Geçen yılı, “eski yıla at bir çentik diyemiyorum” la bitirdim. “Dün dünde kaldı artık yeni şeyler söylemek gerek cancağızım” özlü deyişini gönül rahatlığıyla söyleyemeden bu yıla başladık. Yılların önündeki çentikler, 2009 yılı için yine (?) oldu. Ne çok birikti bu soru işaretleri, hani bir yılda (OK) koyabilseydik yılımızın yanına…nerdeee?
Hızla birinden diğerine atladığımız ve “aaa bu yıl da bitti, ne çabuk geçti” dedirten, tıka basa anlamsızlıklarla doldurduğumuz 365 gün bitiyor… Yine koskoca bir yıl tükendi.
Yok… ya giden yılların hesabını kapatma yöntemimizde bir yanlışlık var ya da yıllar artık hesap dinlemez oldu… Anladım ki yaşamın çapı çarpanı, yüzölçümü yokmuş veya çentikler yalama olmuş, tutmuyor.
Al kişisel yaşamı vur Türkiye’nin genel görüntüsüne…farklı mı sanki? Şu rezilliklere baktıkça, gördükçe, ne hesap ne kitap kalıyor… iç karartıcı, umutsuzluk, kavga, nefret dolu bir Türkiye. İnsanların gözlerinden ateş çıkıyor, gölgesiyle bile kavgalı. Sıkış tıkış bir Türkiye…off nefes almak bile ne kadar zorlaştı. Türkiye’de insanın kendisi de bilinci de karmançor ve bulanık.
İnsan tanımımızın önüne eklenen sıfatlarla bir “şeyiz”…kimliklerimize göre hak veya hukuk sahibiyiz. Eşit vatandaşlıkmış…geçiniz. Duygularımız, düşüncelerimiz, yaşam beklentilerimiz, hayallerimiz, umutlarımız…bu vasıflara göre değerlendirilmeyeli çok zaman oldu veya hiçbir zaman olmadı.
Çünkü bu memlekette insanın adı yoktur…niyet öyle gibi görünse de hiçbir şey sadece “insan” kimliğiniz için yapılmaz. Onun için de her şey eğritidir. Ekonominiz de , siyasetiniz de, siyasetçiniz de , yasalar da, devletiniz de, demokrasiniz de…bu memleketde “sadece insan” için hiçbir karar alındığı ve uygulandığı görülmemiştir…öyle söylerler, atarlar, tutarlar ama önce insan anlayışı ile değil, önce “ben” anlayışıyla. Bu anlayışı her kesimde, her kademede farkedebilirsiniz.
Bu nedenle tüm yaşantınız da ipotek altına altına alınmıştır. Özgürce düşünemezsiniz, özgürce hareket edemezsiniz, hemen çevrenizi toplum gardiyanları sarar. Sadece kimliklerinize atıfta bulunarak yargılarlar, cezanızı keserler…çünkü siz, her karşınızdaki için tanımlarınızla bir “şey” sinizdir ve bu tanımız karşınızdakine ters ise anında yok sayılırsınız.
Sevmeyi beceremeyen insanların memeketiyiz biz, hükmetmeye meyilliyiz…Hükmederek kendimizi “insan” statüsüne sokmaya çalışır, böylece varlığımızı ebedi kıldığımızı sanırız…ne büyük yanlış!
2010 yılına girerken, 2009’un hesabında ayrışmış, yabancılaşmış, hoş görüsüz, ön yargılı ve bir diğerine düşman insanları ile bir Türkiye görüntüsü var, haliyle umutsuzluk da var…
Nasıl olmasın ki? Tüm dünyanın mezarlıklarını genç ölülerle doldurduk, kimi kim vurduya gitti, çoğu da yaşayan bir ölü haline geldiler…
Yeni yıla girerken, buralarda hava fırtına, yağmur,sel…ortalık toz duman, sizin oralarda da öylemi?
Bekleyelim bakalım baharı…kim bilir güneş belki yürekleri yeniden ısıtır?
“Çıkmayan candan ümit kesilmez” demiş eski insanlar…vardır belki de bir bildikleri.
28 Ara 2009
Vergisini ödeyen aptal mı?
Ankara’da, Atatürk Bulvarı’nda ve Meclis’in tam karşısında bir vergi dairesi vardı, halen orada mı bilmiyorum…Uzunca zaman binanın cephesini kaplayacak şekilde, kocaman harflerle “İradesi ile kendini vergilendiren halk, millettir” yazardı. Birgün, binaya baktığımda “milletdir” in “m” si yok olmuş, ““İradesi ile kendini vergilendiren halk, illettir” yazıyordu ve epeyce bir süre, farkedilene kadar da bu şekilde kaldı…
Kendini vergilendirmekle, millet olma arasındaki bağı da hala anlamış değilim. Ekonominin yarısının kayıt dışı olduğu bir ülkede, “iradesi ile kendini vergilendirmek” özdeyişinin hiçbir anlamı da yok. Konu dönüp dolaşıyor, “vergisini ödeyen aptal mı?” ya geliyor, “aptal” sıfatını yememek için vergi mükellefleri kayıt dışılığa kaydıkça,devlet de habire çaktırmadan vergi almak, ki biz buna " dolaylı vergiler” diyoruz, zorunda kalıyor.
Öyle bir vergi sistemimiz var ki; insanları kayıt dışılığa itiyor. Bu kayıt dışı sisteme giren bir mükelleften mal alış verişinde bulunanlar da otomatikman kayıt dışılık zincirinin bir halkası haline geliyor ve ne vergilendirme sisteminin veciz sözlerinin ne de kendi kendini vergilendirmenin bir anlamı kalmıyor…vergi adaletsizliği bu kısır döngü içerisinde had safhaya ister istemez ulaşmış oluyor.
Tabi ki; devletin aldığı vergilerin çar çur edilmesi de apayrı bir problem ve gerçeklik. Bütçelerin, siyasi çıkar ve oya dönüştürme politikaları ile yamalı bohçalara döndüğü düşünülürse, vergi veren de “ben aptal mıyım” diye haliye düşünüyor.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, vergilerin yüksek olmadığını ve vergi konusunun gereksiz yere bir “şehir efsanesi” durumuna getirildiğini söylüyor…aslında şehir efsanesi olan konu tüm vergi gelirinin en az yarısının dolaylı vergiler olması…hani haberimiz olmadan devletin bizden aldıkları.
Şimdi sabah kalktınız, ilk olarak suyla haşır neşir olmaya başladınız, musluğu açtığınızda akan suyun, kullandığınız sabunun yüzde 20 yirmisi vergi. Keza kullandığınız elektriğin, doğal gazın, aracınıza koyduğunuz benzinin, cep telefonuyla yaptığınız konuşmaların, içtiğiniz sigaranın, günlük olarak tüketmek zorunda kaldığınız pek çok ürünün, sonuç olarak attığınız her adımın bedelinin yarısı KDV, ÖTV gibi vergilerle devletin kesesine giriyor. Ancak siz bütün bunları dolaylı yönden ödediğiniz için nasıl ödediğinizi bilmiyorsunuz. Üstüne aylık gelirinizden peşin peşin ödediğiniz vergiye de hesaba katarsanız, yüzde 70 gibi bir oranı, devlet sizden geri alıyor. Ekonomik sisteme kayıtlı iseniz hiç kaçarınız yok, kayıtlı değilseniz zaten dananın kuyruğu da işte bu nedenle kopuyor.
