2 Eki 2011

Kürt sorununu Müslüman Kürt kardeşliği ile çözmek mümkün mü?

Başbakan’ın şimdiye kadar açıkça dile getiremediği buydu; “Türk üst kimliği tutmadı, Müslüman üst kimlği verelim”

‘Eğer ki Kürt sorununa “ümmetçilik” kavramı altında çözüm düşünülüyorsa, yani İslamiyet Türk’ü Kürdü birleştirir diye düşünülüyorsa işte en büyük yanılgı budur ki Türkiye’yi Orta Doğu ateşinin içine atar’ demiştim.

Bugün Başbakan ilk defa “Kürt kardeşilerimiz” vurgusunun yanına “Müslüman” tanımını da ekledi. Bu defa “Müslüman Kürt kökenli” kardeşlerine seslenerek, terör örgütünün ibadethaneleri de roketatarlara bombaladığını hatırlattı ve Kürt vatandaşlara direniş çağrısında bulundu.

İlk defa, en yetkili ağızdan Kürt sorununa çözüm için “din kardeşliğinin”, diğer bir deyişle “ümmetçiliğin” birleştiriciliği vurgulanıyor.

Bu vurgu şu anlama geliyor; “Hepimiz Müslümanız, Türklüğün, Kürtlüğün bir önemi yoktur. Müslüman kimliğimiz, ortak bir kimlik olarak hepimize yeter. Bunun dışında diğer alt kimlikleri öne çıkarmaya ne gerek var?”

AK Parti iktidarı, bugüne kadar, meşruiyetini sağlamlaştırmak çabasında idi. Bugün artık böyle bir çabaya gerek görmüyor zira yüzde ellilik bir halk desteğini almış durumda. Bu meşruiyetini sağlamlaştırana kadar Kürt sorununu üst yapısal hukuki ve siyasi tedbirlerle çözmeye çalışıyor görüntüsünde idi. Hatta zaman zaman aşırı milliyetçi söylemlere de başvurmaktan çekinmiyordu. “İslam kardeşliği” vurgusunu ve “Müslümanlığı” bir üst kimlik olarak öne sürmeyi geri plana itmiş, bu doğrultuda açıklamalar yapmamaya da özen göstermişti.

PKK’nın terör eylemlerinin neden artış gösterdiğini, örgütün şu anda bir kırılma yaşadığını ve kendi içinde liderlik çatışması olduğunu, bir iç savaş ortamı yaratak Kürt halkı üzerinde meşruiyetini koruma çabasına girdiklerini belirtmiştim.

PKK, iç savaşa oynuyordu, peki ya şimdi iktidar neye oynuyor?

İşte bu sorunun yanıtı bugün Başbakan’ın bizzat kendi ağzından geldi. “Müslüman Kürt kardeşlerini” direnişe çağırdı.

“Din kardeşliği”, bölgede birleştirici ve bütünleştirici bir unsur olmak bir yana, kendi içinde çok ciddi sonuçlara neden olabilir, ayrıca son derece boşuna bir çaba olacaktır.

Neden boşuna bir çabadır, bakalım;

Türkiye’de din tamamen devletin kontrolündedir ve resmi olarak sunni inanışın koruyucusu ve kollayıcısıdır. Dinin devlet tarafından bu kadar kontrol edildiği bir ülkede Kürtelere “din kardeşiyiz, gel Müslümanlıkta birleşelim” demek asimilasyonun başka bir şeklidir. Alevi Kürtler de, kardeşliğe uygun görülecek midir? Bugün İran, Suriye, Irak’ta halen var olan kanlı mezhep çatışmalarını, Müslüman kardeşliği neden engelleyemiyor?

Din kardeşliği, Müslüman Arap ülkeleri arasında yıllardır süregelen düşmanlığı önleyebildi mi? Irak, İran'la yıllar boyu savaştı. Kuveyt işgali neden engellenemedi?

Saddam, Kürtlere karşı soykırımda bulunmadı mı? “Kürtlerin kanı, canı, malı-mülkü, karısı, çocukları Müslüman Araplara helaldir” demedi mi? Buna hangi Müslüman devlet karşı çıktı, tepki verdi?

Bugün Iran’da, yönetime başkaldıran Kürt gençleri bir bir idam ediliyor. Başbakan, Ortadoğu ülkelerindeki Arap baharını desteklerken, İran’da idam edien Kürt gençlerine neden hiç tepki vermiyor? Bu nasıl din kardeşliği?

Bir dönem bölgede binlerce “faili meçhul” Kürt cinayetleri işlendi. Cinayetleri işlemek için Hizbullahçıları devletin bizzat kullandığı ispatlanmadı mı? Bu Hizbullahçılar Müslüman değil miydi?

Kürt sorununun kaynağı din değildir, sosyal, siyasal ve iktisadi kaynaklıdır. Bu anlamda din kardeşliği bağlamında çözülmesi de mümkün değildir. Din kardeşliği Müslüman ülkelerin bugüne kadar hangi sorununu çözmüştür ki? İşte mezhep çatışmaları halen sürüyor.

Türklerle, Kürtlerden bir din kardeşliği nasıl çıkar? Daha düne kadar Kürtleri Müslüman bile kabul etmiyorlardı. Şimdi de Kürtlere deniyor ki “Müslüman üst kimliği altında Türkleş”…bu da dinin farklı bir asimilasyona alet edilmiş olanı.

Müslüman kardeşliği diyerek, Alevileri Sünniliğe asimile et, Kürtleri Türklüğe asimile et…Osmanlı’dan beri de uygulanan zaten budur. Tıpkı diğer halklara da yaptıkları gibi.

Ümmetçiliğin birleştirici gücünün ne kadar işe yaradığı ortada. Şimdiye kadar Müslüman Müslümanı hep kırmış geçirmiş.

Bugün Kürt sorunu halen canlı ve kanlı bir sorun olarak karşımızda duruyorsa, devletin bu asimilasyon politikaları yüzündendir.

“Türk üst kimliği tutmadı, Müslüman üst kimliği verelim” demek aynı yanlış politikadır.

Türkiye’ye sadece “insan üst kimliği” gerekiyor…

Egolar çöplüğü

İnsanların kendini konuşarak veya yazarak ifade etmesi iyi bir şey, eğer ki hayatı sadece kendi gördükleri ve bildiklerinden ibaret sanmasalar...

İnsan şişmiş egosu ile aslında kendisini körleştirdiğinin, kendini kendi içine hapsettiğinin farkında mı bilmem ancak yeryüzü şişmiş ve körleşmiş egolar çöplüğüne çoktan dönüşmüş durumda.

EGO; en yalın anlamı ile “BEN” ya da “BENLIK DUYGUSU”. Adem ile Havva’dan beri var olan kişilik olgusu ya da kişinin ta kendisi.

Düşünmek, hissetmek, diğerleri ile aramızdaki ilişkinin şeklini biçimlendirmek, algılamak, öz güven, öz savunma gibi pek çok kişisel yapıların toplamı, kişisel bilincin merkezi. Aslında işe yarar bir şey bu EGO…tabii ki doğru yönlendirildiğinde.

Eğer ki insan kendi kifayetsizliğinin tanrısı haline dönüşmüşse kaldır at o EGO’yu…egolar çöplüğüne

Elbette her insan önemli ancak hiçbir insanın varlığı ve diğer insanlar arasındaki konumu, bir diğerinden önemli değil, olmamalı. Bir diğerinden önemli olmak ancak dünyaya ve topluma kattıkları iyi şeyler ile olabilir, buna sözüm yok. Zaten o önemli insanlarda ego şişkinliği göremezsin, alçak gönüllüdür ya da önemini hazmetmiştir. Hani “aşmış” deriz böylelerine. Aslında aştıkları egolarıdır.

Bir de sebepsizce kendini çok önemli bulanlar vardır, kendi egosunun ötesini göremeyecek kadar kör olanlardır bunlar. Her hangi bir konuda elle tutulur, dişe dokunur tek bir söz sarfedemediği halde her konuda ahkam kesebileceğini sanan kifayetsiz muhterislerler de denilebilir böylelerine… . İnsanlık, tarihte en çok bu tip ego şişkinlerinden, dev bencillik kütlelerinden zarar görmüştür.

Bu ego şişkinleri, buldukları her fırsatta egolarını kusarlar ki rahatlasınlar…çünkü ego temizlenmesi en zor şey, kusmadan şişkin egoyu boşaltamazlar. Kussun ki yeni şişkinlikler için yer açılsın…işte böyle böyle oluşur devasa boyutlardaki egolar çöplükleri, üstelik geri dönüşümsüz, yığılır da yığılır.

Kahramanımız başlar yeniden ego şişirmeye…kendince doğrularını en üst noktaya yığmaya, buna ters olanları kendi kuralları ile cezalandırmaya. Hiç aklına bile getirmez daha öneceden yaptığı yanlışları ve haksızlıkları. Doymak bilmez,doymadıkça çirkinleşir, saldırganlaşır, terbiyezleşir, abuklaşır, sakilleşir… terkedemez bir türlü egosunu.

Bir insanın egosu bir diğerininki ile karşılaşır ve çatışırsa da işte o zaman kıyamet kopar. Birbirlerinin egosunu yok edene kadar uğraşırlar. Bir tehlike mi sezdiler, hemen pençeler çıkar. O güne kadar sarfettikleri sevgi ve saygı sözcükleri, bir bakmışsın ki çamura dönüşmüş. Çünkü ego, kendini haklı çıkarmak için sayısız bahaneler üretebilir.

EGO; iyi yönetilemediğinde tüm mutsuzlukların kaynağı. Egosunu iyi yönetebilen insan hiç bir zaman çatışmaz. Birileri onunla çatışsa da , o kimseyle çatışma halinde değildir.

EGO’yu iyi yönetebilmek biraz ZEKA gerektiriyor sanırım, ancak öfke, kin, kibir, nefret öyle etrafımızı kuşatmış ki kimi zaman zekamız bile tüm bu kötü duygulara yenik düşebiliyor.

Evet, kendimizi sevmek, kendimize değer vermek çok güzel, yeter ki EGO’muz bir diğerine sevgisizliğin dili olmasın, yetersizliğin aracı hiç olmasın.

Bir diğerini anlamaya çalıştıkça ego çöplükleri azalacaktır diye umud ediyorum.

İyi pazarlar…

Kürt sorununda emperyalizm kolaycılığına kaçmak

Yıllardır Kürt sorunu tartışılıyor; Özgürlükçü solcular diyor ki “daha fazla insan hakları, daha fazla demokrasi” ki ben de bunu iddia ediyorum, ulusalcı solcular da “Kürt sorunu ABD’nin ve işbirlikçisi diğer emperyalist güçlerin oyunudur” diyor.

Bu iki ana görüşten ilki çözüm odaklı, ikincisi ise sadece tesbit! Yani çözüm içermeyen ve Kürt sorununu sadece emperyalizmin bir oyunu olarak algılayan, kolaycılığa kaçan bir ifade tarzı. Çözüm ne diye sorduğunuzda alınan yanıtların geldiği nokta hep aynı “Kahrolsun Amerika, Yaşasın tam bağımsız Türkiye”.

Yani Amerika kahrolunca, Türkiye tam bağımsız olunca – ki teknolojinin geldiği şu aşamada nasıl bir şeyse bu tam bağımsızlık- Kürt sorunu çözülecek, Kürt halkı haklarından vazgeçecek, herkes mutlu mesut yaşayacak! Devrim olacak arkadaşlar devrim, bekleye durun siz. Dünyada iki örneği kaldı, hala kahrolsun Amerika modunda yaşayan, biri Küba diğeri Venezuella…hallerine bir bakın, can çekişiyorlar. Neden, çünkü küreselleşme denilen çağın kaçınılmaz döngüsünü kendi lehlerine ve menfaatlerine kullanamadıkları için.

Yine bu sadece tesbitçi ama hiç çözüm üretemeyen ya da siyasi tarihin akışının belki 30 yıl gerisinde kalmış demode çözümleri, emperyalizmin bu ülkeyi böldüğü kolaycılığı ile birlikte sahneye koyanların bir zamanlar ki korkutma yöntemi de “şeriat geliyor, laiklik elden gidiyor” du. Aradan 10 yıl geçti ne şeriat geldi, ne laiklik gitti. Üstüne üstlük Başbakan Erdoğan, Mısır’a ziyaretinde laikliğin baş savunucu olduğunu, hatta bu korkutuculardan daha çok laik olduğunu ilan etti. Tarihin cilvesi işte; bugün hem ulusalcılık hem de laiklik konunda ulusalcı solcularla muhafazakar bir iktidar aynı kefeye girdiler.

Milliyetçi ya da diğer tabiri ile ulusalcı solcuların ( bir solcu insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi tüm evrensel değerlerini yitirip nasıl milliyetçi olur, nasıl ulusçu olur onu da anlamış değilim) Kürt sorununa bakışlarını, emperyalizmle, BOP, BAP gibi saçmalıklarla sınırlandırmasını tamamen dar bakış açılarına bağlıyorum. Evet, emperyalizmin yakıcı ve yıkıcılığını tüm dünya kabul ediyor zaten, ama artık bunun adına emperyalizm bile denmiyor. Bunun adı internet, bunun adı teknoloji.

