29 Kas 2008

Cep'te 3G ile nesil değiştiriyoruz



Cep telefonlarında 3G teknolojisi lisans ihalesini Turkcell kazandı.

3G teknolojisi ile cepte görüntülü haberleşme mümkün olabileceği gibi, ADSL’den daha hızlı bir bağlantı ile internetin tüm olanaklarından faydalanılabilecek.

2009 ortalarına kadar gerekli onaylar ve çalışmalar tamamlanarak cep’te 3G teknolojisine geçilmiş olacak.

Mobil teknolojilerindeki gelişmeler “nesil” kavramı ile tanımlanıyor. 3G de 3.nesil mobil teknolojisi. İki cep telefonu arasındaki veri iletişiminin sağlandığı bant genişliği ve aktarılan veri miktarının artışı “nesil değişimi” olarak adlandırılıyor.

1979 da ilk kez kullanılan 1G analog teknoloji idi. Sadece sesli iletişim sağlanabiliyordu. 1990 da ilk defa 2G teknolojisi ile dijital kablosuz iletişime geçildi ve sesli iletişimin yanısıra düşük hızda veri iletişimi de sağlanmış oldu.

Türkiye'de halen kullanmakta olduğumuz cep telefonu teknolojisi ise 2.5G yani 2.5 nci nesil. 2.5G ile cep telefonundan wap veya gprs sistemleri ile internete bağlanabilmek ve karşılıklı ses ve veri iletişimi sağlamak mümkün. Ancak karşılıklı görüntülü iletişim henüz bu teknolojide mümkün değildi ve veriaktarım hızı çok düşüktü.

3G ile neler değişecek?

2 Mbps lik bir hıza ulaşılacak, görüntülü konuşma yapılabilecek, cepten TV izlenebilecek, bilgisayarda internetten neler yapabiliyorsak aynısı cep telefonlarında aynı hızda mümkün olabilecek.Hızlı film, müzik indirme gibi pek çok yeni hizmet artık cep’ten de gerçekleştirilebilecek.

3G sadece cep telefonlarına değil, dizüstü bilgisayarlara da yüksek hızlı internet imkanı sağlayacak. Hatta evlerde dahi ADSL'den daha hızlı olduğu için, fiyatının uygun olması halinde 3G internet bağlantısı tercih edilebilecek.

Bugün 3G teknoloji 95 ülkede kullanılıyor. 2000 yılından beri Japonya’da ve 2003’ ten beri Avrupada kullanılan bu teknolojinin Türkiye'de lisans ihalesi bugün yapıldı. Daha önceden lisans ihaleleri yapılmadığı için, GSM operatörleri teknoloji altyapısını hazırlasa bile, kulanıcılar 3G'den faydalanamıyordu.

3G Lisans ihalesinde A lisansını (45Mhz bant genişliği) ile Turkcell, B lisansını(35Mhz) Vodafone, C lisansını (30Mhz) Avea aldı. Frekanslar arasındaki en büyük fark, bir baz istasyonundan eş zamanlı olarak 3G hizmetlerinden yararlanabilecek abone sayısı.

3G teknolojinin tüketicinin cebine nasıl yansıyacağı konusunda ise veri indirme ücretlerinin mevcut GPRS tarifelerine göre daha ucuz olması bekleniyor. Operatörler arasındaki rekabet de tüketiciye yansıyabilir.

Bu ekonomik krizde 3G teknolojisini kullanan cep telefonlarını satın alabilmek biraz zor görünse de 3G teknolojisi lisansi için Türkiye geç bile kalmıştı. Avrupa 4G ye hazırlanırlen biz 3G yi henüz kullanabileceğiz.

Siz hiç işsiz kaldınız mı?


Siz, her gün sokağa çıkıp, iş yerlerinin kapısını çalıp, her seferinde “Maalesef eleman aramıyoruz, zaten ekonomik krizdeyiz” yanıtı ile karşılaşıp, ayın başında kirasını nasıl ödeyeceğinizi kara kara düşündüğünüz evinize tabanlarınız şişmiş bir vaziyette döndünüz mü?