Devletin doğrudan alabildiği vergiler, dolaylı vergilere göre devede kulak. Türkiye’de kurumlar vergisi mükellefi 650 bin ve kurumlar vergisi tutarının yarısını 100 kurum ödüyor, bu 100 kurumun ödediği vergi, milli gelirin yalnızca yüzde 0,8’i. Çarpıcı bir vergi geliri rakamı! E bu kadar gelirle devletin hizmet vermesi de düşünülemez. Kayıt dışılık, vergi adaletsizliğini, adaletsizlik dolaylı vergileri getiriyor, dolaylı vergilerden bunalanlar da “ vergimi ödüyorum, ben aptal mıyım” sorusunu soruyor…haklı da!
2010 yılında vergi reformu planlanıyormuş…Vergi kanunlarını sadeleştirip, vergi ile ilgili düzenlemeleri de günün ekonomik koşullarına göre sıklıkla değiştimek gerekiyor. Vergi sisteminde teknoloji kullanımına önem vermek, kayıt dışılığı çok sıkı takip etmek şart. Ayrıca vergi kaçıranlar asla af olmamalı ve ağır cezalar uygulanmalıdır.
Türkiye nüfusunun yüzde 20’sinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı, ekonomik krizin 2010’ da da hükmünü sürdüreceği, işsizliğin kısa vadede çözümünün mümkün olmadığı düşünüldüğüne, yapılacak vergi reformunun ne kadar önemli olduğunu vurgulamak istedim.
Ne üretimi ağır vergilerle köstekleyelim, ne de yoksulu daha da sefilliğin içine itelim …vereceğimiz verginin doğru oranlarda olduğuna ve doğru yerlerde kullanıldığına, çarçur edilmeyeceğine, biz vergimizi öderken birilerinin bizi aptal yerine koymayacağına inanalım ki “kendi kendimizi vergilendirebilelim”.
Kendini vergilendirmekle, millet olma arasındaki bağı da hala anlamış değilim. Ekonominin yarısının kayıt dışı olduğu bir ülkede, “iradesi ile kendini vergilendirmek” özdeyişinin hiçbir anlamı da yok. Konu dönüp dolaşıyor, “vergisini ödeyen aptal mı?” ya geliyor, “aptal” sıfatını yememek için vergi mükellefleri kayıt dışılığa kaydıkça,devlet de habire çaktırmadan vergi almak, ki biz buna " dolaylı vergiler” diyoruz, zorunda kalıyor.
Öyle bir vergi sistemimiz var ki; insanları kayıt dışılığa itiyor. Bu kayıt dışı sisteme giren bir mükelleften mal alış verişinde bulunanlar da otomatikman kayıt dışılık zincirinin bir halkası haline geliyor ve ne vergilendirme sisteminin veciz sözlerinin ne de kendi kendini vergilendirmenin bir anlamı kalmıyor…vergi adaletsizliği bu kısır döngü içerisinde had safhaya ister istemez ulaşmış oluyor.
Tabi ki; devletin aldığı vergilerin çar çur edilmesi de apayrı bir problem ve gerçeklik. Bütçelerin, siyasi çıkar ve oya dönüştürme politikaları ile yamalı bohçalara döndüğü düşünülürse, vergi veren de “ben aptal mıyım” diye haliye düşünüyor.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, vergilerin yüksek olmadığını ve vergi konusunun gereksiz yere bir “şehir efsanesi” durumuna getirildiğini söylüyor…aslında şehir efsanesi olan konu tüm vergi gelirinin en az yarısının dolaylı vergiler olması…hani haberimiz olmadan devletin bizden aldıkları.
Şimdi sabah kalktınız, ilk olarak suyla haşır neşir olmaya başladınız, musluğu açtığınızda akan suyun, kullandığınız sabunun yüzde 20 yirmisi vergi. Keza kullandığınız elektriğin, doğal gazın, aracınıza koyduğunuz benzinin, cep telefonuyla yaptığınız konuşmaların, içtiğiniz sigaranın, günlük olarak tüketmek zorunda kaldığınız pek çok ürünün, sonuç olarak attığınız her adımın bedelinin yarısı KDV, ÖTV gibi vergilerle devletin kesesine giriyor. Ancak siz bütün bunları dolaylı yönden ödediğiniz için nasıl ödediğinizi bilmiyorsunuz. Üstüne aylık gelirinizden peşin peşin ödediğiniz vergiye de hesaba katarsanız, yüzde 70 gibi bir oranı, devlet sizden geri alıyor. Ekonomik sisteme kayıtlı iseniz hiç kaçarınız yok, kayıtlı değilseniz zaten dananın kuyruğu da işte bu nedenle kopuyor.
Devletin doğrudan alabildiği vergiler, dolaylı vergilere göre devede kulak. Türkiye’de kurumlar vergisi mükellefi 650 bin ve kurumlar vergisi tutarının yarısını 100 kurum ödüyor, bu 100 kurumun ödediği vergi, milli gelirin yalnızca yüzde 0,8’i. Çarpıcı bir vergi geliri rakamı! E bu kadar gelirle devletin hizmet vermesi de düşünülemez. Kayıt dışılık, vergi adaletsizliğini, adaletsizlik dolaylı vergileri getiriyor, dolaylı vergilerden bunalanlar da “ vergimi ödüyorum, ben aptal mıyım” sorusunu soruyor…haklı da!
2010 yılında vergi reformu planlanıyormuş…Vergi kanunlarını sadeleştirip, vergi ile ilgili düzenlemeleri de günün ekonomik koşullarına göre sıklıkla değiştimek gerekiyor. Vergi sisteminde teknoloji kullanımına önem vermek, kayıt dışılığı çok sıkı takip etmek şart. Ayrıca vergi kaçıranlar asla af olmamalı ve ağır cezalar uygulanmalıdır.
Türkiye nüfusunun yüzde 20’sinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı, ekonomik krizin 2010’ da da hükmünü sürdüreceği, işsizliğin kısa vadede çözümünün mümkün olmadığı düşünüldüğüne, yapılacak vergi reformunun ne kadar önemli olduğunu vurgulamak istedim.
Ne üretimi ağır vergilerle köstekleyelim, ne de yoksulu daha da sefilliğin içine itelim …vereceğimiz verginin doğru oranlarda olduğuna ve doğru yerlerde kullanıldığına, çarçur edilmeyeceğine, biz vergimizi öderken birilerinin bizi aptal yerine koymayacağına inanalım ki “kendi kendimizi vergilendirebilelim”.
22 Ara 2009
Kar kapıyı çalınca
“Kar sendin, kar bendim, kar bizdik, eridik, eridik, eridik”.
Her yerde kar yağacakmış, şaşar yanılır Antalya’ya da yağar mı acaba? Geçtiğimiz kış bir gün kısa süreli yağmıştı, sevinçten deliye dönmüştük.
Bugün Akdeniz fırtınalı, hani öyle çok uğuldayan cinsinden değil, güneşin altında üşüten cinsinden. Bir durup bir esiyor. Akdeniz mi fırtınaya yoksa fırtına mı Akdeniz’e bir şeyler söylemek istiyor, anlaşılmıyor. Sanki akşamdan kavgalı sevgililer gibi, karar veremez bir halleri var. Akdeniz üşüyor bugün.
Toroslar, Akdeniz’le fırtınanın flörtüne çaktırmadan, yandan yandan bakıyor. Kahvem de Toroslar’a eşlik ediyor. Toroslar derken yanında bir vurgu ile tamamlamak istedim ama bulamadım. Acaba bir şey hissettiremedi mi bana? Çok da yüksek ve heybetli görünüyorlar, doruklarında kar var.