Amerikanın gelirinin yüzde 85’inin sanılanın tam tersine petrol ve silahtan değil, hizmet sektöründen geldiğini biliyor muydunuz?. İnternet teknolojleri de buna dahil. Devir, enformasyon ve hizmetler devri. Dünyanın gidişatını belirleyen dinamikleri de dolayısıyla bu yeni devrin gereksinimleri yönlendiriyor. Ne yapsın Amerika Ortadoğu petrollerini, silah satıpta ne yapacak, gelirinin yüzde 10’unu bile oluşturmayan bir şey için bunca şiddeti bunca savaşı neden çıkarsın? Amerika bunun için bizi neden bölmek istesin? Biraz akıl izan lütfen! Amerika megalomanca dünya gücü olma halini devam ettirmek istiyor deseniz, çok daha inandırıcı olacaksınız.

Kürt sorununu halen anti-Amerikancı bir söylemin arkasına saklamak zaten Cumhuriyet tarihinin resmi ideolojisidir. Yıllardır ABD’nin kucağında politika yapan ırkçı-milliyetçi çevreler kimlerdi? Kürt düşmanlığını anti-Amerikan bir söylemin arkasına saklamaya çalışanlar da statükocu asker-sivil bürokrasi değil miydi?

Daha da gerilere gidelim; Kurtuluş Savaşı sırasında varlığı ve kimliği tanınıp, cephede savaşa giden Kürtlerin, işimize geldiğinde ulusal kimliği kabul edilirken, Cumhuriyetin ilanıyla beraber, Türk ulusunu oluşturan etnisitelerden birisi olarak görülmesi, dahası Türklerin Orta Asya’dan gelen bir kolu olduğu ve dağda yürürken ‘kart kurt’ sesi çıkarmaları nedeniyle Kürt adını almış olan Türkler olduğu ilan edilmedi mi? Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra inkar edilmediler mi? Hak ve talepleri baskı altına alınmadı mı? Kürtleri asimile etmek için tek parti iktidarı döneminde çıkarılmadı mı ırkçı kanunlar, doğuya gönderilen müfettişlerin esas amacını bir araştırın bakalım! Katliamları, sürgünleri, dışkı yedirmeleri!

Bu bilinçli asimilasyon politikalarını kabul edenler yaşadıkları baskılara boyun eğdiler, Türkçe eğitildiler, kamuda görev yapabildiler, iş adamı oldular v.s. Türkler de onları sevdi. Peki ya doğuda kalanlar aşiretlerin emrine girdiler, hem ekonomik hem de sosyolojik açıdan ezildiler.

İşte bunun için Yıldız Nihat diyor ki;"PKK bir sonuçtur, aslolan insan hakları ve demokrasidir"

PKK, Kürt sorununun temsilcisi olarak ortaya çıkmadı. PKK, Stalinist ideolojiye sahip bir terör örgütü idi. Yıllar içinde PKK ile Kürt sorunun içiçe girmesinin tek nedeni 80 yıldır doğuda yaşanan ağır insanlık sorunudur. Kürtleri kazanmaya çalışmayan, birlikte yaşamayı ve paylaşmayı reddeden zihniyet ve aynı zamanda damarımızda dolanıp duran, bilinç altımıza işlemiş “Türk milliyetçiliği” değil midir PKK’ya taban yaratan, PKK’yı etnik milliyetçi bir terör örgütü yapısına dönüştüren?

Kürtler şimdi ne için ayrımcılığa uğradılarsa onunla birlikte kabul edilmek istiyorlar. Ve bunu istedikleri için “vay efendim BOP, BAP, Amerika bizi bölmeye çalışıyor, emperyalistlerin oyunu” gibi saçma sapan tesbitlerle karşı karşıya kalıyorlar. Çözüm dediğiniz de “kahrolsun Amerika, yaşasın tam bağımsız Türkiye”. Böyle bir tesbitin çözümü de ancak böyle komik oluyor işte.

Bakmayın siz bunların anti-Amerikancı olduklarına, ulusalcılar ve kızılelmacı denilen bu solcular, yıllardır “ABD ülkeyi bölmek istiyor, Kürtleri de kullanıyor” propagandası yaptılar ve bu doğrultuda Cumhuriyet’in kuruluşundan beri var olan “Kürt halkının demokratik talepleri ülkeyi bölünmeye götürür” resmi tezini öne süren ırkçı-milliyetçi, sivil ve askeri bürokrasi ile de zıtların birliğini oluşturdular. Bu öyle bir birlikti ki Erkenekon zihniyeti denilen derin devletle işbirliği yapmaktan da hiç çekinmediler. Şimdilerde Silivri kardeşliği yapıyorlar!

Bir kısım solcularının her kötülüğün altında emperyalizmi görmesi, en basit ve temel gerçekleri bile algılamasına engel oluyor. Böylelikle kendilerini rahatlatıyorlar, ama asıl gerçeği görmek istemedikleri için de çözüm üretemiyorlar.

Çözüm diye sundukları; tam bağımsızlık, dik duruş, onurlu dış politika yani vatan, millet, sakarya. Daha doğrusu hamaset, demagoji, popülizm, alenen faşizm ve nihayet ırkçılık. Siz bu ideolojilerinizi kaldığınız 80 li yıllara gömün, 2011’e gelin. Sadece bireye saygıyı, bireylerin özgürlüğünü savunun.

Devletin kendisinin ürettiği, sonra da içinden çıkamadığı bir sorunun, emperyalizm kolaycılığına bağlamadan, daha fazla demokratikleşme ve daha fazla insan hakları için uğraş vererek nasıl çözülebileceğine kafa yorun.

Kürt sorununun çözümü için ve de tüm evrensel sol değerleri için Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu tek şey insan hakları ve bu hakları savunacak demokratik bir hukuk devletidir.

AKP’nin Kürt sorununu çözmeye niyeti yok

Daha doğrusu Başbakan’ın bizzat kendisinin bu sorunu çözmeye hiç niyeti yok…

Tabii ki bu kanıya birden bire varmış değilim. Seçimlerin az öncesi ve hemen sonrasındaki süreçte kanaat getirdim ki bu iş iyice çıkmaza giriyor.

Öncelikle; Kürt sorunu ve terör sorununu birbirine karıştıran bir siyasi zihniyet, geçmiş iktidarlarda olduğu gibi bugün de sorunun çözümünde başarızlığa mahkumdur.

Başbakan, Kürt sorunu ile ilgili siyasi çözüm önerileri sunanlara “vayy, demek teröristin ağzıyla konuşuyorsun, PKK propagandası yapıyorsun” diyebiliyor. Başbakan’ın bilinçli mi yoksa iç güdüsel mi anlayamadığım bir şekilde Kürt sorunu ile PKK’yı aynı kefeye koyma eğilimi çok güçlü. PKK’nın şiddet eylemlerini tırmandırdığı şu günlerde, çözüm söcüğünü terörle mücadele sözcüğü ile eşdeğer tutmaya başladı. Açılım zaten epeydir tavsamış durumda. Yıllardır iktidardalar, elle tutulur tek yaptıkları TRT Şeş’i yayına almak oldu.

Başbakan, Kürt meselesini ya unuttu, ya da 2011 seçimlerinin hemen öncesinde Diyarbakır’da da söylediği gibi, yatıp kalkıp bu mesele ile mi uğraşacağız düşüncesinde . Halbuki 2005’te Diyarbakır’da aynı meydanda Kürt meselesi ile ilgili umut vaad eden çok ciddi söylemleri vardı.

Ama aynı Başbakan, 2007’de Hakkari’de yeniden “devletperestlik” yanına yenik düşüyor, “tek millet, tek vatan, tek bayrak” gibi gayet “ulusalcı” ve hatta “aşırı milliyetçi” söylemler yapabiliyor, rahatlıkla “ya sev ya terk et” diyebiliyordu.

Aslında Başbakan’ın zamanın ruhuna ve de partisinin oy durumuna göre yaptığı çelişkili söylemler, iktidarın sorunu çözmek için ciddi bir stratejisinin olmadığının açık göstergesiydi. Ama yine de benim gibi özgürlükçü solcular, umut ve barış yönünde acaba demekten kendimizi alamadık, bence yanlıştı veya erkendi. Bu da bir özeleştiridir.

Bugün gelinen nokta birbirinin içine sokulmuş bir Kürt hakları sorunu ve terör sorunudur. Daha doğrusu AKP ve Türkiye Kürt sorununun içinde sıkışıp kalmıştır. Şimdi diyorlar ki önce terörle mücadele, önce operasyonlar, kara harekatı v.s. Neden daha önce hakların tanınması için cesur adımları atamadınız? Belki atılmış olsaydı terör de bu noktaya gelmeyecekti. Neden Türkiye’yi çözümsüzlüğe zorla kilitlediniz?

Kürt çocuklarının anadilde eğitimi, Kürt halkının ulusal kimliğinin anayasal statü içinde tanımlanması, seçim barajının düşürülmesi, yerel yönetimlere özerklik verilmesi, Terörle Mücadele Yasası’nda değişiklik yaparak KCK davasının yarattığı olumsuzlukların bertaraf edilmesi, Doğu bölgesinin ekonomik açıdan güçlendirilmesi, gelir adaletsizliklerinin düzeltilmesi, işsizliğin çözülmesi bu kadar zor muydu? 8 yıldır bunlar yapılamaz mıydı?

Tüm bunlar için Apo ile barış imzalamanız gerelmiyordu ki. Bunlar insanların en doğal hakları, bunlar için müzakereye gerek mi vardı? Nasıl ki baş örtüsü ve inanç özgürlüğü insanların en doğal hakkıysa bunlar da aynı doğrultuda özgürlükler değil miydi? Darbe anayasası yerine demokratik ve özgürlükçü bir anayasa şimdiye kadar yapılamaz mıydı?

Ama gelinen son noktada Başbakan yine “tek vatan, tek millet, tek bayrak ” gibi aşırı mlliyetçi bir söyleme kendini kaptırmış durumda. Bu söylem hem Türk hem de Kürt ırkçılarının, savaşın devamını isteyen şahinlerin önünü açıyor, Türkiyenin’de demokrasi yolunda önünü tıkıyor. Şiddet yine galip geliyor, barış yine yeniliyor.

Bence artık çok geç, Kürt sorunu ile PKK sorunu birbirine karışmış durumda.

Hem demokrasi hem savaş aynı anda olmaz. İktidarın günübirlik değişen politikaları ve taktikleri ile bu işler çözülmez. Hem "sorun yoktur, yok sayarsan yok olur" diyeceksin, hem de "Kürt sorununun adını koyalım, hepimizin sorunudur" diyeceksin. Bir yandan ırkçılığı körükleyeceksin, diğer yanda ileri demokrasiden bahsedeceksin.

Daha da üstüne giderlerse İsrail’e ikinci “one minute” çekip, bakışları başka yöne çevireceksin.

Başbakan, Kürt sorununu çözemez çünkü devet adamlığı siyasi kararlılık gerektirir. AKP iktidarı Kürt sorununda yapabileceğinin azamisini yapmamıştır. Bu konuda yeteri kadar kararlı ve cesur olamamıştır.

Eğer ki Kürt sorununa “ümmetçilik” kavramı altında çözüm düşünülüyorsa, yani İslamiyet Türk’ü Kürdü birleştirir diye düşünülüyorsa işte en büyük yanılgı ordadır ki bu Türkiye’yi Orta Doğu ateşinin içine atar. Bu da başka bir yazının konusu olsun…

Ben çok kötü bir insanım, ya siz ne kadar iyisiniz?

Sizin de zaman zaman ‘yav ben ne kötü bir insanmışım’ dediğiniz oluyor mu? Doğrusu benim sıklıkla oluyor.

Sonrasında böyle düşünmeme sebep olan durumu irdeliyorum, kendimi ölçüp tartıp biçiyorum, tabii ki kendi iyilik-kötülük kriterlerime göre, evrensel iyi insan ölçütlerine göre değil, bu defa da diyorum ki ‘dinime küfreden müslüman olsa bari’.

Ve avunmaya başlıyorum… ‘yok canım ben böyle kalleş olamam, böyle sırtından vurmam, hani egoizm her insanda varsayım olarak vardır ancak bu kadar da egoist değilim, ne bileyim göründüğüm gibiyim, olduğum gibi görünüyorum, kafamda tilkiler var ama kuyrukları iyi organize olmuş, en azından birbirlerine sürtüp elektriklenme yapmıyor, onun kadar ön yargılı değilim, empati yeteneğim çok şükür gelişmiş’…

Böylece uzayıp gidiyor, göreceli “iyi insan” olma kriterlerim ve diyorum ki ‘o kadar da kötü bir insan değilim’.

Muhatabımın “bana göre” iyilik kriterleri yerlerde sürünüyorken, kendime açıkçası haksızlık etmenin bir alemi yok.

Hiçbir insan doğuştan iyi ya da kötü olarak doğmuyor. Bazı kötülüklerin genetiksel olarak geçtiği ispatlanmıştır ancak çok kötü bir insan dediğimiz birisi bir gün yolda karşıdan karşıya geçmekte zorlanan bir yaşlıya yardımcı olmuştur mesela, bu da iyi bir insan davranışı değil midir? Hani bu insan çok kötüydü?

Öldükten sonra, cenazeniz kaldırılırken hoca soruyor, ‘rahmetliyi nasıl bilirsiniz?’. Cemaat hep bir ağızdan yanıtlıyor ‘iyi biliriz’. Kim bilebilir ki bu cemaatin içinde kim iyidir, kim kötüdür, öldükten sonra bile insanı aklı sıra aklayıp öte tarafa öyle gönderiyorlar. Ya da ölen kişi belki de hayatı boyunca kötülük yapmış birisidir. İnsanların iyi dediği nice kimse gerçekte iyi olmayabilir, kötü dediği birtakım kimseler de iyi olabilir. İyilik veya kötülük insanların keyfine göre değildir ki.

