel yalel”…diye türküler bile söylendi, dalga geçe geçe bi hal oldular..

Bitti artık, bu rüya, bu hülya bitti, devir değişti...Dünyada kadın sayısı azalmış.

Amerikan Gizli Servisi’nin (CIA) rakamlarına göre, nüfusun 6 milyar 790 milyonu bulduğu dünyada, erkeklerin sayısı kadın nüfusunu 100 milyon aşıyor.(Hürriyet)

Hadi buyrun bakalım, daha doğrusu biz buyuralım…sahne bizim kadınlar! :-)

Amanin yalel yalel…şimdi ağırdan almak zamanıdır, artık erkeklerden daha azız…neredeyse elini sallasan erkeğe çarpacak, 100 milyon erkek fazlalığı varmış…

Erkek sayısı fazla olunca, bilumum evlilik, mutluluk uzmanları da hemen devreye girmişler, soruna çözüm bulacaklar…nasıl olacaksa bu çözüm? Bir telaş bir telaş, bunca erkek fazlalığına nasıl kadın bulunacak, 7 kocalı hürmüzler dönemi mi geliyor?

Anlı şanlı bir hukuk profesörü, Amerikalı Richard Posner abim de bir kitap yazmış…’Seks ve Gerçekler’ (Hukuk profesörü abimiz de yazacak başka konu bulamadı zaar). Hukuku filan bırakmış konuyu uzun uzadıya incelemiş. Dedim ya bir telaş bir telaş.

Öyle bir sonuca varmış ki hem erkeğe hem kadına, hakaret mi ediyor yoksa çözüm mü buluyor belli değil… “Fahişe fiyatları artacak erkekler eşcinsel olacak”! …yani, arz talep meselesinden dolayı.

Erkek nüfusu artmaya devam ettikçe, kadın sayısı azaldıkça fahişelerin fiyatı yükselecek, erkekler çözümü homoseksüellikte bulacakmış. Olayı bağladığı yere bakar mısınız?...iş döndü dolaştı nereye geldi. Profesör, erkeklerin bir kadını evlenmek için ikna etmesinin zorlaşacağını, başlık parasının da giderek artacağına dikkat çekmiş.

Kadın sayısının erkeklerin altında kaldığı ülkelerde evlenmek isteyen erkekler özellikle kriz dönemlerinde sömürülüyormuş!...ya yıllarca başımızın etini yediniz, biz kadınları duygusal açıdan sömürdükçe sömürdünüz… Eee düşmez kalkmaz bir Allah, çekin cezanızı şimdi diyeceğim ama yine de gönlüm razı değil…

İşin başka bir boyutu daha var ama…bu boyut baya ciddi görünüyor.

Habere göre; Başlık parası uygulamasının yaygın olduğu Çin’de(bunu da yeni öğrendim) bazı evliliklerin ömrü artık sadece 10 gün sürüyormuş. Kadınlar evlendikten 10 gün sonra binlerce dolarlık başlık parasını alıp kayıplara karışıyorlarmış…etme bulma dünyası ne diyelim.

Girişimci Ruslar da Çinli erkekleri eş bulma vaadiyle kandırarak internet üzerinden dolandırıyorlarmış. Rusya’da kadın sayısı, erkeklerden 12 milyon fazla olunca internette yeni bir sistem geliştirmişler “Sen eşini netten seç ben evine yollarım”…posta ile adrese teslim kadın. Neyse ki Türk erkeklerinin böyle bir derdi yok zaten, burada posta ile adrese teslime ihtiyaç mı var, her yerde mebzul miktarda varlar.

Türk erkeklerini şimdilik böyle bir homoseksüellik, dolandırılmak gibi bir tehlike beklemiyor zira 2008 sayımına göre halen Türkiye’de kadınlar halen 300 bin kadarcık fazlalar…eh eşitlenmeye az kalmış.

Buraya kadar okudu iseniz, sanmayın ki kadın-erkek ayrımcılığı yapan birisiyim, kadın erkek birlikte mutlu olsunlar.

Hani “amanin yalel yalel” durumları olmasın dedimdi :-)

Ne yapacağız biz bu Kürtleri? Yine bir parmak sallayalım bakalım!



İllaki limon yeşilini bulacağız diye bir şart yok, yeter ki parmak sallaya sallaya “pis koyu gri” için çabalamayalım!