“Kar Türkiye'yi teslim alacak”…
Bu haber bana Ankaram’ı, eski günlerimi hatırlatıyor. Bir de soğukta kalan, yatacak yeri olmayan, yakacağı olmayan insanları ve de sokak hayvanlarını aklıma düşürüyor.
“Eskiden ne güzel kar yağardı” gibi duygusallığa da girmeyeceğim ama Antalya’da yaşayanlar hep kara özlem duyarlar. Yazın nemi ve aşırı sıcağı, kışın yağmuru ve fırtınası, hiç kar görmeden sokakta oynayan çocukları var Antalya’nın…Karın kokusunu hissetmeden, kar topu yapamadan ve arkadaşına atamadan büyüyen çocuklar. Saklıkent var ama kesmiyor…Şöyle lapa lapa yağan karın beyazlığını özlüyor insan.
Soğukta kalanlar nasıl çözüm buluyorlar acaba? İllaki de bir saçak altına giriyorlardır, dışarıda donarlar yoksa. İnsan veya hayvan ne farkeder, ikisi de can ve zaten kader onları o veya bu şekilde aynı kategoriye sokmuş. Şimdi bazılarınız buna kızabilir insan ve hayvan aynı mı diye. Bu soğukta dışarıda kalmak zorunda iseniz, evet bence aynı. Yurdumda da bunların çok olduğunu biliyorum.
“Kar Türkiye’yi teslim alacak”...
Keşke teslim alan sadece kar olsaydı…Tertemiz, mis kokulu kar. Tüm ayrışmışlıkları, bölünmüşlükleri, pislikleri örtebilse. Beyazlığı ile ısıtabilse idi yürekleri ve temizleyebilseydi içimizi, dışımızı.
“Kar sendin, kar bendim, kar bizdik, eridik, eridik, eridik”
Kahvem buz gibi oldu...
24.12.008 /08:58 - Milliyet Blog
____________________________________________________________________
“Kar kapıyı yine çalıyor”…Marmara’dan giriş yapmış. Bu yıl daha erkenci, 4 gün daha daha erken davranmış.
Antalya’da hava yine aynı, sadece bugün biraz daha sıcak sıcak esiyor, lodos bu. Toros’ların tepelerinde çok fazla kar yok, ama davetkar…Akdeniz’e heybetli heybetli bakıyor. Akdeniz ise her zamanki Aralık seksiliğinde, mavi mavi bir seksilik bu.
Artık, “kar şaşar yanılır Antalya’ya da yağar mı acaba” diyerek, kara özlem çağrımı yapmıyorum. Biliyorum ki bu şehrin içine kar yağmıyor. Antalya’lı çocuklar, kar göremeden büyüyor, mukavva kutulardan kaydırak yapıp tepeden aşağıya kayamıyorlar, kardan adam için evden bi koşu havuç da getiremiyorlar, zaten kömür mümür de kalmadı ortalıkta.
Havalar tuhaf…Kopenhag İklim Zirvesi de “zırva” çıkmış, belliydi. Yedi millet kendi derdine düşmüş, kim takar iklimi…takması gerekecek zamana kadar, toplanın toplanın dağılın, ancak o zaman geldiğinde toplanacak kentler bulamayacaksınız, kim bilir belki de her yer sular altında kalacak, insanlar “kar kokusu” yerine “ zehir soluyacak”.
Yeni yıl’a az kaldı…bu yılın hesabını yapmadan yeni yıla girmeyelim istiyorum, hesap yapa yapa hiçbir yere de varamadık ya…memleketimdeki insan manzaraları her geçen yıl daha ürkütücü…kar pislikleri, kötülükleri temizlemeye artık yetmiyor.
“Kar sendin, kar bendim, kar bizdik, eridik, eridik, eridik”.
Ama bu defa kahvem sıcak…
KOPUK ayağımın dibinde, simsiyah, zeytin karası…karların üzerine ne çok yakışıyordun…O da özledi !
20.12.2009 / 12.45 - Milliyet Blog
19 Ara 2009
Hayata Dönüş Operasyonu muydu, üstün hizmet madalyalı bir katliam mıydı?
“Hepimizi diri diri yaktılar”…tutuklu ambulansa bindirilirken böyle feryat ediyordu, ama arkalarından “kendi kendilerini yaktılar” denildi…
Adli tıp raporu da diyordu ki; “Bayrampaşa Kapalı Cezaevi'ndeki hayata dönüş operasyonunda tutuklular, güvenlik görevlilerinin kullandığı öldürücü dozda gaz bombalarının çıkardığı yangında ölmüşlerdir. Yanarak ölen kadın tutukluların ciltlerinde yanıcı solvent maddesi bulunmuştur”.
Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, “Kalaşnikofla ateş ettiler" dedi.
Ama bilirkişi raporu diyordu ki; “ Mahkumların bulunduğu taraftan güvenlik görevlilerinin bulunduğu yöne doğru ateş açılmamış, atışlar dışarıdan içeriye doğru yapılmış ve mermiler uzak menzilden saplanmıştır”.
Zaten kömüre dönen koğuşlarda yapılan aramalarda silah bulunmamıştı!
“ Hayata Dönüş Operasyonu ”..19 Aralık 2000’de Bayrampaşa Cezaevi’nde onlarca tutuklunun öldürüldüğü, yüzlercesinin yaralandığı ve buna rağmen kimsenin bu sorumluluktan cezalandırılmadığı, davasının bile zaman aşımından düştüğü operasyonun adı…Yakın siyasi tarihin yüz karası olan katliamın adına da , “Hayata Dönüş Operasyonu” konulmuş…ne ironi!...
Hesabı sorulmayan, faili bulunmayan pek çok işkence ve cinayet gibi insanlık adına yüz karası sayfalardan biri daha…cinayetler tarihimizden.
Kim bilir belki de bir yerde hesabı tutuluyordur! Cezaevindeki “yakarak hayata döndürme” operasyonunu canlı canlı dışarıdan seyreden ana babalar, belki hiç bilinmeyen bir zamanda bunun hesabını, faillerin vicdanından soracaklardır. Ölüm oruçları sonucunda Wernicke Korsakoff hastalığına yakalanarak halen yarım insan halinde yaşayanlar, belki hiç bilinmeyen bir zamanda yine hesabını soracaklardır…
Geçtiğimiz yıl, “Hayata Dönüş Operasyonu”nun ardından 167 tutuklu ve hükümlü hakkındaki dava zaman aşımından düştü. Eyüp 3. Asliye Ceza Mahkemesi’nde duruşmada Mahleme kararını açıkladı; “Topluca silahlı isyan suçunu işledikleri iddia edilen sanıkların, yapılan yargılama sonucunda, emanete kayıtlı silahları kullanıp kullanmadıklarının açık bir şekilde anlaşılamaması nedeniyle suçun, eski TCK’nın 304/1-2. maddelerince düzenlenen cezaevi idaresine karşı toplu isyan olduğuna hükmetti. Mahkeme, zaman aşımı süresinin 19 Haziran 2008 yılında dolduğuna işaret ederek, açılan kamu davasının tüm sanıklar yönünden ayrı ayrı düşürülmesini kararlaştırdı”
Üstüne de 'Devlet Üstün Hizmet Madalyası' verildi…
F tipi cezaevlerinin mimarlarından olan ve Operasyon sırasında Cezaevleri Genel Müdürlüğü görevinde bulunan ve 2009 yılında Ergenekon örgütüyle bağlantısı olduğu iddia edilen Ali Suat Ertosun'a 2004 yılında Devlet Bakanı Cemil Çiçek tarafından 'Devlet Üstün Hizmet Madalyası' verilmişti!