Hoş, iyiliğin veya kötülüğün neye göre olduğunu da halen anlamış değilim, kimisi diyorki evrensel ölçütleri vardır, kimisine göre de toplumun ve insan olmanın vermiş olduğu temel ahlak değerleri vardır, neyse bu temel ahlak değerleri? Neye göre iyisiniz, neye göre kötüsünüz, ne tip insanların kriterleri ile iyi ya da kötü olarak değerlendiriliyorsunuz, bu da önemli.

Bir bakıyorsunuz, birisi en çok haktan, adaletten, doğruluktan bahsediyor ama öte yanda attığı çamurların, pisliklerin, yaptığı kalleşliklerin bini bin para. Gözlerinden ateş saça saça saldırıyor, saldırmakla kalmıyor katakulli ile ahlaksızca kumpaslar kurabiliyor, çok kötü bir insan olduğu halde, sahte iyilik görüntüleri veriyor…ee nerde kaldı hak, adalet, doğruluk.

Zaten ‘ben çok iyiyim, şöyle sevgi doluyum, böyle vefalıyım, böyle doğruyum, en dürüst benim, inançlıyım, hiç yalan söylemem’ gibi güya evrensel iyi insan kriterlerinden en çok bahsedenlerden, bu kriterlerin en çok kendinde var olduğunu düşünenlerden ve bunu sıklıkla dile getirenlerden hep bir adım uzak olmayı tercih ediyorum. Neden mi? Çünkü kazıklar en çok bu tip insanlardan geliyor. Mesela bir insan doğruluktan mı çok bahsediyor, bilin ki onun eksikliği o kişide had safhadadır. Keza ağzından saygı, sevgi lafı düşmeyenleri de görüyoruz. Hele bir nasırına dokunun bakın, nasıl bir şeytana dönüşüyorlar.

Bir de iyi insan olmaya çabalamak, herkese gülücükler dağıtmak değildir. İnsanlara para dağıtmak da iyi insanlık anlamına gelmez. Aç bıraktıktan sonra karnını doyurup, sırtını ısıtmak da. İyi insan olmak, doğru işleri doğru zamanda yapmaktır.

Sanırım, kime iyi insan denir, kime kötü insan denir, bunu hiçbir zaman tam olarak değerlendiremeyeceğiz. "İyi" veya "Kötü", tanım olarak çok net değil, birbirinin içine geçmiş, dağılan renkler gibi. İyi bir insan olup olamadığımızı kendimiz bile anlayamayacağız. Bu yüzden kestirip atıyoruz ya “özünde iyi bir insandır” diye…tam olarak çözemediğimizden, insanın özüne iyilik yakıştırıyoruz, belki de hiç hakketmiyor, özü de çamur dışı da . Görmek istediğimiz gibi görüyoruz galiba!

Mevlana ne demiş;

Güneş gibi ol şefkatte, merhamette
Gece gibi ol ayıpları örtmekte
Akarsu gibi ol keremde, cömertlikte
Ölü gibi ol öfkede, asabiyette
Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol…

Mevlana’nın söyledikleri gibi olamıyorsan bile bence “hiç “ ol, kötü olmaktan iyidir…


Neyse artık o iyilik denilen şey, ben de herkese ondan diliyorum, “iyi” pazarlar :)

Daha ne kadar kadın cinayeti işlenecek?

Kadınların kolayca feda edildiği bir ülke burası. Kadın cinayetlerinde dur durak yok. Eline bıçağı alan saldırıyor.

Bu hafta medyaya yansıyan 5 tane kadına şiddet vakası var, 3’ü cinayetle sonuçlanmış!

Nedir kadınlarla alıp veremediğiniz? Hasbel kader iki ayağının üzerinde durabiliyor diye “insan” olduğunu sananlara sesleniyorum.

Zillet içindeki güçsüz, sefil, korkak yaratıklara…

Bir yerlerde kadınlar kapalı kapılar ardında suratlarına savrulan tokat ve yumruklardan kendilerini korumaya çalışıyor, koruyamazsa ölüyor. Ve devlet bu kadınları koruyamıyor! Önlemleri alamıyor!

Kadın “hayır” dedi, “ben varım” dedi, çalışmak istedi, camdan dışarı baktı, yemeği tuzlu yaptı, ütüyü iyi yapamadı, kapıyı geç açtı, kadın hasta, kadın cinsel ilişkiye girmek istemiyor, maaşını kocasına vermiyor, adamın alkolüne kumarına dayanamıyor…zillet içindek erkek için tüm bunlar vb. öldürme nedeni!

Yaratık geliyor, kadına pat küt girişiyor, hızını alamıyor 30 yerinden bıçaklıyor…bu nasıl bir zihniyet, nasıl bir aşağılık duygusudur.

Yani erkek diyor ki; “sana tanınmış olan bir kadınlık rolü var, bunun dışına çıkmamalısın, çıkamazsın”.

Bu ülkede onca kadını koruduğu iddia edilen kanunlara rağmen, kadınlar bir leş parçası gibi diri diri toprağa gömüldü. Medine Memi’yi hatırlatırım. Elalemin namusundan bize ne diyen bir otorite ve töre cinayetlerinin tüm sınırlarını zorlayan bir örneğidir bu.

Biz buyuz…kadınlarımızın, çocuklarımızın durumu da budur, bu kadar kolay feda edilebilirler, bu kadar hunharca her an öldürülebilir, şiddet görebilirler.

Halen kız çocuklarının anne sütü almasına değer görülmez, okula gönderilmez, erken yaşta ya da zorla evlendirilir, kaçırılır, tecavüz uğrar, hamile kadınlar kocaları tarafından dövülür, karanlıkta aç hapsedilir, genç kızlar ensest girdabında boğulur, ya da öldürüp parçaladıktan sonra şehir çöplüklerine atılır. Tüm bunlar, modern Türkiye’nin kadına şiddet gündeminin başlıklarından!

Türkiye’de her 3 kadından biri fiziksel şiddet görüyor. Duygusal şiddete maruz kalanların sayısı ise belirlenemiyor. Türkiye, kadına yönelik ayrımcılık ve şiddet açısından dünyada ilk sıralarda yer almaya devam ediyor. Üstelik Türkiye, kadın hakları konusunda bilimum sözleşmeleri en baş sırada imazalayan bir ülke. Ama ne var ki bizim kadına bakış zihniyetimiz bozuk, asıl değişmesi gereken de budur.

Kadına sadece doğurganlık ve bakıcılık işlevi yükleyen, kadının yaşamını kocası ve aile büyükleri tarafından sorgusuz sualsiz ipotek altına alarak maruz kaldığı veya kalacağı baskıyı ve şiddeti pekiştiren, meşru kılan bu zihniyetin değişmesi gerekmiyor mu?

Erkekler biliçaltına bir sorsunlar bakalım, bir yanlarında “kadın haketmiştir” zihniyeti var mı yok mu?

23 Ağu 2011

Arıza tiplerle hiç işim olmaz

Bundan sonra böyle…hatta epeyden beridir böyle.

Yakın çevrenize, uzak çevrenize şöyle bir bakın…”arıza” yatkınlığı olan ya da direk “arızaya geçmiş” ne çok insan var.

Bu tipleri ferkedemeseniz bile, onlar kendilerini zorla gösterirler.

Ama sisteme aykırı düşmüş ve bu aykırılığı nedeniyle baya bişi olmuş arıza tiplerden, mesela Salvador Dali gibi arızalardan bahsetmiyorum.

Full time arızalara sözüm olmaz, önlerinde en derin saygılarımla eğilirim. Biz bu full time arıza tiplere “uçuk” da diyebiliriz ki bence insana ve topluma zararları dokunmayacağı tam tersi faydalı oldukları kanaatindeyim. Bi de bu tipler arızalarının farkındadırlar, ona göre salınırlar orta yerde, dünyamızı renklendirdikleri bile söylenebilir.

Başa bela olan, günlük, anlık arıza tiplerden söz ediyorum. Derdim part time arıza tipler, gelgit akıllılar.

Bu part time arıza tiplerin beyni zaman zaman kısa devre yapıyor, bazen ya vidalar yalama yapmış oluyor ya da kullanım süresi dolduğu için arıza çıkarıyor. Sürekli bir “error” durumu söz konusu olmasa bile, “error” çıkardığında o an karşısında kim varsa, onu da her an “error” çıkartabilecek duruma getirmekten büyük bir keyif alıyorlar.

Bir kere kayış kopmaya görsün, tutabilene aşk olsun!

Tam bünyeyi huzurlu bir yolculuğa hazırlamışsın, gün güzel, dün güzeldi, yarın daha da güzel olacak modundasın, keyif keka… o derece yani, hani kimse bozamaz.

Yolda yürüyorsun, otobüstesin, ofistesin, evdesin ya da ne bileyim keyifli bir sohbettesin, blog milog yazmışsın, feystesin…hayata bi şekilde karışmışsın.

Sanıyorsun ki hiç bişey bu keyifli karışmışlığı sekteye uğratamaz, di mi?

Ne büyük yanılgı! Arıza tipler her an her yerdeler! Bir anda karşına çıkarlar ve o güzelim modunu, havanı alaşağı ederler, beynine blink, blink öyle bir arıza sinyal gönderirler ki, “çattık yine nezleye” dersin.

Nerden çıkarlar bilinmez, ne kadar da çoklar, mantar gibi türerler anında…

Sürekli olumsuzluk, sürekli şikayet, sürekli mutsuzluk cümleleri. Bazen bilmişlik, bazen anlamsız anlamsız, abuk sabuk eleştiriler, öğretmenimsi tavırlar, daha olmadı tehditkar laflar, sözler. Her şeyin en doğrusunu onlar bilir, en adil onlardır, herşeyin enidir onlar.

Öyle bir laf ederler ki, bulaşmayım diye yanıt da vermezsin, bütün enerjini alır, kemirir bitirirlerler.

Genelde bu arıza tipleri ya kimse anlamıyordur, ya da o kimseleri anlayamıyordur.

Kıskanç arızalılar vardır mesela, yeni bir şey alırsın, önce güle güle giyin denir, di mi? Yokkk, ay bunu kaça aldın, ben aynısını şurada şu kadar paraya budum da almadım, herkesin üstünde! Hay senin arızana…bulunmaz hint kumaşı arızalı seni!

Bir fikir öne sürersin, beyninde arıza durumu var ya, hiç alakasız yerden girer , alakasız bir yorum yapar. Error modu süper seviyede, herkesi kendi gibi zanneder, yargılar, idam eder, kelle gitti…tamam, oh rahatladı!

Bir de üstüne demez mi ‘sorun bende değil ama, sende’…e pes yani, yüzsüzlüğün daniskası…hiçbir şey olmamış gibi, ertesi gün kaldığı yerden devam.

Kendisi yamuk ya ona göre karşısındaki de yamuk, düzeltecek aklı sıra.

Bu arıza tipler genelde silik oluyorlar, topluma karışma zorlukları var ya da hayatlarında mutlaka çözemedikleri problemleri var, genelde aşağılık kompleksli ve kendine özgüvensiz. Artık ben böyle değerlendiriyorum. Sevmeyi de bilmiyorlar, kendilerini bile sevmiyor bu tipler. Sevseler bile sevdiklerini belli etmiyorlar, bu ne arıza yarabbim!

Bu part time, gelir gider arıza tipleri değiştiremezsin de, ne anlatsan, ne konuşsan boş…fikri sabittir. Değişince mutsuz olacağını zanneder.

Offf, yazarken bile ruhumu daralttılar…aman aman benden uzak olsunlar, hiç uğraşamam.

Arıza tiplerle işim olmaz! Başa bela bunlar ! Hele, bu saatten sonra hiç çekemem…

PKK iç savaşa oynuyor, ya iktidar?

PKK bir kırılma sürecindedir. PKK içinde savaştan yana olan şahinler kanadı, yönetimi tamamen ele geçirmiştir, Ergenekon terör örgütü ile ilişkileri olduğu ve Apo’nun liderliğinin sıfırlandığı apaçık ortadadır.

Kürt ulusalcıları diye de tanımlanan bu şahin kanadının amacı nedir?

İktidarın Kürt sorunu için yetersiz de olsa attığı adımlar, barış konseyi kurulması önerileri, devletin Öcalan’la ya da Öcalan’ın devletle uzlaşma durumuna gelmesi, Kürt ulusalcılarını neden bu kadar rahatsız ediyor?

Kürt sorununda çözüme yaklaştıkça, mutabakatlar elle tutulur gözle görülür hale geldikçe, tasfiye olacağından ve vesayeti altına almak istediği Kürt tabanını kaybedeceğinden korkan PKK, şiddete yönelerek terörist saldırlarının dozunu artırıyor. Demokratik alan büyümemeli ki PKK dağdaki meşruiyetini koruyabilsin. Ayrıca işin ucunda milyonlarca dolarlık uyuşturucu rantından olmak da var.

Diğer tarafta, devletin içindeki derin çeteler de AK Parti iktidarına savaş açmış durumda. Bu anlamda PKK’nın derinleri ile yıllardan beri yaptıkları gibi ortak hareket etmekte bir sakınca görmüyorlar. Ya birlikte hareket edeceklar ya da demokratik süreç geliştikçe birlikte yok olacaklar. Derin PKK ve derin devlet bunun son derece farkında.

PKK’nın amacı Kürt sorununu çözmek değildir. PKK’nın amacı ve planı Kürt sorununu derinleştirerek çözümsüzlüğe sokmakve kendi gücünü Kürt halkına dayatmaktır. .