Siz, hiç işsiz kalıp karınızın, çoluğunuzun çocuğunuzun yüzüne bakamamanın, kızınız oğlunuz harçlık istediğinde verememenin, “evde hiç bir şey kalmadı bey” diyen karınıza, kafanızı yerden kaldıramadan “bir kuruş yok ki ” demenin, ailenin “işsiz babası” olmanın boynu büküklüğünü yaşadınız mı?

Siz, her gün gazete ve eğer olanak varsa internetten iş ilanlarını takip edip bir umut belki iş bulurum diye hiç özgeçmiş gönderdiniz ve günlerce o hiç gelmeyecek yanıtı beklediniz mi?

Siz, hiç 30 kişi alınacak işe müracaat eden 1500 yüz kişiden biri oldunuz mu?

Siz, hiç genç olmadınız mı? Genç olup, arkadaşlarınızla, sevgilinizle bir sinemaya gitmek, bir cafede oturmak isteyipte “iş yok, para yok, pul yok, kır bacağını otur evinde” diyerek günlerinizi dört duvar arasında yarı aç yarı tok geçirdiniz mi?

Siz, hiç işten çıkartıldınız mı? Patron sizi odasına çağırıp “maalesef maaş ödeyecek durumumuz yok, batıyoruz, kusura bakmayın” deyip kimi zaman bir kuruş da tazminat alamadan işsiz ortada kalıp, o “hiç” lik duygusunu yaşadınız mı?

Eğer yaşamış olsaydınız; bugün yarı aç yarı tok gezen işsizler ordusuna, yarın ve öteki günlerde işinden olacak milyonlarca insanın yüzüne “Hamdolsun”, “Kriz teğet geçecek” diyemezdiniz.

Krizin derinleştiği Eylül ayından bu yana geçen 2.5 aylık sürede, ağırlıklı olarak oto yan sanayii, tekstil, imalat, perakende, inşaat ve finans sektörleri başta olmak üzere yüzbinlerce kişi işini kaybetti.

Tekstil sektöründe tam 79 bin fasoncu kapısına kilit vurdu. 2003 yılından bu yana sadece tekstil sektöründe işten çıkarılanların sayısı 2 milyon.

İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi'nde son 1.5 aydaki krizin faturası: 17 firma kapısına kilit vurdu, toplam 3 bin 500 işçi işten çıkarıldı. İşten çıkarmalar devam ediyor.

Gaziantep’te bir tekstil devi kapısına kilit vurdu. Bir dev çökerken, bin 800 kişi işsiz kaldı.

Bursa ekonomisi, krizin tam merkezinde kaldı. Bursa’da Ekim ayında 500’e yakın esnaf kepenk kapatırken, açık olan fabrikalarda da karamsar bir bekleyiş var. Sanayi bölgelerinin tümünde üretim yarı yarıya azalırken kentte, yılın ilk 10 ayında 37 bin işçinin işten çıkartıldığı, bu sayıya Kasım ayında 2 bin işçinin daha ilave edileceği konuşuluyor. Bursa’da iş arayanların sayısının resmi olarak 42 bin, gayri resmi olarak ise 100 bin olduğu tahmin ediliyor.

Ekonomik krizle birlikte, kendi öz sermayesi ile çıkış yapan, Doğu illerine örnek gösterilen Denizli’de mermerden tekstile fabrikalar bir bir kapanıyor. Denizli’de ekonomik kriz öncelikle tekstil sektörünü vurdu. Tekstil sektörünün çökmesi demek Denizli’nin bitmesi anlamına geliyor. Çünkü 430 bin nüfuslu Denizli’de 50 bin kişi tekstil sektöründe çalışıyor. Denzili’de en çok etkilenen bir diğer sektör ise mermer... ABD’de konut krizi çıkınca yeni ev siparişleri azaldı. Evler daha düşük malzemelerle yapılmaya başlandı. Denizli’deki mermer fabrikalarında çalışan çoğunluğu Afyonlu olan işçiler işinden oldu. Denizli’de son 6 ay içinde 8 fabrika kapısına kilit vurdu, 10 bin kişi işsiz kaldı. İş Kurumu Denizli Şubesi verilerine göre Denizli’de 2007’de 5 bin 363 kişi işsizlik ödeneği alıyorken bu sayı 2008 Ekim ayı sonunda 7 bin 95’e yükselmiş. 2 bin kişilik artış var. Bu rakama ödenek alamayan, kayıt dışı çalışanlar dahil edildiğinde krizden etkilenenlerin sayısı 40-50 bini buluyor.