İşte böyle…
19 Aralık, insan onurunun ayaklar altına alındığı bir tarihtir. İnsanın temel haklarının katledildiği bir tarihtir...yaşama hakkı gibi…hayata dönüş operasyonu adıyla insanın bir daha hiç dönmemek üzere hayattan koparıldığı tarihtir.
Hepsi de hayata döndüler! Yakılarak, kurşunlanarak, yarım insan haline getirilerek hayata döndüler!
Hikmet Sami Türk, "devlete güveniniz" demişti!
Anılarınız itinayla silinir
Yoksa, “sakın silmeyin, acı veya tatlı beni anılarımla bırakın, beni ben yapan anılarımdır” mı diyorsunuz?
Bilim adamları, anılarımızı hafızamızdan silebilmek için var gücüyle çalışıyorlar!...Bir gün hafızamızdan anılarımız silinebilse, hangilerini silmek, hangilerini hatırlamak isterdik? Bir an geçmişinize bakın, hafızamızda ne çok anı biriktirmişiz…Bir kısmını hiç hatırlamak istemiyoruz , aklımıza geldiğinde hemen geri kovalıyoruz, bazılarını ise ısrarla çağırıyoruz, anımsadıkça yine gülümsüyoruz, yüreğimize sıcak sıcak yine aynı hoşluktaki duyguları akıtıyoruz.
Kötü veya güzel, acı veya tatlı, anılarımızla birlikte “ bu hayat benim” diyebiliyoruz. Evet, hayatımız anılarımızla bir bütün. Neler yok ki o anıların içinde?...pişmanlıklar, hatalar, kırgınlıklar, kötülükler, haksızlıklar veya tam tersi pek çok güzellikler ve kazanımlarımız. Hepsi de başlı başına bir hayat dersi. Anılarımız olmasa bize bizden ne kalırdı ki?
Bu akşam bu konuya takılmamın nedeni; az önce bir tv kanalında izlediğim program oldu…Programın adı “Günlerin Getirdiği”…Bir bilim adamımız konuşuyor, diyor ki; “insanların hafızalarındaki bir takım anılar artık silinebilecekmiş”… halen gizemini koruyan insan beynine ulaşabilmek anlamında önemli bir bilimsel çalışma ve sonuçlarından bahsediyor, konuşmacılar ve sunucu ile konuyu değerlendiriyorlar.
Amerikalı nöroloji uzmanı Karim Nader’in 2001 yılından beri önce fareler daha sonra da insanlar üzerinde yaptığı araştırmaların sonuçlarına göre; insanların hafızalarında acı veren anıları silmek, böylelikle kötü anıların daha sonra korku, travma, depresyon olarak ortaya çıkmasını engellemek ve tedavi edebilmek bazı terapi yöntemleri ile mümkünmüş. Anladığım kadarı ile anıların silinmesi, beynin resetlenmesi gibi bir şey değil, yani hafızadaki bir takım anıları, bazı bilimsel yollarla geri çağırıp, istikrarsız bir hale dönüştürüp, insana zarar vermeyecek bir hale getirip, yeniden hafızaya geri gönderilebiliyorlar. Kısaca ; anının orijinal şekli hafızadan silinmiş oluyor.
Hani bir şarkı vardı “herşey bir rüya olsa, unutarak uyansam" diyen…anıların silinmesi de bunun gibi bir şey olsa gerek. Biraz bilgi taraması yaptığımda karşıma bir sinema filmi çıkıyor, araştırmacılar da bu filme atıfta bulunuyorlar. Filmin orjinal adı "Eternal Sunshine of the Spotless Mind". Türkçeye "Sil Baştan" ismiyle çevrilen, Jim Carrey ve Kate Winslet'in baş rollerini paylaştıkları bir film. Nasıl oldu da izlememişim, konuya takılınca baya bir hayıflandım. Hatıraların insan hayatında ne kadar önemli olduğunu hatırlatan bir filmmiş. Bir kadın ve bir adam, ilişkilerine dair tüm anılarını sildirmek için gizem dolu tıbbi bir müdahaleye başvururlar. Ancak kadın gözyaşı ve kızgınlık dolu anılarının altında sevgilisine karşı duyduğu büyük bir aşk olduğunu ve onu kaybetmek istemediğini fark eder ve anılarını silme işlemini durdurmanın bir yolunu arar.
Anıları unutmak veya hafızadan silinmesi, tıbbi açıdan mutlaka çok faydalı olabilir ama bir de işin beyinle bu derece uğraşmak gibi bir tuhaf boyutu da var. İnsanoğlu unutabildiği için şanslı mı değil mi, açıkçası kafam takıldı kaldı.
Yani, insan sadece güzel anılardan oluşan bir yaşam mı sürmeli, yoksa hayatı yaşanmaya değer kılan hem acı hem de tatlı anılarımız mıdır? Sonuçta yaşamdan ders almak da acı anılarımız sayesinde olmuyor mu? Acı çekmeden mutluluğun kıymeti de bilinmez ki…sürekli gülümseyen bir insan olabilir mi? Bu da başka bir tuhaflık doğrusu.
Aklınıza hiçbir acı, kötü anı gelmeyecek, hepsi silinip gidecek…o zaman yaşam mücadelesinin ne anlamı kalacak? Yanlışlarımızdan nasıl ders alacağız? Uğradığımız haksızlık ve kötülüklere karşı koyabilmek bizi daha güçlü yapar diye düşünüyorum.
Yanlış mı düşünüyorum bilmem ama anılarla bu kadar uğraşmak ve anıları silmek çok da etik gelmiyor bana.
12 Ara 2009
DTP kapatıldı ama barış için yola devam Türkiye
DTP kendini zorla kapattırdı demek daha doğru olacak. DTP, barış adına önemli bir fırsatı ne yazık ki kullanamadı.
DTP’nin, “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü aleyhine eylemlerin odağı haline geldiğine” karar verildi ve Siyasi Partlier Kanunu'nun ilgili maddesine göre Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. DTP'nin bazı üst düzey yöneticilerine de 5 yıl süre ile siyaset yasağı getirildi. Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'un milletvekilliği düşürüldü. Anayasa Mahkemesi bu kararı oy birliği ile aldı.
Yaşanan son şiddet olayları ve DTP’nin “beni farkedin” babındaki söylemleri, eylemleri ve şiddet gösterilerine arka çıkışı, 2 yıldır devam eden kapatma sürecinin sonucunu da kolaylaştırdı. Son zamanlarda DTP, PKK’nın ve Öcalan’ın adeta oyuncağı haline dönüşmüştü. Halbuki, Kürt sorununun meclisteki meşru temsilciliği tanımının içini, dağa eksenli siyaset ile değil de medeni ve tutarlı bir barış dili ile doldurabilmiş olsaydı bugün çok daha farklı bir noktada olacağı kesindi.
Türkiye’de yaklaşık 13 milyon Kürt asıllı Türkiyeli yaşıyor ve bu nüfusun yarısı seçmen kimliğine haiz. DTP ise 2.5 milyon Kürt seçmenin oyu ile Meclis’te karşımızda oturuyordu. Kürt sorununu çözmek için etkin olabilecek bir adresti. Ancak iktidar tarafından, ordu tarafından muhatap alınmaması da DTP yi zaman içinde hırçınlaştırdı. El sıkma krizleri, aynı topluluk içinde DTP lilerle bir arada bulunmama krizleri yaşandı. Sorunun politik alandaki meşru muhatabı görmezden gelindi. Diğer yanda, DTP, PKK’dan da yakasını kurtaramadı, Öcalan’ın avukatlığına soyunmak barış diline yakışmadı.