Bu nedenle PKK şimdi iç savaşa oynuyor.

Amaç Kürt halkı ile iktidarı ve güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmek, askeri operasyonların şiddetle sürmesini sağlamak , bölgede olağan üstü hal ya da sıkıyönetim ilan ettirmek, tutuklamalar yaptırtmak, Kürt ve Türk halkını birbirlerine kışkırtarak kaos ortamı yaratmak ve tüm bunları sonucunda iktidarın elini zayıflatarak bölgedeki gücünü azaltmaktır. Korkarım kısa bir süre sonra şehirlerde de terör eylemlerini artıracaktır.

PKK’nın hedefleri arasında polis de var. Bölgede terörle mücadele için planlanan polis gücünü Kürt halkına karşı silah sıkmaya ve şiddete zorlayacaktır. Hesap, iktidarı şiddetine ortak etmek ve Kürt halkına dönüp ‘bak devlet sadece bana değil artık sana da kurşun sıkıyor’ diyebilmektir. PKK’yı Kürt halkının tek savunucusu olarak göstermektir.

Yani PKK, muhtemel bir “Kürt Baharı” hazırlığında. Ama bu gerçekten Kürt halkının hak ve özgürlükleri için değil, terörün insanlar ve iktidar üzerinde yaratacağı panik ve korku duygusunu istismar ederek “var olma” çabası için diyebiliriz.

Peki, PKK’nın bir iç savaş planı içinde olduğunu bizzat Başbakan ifade ettiği halde, PKK’nın bu iç savaş oyununun nedenlerini algılamakta bir problem mi var acaba? İktidar tıpkı demokratik açılımı iyi yönetemediği gibi PKK’nın iç savaş kozunu oynaması konusunda stratejik bir algı hatası yapıyor, savaş tamtamları ile PKK’nın üstüne gidiyor.

PKK, Başbakan’ın tehditine kulak asmayacak kadar terör deneyimli. Başbakan, PKK’nın kılıç kuşanmış kendisini beklediğinin ve üstüne saldırtmak istediğinin farkında değil mi?

Her gece sınır ötesine F-16 ları yolluyor, en son teknolojik silahlarla barakalar, mağaralar bombalanıyor, 40 yıllık deneyimli bir terör örgütüne düzenli ordu ile savaş ilan ediyor! PKK’nın liderleri de Suriye’de, Irak’ta, İran’da villalarda savaşı keyifle izliyorlar.

Bu durumda yapılması gereken, bu oyunu, PKK’nın provokasyonunu bozmak değil midir?

Bu çaresizliğin ve beceriksizliğin ifadesi değildir de nedir? Bu PKK’nın ekmeğine yağ sürmek değildir de nedir?

Güçlü ve demokratik bir iktidar, PKK’nın iç savaş oyununa gelmemeliydi ! Demokratik çözüm sürecini cesaretle ve kararlılıkla sürdürmeliydi...Meclis tatil yapmak yerine yeni anayasa için acilen çalışmalıydı!

Terör neden tırmanıyor? PKK kırılma noktasında mı?

12 asker daha şehit oldu!

Şiddetin ve terörist saldırıların hızla tırmanacağının sinyali seçimler öncesinde gelmişti…BDP’li Aysel Tuğluk bir konuşmasında diyordu ki ‘Felaketimiz eşikte duruyor. Kürt meselesiyle ilgili olan herkes bilebilir ki, ağır ağır değil, hızlı hızlı sıfır noktasına doğru gidiyoruz. Çok kötü şeyler olacak’.

Bu söylemi ciddiye almak gerekiyordu. Zira konuşmanın akabinde ve seçimlerin hemen öncesinde terör eylemleri ve askeri operasyonlar yeniden hız kazandı. Diyarbakır’da asker ve kamu görevlilerinin kaçırılması ile başlayan yeni terör eğilimi Silvan’da 13 şehit ve bugün Çukurca’daki 12 şehit ile devam etti.

BDP, PKK'nın bir kırılma noktasına geldiğinin farkındaydı. Meclis’i boykot kararının bu kırılma farkındalığı ile ilgisi var mıydı yok muydu tartışılabilir ancak PKK içinde birkaç senedir yaşanan saflaşmalar ve seçimler sonrasında terör örgütü içinde iyice gün yüzüne çıkan güç mücadelesi, terör sorununda da kırılmaya neden olmuştur.

Halbuki seçimler öncesinde Abdullah Öcalan çok net olarak diyordu ki “ barış konseyi için anlaştık, devrimci halk savaşına gerek kalmadı’. Ancak bu söylemin hemen ardından Silvan baskını, 13 şehit haberi ve tek taraflı demokratik özerklik ilanı geldi.

İşte PKK’nın ve terörle mücadelenin kırılma noktası budur. PKK, Öcalan’la devletin yapmış olduğu anlaşmayı kabul etmemiştir. Bu nokta aynı zamanda Abdullah Öcalan’ın liderliğinin sıfırlandığı noktadır.

Şimdi herkes Başbakan’ın aniden değişen tavrını ve ‘ bıçak kemiğe dayandı’ sözünü, PKK’nın son saldırılarını ve barışçıl çözümden neden vazgeçildiğini anlamaya çalışıyor.

Peki kim bunlar? PKK içinde, Öcalana’a rağmen, savaş isteyener ve barışçıl çözüme yanaşmayanlar kimler? PKK içindeki bu farklı fraksiyonlar ne yapmak istiyorlar?

PKK’nın içinde şu anda etkin olan iki kanat var. Bunlardan birincisi Murat Karayılan grubu ki PKK’nın ideolojik yönünü temsil ediyor ve yürütme stratejilerini belirliyor, barışçıl çözüme daha yakın görünüyorlar. KCK da bu kanadın devamı niteliğindeki siyasi oluşum.

PKK içindeki diğer kanat ise ki bunların derin devlet ile işbirliği içinde oldukları biliniyor, Ankaralılar ya da PKK’nın şahinleri diye de anılıyorlar; Cemil Bayık grubu. Bu grup Öcalan’a rağmen savaşın devamından yana ve Öcalan’dan daha güçlü oldukları kesin. Zira Öcalan’a kendi gündemlerini dayatabiliyorlar. Bunların ilk hedefi bölgedeki Ak Parti gücünü çökertmek ve masa başına gidildiğinde PKK’nın kozlarını rahatça öne sürüp, kabul edilebilirliğini artırmak. Öcalan da kendi şahsi çıkarlarının peşinde olduğundan, bu grubun dayatmaları durumunda kolaylıkla pasif duruma çekilebiliyor.

Şu andaki ortam PKK’nın bu şahin kanadı için bulunmaz bir fırsat, zira “ komutanlar istifa etti, terör tırmanıyor” dedirterek iktidarın elini zayıflatmak çabasında. PKK’nın bu stratejisi, Başbakan’ın neden birden bire sert bir tavır aldığını ve bıçak kemiğe dayandı sözlerini yeteri kadar açıklıyor.

Bu tavırlar karşılıklı olarak bu şekilde gittiği sürece, barışçıl çözümü unutalım. Dağdaki son terörist ölene kadar 30 yılı kaybettik, bir 30 yıl daha böyle gider.

İran, Kandil’e hazırlanıyor, Suriye malum, Türk tarafının da nereye çekilmek istendiği belli. Bu ortamda Başbakan’ın sert tavırlarını asla doğru bulmuyorum. Devlet teröre karşı gereken önlemleri elbette alacak, almalı da ancak Başbakan savaş diliyle konuştuğu zaman terör sorunu ile kürt sorununu birbirine karışabilir ki işte asıl felaket o zaman olur .

PKK kanadında savaş isteyen çok sayıda Kürt faşisti var, ya Türk tarafında? Bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülük Kürt sorunu ile terör sorununu birbirine karıştırmaktır!

PKK’nın derdi tasfiye olmaktan kurtulmak, çünkü barış ve demokratik siyasi süreçler içerisinde bu tip örgütler yaşayamıyor. Eğer barış dili bir yana itilirse böyle bir ortam PKK’lı şahinlerin işine gelir, şiddet daha da tırmanır ve çok kan akar.

Satırlarımı sonlandırırken, medya flaş haber geçiyordu “ Türk savaş uçakları Kandil ve Zap’taki hedefleri vuruyor”!

Barış çok mu zor?...

Bir an önce barış ve huzura kavuşmak, şehitlerimize Allah’tan rahmet, acılı ailelerine baş sağlığı ve sabır diliyorum…

Ekonomi büyüyor ama cebimize neden yansımıyor?

‘Ekonomik göstergeler ne diyor?’ diye sorduk… ‘gidişatın iyi yönde olduğunu söylüyor’ diye yanıtlayarak da argümanlarımızı sıraladık.

Evet, makro ekonomik göstergeler olumluyu işaret etmekte, ekonomi büyüyor ancak büyüme topluma bir türlü yansımıyor.

Vatandaş haklı, diyor ki benim cebimde bir kuruş para yok, kredi kartı borçlarımın altına eziliyorum, banka her an icraya gelecek. Esnaf veryansın ediyor, akşam oldu daha siftahım yok. Çiftçi dersen, traktörü çoktan haczedilmiş. Emeklikler yaşadıklarına bile bin şükrediyor. Sokaktaki genç, problemli, işsiz, sinir katsayısı haliyle yüksek. Bir dokun, bin ah işit.

Tüm bunlar bugün Türkiye’nin birebir gerçekleri. Hal böyle olunca, ekonomi iyiye gidiyor dediğim zaman, çoğunun sesi yükselmeye başlıyor ve hatta ‘nasılsa senin tuzun kuru, sen tabii ki hissetmezsin açlığı, yoksulluğu’ diyebiliyorlar.

Halbuki bu satırların yazanı da 2001 ekonomik krizi sonrasında yerlere yapışmış bir iş kadınıydı, şimdi düm düz eleman olarak ayakta kalabilme savaşı veriyor! Açlıkla tokluğun arası sadece bir dilim ekmekmiş arkadaşlar, ekonominin ilmini yaptım ama pratiği de bana bunu öğretti. Bu nedenle sadece ekonomiye değil tüm olay ve insanlara objektif yaklaşmam artık daha kolay ve anlamlı oluyor.

Gelelim sokaktaki insanın ekonomik büyümeyi neden bir türlü hissedemediğine…Büyümekle kalkınmak, refaha ulaşmak aynı şey değil. Büyüme dengeli bir şekilde sürdürülebilirse toplumun genel refahına yansır. Yani büyüme, refah ve istihdam ilişkisi kurulabildiği zaman toplum da bunu rahatlıkla hissedebilir.

Evet, Türkiye ekonomisi büyüyor, bu inkar edilemez bir gerçek, şöyle 5-10 yıl geriye baktığımızda nereden nereye geldiğimiz açıka görülüyor. Ülke genelinde büyük yatırım ve hizmetler hayata geçiriliyor, duble yollar, okullar, üniversiteler, hastaneler, spor tesisleri, kültür merkezleri, enerji projeleri, havayolu ulaşımı, raylı sistem ulaşımı, yeni kurulan üniversiteler, telekomünikasyon projeleri v.s. gibi tüm bunları görmezden gelmek ve inkar etmek asla mümkün değil.

Ancak, ekonomideki yapısal sorunlarımız halen çözüm bekliyor…gelir dağılımı, işsizlik, kayıt dışılık, vergilendirme, cari açık bu ülkenin genel ve yıllardır çözümlenemeyen ciddi sorunları. Bu sorunlar nedeni ile büyüme, bir türlü insana ulaşamıyor. Halbuki bunların hepsi bir insanlık, bir vatandaşlık hakkı..

Örneğin Türkiye’de kayıt dışılık yüzde 50 (gelişmiş ülkelerde bu oran yüzde 5), işsizlik yüzde 10 (gelişmiş ülkelerde olması gereken yüzde 1-2), dolaylı vergi ki direk olarak vatandaşın gelirini etkiliyor yüzde 70, nüfusun yüzde 12’si açlık sınırının altında yaşıyor, nüfusun en zengin yüzde 10'uyla en yoksul yüzde 10'u arasındaki gelir farkı 17 katı, enflasyon çözümlendi ancak reel gelir bir türlü artmıyor, asgari ücret hala 600 bin yani yaşam standartının çok altında.

Ekonomi büyüyor, ancak insani gelişmişlik düzeyimizi etkilemiyor. Hemen etkilemesi de mümkün değil çünkü yapısal sorunların çözümü için baya bir zaman gerekiyor. Yani sürdürülebilir ekonomik büyüme ve dengeli üretim yapısı şart. Ayrıca milli gelirin artış hızının birden bire çok yüksek olması beklenemez, büyüme hızı yavaş yavaş arttığı için insanlar da buna uyum sağlıyor ve geçmişteki yaşam tarzımızı unutup kendimizi hep bir üsttekine göre kıyaslıyoruz. Bunun için de yansıma iyi hissedilmiyor.

Bir de kırılganlıklarımız çok hassas. Sosyal yapımızda çarpıklıklar var, doğu ile batı arasında da dengesizlik had safhada. İnsanımız da problemli. Aile yapısı, çocuklar, gençler kırılgan. Sosyal yapıyı bir türlü güçlü tutamıyoruz. Ekonomi büyüse bile sosyal yapıyı düzeltmek uzun yıllar gerektiriyor.