Bu veriler medyaya yansıyanlar, bir de bunun yansımayan kısmı var.

“Yola devam Türkiye” diyemiyoruz. Çünkü ölüyoruz!

Kriz teğet geçmiyor, kriz öldürüyor, kriz öldürecek…

Sosyal patlama yakındır…

27 Kas 2008

Ekonomik krize çözüm bulundu, tüket ki yok olma!

Tüket ! Tüketmezsen ölümü gör! Allah aşkına tüket…tüket ki yok olma!

Tüketmezsen dev ekonomiler batacak…Sen tüketmezsen ben tüketmezsem ekonomiler düzlüğe nasıl çıkacak? Nasıl ekonomik büyüme kaydedilecek?

Kapitalist sistemin tanrıları böyle buyuruyor.

Şimdi gelde Marks ve Engels Ustaları arama. Ta 1850 öncesinden görmüşler, “bu kapitalizm her 8-10 yılda bir krize girer, kapitalist sistem böylesine plansızdır, habire tıkanır” demişler. Sakalları da var ama kimseye söz dinletememişler.

Şimdi zenginler kendilerini kurtarmak için bize diyorlar ki “ tüketin, yoksa batacağız”.

İş bize düştü yine. Öyle ki; hükümet habire “ekonomik krize önlem paketi” lafı ediyor hala tıs yok. Oyalama (oylama da olabilir) taktiğine devam. Hal böyle olunca herkes kendi önlem paketini sunmaya başladı.

Velhasılı kelam; “ekonomik kriz yalaması” olduk çıktık. Her kafadan ayrı bir ses yükseliyor. Ortalık “öngörenler” , “öngöremeyenler”, “öngöremediğinin farkında bile olmayanlar” la doldu.

Bir yandan da sistemin tanrıları habire tüketin diyorlar. Peki ne ile tüketeceğiz? Hangi para ile? Millet işsizlikten kırılıyor, karnımızı doyuramaz hale geldik.

ABD’nin meşhur nobel ödüllü ekonomisti Milton Friedman zamanında demiş ki “ekonomik durgunluğu aşmak için gökten para atılsın”. Kelin ilacı olsa kendi başına sürermiş. Ama gelin görün ki Amerikan Merkez Başkanı Ben Bernanke bile buna inanmış. Bush’u da inandırmış.

Hatta Bernanke, 2006 da yaptığı bir konuşmada, kriz kaygısı taşıyanları yatıştırmak amacıyla şu sözleri sarfetmiş; “Nedir bu telaşınız? Rahat olun. Dolar matbaası bizde. İstediğimiz kadar basarız. Gerekirse helikopterlerden aşağıya dolar yağdırırız...”. Bu sözlerinden sonra da lakabı “Helikpoter Ben” olmuş.

Koskoca Amerikan’ın nobel ödüllü ekonomisti Friedman’a, Helikopter Ben’e inanılmaz da kime inanılır. Bush ta inanmış bunlara, neredeyse gökten para yağdıracak duruma gelmiş, açmışlar kesenin ağzını. Bunu gören Avrupa hatta Çin bile keseyi önlerine koymuşlar.

Şimdi de bize diyorlar ki tüketin, tüketmezseniz ölümüzü görün.

Aslında fena fikir de sayılmaz hani…ben bile inanmaya başladım. Bizimkiler de helikopterleri kiralasa, ağzına kadar Dolar, Euro, Turkish Liraları doldursa, şöyle havadan doğru saçmaya başlasa…

Önce iş dünyasının ağzını kapasa, sonra bankaların, biraz da seçim sadakaları için AKP ye, e sıra gelirse, denk gelirse bizler de yerden bir iki toplasak, doğru çarşıya koşsak, deliler gibi alışveriş etsek…fena mı olur?

Tüketin tüketin hadi canlar, tanrılar böyle buyuruyor.

Çok yakında içi para dolu, kuyruğu ay yıldızlı helikopterler semada görünecek, aman ha tetikte olun…saçılır saçılmaz kapmaya başlayın.

Tüketmezseniz de ölümü görün!