İşte şimdi, Kürt halkının bir kısmının oyları ile meclise girmiş bir parti kapatıldı…tıpkı bundan 15 yıl önce olduğu gibi... DEP milletvekilleri yine aynı nedenlerle Meclis’in kapısından polis tarafından yaka paça götürülmüş, dokunulmazlıkları kaldırılmış, yargılanarak hapse atılmıştı. Gerçi Leyla Zana ve arkadaşlarının yıllarca hapishanede yatmış olmasının bugün Kürt sorununa ne gibi katkı sağladığı, sorunu sadece bir terör ve güvenlik sorunu olarak görmenin Türkiye’ye ne kazandırdığını veya ne kaybettirdiğini hala kavrayamadık ki bugün gelinen nokta yine aynıdır. DTP de hala dağa endeksli siyasetin, Kürt halkının sorunlarına bir faydası olmayacağını kavrayamamış ki, adete Anayasa Mahkemesi’ne beni kapat dercesine bir siyaset izlemeyi tercih etti.
Kapatma kararı doğru muydu? Bence değildi…elbette demokrasiye yakışmadı, 2.5 milyon Kürt seçmeni yok saymak demokrasiye yakışmadı.
Daha önceki Kürt kimlikli siyasi partileri kapatmak, yönetici ve milletvekillerini yargılamakla PKK terör örgütü eylemlerinin önü kesilebildi mi? Kürtlerin kimlik ve demokrasi arayışı, doğudaki ağır insanlık sorunları sona erdi mi?...Hayır, bu kapatma kararı ile de sona ermeyecek…ancak zihniyetler savaşa değil tamamen barışa odaklandığında bir hayli yol alınabilecektir. Zor mu? Evet, oldukça zor…İçine PKK’nın da artık dahil olduğu kesinleşen Ergenekon denen zihniyetin Fırat’ın ötesindeki faaliyetlerini ortaya çıkarmadan, yargılamadan bu konuda Türkiye’nin bir sonuca ulaşması çok zor.
Kürt meselesini hala Türkiye 'nin çözülmezleri arasında tutan bizzat "Ergenekon zihniyeti" değil midir? Ergenekon çözülmeden PKK da çözülmez. Ergenekon ve PKK’nın stratejik ve derin işbirliği sayesinde terör sorunu 30 yıldır can almaya, terörle mücadele için heba olan milyonlarca dolar yüzünden bu halkın beli bükülmeye devam ediyor. Ne zaman bir barış umudu doğsa, arkasından ya Aktütün, ya Güngören, ya da Reşadiye geliyor! Savaşın devamından yana olan kaos yaratma sistemi, var gücü ile çalışıyor.
Bu ortamda, DTP’nin kapatılmış olması umarım bu savaşın devamından yana olan kaos sistemine yaramaz. Bu yüzdendir ki DTP’nin kapatılmasına ve milletvekillerine yönelik demokrasi dışı uygumalara karşıydım.
DTP kapatıldı, keşke kapatılmasaydı, keşke kapatılmasına gerekçe olacak şekilde siyaset yapmasaydı. DTP, gerekliydi ama kendisine verilen fırsatı kaçırdı. Ahmet Türk gibi bir politikacıya da yazık oldu.
Barışa gidecek yollar tükenmez, yeter ki savaştan yana olmayalım… Kürt sorununda çözümsüzlüğü ve çatışmayı daha da derinleştirmek isteyenlere fırsat vermeden barış için Türk-Kürt yanyana, omuz omuza, elele, kalp kalbe yola devam Türkiye…
Etiketler:
Ahmet Türk,
barış,
demokrasi,
demokratik açılım,
DTP,
DTP kapatıldı,
kürt sorunu,
pkk
10 Ara 2009
DTP kendi kendini bitirdi, dağa endeksli siyaset iflas etti
Dağ eksenli politika yapmak bir DTP’ye bir de MHP ye has bir özellik…kafaları kızdı mı “dağa çıkma” konusunda adeta yarışıyorlar…bu dağ hevesi şu ırkçılığa dayalı milliyetçilik denilen baş belasının Türkiye’deki genel eğilimi.
Yakın takipçileri de CHP, ama onun ilgi alanı daha çok darbeler… CHP’li Esfender Korkmaz, Meclis’te yaptığı konuşmada 'halk isterse darbe olur' diyor!...parti isminin içinde sadece şekil olarak kalmış "halk” tan bahsediyor sanırım…alışmış kudurmuştan beterdir, darbelene debelene alıştılar, yerlerinde düz doğru duramıyorlar. Bir de analar ne kadar çok ağlarsa o kadar memnun oluyorlar…tarihlerine işlemiş!
Her neyse, CHP hakkında bu kadar kelime yazmak bile anlamsız…çok yakında kendi kendilerini imha edecekler zaten, az kaldı.
Asıl kendini bitiren, son günlerde yaşanan şiddetin odak noktasındaki DTP…bizi farkedin derken, evdeki hesap çarşıya uymadı, dağa endeksli siyaseti iflas etti. Bu kadar dağ heveslisi bir partiden, kürt kimliğinin tanınması konusunda nasıl barışçıl bir proje üretmesi ve barış sürecine katılımı beklenebilir ki? Vizyonsuzluğun ve yetersizliğin daniskası! Bölge partisi, köken partisi diye eleştirilirken şimdi bir de “dağ partisi” ünvanını aldılar ya, ne diyelim, düşmanı dışarıda aramaya gerek yok, barışa en büyük baltayı DTP indirdi, adeta kendi kökeninin böğrüne mızrağı sapladı. DTP’nin Meclis’te olması gerektiğini, mücadelenin şehirde demokrasi diliyle yapılması gerektiğini en şiddetle savunanlardanım. Ama o meşum el DTP'ye de dokundu galiba… Öyle ya, Fırat’ın ötesindeki o görünmez el halen işlevini yitirmedi, halen bu eli yok edemediler. Ancak DTP’yi de o görünmez güçlere yine DTP’nin kendisi teslim etti. Şehirde barış için çalışmak varken, dağda bir halt edemeyeceklerini halen göremeyen bir parti için Anayasa Mahkemesi'nin boşuna mesai harcamasına da gerek kalmadı.
İşte ortam yine karanlık, hava puslu ve isli, şiddet sokağa taşmış…ve akabinde kim vurduya giden 7 gariban Mehmetçik daha…analar hadi ağlamaya devam…bu kadar pislik varken, bunca savaş çığırtkanı varken sizin göz yaşlarınız zor kurur…Tanrılar savaş istiyor!
Ya Ak Parti’nin Kürt kökenli 75 milletvekili, siz neredesiniz? Bölge insanı sizleri umut bildi, meclise gönderdi. Şu açılım sürecinde bir tane Kürt milletvekilinin neden hiç sesi çıkmaz… “söz ola kestire başı” lafını yediler oturdular…Böyle mi Kürtlerin umudu olup, insanca yaşama hakkı için mücadele edeceklerdi? Kürt kimliğinin iadesi için medenice, barış ve demokrasi diliyle neden çıkıp konuşmazlar ki? Siz susmaya devam ettiğiniz sürece PKK daha çok konuşucaktır.