Ekonomi öyle bir dengeler bileşkesi ki üretimden tüketime, para politikalarından gelir dağılımına, istihdamdan sosyal yapıya kadar pek çok unsurun bir ahenk ve denge içerisinde çözümlenmesi gerekiyor. Biz halen ekonomideki yapısal sorunlarımızı kökten çözmek için cesur adımlar atamıyoruz.

Kısır bir döngü gibi…Ekonomiyi güçlendirecek olan insanlardır, biz kendimizi ne kadar mutlu ve güçlü hissedersek o kadar fazla ekonomik performans gösterebiliriz. Ancak kendimizi mutlu hissedebilmek için de kalkınmaya, refaha ihtiyacımız var.

Eğer ki şimdi, ekonomik büyüme neden halen benim cebime yansımıyor diye soruyorsak, Türkiye daha 8 yıldır yeni yeni kafasını doğrultabiliyor derim. Bu soruyu 1923 ten 2002 ye kadar bu ülkeyi yönetenlere sormak lazım, neden bugüne kadar bir türlü kalkınamadık diye!

Merkez Bankası’nın faiz indirimi ne anlama geliyor?

Merkez Bankası’nın faiz indirim kararı finans piyasalarını şaşırttı. Neden şaşırıyorlar, hiç anlamadım.

Bu faiz indirimi, Güngür Uras Hoca’nın Ayşe Teyzesi’nin de kafasını karıştırabilir. Ancak Ayşe Teyze rahat uyusun, bankadaki parasına çok fazla bir etlkisi olmaz. Güngür Uras yarın Milliyet’teki köşesinde onu mutlaka aydınlatacaktır.

Merkez Bankasının faiz indirim kararına ilişkin haberlere yapılan yorumları okuyorum, vatandaş haliyle diyor ki ‘bir sürü anlamadığımız ekonomik terim var, politika faizi 6,25'ten 5,75 düşürüldü, gecelik faiz oranı 1,50'den 5'e yükseldi, tüm bunlar ne demek, biz ekonomist miyiz, bunlardan ne anlarız? Doğru düzgün açıklasanız da biz de neler oluyor öğrensek’…

Vatandaş haklı, ben ekonomi tahsili yaptım ama sonuçta ben de sade bir vatandaşım. Bu nedenle bildiğimi en anlaşılabilir haliyle aktarmayı bir blogçu olarak görev sayıyorum :)

Öncelikle şu yüzde 1,50'den 5'e yükselen gecelik faiz oranı nedir, ne işe yarar, bunu açıklayalım...Bankalar veya diğer finansman kuruluşları kendilerine yatırılan mevduatların bir kısmını kasasında nakit olarak tutar, diğer kısmı ile kredi verir ya da hazine tahvili, bono v.s alır, satar, yani paradan para kazanmaya çalışır. İşte bu kasasında tuttuğu parayı da Merkez Bankası'na "gecelik mevduat" olarak yatırır ertesi sabah çekerek tekrar kasasına koyar. Merkez Bankası, bu gecelik mevduata “gecelik faiz” öder. İşte o faiz, bu faiz. Gecelik borçlanma faiz oranının yüzde 1,50’den yüzde 5’e yükseltilmesi demek, Merkez Bankası’nın sıcak paraya sıcak bakması demek.

Yüzde 6,25'ten 5,75’e düşürülen politika faizi de; Merkez Bankası’nın, yine bankalara bir hafta vadeli repo ihalesi için verdiği faiz oranı. Kısa vadede politika faizinin yüzde 6,25’ten, yüzde 5,75’e düşürülmesi demek, kredi maliyetlerinin az da olsa ucuzlaması demek. Ucuz kredi de üretimin artması, ekonominin canlanmas, cari açığın azalması demek.

Merkez Bankası'nın bu son faiz indirimi kararı, döviz kurunu kontrol etmek, küresel krize karşı önceden önlem almak, herhangi bir ekonomik durgunluk anında piyasaları canlı tutmak amacı ile alındı. Ayrıca yabancı yatırımcının getireceği sıcak paraya da kontrollü olarak evet demektir. Zira, dünyada kur savaşları yaşanıyor ve döviz aşırı hareketleniyor. Ne kadar etkisi olacağı ise yabancı yatırımcının vereceği tepkiye bağlı.

Kısa vadede vatandaşı çok etkileyecek bir faiz kararı değildir. O yüzden diyorum ya Güngör Uras’ın Ayşe Teyzesi rahat uyuyabilir.

04.08.2011 Beran Uzer




:) 3 gün önce öyleydi 3 gün sonra neden böyle oldu? (Güngör Uras - Milliyet 05.08.2011)


Sn. Hocam, sizi pek bir karamsar gördüm...Ayşe Teyzem'i üzmeyin lütfen, zaten sıcaklardan tansiyonu habire oynuyor :))


31 Tem 2011

Ekonomi ne diyor?

Ev kadınları bile ekonomik kriz neymiş, nasıl olurmuş öğrendi, şu bizim çok havalı medya ekonomistleri ile kendini her an ekonomist sanan bir güruh kriz modundan hala çıkamadılar.

Derecelendirme kuruluşları ‘böh’ mü dedi, IMF saklandığı kapının arkasından aniden çıkıp ortalığı velveleye mi verdi?...vay ekonomik kriz geliyor.

Hele bir argumanları var ki bitiyorum…’evet yüzde 11 büyüdük ama cari açık çok yüksek! (nedir bu cari açık desen….tısss! ). Sıcak para girişi çok fazla! Ekonomi büyüdüyse ben neden hala büyüyemedim, cebimde bir kuruş para yok’..

Ya dün balkonda tüttüre tüttüre, kokuta kokuta yaptığın neydi? Maşşallah kasapta et bırakmamışsınız. İyi vallahi hem ye ye büyü, hem de ben neden büyümüyorum de.

Geçen sene 3 ekmek alabilirken, bu sene 1 tanesi için bile zorlanan gerçek fukara bunu söylese anlayacağım. Kıçında amerikan donu, kolunda isveç saati, boynunda en mistikinden sıkılmış bir parfüm kokusuyla, ekonomik kriz mavalı okumuyor mu, deli oluyorum.

Yok canım, kendileri için bir şey istiyorlarsa namertler, yazık yani, yoksullar ne yapıyorlar, onun derdindeler…tallahi!

Bunların birde ideolojik takılanları var…AKP karşıtlığı olsun da nasıl olursa olsun. Arkasına da şeriat muhabettini takmazsan vallahi aşk olsun sana. Sen hala hangi dünyada yaşıyorsun allahaşkına?

Söylediklerini bir dinleyecek olsanız, hemen kaçın sığınaklara!

Bir de bunu öyle bir ciddiyetle, öyle bir ekonomistimsi anlatırlar ki, dinleyen, okuyan bişi anlamaz, bi söyledikleri diğerini tutmaz. Kafa karıştırmaktan başka bi işe de yaramazlar. Bizim blogta da var bunlardan, bir miktar.

Ha ben mi? Ben sizden daha fazla şey bildiğimi mi iddia ediyorum? Bilmişim tekiyim zaten. Kesin şu anda bunu düşünüyorsunuz. E öyleyse ben de size en derin saygılarımı sunuyorum! bu vesile ile…

Hiçbir şey bilmiyorsam bile ( özür dilerim hocam, 30 yıl sonra bana bunu söylettiler işte) en azından ekonomik göstergeleri tarafsızca yorumlamayı biliyorum.

Bu yazı uzayacak, gidişat onu gösteriyor…eğer sıkıldı iseniz buyrun çıkışlar sol taraftan.

Gelelim ekonomik göstergelere…ne anlatıyor bakalım, en basit tarafından.

- Büyüme oranının yüzde 11. Yani memleketin milli geliri baya bir artmış. Eyvallah, beraberinde bütçe açığına, cari açığa ve işsizlik oranlarına da bakmak gerekiyor.

- Bu yılın ilk altı ayında devletin bütçesinde 2,9 milyar TL fazla varmış. Yani devlet kendi kemerini sıkmış, kendisine ayrılan bütçeyi hesaplı kullanmış, seçim felan var diye har vurup harman savurmamış, vergilerini toplamış, kamu maliyesinde disiplini elden bırakmamış. Eğer bütçe açık vermiş olsaydı, ülke borçlanarak bu açığı kapatmak durumunda kalacaktı. Dünya ekonomisine baktığımızda bütçe açığı vermeyen ülke neredeyse yok. Aferim Türkiye’ye.

- Evet, cari açık yüksek…Bu konuda da birinci olduk, tabii ki olumsuz. Bu yılın ilk dört ayında 29.6 milyar dolar olan cari açığın 2011 sonunda 68 milyar dolar olması bekleniyor. Cari açık bir ülkenin ürettiğinden fazlasını harcaması demek. Peki bu harcama üretim için mi yapılmış yoksa tüketim için mi? Önemli olan bu. Türkiye'nin cari açığı kamu kesiminden kaynaklanmıyor, özel sektörden kaynaklanıyor. Yani özel sektör ürettiğinden fazlasını harcıyor. Üretim yapmak için ara mal ithal ediyor, düşük döviz kuru bunu teşvik ediyor, yurt içi kaynaklardan kullanarak üretim yapmak yerine ithal ederek üretim yapıyor. İhracat aynı oranda olmayınca, cari açık büyüyor. Eğer yatırımlar kazançlı olursa özel sektör borçlarını öder. Zaten özel sektörün borçlanması için mutlaka teminat göstermesi gerekiyor. Yoksa dünyadaki kredi kuruluşları öyle haybeye sıkı bir teminatı olmadan borç para vermez. Bizim özel sektör de heyecan olsun diye ödeyemeyeceği borca girmez. Bakmayın siz cari açık çok yüksek diye ortalığı telaşa verip, faizleri yükseltmeye zorlayanan kriz-faiz lobisine. Eğer ki faiz artırımına gidilirse en büyük yanlış orada yapılmış olur. Faiz artışı yapmak şu küresel ortamda daha fazla sıcak para girmesine neden olacaktır.

- İşsizlik…işte bu önemli, çünkü yapısal bir sorun. Günlük ekonomi politikaları ile çözümlenmesi mümkün değil. Nisan ayı itibariyle işsizlik oranı yüzde 10, gerileme var ama yeterli değil. Büyüme yüzde 11 ise ve bu sağlıklı bir büyüme ise işsizliğin daha hızla azalması gerekirdi. Ayrıca genel işsizlik oranlarına dahil edilmesi gereken pek çok yan unsur var. Bunları da devreye katınca yüzde 15-16 larda gerçek bir işsizlik oranı görünüyor. Ama 2 yıl önce yüzde 25 lerden söz ediliyordu. Yine de iyi bir gelişme.

- Peki hane halkı tüketebiliyor mu? Yüzde12 artış olduğuna göre, e vallahi baya bir tüketiyor. Bankalar da sağolsun açtılar tüketici kredileri torbasını, habire tüketimi pompalıyorlar.

Özetleyelim mi?

Enflasyon düşük, aynı oranda faizler de düşük. Faizler düşük olunca tasarruf yapmak cazip değil. Kredi kullanımı artıyor, yatırım harcamaları artıyor. İnsanlar harcamaya başlıyor, iç talep artıyor, tüketim artıyor. İç talep arttıkça üretim artıyor, ekonomi büyüyor. Ekonomi büyüyünce ve döviz kuru da düşük olunca ihalat artıyor, cari açık yükseliyor. Cari açık yükselince ithalattan alınan vergi artıyor ve bütçe açığı kapanıyor. Ekonomi büyüdükçe tabii ki işsizlik de azalıyor.

İdeal gibi görünüyor değil mi? Kriz göstergesi değil bunlar. O halde, her şey güllük gülistanlık mı?

Tabii ki hayır…


Gelir dağılımına da bakmak gerekiyor, ülkedeki sermaye ve siyasi güç dağılımına da bakmak gerekiyor. Türkiye'de 17 milyon kişi son on yılda fakirlikten orta sınıfa geçmiş. Az bir rakam değil. Ama halen gelir dağılımında adaletsizlik çok.

Şimdi bir de buna girersem ben de dağılacağım. O da başka bir yazının konusu olsun. Çünkü gelir dağılımı konusu önemli! Hani ekonomi büyürken siz kendinizi neden büyüyemiyor gibi hissediyorsunuz, bunun yanıtı bir başka yazıya.

Seçimler öncesi Türkiye ekonomisi ısınıyor mu diye sormuştum ama son göstergeler fena değil.

Baylar, Bayanlar…şu anda ekonomi iyi yönetiliyor.

Avrupa’nın krizinden korkmayın, Avrupa kendi sağlığı için Türkiye’yi ayakta tutmak zorunda…bunu da unutmayın.

E vallahi buraya kadar da okuduysanız eğer, sabrınıza şapka çıkartır, okumak için emek veren o gözlerinizden öperim.

Behey zirzop! Aşkın uysalı mı olurmuş?

Kendini çok duyarlı, çok hisli sanan bir zirzop çıktı ve bana “sen aşktan ne anlarsın, duygusuz kadın” dedi.

Bunu bana diyen de yine bir kadın.

Efendim neymiş, “uysal bir aşk” arıyormuş.

Ben de ne demişim ‘yaşında eşşek kalmadı öldü, daha bunlarla mı uğraşıyorsun’…

Kızılca kıyameti kopardı…

Çok kızdım!

Ben sana öyle bir anlatırım ki aşkı yapışıp kalırsın o eşsiz duyarlılığınla yerlere, dağılırsın.

Evet, aşkın yaşla başla ilgisi yok ben de biraz ağır konuştum galiba ama haketti.