Dedim ya; ekonomik kriz yalaması olduk…

Kürt sorununa Fethullah Gülen reçetesi mi?


Türkiye’ye yeni bir elbise biçiliyor..İslami Milliyetçilik!

Amerikan İstihbarat Konseyi 2025 yılı için dünyanın gideceği yön hakkında bir takım tahminlerde daha doğrusu kehanetlerde bulundu.

Bu kehanetlerin bir kısmı da Türkiye ile ilgili; Raporda Türkiye’nin 2025 yılında dünya ve ortadoğu konjonktüründeki yerinin ve yönünün “ İslami ve milliyetçi eğilimlerin bir karışımını içeren Türk-İslam sentezi” şeklinde olacağı ifade edilmiş. Önümüzdeki on beş yıl içinde Türkiye’de dinci ve ulusalcı çizginin güçleneceğini iddia ediyorlar.

Bu tip tahminlerle, “gelecekte nasıl bir Türkiye?” çalışmaları ve projelendirmeler yeni bir şey değil. Amerika 1945’ten beri bunu hep yapıyor. Bir elbise hazırlıyor, yakası kolu, şekli şemali belirleniyor ve Türkiye’ye giydiriliyor. Amerika’daki malum düşünce kulüplerinde (think tank) , Türkiye’den de sivil bürokrat, asker, iş dünyası, bir takım aydınlar v.b katılımcılar ile bu konular sürekli ve sistematik olarak tartışılıyor ve detayları işleniyor.

“İslam-Milliyetçi sentezi” konusu bugün ortaya çıkmış yeni bir proje de değil. Son yıllarda BOP’un tutmadığı görülünce bu proje ortaya atılmaya başlandı. Tezahürleri de tabiki gecikmedi. Bir takım millliyetçi yaklaşımlar, söylemler, ulusalcılıkla dinciliği sentezleyen açılımlar, özellikle son günlerde siyaset pratiğinde de yerini buluyor.

“İslam-Milliyetçi sentezi” yaklaşımında, öne çıkan hareketlerden birisi de Fethullah Gülen’in başını çektiği Gülenist hareket. Daha önce ılımlı islam modeli için de Amerika tarafından desteklenmiş olan bu hareket, özellikle Türki devletlerde, Afganistan,Pakistan ve Ortadoğu’da (özellikle Irak’ın Erbil bölgesinde) çok büyük eğitim ve sağlık yatırımları yapıyor. Fethullah Gülen, “Medeniyetler ittifakı” yutturmacasının nerede ise öncüsü haline geliyor.

Yine geçtiğimiz hafta medyaya yansıyan bir haber vardı; “Fethullah Gülen'e yakınlığıyla bilinen Feza Eğitim Kurumları'nın Kuzey Irak'taki Erbil kentinde kurduğu Işık Üniversitesi’nin açılış törenine 6 AKP milletvekili katıldı. Törende Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın gönderdiği 'kutlama' mesajı da okundu” diyordu haberde.

Bu üniversite Irak’ın Erbil bölgesinde Gülenist harekete dahil olmuş yatırımcılar tarafından kurulan ilk eğitim kurumu değil, 1994’ten beri başka okullar da yapıldı..

Ayrıca, özellikle 2005 yılından beri, Gülenist hareketin ilgisinin önemli bir bölümünü güneydoğu sorununa çevirilmiş ve hatta Kürt sorununa “Gülenist reçete mi?” iddiaları ortaya atılmıştır.

Gülen’e yakın gazete ve internet sitelerinde “Gülen’in güneydoğu reçetesi” içerikli yazılar yazılmakta, Gülenist’ler bölgedeki yoksul halk için “gönüllü” eğitim, gıda ve sağlık hizmetlerine hız kazandırmakta, hemen her ilde açılan üniversiteye hazırlık dershanelerinde ve okuma salonlarında, maddi durumu kötü öğrencilere yine aynı bölgelerden gönüllü eğitimciler vasıtasıyla ücretsiz eğitim imkanı sunulmaktadır. Öğrencilere özel yurtlarda ücretsiz barınma imkanları sağlanmış, gönüllü sağlık görevlileri de bölgedeki yoksul ailelere ücretsiz sağlık hizmetleri götürmektedir. İhtiyaç sahiplerine gıda, giyecek, yakacak yardımı yapılıyor. Gülen’in tavsiyesi üzerine, Kurban Bayramı’nda kesilen yüz binlerce kurbanın eti Güneydoğu’ya gönderildi ve uygulamanın bu Kurban Bayramı’nda da sürdürülmesi planlanıyor. Önemli dini günlerdeyse güneydoğu’nun tüm illerinde aynı anda ortak organizasyonlar düzenleniyor.