Başbakan Erdoğan, seçimler sonrasında “bizim 75 Kürt kökenli milletvekilimiz var” diyerek çözümün adresini göstermişti. Sonrasında nasıl ve kimlerle mutabakatlar sağlandıysa, sözü olanın başını kestirecek duruma getirdi. Şimdi bu 75 milletvekili Kürt kimliklerini öne çıkartıp ciddi çözüm önerileri geliştirseler, bu sorunun dağ yerine şehirde çözülmesi için mücadele etseler, durum farklı olur mu olmaz mıydı? Aynı ülkenin insanlarını sürekli birbirlerinden nefret etmeye kışkırtanlara karşı demokrasi dilinin gücünü ispatlasalardı, bugün CHP halkın meclisinde 'halk isterse darbe olur' deme hadsizliği ve cüretini gösterebilir miydi?
Ancak, bu memlekette halen insani hassasiyetleri yüksek olan ve demokratik mücadeleyi hedefleyen Kürtler çoğunlukta…Halkından taban bulamayan hiç bir hareket başarılı olamaz. Bizim memleketin siyasileri galiba bunun farkında değiller!
Bu bağlamda; sorunun çözülmemesi için, Türkiye’nin önünü her fırsatta tıkayanların kendi kendilerini bitirmelerinde hiçbir sakınca yoktur…
Etiketler:
AK Parti,
AKP,
demokratik açılım,
DTP,
kürt sorunu,
pkk,
terör
8 Ara 2009
Kopenhag İklim Değişikliği Zirvesi mi Zırvası mı?
İklim değişikliği ve küresel ısınma bazıları için çok kötü, bazıları için ise çok iyi bir "şey" dir.
Geçen yüzyıldan beri bir felaket “geliyorum” diyor…Sadece kutup ayılarının ve fokların değil dünyada bir milyardan fazla insanın yaşamını tehlikeye sokan bu felaketin adı “iklim değişikliği ve küresel ısınma”.
Ancak onca ciddiyetine rağmen, dünya bu konuya değişik tepkiler gösteriyor…bir kısmı konunun önemini ve tehlikenin boyutlarını en çarpıcı biçimde ortaya koyarken, bir kısmı da iklim değişikliğinin doğanın normal seyri olduğunu ileri sürerek, insanlar eliyle yer kürenin kirletilmiş olabileceği tezine karşı çıkıyor. Asıl büyük bir kitlenin de hiç umrunda değil ya da konuya karşı son derece duyarsız ve bilinçsiz, öyle veya böyle hiçbir fikri veya eylemi yok.
İnsanlar ve bilim adamları, iklim değişikliği ve küresel ısınmaya ne yönden bakarlarsa baksınlar, ortada öyle bir gerçek var ki bu gerçek, bu kadar ciddi bir konunun sebep ve sonuç ilişkisi içindeki yegane boyutunu görmemize engel olamıyor…bu da dünyadaki ekonomik dengelerin veya dengesizliklerin, ekonomi savaşlarının konunun aslında tam da merkezine otuyor olmasıdır. Sorun, bu anlamda sadece fokları ve kutup ayılarını ilgilendirmekten çıkıyor, dünyanın tümünü ilgilendiren bir duruma geliyor.
Atmosferin doğası her geçen gün değişiyor, karbondioksit oranı 200 yıl öncesine göre yüzde 30 artmış. Benzeri gazlar, yerküre üzerinde sera etkisi yaratıyor ve dünyanın ısısının yükselmesine neden oluyor. Yağışlar azalıyor ama yoğunlaşıyor, sel felaketleri veya tam tersi kuraklık hem insan yaşamını tehdit ediyor hem de ekonomileri alt üst ediyor, bir yandan buzullar eriyor, yeni kara parçaları ortaya çıkıyor. Değişen ve ağırlaşan iklim koşulları, tarımı zorlaştırıyor, gıda fiyatlarındaki istikrarsızlık önce fakir ülkeleri etkiliyor. Milyonlarca insanın “eko-sığınmacı” olarak yerlerini yurtlarını değiştirmelerinin sonuçlarını düşünebiliyor musunuz? Ekonomik probemlerle birlikte etnik ve sosyal pek çok problem artık yakın geleceği tehdit ediyor.
İklim değişikliği ve küresel ısınma, yerkürenin kirlenmesi, enerjinin bilinçsizce kullanımı ülke ekonomilerini de içinden çıkılmaz problemler yumağı haline getiriyor.
İklim değişiklikleri, elitlerin yani dünya ekonomisini yönlendirenlerin işine yarıyor…çünkü ısınma sonucunda yeni ticaret yollarının, petrol ve maden açısından zengin ama şimdiye kadar ulaşılamayan kara alanlarının ortaya çıkacak olması, elitlerin iştahını kabartmaya yetiyor, çünkü onların ekonomik düzenleri içinde insanın hiçbir değeri ve önemi yok.
Çin ve Hindistan, yeni yeni sürdürülebilir bir ekonomik büyüme içine girdiklerinden, kalkınmalarının sekteye uğramaması için, küresel ısınmaya karşı getirilecek olan yaptırımlara şimdilerde karşı çıkıyorlar. Bugüne kadar sorunun vebalini yeteri kadar ödediklerini, artık elit ekonomilerin de ellerini taşın altına sokması gerektiğini vurguluyorlar.
İklim değişikliği ve küresel ısınmadan en çok zarar görecek olanlar yine fakir ülkeler, hem de bu problemin ortaya çıkışında hiç kabahatleri olmadığı halde… Bu ülkeler karbon salımını kesecek temiz enerji teknolojilerine sahip değiller. İklim değişikliği sonucu oluşacak fakirlik ve eşitsizlik bu ülkeler için bir kısır döngü haline gelecek, bir kısmı eko-sığınmacı olarak ülkelerini terketmek zorunda kalacak, açlığın yol açacağı iç göçler yeni etnik kavgalara zemin hazırlayacak, sosyal denge iyice bozulacaktır. Ya da sel felaketleri ve kuraklıkla mücadele için yeteri ekonomik güçte olmadıklarından milyonlarca insan ölecektir.
Kopenhag İklim Değişikliği Zirvesi başlıyor.
Bu zirvenin, bugüne kadar iklim değişikliği konusunda en kapsamlı toplantı olacağı, zengin, yoksul 100 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının zirveye katılacağı belirtiliyor. Zirve’den uluslar arası alanda bağlayıcı nitelikte bir anlaşma çıkar mı çıkmaz mı bilinmez ama bazı uzmanlar, Zirve’de iklimin yerine, hangi ekonominin büyüyüp hangisinin küçüleceğinin tartışılacağını söylüyorlar.
Bence de iklim değişikliği zirvesinin esas amacı ekonomik büyüme kavgasıdır. Bu anlamda sonuç olarak zirve de olabilir, zırva da çıkabilir.
Küresel ısınmaya belki kulağımız alıştı, kanıksadık ama sadece iklim değişikliği deyip geçmemek gerekiyor…çocuklarımıza yaşanabilir bir dünya bırakmak her insanın temel görevi olmalıdır…
Diye düşünüyorum…
Geçen yüzyıldan beri bir felaket “geliyorum” diyor…Sadece kutup ayılarının ve fokların değil dünyada bir milyardan fazla insanın yaşamını tehlikeye sokan bu felaketin adı “iklim değişikliği ve küresel ısınma”.
Ancak onca ciddiyetine rağmen, dünya bu konuya değişik tepkiler gösteriyor…bir kısmı konunun önemini ve tehlikenin boyutlarını en çarpıcı biçimde ortaya koyarken, bir kısmı da iklim değişikliğinin doğanın normal seyri olduğunu ileri sürerek, insanlar eliyle yer kürenin kirletilmiş olabileceği tezine karşı çıkıyor. Asıl büyük bir kitlenin de hiç umrunda değil ya da konuya karşı son derece duyarsız ve bilinçsiz, öyle veya böyle hiçbir fikri veya eylemi yok.