Yıllardır “uysal aşk” arar, ne menem birşeyse bu uysal aşk, bulduğunu sanır, bir ay sonra ‘bu da kesmedi’ der.

Kesmez tabi, aşkın uysalı mı olurmuş, behey salak?

İplerinden kopacaksın, her şeyinle saçılacaksın ortalığa, yollarını şaşıracaksın…Hedefe kilitlenmiş bir sniper gibi sadece aşka kilitleneceksin…

Sadece aşık ve maşuk olacak, başka kimseleri gözün görmeyecek…Tad, koku alamayacaksın, hatta nefes bile almayacaksın.

Nereden, ne zaman, ne şiddette geldiğine kafa yormayacaksın, yıkılacaksın, 8 şiddetinde depremin enkazı gibi olacaksın…Seni sarsacak, ayaklarını yerden kesecek (midendeki kelebek uçuşmalarını da unutma).

Sonunu düşünmeyeceksin, bittiği zaman da bu enkazı nasıl toplarım diye zırzır etmeyeceksin.

O enkazın içinde ölmeyi göze alacaksın!

Nerde sende o yürek? Sen sarhoş olmaktan korktuğun için hayatında içki bile içmemişsin. Hayatında bir kere bile sarhoş olamamış biri, aşkı nasıl göze alabilir ki?

Sen, aşık olmayı çocuk oyunu mu sanıyorsun?

Sen, aşık olmak bunlardan farklı bir şey mi sanıyorsun?

Behey zirzop !

Uysal bir aşk arıyormuş…sanki uysal bir minnoş kedi arıyor!

Aşkın uysalı mı olurmuş?... Aşk anarşisttir, aşk fevridir, yakar, yıkar.

Geçmiş karşıma bir de bana “duygusuz kadın” diyor…

Hadi ordan, sen aşktan, duygudan ne anlarsın?

30 Tem 2011

Komutanların istifası kriz değil, demokrasi adına bir kazanımdır

Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları emekliliklerini istediler…aslında önce istifa ettiler ama sonradan emekli olmaya karar verdiler!

TSK'nın komuta kademesi top yekun boşaldı, Jandarma Genel Komutanlığı hariç (şu dakikalarda görüşmeler sürüyordu).

Komutanların istifası anormal bir gelişme mi? Hayır, bence çok normal, hatta bir hayli gecikmiş bir durum.

Ergenekon, Balyoz, internet andıcı gibi davalar açıldığında, o dönemde askeri komuta kademesinde kim varsa anında istifa etmeliydi.

Davalara tepki göstermek adına değil …daha şeffaf daha saydam bir ordu yapılanmasına ön ayak olmak için, ordunun saygınlığını ve halk arasındaki gözbebeği sıfatını bu derece yitirmemesi için, çok önceden yapılması gerekiyordu.

Ancak koltuk ve makamı bir anda bırakmak, devlet içinde devlet olmuş askeri vesayet sistemini ve getirdiği gücü bir anda elinin tersi ile itmek o kadar kolay değildi…

Sanki her biri birer ayetmiş gibi uygulanan “teamüller” ( askeri atamalarda alışılagelmiş kural ve kalıplar) le oluşturulan komuta kademeleri, iş başına gelen askeri bürokrasinin sorgulanamazlığı ve denetimsizliği, kendi işini yapmakta başarısı tartışılan (bkz. terörle mücadele) ancak siyasete müdahalede son derece hevesli, çok ciddi iddialar karşısında duyarsız ancak hukuk ve yasalara direnmekte hiçbir beis görmeyen bir orduyla Türkiye nereye kadar gidebilirdi ki?

Bugüne kadar, “teamül” gereği atanmış 350 den fazla general yönetimindeki TSK, NATO içinde de “en hantal ordu” ya dönüşmüştür.

Yasalar duruken, askeri teamüllere ne gerek var? Yasalar doğru olanı zaten belirlemiş…“atamalar tamamen siyasi iktidarların görevidir, YAŞ’ın böyle bir yetkisi yoktur” demiş.

Bakmayın siz, şimdi ne olacak, memleket ordusuz kaldı diyen kriz heveslilerine…Komutanların istifası hiçbir şekilde krize sebep olmaz. Türkiye komutansız kalmaz. Bir kararname ile yeni atamalar yapılır, saydam ve şeffaf bir ordu olarak asli görevine geri döner.

TSK'da son derece iyi eğitimli ve gelişmiş demokrasilerde olduğu gibi siyasete bulaşmamış pırıl pırıl subaylarımız var ve hatta çoğunluktalar…TSK bu subaylarımızla yıpranmışlığını aşabilir ve her zaman halkın güvenini devam ettirebilir.

Hiçbir demokratik devlette, askeri bürokratların istifası bu derece tartışmalara ve gerilimlere konu olmaz. Hatta hiçbir şekilde bu kadar kamuoyunu meşgul etmez.

Gelişmiş demokrasilerdeki ordular askeri bürokrasiye değil demokrasiye hizmet ederler. İstifaların da bu anlamda ordu ve demokrasi adına bir kazanım olduğunu düşünüyorum.

Siyasi otoriteye düşen görev belli, hemen kararname çıkarılır, yeni komuta kadrosu belirlenir ve Cumhurbaşkanı’nın onayına sunulur…

Ordu da kendine gelir, normalleşir…

26 Tem 2011

Avrupa'nın ekseni ırkçılığa doğru kayıyor

Norveç’te yaşanan terör ve katliam, Avrupa’daki ırkçı siyasetlerin sonucudur.

Son yıllarda Avrupa’da radikal sağın ve ırkçılığın artış eğiliminde olduğu bir gerçek. Avrupa’nın bir çok ülkesinde “radikal sağ” akımlar, parlamentolarda boy göstermeye başladı. Merkez sağ partiler, oy alabilmek için ırkçılığın tırmanmasına göz yumuyorlar, ırkçı hareketleri destekleyerek, yabancı düşmanlığını körüklüyorlar.

Almanya’da Türkler, Romenler ve Bulgarlar, Fransa’da Tunus, Fas ve Cezayirliler, İngiltere’de Hintli ve Pakistanlılar, genel olarak da Avrupa’da Müslümanlar son zamanlarda yoğunlaşan ırkçı saldırılarının hedefi haline gelmektedirler.

Avrupa uzun zamandır bu eğilimleri görmezden geliyor, ekonomik kriz sonrası yükselen milliyetçi damarlara taviz vermekten de çekinmiyor. Avrupa kamuoyu özellikle son zamanlarda Yunanistan’a uygulanan kurtarma paketlerinden son derece rahatsız, Avrupa Birliğine güven düşüşte. Pek çok ülkede milliyetçi hatta ırkçı radikal sağ partilerin oyları gitgide artıyor. Kökeninde ırkçı örgütlerin yattığı bu siyasi partilerin parlamentolara girmesi kamuoyunda olağan karşılanıyor.

Norveç, Avrupa ekonomik bölgesine dahil, ama AB üyesi degil. Barış ve özgürlükler ülkesi olarak bilinir, aşırı milliyetçi ve ırkçı akımların gelişmesine izin vermez, bu tip radikal eğilimleri dengelemeye çalışırdı.

Dünyanın en huzurlu ülkelerinden biri olarak bilinen Norveç, peşpeşe ve aynı kişi tarafından gerçekleşen iki terörist saldırı ile şoka uğradı. Kendini aşırı sağcı neo-nazi ve Müslüman karşıtı olarak tanımlayan Norveçli ırkçı terörist onlarca genç insanı gözünü kırpmadan katletti. Gerekçesi ise Norveç’te uygulanan politikaların çok fazla özgürlükçü ve yabancılara karşı fazla toleranslı olmasıydı. Terörist Hollandalı ırkçı siyasetçi Geert Wilders’ın de hayranı olduğunu açıkladı.

Avrupa’nın 11 Eylül’ü olarak nitelendirilen saldırı, tam tersi katıksız Avrupa modeli bir terör eylemidir. Yabancılara düşmanlıkla bilenmiş, dengesiz ve ırkçı bir ruh hali, Avrupa modeli terörizme imzasını atmış oldu.

Avrupa’da son on yıldır körüklenen aşırı milliyetçilik, ırkçılık ve yabancılara tahammülsüzlük işte yıllar sonra bumerang gibi geldi kendisini vurdu.

Almanya ve Fransa’da da aynı ruh hali sokaklarda kol geziyor. Sadece yabancılar ve göçmenler değil, Avrupa’nın kendi halkı da tehdit altında.

Her fırsatta Türkiye’nin eksenini doğuya doğru kaymakla suçlayan Avrupa, kendi eksininin ırkçılığa doğru kaydığını farketmesi için, umarım bugün Norveç’teki gibi katliamları, geçmişte de Almanya’daki gibi insanlık trajedilerini yeniden yaşamak durumunda kalmaz.

Algılayamıyor musun? Anlatamıyor muyum?

Ben ne diyorum, sen ne diyorsun?

Geçenlerde ofisteki bilgisayarcıya sistemdeki bir sorunu aktarıyorum, ‘şöyle şöyle olsa bu sorun çözülebilir mi’ diye soruyorum. Bana sorduğum soru ile hiçbir alakası olmayan bir yanıt veriyor. Dinliyorum, dinliyorum acaba ben mi algılayamıyorum diye düşünüyorum, ancak sorumun yanıtını alamadığım için bu işte bir terslik var diyorum. Ya anlatamıyorum, ya algılayamıyor.

Tekrar soruyorum…’bak ben sana sadece şu soruyoru soruyorum ve çözümünün bu şekilde mümkün olup olamayacağını merak ediyorum, sonuçta bir çözüm bulmamız gerekiyor, hem de ivedi olarak'…

Gelen yanıt şu şekilde…’ya tamam anladım da o sorun böyle çözülmez’.

Yarabbim çok şükür…bana en baştan söylesene bu böyle çözülmez diye! Benim soruma neden farklı, hiç alakası olmayan bir yanıt veriyorsun da hem benim zihnimi hem de kendini yoruyorsun? Tamam, anladım, sorun böyle çözülmezmiş.

Eee, peki çöz o zaman, blgisayarcı olan sensin, işte bu kadar!

Bu ve benzeri olayları birkaç defadan fazla tekrar tekrar yaşayınca, beraber çalıştığım arkadaşıma sordum. ‘Sen beni de onu da tanıyorsun, hepimiz iş arkadaşıyız, ben mi sorunu yanlış anlatıyorum, yoksa onun algısında bir problem mi var?’. Bana tarafsızca söyle…

‘Yok sizin anlattığınızı ben de anladım, kesinlike onun algılama problemi var’ diye beni teyid etti.

Bir başa arkadaşımıza sorduk, ikinci teyidi aldık.

Yok dedim bu işte yine de bir problem var, insanlar neden senin a dediğini b diye anlasınlar ki? Sonuçta o da bilgisayarcı olmuş, bu işin uzmanı. Algılaması neden eksik ya da yanlış olabilir ki?

Vallahi o günden beri araştırıyorum, neyi mi? Yok o sistemle ilgili sorunun çözümünü değil, bu vesile ile ortaya çıkan “algılama” sorununu. Ya da ne bileyim belki de “anlatamama” sorununu.

İlk bulgularımdan derlediklerim şu şekilde;

- Gerçek tektir ama “doğru” kavramına evrilmesi kişiye göre değişir. Bu evrilmede insanların farklı farklı algılamaları devreye girer. Yani insan sayısı kadar algılama vardır. Farklı algılamalar da farklı davranış biçimlerine, farklı yanıtlara sebep olur. İletişim kazaları da zaten bu algılayış farklılığından kaynaklanıyor.

- İnsanlar fiziksel dünyadaki tecrübelerini fotoğraf gibi bire bir zihinlerine kodlamazlarmış. Çünkü insanların beyin işletim sistemleri birbirlerinden çok farklı.. Örneğin bir ev çiz diyorsunuz, herkes farklı farklı evler çiziyor. Ruh dünyası, eğitim, kültür, aile görgüsü, öğrendiği sosyal normalar gibi pek çok dış etmen devreye giriyor. Ama herkes nasıl bir ev çizerse çizsin, sonuçta o bir “ev”.

- Algılar, ferdin eski yaşantılarına ya da bilgilerine göre şekil alıyor, Bu sebeple, algı, aslında bir kişilik tepkisi.

- İnsan algılarken kendisi için “o an önemli” olana yöneliyor. Yani o anda onun için ne ön planda ise, karşındakinin sorduğu ya da söylediği ne olursa olsun verdiği yanıt ya da algılaması da o anlık önem doğrultusunda. Yani aslında yanlış algılama diye bir yok, sadece “algıda farklılık” var. Ya da seçicilik var, seçip seçip kendine o an için hangisi uygunsa sadece ona göre algılıyor ve ona göre davranıyor.

- Aslında anlatamamak da bir nevi algı bozukluğu kaynaklı. Anlatamıyorsun çünkü karşındakini de sen algılayamıyorsun. Beklentilerini de algılayamıyorsun. Bu nedenle ne anlatırsan anlat karşındaki algılayamıyor sanıyorsun.

- Tabii bir de ne anlatırsan anlat, nasıl anlatırsan anlat, kronik algılama bozukluğu olanlar da var. Bu tip insanlar hayatlarının hiçbir döneminde zaten karşındakini algılamak üzerine bir çabaya girmediklerinden kaba tabiriyle bunlara “idrak yolları enfeksiyonlu” da denebilir…bir nevi öz-sevi sendromu.