Siyasi ve ekonomik olarak dış dünyaya kapılarını açmış, Avrupa Birliği’nin eşiğinde, bölgesinde etkin ve örnek bir güç olmayı hedeflemiş bir Türkiye’de, Genel Kurmay Başkanı’nın her düşündüğü ve her söylediği bu kadar önemli olabiliyorsa ne gerek var siyasetçilere ne gerek var demokratik devlet anlayışına?

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Washington’da düzenlediği basın toplantısında, “Üniter devlet prensipleri Türkiye’nin çivisidir. Oynatırsanız bakın Yugoslavya örneği var” diyor. Yine bir süre önce, Kürt sorununa ve çözüm çabalarına ilişkin olarak “Önemli olan kültürel kimliğin bizi birleştiren üst kimliğin önüne geçmemesidir" demiş ve Irak ve Lübnan örneğini vermişti.

Cumhurbaşkanı, Kürt sorununun çözümünde “tarihi fırsatın yakalandığından söz ediyor”, Başbakan “ farklı kimlikleri bu ülkeden kovmak faşizanca bir uygulamadır” diyerek bir nevi günah çıkarıyor, statükonun baş temsilcisi CHP lideri Baykal dahi Kürt açılımından bahsediyor, Kürtlerin Meclis’teki temsilcisi DTP “biz üniter devlet yapısı içinde her tür çözüm için varız” diyorken…Asker de çıkıyor, yine aba altından siyasi model gösteriyor.

Bir sorunun çözümünde siyasiler yetersiz kalıyor diyoruz ama bir de bakmışız ki tam siyasiler bir şeyler yapacak, somut adımlar atacakken yine askerden bir “siyasi” mesaj geliyor.

PKK sorunu ile Kürt sorunun karıştırmamak gerek…Asker, eğer gerçekten bir şeyler yapmak istiyorsa, devletin modeli ile uğraşmak yerine PKK sorunu ile ilgilenmelidir. Zira PKK sorunu ile bütünleştirilmiş bir Kürt sorununu, en başından çözümsüzlüğe sokuyorsunuz demektir. Asker, bir yandan Kürt sorununu salt bir terör ve güvenlik sorunu olarak görmekle hata yapıyor, diğer yanda kendisinin çözmesi gereken PKK sorununu bir yana bırakıp, siyasilerin oynaması gereken alanda çelik çomak oynuyor.

Aslında Genel Kurmay Başkanı’nın bu bilinçli çıkışları ve mesajları, bizim gibi defalarca darbe, muhtıra, ilerleyen teknoloji sayesinde e-muhtıra görmüş bir ülke için şunu gösteriyor ki biz ne kadar oyumuzu verip ülkeyi yönetme hakkını sivil birilerine vermiş olsak da, o sivil siyasiler ancak ve ancak askerin iki dudağının arasından çıkacak sözler kadar bu ülkeyi yönetebilirler.

Demokratik bir sistemde, insanların tercih hakları vardır, devlet insanlara ne bir kimliği, ne de bir fikri dayatabilir. İnsanlar özgür biçimde kendilerini istedikleri gibi ifade ederler. Tartışılamayan, konuşulmasına izin verilmeyen kimlikle ilgili sorunların sonucu binlerce insanın ölümü olmuştur ancak İlker Başbuğ hala bazı şeylerin tartışılamayacağını göstermektedir.

Gelinen nokta yine aynı…Bu ülkede kimlik tartışmalarından, ifade özgürlüğüne, devlet modelinden, anayasaya kadar asker her konuda siyasete müdahale edebiliyor ve Kürt sorunun çözümüne ilişkin sınırları iki cümle ile belirliyebiliyorsa, askerin siyasetin tam da baş köşesinde oturduğu bir ülke olarak bırakın demokratik ve hukuk devletinden bahsetmeyi, bir kez daha Kürt sorunun çözümsüz kalacağını, kalkan parmakla gözümüze gözümüze sokuyor…zamanlama yine süper!