İnsanlar ve bilim adamları, iklim değişikliği ve küresel ısınmaya ne yönden bakarlarsa baksınlar, ortada öyle bir gerçek var ki bu gerçek, bu kadar ciddi bir konunun sebep ve sonuç ilişkisi içindeki yegane boyutunu görmemize engel olamıyor…bu da dünyadaki ekonomik dengelerin veya dengesizliklerin, ekonomi savaşlarının konunun aslında tam da merkezine otuyor olmasıdır. Sorun, bu anlamda sadece fokları ve kutup ayılarını ilgilendirmekten çıkıyor, dünyanın tümünü ilgilendiren bir duruma geliyor.
Atmosferin doğası her geçen gün değişiyor, karbondioksit oranı 200 yıl öncesine göre yüzde 30 artmış. Benzeri gazlar, yerküre üzerinde sera etkisi yaratıyor ve dünyanın ısısının yükselmesine neden oluyor. Yağışlar azalıyor ama yoğunlaşıyor, sel felaketleri veya tam tersi kuraklık hem insan yaşamını tehdit ediyor hem de ekonomileri alt üst ediyor, bir yandan buzullar eriyor, yeni kara parçaları ortaya çıkıyor. Değişen ve ağırlaşan iklim koşulları, tarımı zorlaştırıyor, gıda fiyatlarındaki istikrarsızlık önce fakir ülkeleri etkiliyor. Milyonlarca insanın “eko-sığınmacı” olarak yerlerini yurtlarını değiştirmelerinin sonuçlarını düşünebiliyor musunuz? Ekonomik probemlerle birlikte etnik ve sosyal pek çok problem artık yakın geleceği tehdit ediyor.
İklim değişikliği ve küresel ısınma, yerkürenin kirlenmesi, enerjinin bilinçsizce kullanımı ülke ekonomilerini de içinden çıkılmaz problemler yumağı haline getiriyor.
İklim değişiklikleri, elitlerin yani dünya ekonomisini yönlendirenlerin işine yarıyor…çünkü ısınma sonucunda yeni ticaret yollarının, petrol ve maden açısından zengin ama şimdiye kadar ulaşılamayan kara alanlarının ortaya çıkacak olması, elitlerin iştahını kabartmaya yetiyor, çünkü onların ekonomik düzenleri içinde insanın hiçbir değeri ve önemi yok.
Çin ve Hindistan, yeni yeni sürdürülebilir bir ekonomik büyüme içine girdiklerinden, kalkınmalarının sekteye uğramaması için, küresel ısınmaya karşı getirilecek olan yaptırımlara şimdilerde karşı çıkıyorlar. Bugüne kadar sorunun vebalini yeteri kadar ödediklerini, artık elit ekonomilerin de ellerini taşın altına sokması gerektiğini vurguluyorlar.
İklim değişikliği ve küresel ısınmadan en çok zarar görecek olanlar yine fakir ülkeler, hem de bu problemin ortaya çıkışında hiç kabahatleri olmadığı halde… Bu ülkeler karbon salımını kesecek temiz enerji teknolojilerine sahip değiller. İklim değişikliği sonucu oluşacak fakirlik ve eşitsizlik bu ülkeler için bir kısır döngü haline gelecek, bir kısmı eko-sığınmacı olarak ülkelerini terketmek zorunda kalacak, açlığın yol açacağı iç göçler yeni etnik kavgalara zemin hazırlayacak, sosyal denge iyice bozulacaktır. Ya da sel felaketleri ve kuraklıkla mücadele için yeteri ekonomik güçte olmadıklarından milyonlarca insan ölecektir.
Kopenhag İklim Değişikliği Zirvesi başlıyor.
Bu zirvenin, bugüne kadar iklim değişikliği konusunda en kapsamlı toplantı olacağı, zengin, yoksul 100 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının zirveye katılacağı belirtiliyor. Zirve’den uluslar arası alanda bağlayıcı nitelikte bir anlaşma çıkar mı çıkmaz mı bilinmez ama bazı uzmanlar, Zirve’de iklimin yerine, hangi ekonominin büyüyüp hangisinin küçüleceğinin tartışılacağını söylüyorlar.
Bence de iklim değişikliği zirvesinin esas amacı ekonomik büyüme kavgasıdır. Bu anlamda sonuç olarak zirve de olabilir, zırva da çıkabilir.
Küresel ısınmaya belki kulağımız alıştı, kanıksadık ama sadece iklim değişikliği deyip geçmemek gerekiyor…çocuklarımıza yaşanabilir bir dünya bırakmak her insanın temel görevi olmalıdır…
Diye düşünüyorum…
Yoksulluk, açlık ve şiddet
Ortada bir yoksulluk sorunu var, ortada açlık sınırına yakın yaşayan insanların dışlanma, korku ve nefret dürtüleri ile taşa, sopaya ve silaha sığınması durumu var…tutunacak dalının kalmaması ne demektir, bilen bilir!
Bir tarafta da gitgide küçülen pastadan pay kapma yarışına girenlerin veya mevcut payını koruyabilme adına bir diğerine, ötekine gözlerinden ateş saçması hali var…daha olmadı onların da eline taşı alması durumu var.
Yoksulluk, en genel anlamda, insanların temel ihtiyaçlarını karşılayamaması durumudur. Yoksulluk sınırı ise, insanın “insan onurunun” gerektirdiği zorunlu ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için yapması gereken harcama tutarıdır.
Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK), yaptığı '2008 Yoksulluk Çalışması' sonuçlarına göre Türkiye’de 374 bin kişi aç, yaklaşık 12 milyon kişi yoksul. Kırsal kesimlerde yaklaşık her üç kişiden biri, kentlerde yaklaşık her 10 kişiden biri yoksul…bunlar resmi rakamlar, en iyimser olanından...
Rakamlarla, sayılarla yoksulluğu belirlemek işin en kolay yanı…bu kadar yoksul, şu kadar aç varmış deyip, günlük yaşantımıza devam ediyoruz…zihnimizdeki “yoksul” tanımlaması sadece rakamlarla sınırlı…yoksulluk sınırı imgelemi içindeki tahrip olmuş insanlık onurunu, mahvolmuş sağlıksız insan bedenlerini maalesef farkedemiyoruz, dahası “allah versin” diye düşünüyoruz.
Sonra da soruyoruz; Terör neden dinmez? Neden insanlar taş ve sopalarla sağa sola saldırır? Neden silahı eline alan “insanlık onurunu” elde edebileceğini zanneder?
Yoksulluk ve açlık tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'nin de en büyük sorunlarından biri, hatta işsizlikten de beter bir sorun. Karşımıza dışlanma, içe kapanma, cemaatleşme, gettolaşma, ırkçılık, etnik çatışma nedeni gibi pek çok sorunla birlikte geliyor…Yoksulluktan kurtulma umudu, toplumsal bozuklukları da beraberinde getiriyor. Köylü şehire koşuyor, şehirde yalnızlaşıyor, şehirli köylüye diş biliyor, dışlıyor…sonra da herkes eline taşı almakta hiç bir sakınca görmüyor…herkes toplumsal bağını şiddetle kurmaya başlıyor!
Yoksulluk hep vardı…ama yoksulluk hiç böyle olmamıştı. Şimdi bu yoksulluğu gelir yetersizliği ile açıklamak ne kadar yeterli? Yoksulluk artık “normal yaşamdan” mahrum olma durumu haline geldi…yoksulluk şiddeti besleyen en önemli neden haline geldi.