Algılama, algılatamama, anlatma, anlatamama konusunda bu aralar baya bir yoğunlaştım :)

Sanırım, insanların farklı farklı evler çizebileceğinin en baştan varsayım olarak kabullenilmesi gerekiyor.

Ve nihayet hepimiz için en zor olanı, karşındakinin seni nasıl algılayabileceğini en baştan doğru algılamak gerekiyor.

İş dönüp dolaşıp yine “empati”ye çıkıyor.

Sevgili bilgisayarcım, sana bundan sonra empati yapacağım,. Senden de empati bekliyorum. Belki o zaman birbirimizi daha iyi algılayabiliriz :)

Neyse; yazımı Can Baba'nın dizeleriyle entel, dantel bir şekilde sonuçlandırayım:) .

en uzak mesafe ne afrika'dir,
ne çin,
ne hindistan,
ne seyyareler
ne de yildizlar geceleri isildayan...
en uzak mesafe iki kafa arasindaki mesafedir
birbirini anlamayan.

22 Tem 2011

Sosyal medya detoksuna ihtiyacınız var mı?

Sosyal ağlarda vakit geçirmek iyi, güzel, hoş ama…

Şu aşağıdaki belirtilerin sizde de mevcut olduğunu düşünüyor musunuz?

1) Twitter’da değilisiniz ama arkadaşınızla tweetler gibi 140 karakteri geçmeyecek bir şekilde mi konuşuyorsunuz? Örneğin arkadaşınıza bir olayla ilgili fikrinizi anlatacaksınız, uzun uzun konuşmak sizi sıkıyor, kısa kısa derdinizi anlatıyorsunuz…tıpkı tweet atar gibi. .

2) Her beğendiniz nesneye, konuşmaya, görüntüye baş parmağınızı yukarı dikerek beğendim, çok iyi işareti mi yapıyorsunuz? Hani Facebook’taki beğen tuşu gibi. “Beğenkolik” seniz durumunuz budur.

3) Tweet’inize yeteri sayıda geri dönüş alamadığınızda yani retweet alamadığınızda canınız sıkılıyor, depresyona mı giriyorsunsuz?

4) Gerçek hayatta konuşurken L-O-L (ingilizcede kahkahalarla gülüyorumun kısaltılmışı- bizdeki ha ha ha gibi bir şey), W-T-F ( what the fuck – yani bizdeki ne bu yaa amq gibi), L-M-A-O (bizdeki ‘koptum’ a karşılık geliyor)…gibi kısaltılmış, kırpılmış kelimelerle mi konuşuyorsunuz? Hani internette yazışırken kullandığınız kestirme kelimeler var ya, işte onlar gerçek yaşamdaki konuşma stiliniz haline mi geldi?

5) Myspace, Frendster (ki bu bizde çok kullanılan bir site değil) gibi artık kullanımı çok revaçta olmayan internet sitelerindeki hesaplarınızı hala saklıyor musunuz? Bu hesaplarınızı hala kapatmadınız mı?

6) (Şimdi bu made için öncelikle bir açıklama gerekiyor… Örneğin Foursquare gibi daha ziyade akıllı telefonlarla çalışan bir program var. Facebook ve twitterdan sıkılanlar buraya giriyor. Türkiye’de kullanımı son günlerde yaygınlaşmaya başladı. Lokasyon bazlı bir sosyal ağ. Örneğin konumunuzu belirtiyorsunuz, size en yakın tüm mekanlar bütün özellikleri ve avantajları ile sıralanıyor).
Foursquare ile farklı mekanlar bulacağım ve avantajlar elde edeceğim diye günlük yolunuzu değiştirir hale mi geldiniz?

7) Farmville’de oyalanırken kendinizi gerçek bir çiftçi gibi mi hissediyorsunuz? Mesela o gün tarlanıza zaralı haşare dadanmışsa gününüz kararıyor mu?

8) ‘Eyvah! elektrik kesildi, Facebook’a giremedim, tweetlerime bakamadım‘ ya da ‘sistem bozuldu, internete giremiyorum’ diye öfke ve sinirle dolanıyor musunuz? Bu durum sizi iyice geriyor mu?

9) Paranızın çoğunu, sosyal ağlara daha hızla ulaşabileceğiniz daha gelişmiş cihazlara mı harcıyorsunuz? Program güncellemeleri için dünyanın parasını mı ödüyorsunuz?

10) Facebook’a ya da Twitter’a ulaşamadınız, çünkü yanınızda laptopunuz, iphone, ipad iniz yok. Çevrimiçi olamadınız, bu durum sizi paranoid psikoz hale mi getiriyor? Yani kişilik bozukluğu yaşıyor musunuz?


Bu semptomların çoğu sizde varsa, hiç durmayın…derhal “sosyal medya detoksu” almak için en yakın psikaytri kliniğine müracaat edin…çünkü size psikiyatrik müdahale şart!




Kaynak:

10 Signs You Need A Social Media Detox [Infographic]
Megan O'Neill - July 19, 2011

21 Tem 2011

Faşizm o gece cazseverlerin içindeydi

Faşizm böyle bir şey işte, Aynur Doğan’a yapılan gibi bir şey!

Kürtçe bilmeyenleri bile Kürtçe türküleri ile ağlatabilen bir sanatçıya yapılan gibi bir şey!

“Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar”… der Ingeborg Bachmann.

Çok güzel, çok doğru bir tesbit…hepimizin içinde yok mu bu faşizm denilen illet dürtü?

Öyle bir illet dürtü ki bu; bir diğerinin, yanımızdakinin, evdekinin, otobüstekinin, iş yerindekinin, çarşıdakinin ve nihayetinde bir konser salonunda Kürtçe şarkı söyleyen Aynur Doğan’ın üzerinde baskı ile hakimiyet kurmak, korkutmak, gözlerimizden ateş çıkartarak saldırmak, bağırmak, her an olası, her an mübah.

Kendimizi de hep haklı görürüz! İçimizdeki faşist dürtü için bir sürü nedenimiz her zaman hazırdır.

Sadece siyasi bir sistem olarak değil, toplumsal bir davranış sistemetaği olarak bile tarihin en kanlı sayfalarının yazılmasına sebep olmuştur, bu faşizm denilen illet, faşist denilen insan modeli.

Faşizm içimizde barındırdığımız sinsi çelişkidir. En olmadık yerde, en olmadık zamanda ortaya çıkar.

Gün olur ırkçılık olarak karşımıza dikilir, insanları diri diri katlederler.

Gün olur, bir caz konserinde Kürtçe bir aşk şarkısı söyleyen Aynur Doğan’ı yuhalayarak, üstüne minder atarak sahneyi terkettirirler.

Cazseverden faşist olmaz demeyin, her tür insandan faşist olur. Faşizm senin, benim, hepimizin içinde gözlerinden ateş saçmaya hazır vaziyette bir yerlerde sinsi sinsi bekliyor.

Bu sinsi canavar; Cuma akşamı, Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde ‘Suyun Kadınları’nı' dinlemeye gelenlerin içindeydi. 18. İstanbul Caz Festivali’nde Buika, La Shica, Rita, Gkykeria ve Aynur Doğan gibi Akdeniz’in kadınları şarkılarını söyleyecekti.

Kürt şarkıcı Aynur Doğan sahne aldı, salonda bulunan bir grup cazsever ‘Şehitler ölmez, vatan bölünmez” diye bağırmaya başladı. Faşizm denilen illet dürtü açığa çıktı.

Daha iki gün önce 13 şehit vermiştik. Nasıl olur da bir Kürt şarkıcı çıkıp Kürtçe şarkı söyleyebilirdi. Minderler, sandalyeler havada uçuştu, faşist yuh sesleri evrensel müziğin yerini aldı. Aynur Doğan sahneyi terketmek zorunda bırakıldı. Daha da yetmedi sahneye başka sanatçı çıktığında, salonda İstiklal Marşı okunmaya başlamıştı.

Faşist insanın içindeki ‘iç düşman’ algısı o an ‘Aynur Doğan’ dı. O an kitlesel kıyıma hazırdı, o faşizm denilen illet dürtü.

Faşit insan modelinde baskın olan şiddet ve histeri, kitlelerce paylaşılarak o gece faşizmin en önemli silahı haline dönüşmüştü.

Faşist insan, herkes kendisi gibi olsun ister…fark olmasın, bir boy, bir örnek olunsun. Tek millet, tek adam, tek dil, tek tarih, tek ideoloji, tek hayat tarzı olsun ister.

Caz konserinden sonra, herkes evlerine döndü, faşist dürtülerini bir dahaki sefere kullanmak üzere ceplerine yerleştirdiler. Yattılar, uyudular. Sabah kalkınca unuttular bile. Belki gün içinde iş yerinde ya da akşam eve dönünce yine bir “tek olmak”, “üstün olmak”, “baskın olmak” histerisi ile ona, buna, sana, bana, diğerine faşistçe davrandılar. Gün içinde yine birden bire ortaya çıktı, faşizm denilen içimizdeki bu gizli canavar.

O gizli canavarın en büyük besini nefret…nefretle doldukça gözlerinden daha çok ateş çıkıyor.

Faşizm böyle bir şey işte….

17 Tem 2011

Panpişler bahane, interaktif iletişim şahane

Yeni Facebook hesabı açtırmış, kendisi açamamış, açtırmış…eee napsın bunca zamandır bilgisayarla pek bir haşır neşirliği yok. Demişler ki ‘abi sana feysbuk sayfası açalım, ne kadar karı kız varsa orada, artık ondan sonrası sana kalmış, bulur çıkartırsın bi tane’.

Abi 60 lı yaşlarını çoktan geçmiş, köroğlunu toprağa vereli baya bi olmuş. Çoluk çocuk dersen uzaklarda, torunlar büyümüş, emekli maaşı da var, yalnızlık Allah’a mahsus. Abi’nin facebook hesabını açmışlar, orta yerde bırakıp kaçmışlar. Abi bakınıyor bakınıyor, aranıyor aranıyor bulamıyor. Hemen bir telefon…

- la oğlum nerde bunlar, ben kimseyi göremiyom
- ya abi sabret, birazdan gelirler, alaattinin sihirli lambası mı bu hemen çıksın, cin gibi
- la get, dibiniz çıksın sizin he mi, benimle dalga mı geçiyon lan zirzop, etmişim feysbokunuza sizin, ben parka gidiyom!

Facebook dedim de, geçenlerde kadının biri kedisi için facebook sayfası açmış, arkadaşlarına haber veriyor ‘Kontesi ekleyin mutlaka’…Emrin olur canım, ciğer resminde de etiketleyelim mi? Füruzan’ın karaktersiz kanişini de etiketleriz, yan yana!

Sosyal ağlarda interaktif iletişim şahane bişi, bakalım yakında ne değişik versiyonlar çıkacak. Elinde çit çit çekirdek bahçe duvarına oturmuş gibi… bir yandan çitle, bir yandan üleş, dedikodu yap, özlü sözlerle ayıl bayıl. Bi de benim gibi blog yazılarını üleşenler var, muhteşem görüşlerimizle insanlığı aydınlatma çabamız kayda değer! Blog yazılarımı sosyal ağlarda üleşmeyince vicdanım huysuzlanıyor.

Sanki dünyanın en akıllı insanı benim! her şeye çözüm bulacağım diye yakında kendim düğüm düğüm olacağım.

Hoş bu kiloyla düğüm düğüm olmak da kolay değil. Eğip, bükmek için baya bir uğraş gerekiyor.

Daha şimdiye kadar kilomu aile fertleri dahil kimseye söylemedim, ‘kompleksliyim arkadaş, aaa üstüme gelmeyin’ diyorum, illa ısrar. Ya napcaksınız kilomu, zayıflayınca söylerim.

Eczanenin çırağına rüşvet verdim, ‘bana bak, tartıldıktan sonra sakın yüksek sesle kilomu söyleme’. Sağolsun tartıyı ayarlıyor, yardımcı oluyor, abla abla diye hürmet ediyor…

- tamam abla, söylemem, kulağına fıslarım
- len ne kulağa fıslaması, ben görüyom zaten, alalaaa yaa

Kapıdan çıkıyorum, çırak çocuk arkamdan koptu geldi…

- abla bişi sorayım mı?
- sor oğlum
- neden kilomu söyleme diyosun?
- len oğlum söyleme işte
- ama abla zaten sana bakan kaç kilo olduğunu üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordur
- !!!!!! tahminmiş, seni panpiş suratlı seni, tüüüü o kadar da rüşvet verdim!

Merak ettim bak şimdi…Facebook’ta karı kız arayan abi Hilal Cebeci 'nin panpişi midir acaba? Neyse panpişler de başka yazıya.

Napalım, kimisi yatarken sütyenli fotosunu panpişlerine sunarak mutlu oluyor, ben de blog yazarak.

‘Bloglar yazmakla aşınmaz’ demişti birisi, doğru demiş, Hilal’in göüsleri zamanla aşınır, ama bizim bloglar aşınmaz…yaz yaz dur :))

15 Tem 2011

Diyarbakır’da 13 şehit, vebali Meclis’in boynunadır

Tüm mezarlıkları binlerce genç ölü ile doldurduk! Yine şehitler, yine ağıtlar! Yıllardır birbirinin kopyası baskınlar, yıllardır birbirinin aynısı acı sonuçlar!

Bitmiyor, bitirilmiyor…

Dağlıca’nın, Aktütün’ün nedenleri ne ise Diyarbakır Silvan’daki 13 şehit’in nedenleri de aynı.

Terörle mücadelede askeri zaafiyetler mi var?