İnternette dolaşan anonim bir yazı der ki;

Evin duvarlarını boyayacaktım.
Önce boyacıları dolaşmakla işe başladım. Kataloglardaki renkler benim istediğim limon yeşiline bir türlü uymuyordu. Hatta bazı boyacılar senin istediğin limon yeşili değil limon sarısı, yanlış arıyorsun dediler. Olmadı.
Sonunda istediğim limon yeşili boyayı kendim hazırlamaya karar verdim. İlk aklıma gelen sarı, mavi ve biraz açmak içinde beyaz renkte boyalar almak oldu. Boyacıların yolunu tuttum.
Yine olmadı. Çeşit çeşit sarı, çeşit çeşit mavi. Boyacılara soruyorum, şunu, şunu almalısın diyorlar. Bazıları yardımcı olmak için renk hazırlıyorlar, olmuyor. Benim istediğim rengi tutturamıyorlar. Benim limon yeşilim, balkonumda yetiştirdiğim limonun yeşili. Ben onu istiyorum.
Tüm tersliklere karşın, olabileceğine inandığım sarıdan, maviden bir de beyaz boyaları alıp eve geliyorum. Kesin başaracağım. Tüm hazır renklere, tüm boyacılara inat kendi rengimi bulacağım.
Büyükçe bir kovaya sarı boyayı döktüm önce. Sonra biraz mavi katıp karıştırmaya başladım. Olacak gibi, ama daha değil. Rengi açmak için biraz beyaz karıştırdım bu sefer. Yaklaşıyorum. Olacak. Ama sanki biraz daha mavi katsam iyi olacak. Çok mu maviye kaçtı bu sefer. Biraz sarı. Kalmadı. Aldım yeniden. Boyacı sana pembe de vereyim, birkaç damla atarsın, sanırım istediğin o dedi. Aldım.
Biraz sarı, yok, az mavi, iki damla pembe… Giderek kovadaki renk griye dönmeye başladı. N’apsam. Beyaz, hayır yetmiyor. Sarı, ı-ıh. Mavi, pembe…
Bir kova dolusu petrol atığı… Pis bir koyu gri…
Oysa ben sadece balkonumdaki limon yeşilini istemiştim.


İllaki limon yeşilini bulacağız diye bir şart yok, yeter ki parmak sallaya sallaya “pis koyu gri” için çabalamayalım!

6 Haz 2009

Yeni Teşvik Paketi açıklandı; Doğu'ya ekonomik destek ve işsize iş umudu



Küresel finans krizinin Türkiye’deki etkileri konusunda; en başta Başbakanımız olmak üzere hepimiz geometrinin bilinen argümanlarını ters yüz ettik…teğet teorisi, krizin U şekli, L şekli, dibe mi vurduk, dipten çıkışta mıyız diye aylardır konuşuyoruz.

Mete Han’dan beri Devlet’in babalığına bel bağladık… “devlet açları doyurur” zihniyetimiz her ekonomik krizde ön plana çıkar, devlet babanın bizi kurtarmasını bekleriz. Devlet’in aşırı korumacılığının ekonomik sistemlerde her zaman geçerli ve yeterli olmadığı görüldüğü ve bilindiği halde, ellerimizi açar bekleriz. Serbest piyasa ekonomisinin tam anlamı ile çalıştırılması da bir ütopya olarak kalır. Öyle ki; serbest piyasa ekonomisinin ekolü olan ülkelerin devletleri, ekonomik krizde kesenin ağzını açarlar, “devlet havadan para saçsın” diyenleri bile olmuştur…

Nihayet iktidar, ekonomik kriz için en ciddi adımını attı. Başbakan Erdoğan, ekonomik krize karşı “Yeni Teşvik Sistemi” ni açıkladı.

Ticaret odaları, sanayi odaları,sendikalar gibi ekonominin sivil toplum kuruluşları, sektör temsilcileri ve ekonomistlerin de görüşleri alınarak hazırlanan “Yeni Teşvik Sistemi”, önümüzdeki günlerde bir hayli tartışılıcak, olumlu ve olumsuz yönleri masaya yatırılacak, ancak ilk etapta ve kısa vadede ekonomik krize karşı pozitif moral etkisi görülecektir. Teşvik sisteminin ana unsurlarına göz attığımızda ise uzun vadede geri dönüşleri olumlu olacaktır. Bunun yanısıra bazı gereksiz veya yanlış teşvikleri de içermektedir.

Henüz çok detaylı incelemiş olmamakla birlikte genel olararak bakıldığında; Türkiye teşvik derecelendirmesi olarak 4 bölgeye ayrılmıştır. Bu bölümlendirmeye göre bir takım sektörler, kurumlar ve gelir vergisi indirimi, SSK primleri, yatırım yeri tahsisi, kdv istisnası, gümrük vergisi muafiyeti gibi unsurlarla desteklenecektir.