İnsanı dikkate almayan her tür çözüm, çözümsüzlüğe gebedir…sorunların merkezine insanı koymadığımız zaman istediğiniz kadar sürdülebilir ekononomik büyüme sağlayın, şiddet her zaman var olacaktır.
Hangi ideolojiye dayalı olursa olsun, yoksullukla mücadele etmeyen sistemler toplumsal ve sosyal çürümeyi de beraberinde getirir. Laik-muhafazakar, faşist-demokrat, alevi-sunni, kürt-türk diye karşımıza dikilir…eline taşı alan “ötekine” saldırır.
Etiketler:
açlık,
açlık sınırı,
şiddet,
terör,
TUİK,
yoksulluk,
yoksulluk sınırı
2 Ara 2009
Dubai borç batağında, çılgın bir rüya kabusa mı dönüyor?
Dubai, vergisiz ticaretin yegane adresi, dünya turizminin gözdesi, çılgın ve dev yatırımları ile yer yüzündeki cennet gibi bir çok tanımlamalarla tüm dünyanın ilgi odağı idi. Çölden yaratılan bu yapay cennet, son yıllarda adeta bir şantiye görünümü ile de dikkat çekiyordu.
Dubai’nin bu çok hızlı yükselişinin diğer tarafı olan düşüşünün de bir o kadar sert olacağını, bilseler bile görmek istemediler, zira Dubai çoktan dünya finans piyasalarının cirit attığı bir bölge haline gelmişti.
Birleşik Arap Emirlikleri(BAE), yedi emirlikten oluşan bir federasyon yönetimde ve monarşi ile idare ediliyor. Başkenti Abu Dabi, emirlikler içinde petrol zenginliği ile bilineni. Dubai ise geçmiş zamanda denizden inci toplayan insanlarının yaşadığı (bu nedenle Körfezin incisi diye de bilinir) şimdilerde ise Abu Dabi kadar olmasa da önceleri petrol zenginliğini sermaye yapıp ticaretle zenginleşen ve şimdilerde dev turizm yatırımları ile dikkati çeken dünyaca ünlü bir diğer emirlik.
Petrol gelirleriyle başlattığı ticari hamlesi bugüne kadar Dubai’yi her alanda bir cazibe merkezi haline getirmişti. Lüksün ve gösterişin sınır tanımadığı çılgın yatırımlar; biraz da Dubai Şeyhi El Maktum’un kişisel hırslarından da kaynaklanıyordu…yani dünyanın en liberal ticaret rejiminine sahip olsa da, bazılarının da dediği gibi ne Şeyh çok rasyonel ve iyi düşünen bir iş adamı, ne de ticaret liberal değildi…sonuçta yatırımların çoğu devletin ve çok da serbest piyasa kurallarından söz edilemez. Her ticari adımı veya ekonomik gidişatı Şeyh El Maktum belirliyor…şu anda altı ay için borç ertelemesi isteyen Dubai World Holding ve onun şirketi Nakheel de Şeyh El Maktum tarafından kontrol ediliyor…CEO su bizzat Şeyh’in kendisi.
Dubai’yi aslında cazibe merkezi konumuna getiren, vergisiz ticarete eğilmesiydi. Tüm dünyadan büyük finans kuruluşlarının, holdinglerin, firmaların ve markaların Dubai’de oluşumları mevcut ve tüm dünyadan büyük bir turist akını var. Alış veriş merkezleri ve dev turizm yatırımları adeta kara para aklanan bir ticaretin merkezi gibi olmuş…ve öyle dünya ile iç içe geçmiş bir ticaret ve yatırım sistemi ki bu, tüm dünya burada buluşmuş, buradan da Dubai menşeili olarak yine dünyaya geri dönen finansal yatırımlar haline gelmiş…Dubai menşeili paranın sirkülasyonu çok hızlanmış. Ondandır ki, Dubai Şeyhi borç ertelemesi istediğinde dünyanın eli ayağı birbirine dolandı.
Ülke tamamen yabancıların ilgisi odağı halinde…Dubai’de yaşayanların yüzde 20’si bu ülkenin vatandaşı ve onlar da zaten zengin. Geri kalan kesim, buraya çalışmaya gelen Hintli, Pakistanlı, İranlılar (bu çalışanların pek çoğu kötü koşullar altında ve düşük ücretlerle çalışıyorlar) ile Avrupalı yatırımcılar ve tüm dünyadan gelen çoğu ticaret amaçlı turistler. Dubai’de bazı büyükTürk firmalarını görmek de mümkün… Dubai Ticaret ve Sanayi Odası’na kayıtlı 70 bine yakın şirketten 150 tanesi Türk. Türk firmaları ve markaları, tekstil, inşaat, mobilya gibi sektörlerde yoğunlaşmışlar. Damat Tween, Koton, Colin’s, Network, İpekyol, Alfemo, Dorya, Goldaş ve Mado gibi onlarca Türk firmasının Dubai’de mağazaları var. Ünlü Palmiye adasının yapımında, STFA zemin dolgusu işi yapmıştı. Baytur, Güriş, Nurol, TAV, Yüksel, Zemtaş, Zetaş gibi holdingler de Dubai ile yoğun işbirliği içindeler. Dünyanın en büyük şantiyesi Dubai’deki inşaatlarda kullanılan demir ve çeliğin de yüzde 70’i Türkiye’den geliyor. Seramik gibi alanlarda da Türk firmaları ürünlerini bu piyasaya sokmaya çalışıyor.
Bir çölün içinde bir cennet ama yapay bir cennet yaratmanın Dubai’ye getirisi yüzde 8’lik büyüme oranı ve 1, 5 triyon dolarlık finansal ve ticari hacme sahip bir cazibe merkezine dönüşmüş olmasıdır. Dubai, artık uluslar arası değişimin bir merkezi haline gelmiştir ancak yanlış hesap, lüks ve gösterişe dayalı büyüme modeli bu sefer Bağdat’dan dönmüştür…Petrol’ün fiyatının düşmesi nedeni ile petrol gelirindeki azalma ve dünyada oluşan finans krizi ile Dubai, artık cennet olma vasfını yitirmeye başladı…rüya kabusa dönüştü. Aslında Dubai’nin bu krizi bir sene önceden belli idi, dış borçlar gitgide yükseliyor ve uluslar arası kredi kuruluşlarının puanı da düşüyordu…şimdi 80 milyar doları bulan bir borcun nasıl geri ödeneceği ve moratoryuma gidiş olabileceği, ertelenen dev projelerin tekrar hayata geçirilip geçirilemeyeceği konuşuluyor.
BAE Merkez Bankası devreye girdi, Dubai'ye ait 10 milyar dolarlık tahvili satın aldı ve bir10 milyar dolarlık tahvil daha alabileceği sinyalini verdi…Dünya piyasaları ile o kadar içiçe ki Dubai’nin batmasına asla izin verilmez…önecelikle Abu Dabi, Dubai’nin bir takım borçlarına kefil oldu. Ancak yine de, ABD, İngiltere ve diğer körfez ülkelerinde endişe sürüyor…zira petrolle başlayan ticaretle büyüyen zenginlik ve bu zenginliğin gelişmiş piyasalarla içiçeliği ekonomileri alt üst etmeye yeter görünüyor…
Dünya, krizden çıkıyoruz diye sevinmenin bir anlamı olmadığını , yüzlerine patlayan yeni balonlar halinde yaşamaya devam ediyor…
Ne diyelim, Dubai modeli büyüme çok da rasyonel değilmiş!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)