Böylesine uzun saldırılar öncesinde nasıl olurda haberleşme, istihbarat olmaz. Gayri nizamı harpte saatlerce saldırı yaşanmaz. Bu tip saldırıların ortak yanı saatlerce sürmesi ve kalabalık terörist grupları ile saldırının gerçekleştirilmesi.

Hani PKK kampları BBG evine dönmüştü, herşey gözetlenebiliyordu? Güya istihbarat paylaşımı yapılıyor!

Ya terörle mücadele konusundaki siyasi zaafiyetler!


Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Grup Başkanı Selahattin Demirtaş, "Olaydan çok büyük üzüntü duyduk" diyor, Meclis Başkanı Cemil Çiçek "Vahşi bir olay, herkes safını bilsin" diye konuşuyor, CHP terörü kınıyor, MHP kınıyor…

Peki suç kimde? 27 yıldır bitmeyen bu terörün sorumluları kim?

Kim bu vicdansızlar?


Seçimler öncesinden beri ortamı geren, barış sürecini baltalayan, operasyonları devam ettiren, 15 Temmuz’a kadar eylemsizlik kararı verip, 3 gün önce 2 asker 1 sağlık teknisyenini kaçırarak operasyonlara davetiye çıkaran, bunca teknik donanım içerisinde askerleri PKK’nın kucağına atan, Meclis’te yemin krizi yaratarak tehditler savuran, Kürt mlliyetçiliğini ve Türk Milliyeçiliğini kaşıyarak sorunu iyice çözümsüzlüğe sokan, uyuşturucu ve silah rantı için terörden nemalanan, çözümden yana değil, barıştan yana değil, savaştan yana olanlar…

Bu 13 şehitin vebali, Meclis’te ki 550 milletvekilinin üzerinedir, yıllardır siyasi bir çözüm sağlayamadıkları için. Demokratik açılım diyerek halkları kandırdıkları için!

BDP’nin her zamank ki duruş problemi devam ediyor. PKK mı, terör mü, barış mı, çözüm mü, henüz karar veremediler. PKK vesayetinden kendilerini kurtaramadılar.

Öcalan’ın ne dediği belli değil, barış derken örgüt içinden birileri savaş diyor!

Bu son olaydan sonra BDP'yle yapılan görüşmeler de sekteye uğrar, kim uzlaşmak ister ki silahların gölgesinde, kanların akıntısında!

İstenilen de bu değil miydi zaten?

Bilinçli bir eylem mi, yoksa örgüt içerisinde dağınık ve kontrolsüz bir topluluğun işi mi şimdilik belli değil.

Belirgin olan, bu saldırıyla barışa ve Kürt sorununun çözüm sürecine yine büyük bir darbe vurulduğudur.

Söylenecek tek söz var…vicdansız
lar!

7 Tem 2011

Bu Meclis'ten Anayasa çıkmaz

Bu Meclis’in uzlaşarak yeni bir anayasa yapması mümkün mü? Daha bir araya bile gelemediler, hala restleşiyorlar, ne uzlaşması allahaşkına…

Şu siyasetin geldiği noktaya bir bakın. Seçtik, Meclis’e gönderdik, yeni bir anayasa yapsınlar, Kürt sorununu çözsünler, Türkiye’nin önünü tıkayan sorunları halletsinler diye.

Daha Meclis’i çalıştıramadılar!

AKP ‘bu memleketin tek sahibi benim, bana resti çekenlere tükürdüğünü yalatırım’ diyor. CHP başarızlığının hırsından, BDP başarının şımarıkığından ‘tutuklu ya da cezalı milletvekillerim yoksa biz de Meclis’te yokuz’ diye diretiyorlar. Hepsinin haklı veya haksız nedenleri olabilir.

Diyelim ki yemin krizi çözüldü. Bunlar nasıl bir araya gelip, yeni bir anayasa için nasıl uzlaşacaklar?

Bu uzlaşmanın sağlanabileceğine açıkçası hiç ihtimal veremiyorum.

Seçimler öncesinde dört parti de 12 Eylül anayasasının Türkiye’ye artık dar geldiği, yeni sivil ve demokratik bir anayasanın elzem olduğu konusunda hem fikirdi. Ama nasıl olması gerektiği konusunda hepsi de temkinliydi ve fazla açık vermediler.

Hangisine sorsanız, uzlaşma için hazırdılar. Başbakan yeni anayasa için bütün partilerin kapısını çalacaktı, Kılıçdaroğlu kapısını açık bırakacaktı, MHP önce bir taslaklar ortaya çıksın bakalım havasındaydı, BDP demokratik özerklik bağlamında üstü kapalı laflar etmişti.

Seçim bitti, AKP tek başına anayasa yapacak milletvekili sayısına ulaşamadı. İyi ki de ulaşamadı, zira AKP bu dayatmacı zihniyeti ile ancak “ben yaptım oldu anayasası” yapabilirdi.

Başbakan, şimdi CHP ve BDP'yi devamsızlıkla tehdit ediyor, MHP'ye uzlaşma mesajları gönderiyor. Yemin krizi çözülse bile BDP ile uzlaşması yeni anayasa için yeterli sayıyı sağlayamıyor. Ya CHP ya da MHP ile uzlaşması lazım.

Uzlaşma kültürüne bu kadar uzak bir siyasi yapıda bu partilerin uzlaşması mucize gibi bir şey.

MHP’nin kırmızı çizgileri var, BDP’nin tartışmalı talepleri var. CHP ise anayasanın ilk üç maddesinin değiştirilmesinin pazarlık konusu dahi yapılamayacağını en başından beri söylüyor. AKP ile CHP’nin uzlaşması en zor olasılık, hatta mümkün değil. Çünkü değiştirilemez maddelerle iş dönüp dolaşıp Kürt meselesine gelecek.

Eğer ki AKP ile CHP uzlaşabilirse bu asla demokratik bir anayasa olmayacaktır!

Eğer ki AKP ile MHP uzlaşabilirse Kürt sorunun yanına bir de Türk sorunu eklenecektir!

AKP ile BDP’nin uzlaşması yeni anayasa için zaten yeterli değil.

Bir de bunların üzerine, senin taslağın benim taslağım sorunu eklenecektir. Kimin anayasası tartışmaları şimdiden duyuyorum.

Ben bu Meclis’ten yeni bir anayasa çıkmaz diyorum.

Daha bir araya bile gelemediler, hala restleşiyorlar, ne uzlaşması allahaşkına…

Futbolda milyar dolarlık rant ve şike operasyonu

Yeşil sahaların ve meşin yuvarlağın etrafını milyar dolarlar sarınca, futbol da kirlendi.

Bizler sadece seyirciyiz…gönül verdiğimiz renklerin, tuttuğumuz takımın maçlarını heyecanla ve keyifle izliyor, galibiyetlerinde coşuyor, mağlubiyetlerinde belki de onlardan daha çok üzülüyoruz.

Çok da ferketmiyoruz…formaların üzerindeki reklamlardan, maç yayınlarındaki reytinglere, istihdam edilen insan sayısından ekonomiye yarattığı katma değere, futbol klüplerinin borsadaki hisselerinden devlet eliyle oynatılan bahislere kadar milyarlarca dolarlık bir futbol endüstrisinin var olduğunu.

Maçları heyecanla izleren belki de aklımıza bile gelmiyor…uyuşturucu, silah ve kumar mafyalarının bu endüstrinin içinde nasıl kara para akladığını, klüp başkanlarının nüfuslarına nüfus katmak için futbol endüstrisinin ticari ilişkilerinden nasıl faydalandığını, metalaşan futbolun getirisini nasıl rant alanı haline dönüştürdüklerini.

Bunca tutkunu olan futbolcuların sahaya oynamak için değil oynamamak için çıktığını, bazı teknik direktörlerin maçı kazanmak için değil kaybetmek için futbolcularını yönlendirmiş olduğunu, bazı hakemlerin düdüğünü her çalışta cebinin para ile dolduğunu hissetmiyoruz bile.

Ama birileri için futbol, spor olma özelliğini çoktan yitirdi. Şike mekanizması ile suç unsuru futbolun içine çoktan girdi. Bazı klüp başkanları, klüp yöneticileri, bağlantılı şirketleri, mafya, futbolcu, hakem, teknik direktör parayla maç alıp, maç satabiliyorlar…rant için, meşin yuvarlağın etrafındaki muhteşem dolarlar, eurolar için.

Bizim liglerde zafere giden her yol mübah…Türkiye’deki futbol endüstrisinde dönen yıllık para miktarı için 500 milyon dolardan fazla bir rakamdan bahsediliyor. Stadları dolduran ve televizyondan maçları izleyen bizleri sahte galibiyetlerle, sahte yenilgilerle hayasızca kandıranlar işte bu 500 milyon doların rantından faydalanma gayretinde.

Spora kar hırsı ve rant karışınca, sportmenliğin yerini şike alıyor. Seyirci de birileri rant ve haksız kazanç elde ederken, takımının galibiyetine seviniyor, ya da mağlubiyetine üzülüyor. Gönül verdiği renklerin ne kadar kirlenmiş olduğunu düşünemiyor.

İşte futbol, hem dünyada hem de Türkiye’de bu kadar iğrenç bu kadar hayasızca oynanıyor.

Daha 3 ay öncesine kadar şikenin kanuni yaptırımı bile yoktu, suç sayılmıyordu. Allahtan yeni kanun çıktı da şimdi 5 yıldan başlayan hapis cezaları söz konusu.

Şike ve karapara aklama gibi kirli işlerle futbolu gölgeleyenler ve biz seyirciyi kandıranlar, gerçek futbolu katledenler umarım gereken cezaları alırlar.

Müthiş bir operasyondu, çok da iyi oldu…Türk futbolunun bağırsakları ve dahi ruhu temizleniyor.

2 Tem 2011

Mızıkçı CHP

Mahallenin şımarık çocuğu mızıdı…

Öyle derdik çocukken…oyunda yenileceğini anlayınca olmadık aksilikler yapan, daha olmadı annesine babasına şikayete giden çocuklara, mızıdı derdik…sevilmezdi bu tipler.

Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun restini görmeyince, ‘Meclis’te olmasalar da bir önemi yok, Meclis üstüne düşen görevleri CHP’siz de yapar’ deyince, CHP hemen tüm dünyaya bir şikayet mektubu göndermiş, beni oynatmıyorlar diyerek.

CHP, Meclis’i boykot kararı ile siyasi tarihinin en büyük hatasını yaptı, BDP’nin çok kötü bir taklidi oldu.


BDP’nin ki daha aklı başında, daha kabul edilebilir bir boykot. Hatip Dicle, Terörle Mücadele Yasası gibi her kesimden tepki alan bir yasaya takıldı. Sonuçta bir ideoloji partisi, kitle partisi hüviyetine henüz haiz değil. Ama ya CHP öyle mi?

Ergenekon sizi arka bahçesi gibi kullanacak, siz de buna izin vereceksiniz. Hani nerde kaldı kitlenize verdiğiniz demokrasi ve değişim mesajları, yeni CHP imajı?

Meclis’i boykot kararından sonra CHP’nin içi iyice karıştı. Sanırım pek çok CHP milletvekili Meclis’te yemin etmediğine bin pişmandır. Nasıl pişman olmasınlar ki…Meclis’i darbe yoluyla çalıştırmamaya teşebbüsten yargılanan Balbay ve Haberal’ı Meclis’e sokarak kurtaracağız derken, CHP’nin anahtarını adeta elleri ile AK parti’ye teslim ettiler.

CHP , AK Parti’den bir kıyak bekliyor, krizi çözmesi için. Nasıl olacaksa Erdoğan hakimlere talimat verecek, Balbay ve Haberal’ın tutukluğu kalkacak, Meclis’e girebilecekler, kriz de çözülmüş olacak!

Olmaz ya, diyelim ki AK Parti el altından böyle bir alicenaplık örneği gösterdi…sonradan krizi biz çözdük diyerek CHP’yi şamar oğlanına çevirir mi çevirmez mi?

CHP'nin vizyonsuzluğu, Kılıçdaroğlu'nun da siyesetteki acemiliği işte böylece ispatlanmış oldu. Mahallenin mızıkçı çocuğu Meclis’in kapısının önünde kaldı, Erdoğan’ın iki sözüne bakar oldu! Erdoğan’da resti çekti…Vah ki ne vah!

Şimdi Cumhurbaşkanı devrede, Abdullah Gül krizin aşılması için liderlerle görüşüyor. Bence bu krizin aşılması mümkün görünmüyor. Çünkü CHP daha ne istediğinin farkında değil. Oktay Ekşi'nin kanun teklifi vereceğini söylüyor, Kılıçdaroğlu "sonra ne yapacağımız belli değil, değerlendiriyoruz" diyor…yine arkadaşlarına havale ediyor!

Siz Mehmet Haberal ve Mustafa Balbay için bütün gemileri yakarsanız, vesayetçilerin ve Ergenekoncu’ların sizin üzerinizden siyasi oyunlarına ve entrikalarına izin verirseniz, dolayısı ile darbe teşebbüsleri nedeniyle açılan bütün davaları akamete uğratır ve tüm bunlar için demokratik mücadeleden kaçarsanız , iyice siyaset sahnesinden silinebileceğinizi hiç mi akıl edemiyorsunu
z?

Bu boykot kararı ile CHP kendi kendini kilitledi…Kılıçdaroğlu’nun siyasi parti liderliği de tehlikede.

Bir şey değil, artık üye olmak istese bile Ergenekon çetesi onu kabul etmeyecek!

Mahallenin mızıkçı çocuğunun durumu çok vahim!