Yeni Teşvik Sistemi’nde amaç, yeni veya mevcut yatırımların desteklenmesi ile üretim potansiyelini yükseltmek ve bölgesel gelişmişlik farklılıklarını en aza indirmek olarak belirlenmiştir.

Yeni Teşvik Sistemi’ni somutlaştırmak gerekirse; örneğin bir tekstil yatırımcısı, 4. ve teşvikte öncelikli bölge olarak belirlenen doğu ve güneydoğu illerine tekstil fabrikası kurarsa veya mevcut yatırımını kaydırırsa yüzde 20 kurumlar vergisi yerine yüzde 2 kurumlar vergisi ödeyecektir. Gelir giderini düzgün olarak yansıtan bir firma için bu oldukça büyük bir destektir.

Bir başka önemli destek ise işverenin Nisan 2009 ayından itibaren işe aldığı her işçinin SSK işveren primini devlet karşılayacaktır. Ancak işçinin gelir vergisinde herhangi bir indirim söz konusu değil, bu da yeni teşvik sisteminin çok tartışılacak konularından biri. İşverenler desteklendiği kadar çalışanlar için herhangi bir doğrudan destek görünmüyor.

ARGE kapasitesini artıracak büyük proje yatırımları için 12 sektör belirlenmiş. Ayrıca yine ağırlıklı olarak doğu ve güneydoğu illerinde tarım, deri gibi sektörler teşvik edilecek. Bu bölgelerde turizm, sağlık, eğitim yatırımları desteklenecek. Büyük yatırımlara girmeyen yatırımlar, genel teşvik kapsamında, KDV istisnası ile desteklenecek.

Yeni Teşvik sisteminin en önemli unsurlarından birisi de “istihdam paketi”. Bu pakette ilginç bir teşvik yer alıyor; toplum yararına yapılacak işler yardımıyla 6 aya kadar iş imkanı oluştulacak ve bu sayede 120 bin işsize ağaçlandırma ve erozyon kontrolü, çevre düzenlemesi gibi alanlarda istihdam hedefleniyor. Ayrıca açılacak kurslar vasıtasıyla 200 bin kişiye meslek edinme imkanı, 10 bin kişiye danışmanlık verilerek kendi işlerini kurması için destek olunacak. Toplamda 500 bin kişiye istihdam yaratılması hedeflenmiş. Ancak hükümetin gerekli-gereksiz personel istihdamının emeğin verimliliğini ciddi şekilde düşürebileceği göz ardı edilmemeli. Üretime direk katkı sağlamayan işgücü kamuya ek maliyet getirir ki bu teşviklerin etkisini anlamsız kılar. İstihdam sorunu için en önemli unsur yatırımların teşviki, üretim maliyetinin düşürelerek üretimin canlandırılması ve dolayısı ile işsizlere yeni iş olanaklarının açılmasıdır. Yatırım teşvikleri ancak bu anlamda uzun vadede işe yarayabilir.

Yeni Teşvik Sistemi’nde KOBİ’ler de unutulmamış. KOBİ’lere sağlanan kredinin, yüzde 65’ine kefalet verilecek, kredi riskinin yüzde 35’i ise bankalarca üstlenecek.

Yeni Teşvik Sistemi’ni ana hatları itibari ile irdelediğimizde; bölgeler arası gelişmişlik farkını giderip gidermeyeceği henüz net değil. Türkiye geneli için düşünüldüğünde, gecikmeli de olsa iyi bir uygulama. Kısa vadede psikolojik etkisini gösterecektir, ancak teşviklerin dağılımında yatırımcıyı ve işverenleri olduğu kadar çalışanları, krizin etkisinden koruyacak önlemlerin bulunmadığı görülmektedir.

Toplumun refah seviyesinin yükseltilmesi için devletin reel sektörü teşvik etmesi çok da kötü bir şey değildir ancak bu korumacığın kamu harcamalarının üzerine çok yük bindirerek ekonomiyi daha da hantallaştırması tehlikesi de yok değildir. Teşvikler veya korumacılık, yatırıma ve istihdama yönelik ve akılcı kriterlerle yapıldığında, üretimi destekleyip, iç talebi canlandırıp, rekabeti artırıcı unsurlar ön plana alındığında kısa dönemde olmasa da uzun dönemde fayda sağlar.
Ekonomik krize karşı önemli bir adım atıldı…

Umarım uzun vadede Türkiye için faydalı olur.