Sadece Gülen cemaati de değil, Güneydoğuda Nakşibendiler’den Hizbullah’a kadar farklı dini örgütlenmeler var ve oldukça da yaygınlar. Sosyal yardımlaşma ve vakıf adı altında devletin bir takım olanakları da kullanılıyor.

Sonuç olarak; Amerikan İstihbarat Konseyi tarafından yapılan 2025 yılı Türkiye tahminleri (İslam–Milliyetçi sentezi) yeni ortaya çıkmış bir şey değildir. Gülenist hareketin Irak Erbil’de üniversite açılışı ile hemen hemen aynı günde bu tip bir haberin servis edilmesi de düşündürücüdür.

"İslami Türk veya İslami Kürt" Milliyetçiliği sentezi tarzında reçeteler , bugün Türkiye’nin en ciddi tehlikeleridir. Devlet kademesinin zihninde de eğer böyle bir düşünce varsa, bu düşünce Türkiye’yi şimdikinden çok daha ciddi boyutda bir “bölünme” tehlikesi ile karşı karşıya getirebilir.

Türkiye’ye elbirliği ile yeni bir elbise biçiliyor… “İslami milliyetçilik” elbisesi.

Giyildiğinde çok ciddi sonuçlar yaratabilecek dini radikalizm ile şovenizmin birleşimi bir elbise bu…en tehlikelisi !

Bu elbiseye dikkat!

25 Kas 2008

Kadına şiddet, üç çocuk yapın anlayışından beslenir


“Faşizm, iki insan arasındaki ilişkide başlar”. Ingeborg Bachman.

Şiddet ; Her meseleyi “vurarak” çözmeye güdülenmiş toplumlarda insanların kendini ifade etme biçimi haline gelmiştir.

25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü.

Türkiye’de 2008 yılında da kadınlar şiddetle yaşamaya devam ediyor. Eşitsizlik ve ayrımcılık Türkiye’de hala en ileri boyutlarıyla sürmekte. Türkiye’de her 3 kadından biri fiziksel şiddet görüyor. Duygusal şiddete maruz kalanların sayısı ise belirlenemiyor. Türkiye, kadına yönelik ayrımcılık ve şiddet açısından dünyada ilk sıralarda yer almaya devam ediyor.

Başbakan diyor ki; “Üç çocuk yapın”, “Çocukları yaşlı anne babalarına bakmıyor, bir bakıcı tutup baktırıyormuş”.

Bu ifadelerin meali şudur; Kadınların yaşamdaki esas işlevi, çocuk doğurmak ve onlara bakmak, kocasının isteklerini yerine getirmek, aynı zamanda yaşlı ana babanın bakımından da sorumlu olmaktır. Bir başka deyişle, Başbakan’a göre kadınların evlerinden çıkıp, okuyup, çalışmaya başlamaları yüzünden ailelerin çocuk sayıları azalmış aynı zamanda yaşlıların bakımı da sorun olmaya başlamıştır.

21. yüzyıl Türkiyesi’nde kadına biçilen rol model “en yetkili” ağızdan işte budur.

Bu ifadeler; kadının bireysel özgürlüğünü elinden alan, kadına sadece doğurganlık ve bakıcılık işlevi yükleyen, kadının yaşamını kocası ve aile büyükleri tarafından sorgusuz sualsiz ipotek altına alarak maruz kaldığı veya kalacağı baskıyı ve şiddeti pekiştiren, meşru kılan “en yetkili” sözlerdir.

Erkek - Kadın ayrımcılığının çizgileri devletin en yetkili ağzından bu şekilde belirlenmişken, daha Türkiye’de kadına şiddetin konuşulacak bir tarafı kalmış mıdır?

Kadına yönelik şiddet olgusu, işte tam da Başbakan’ın ifadelerinde kendini gösteren anlayıştan beslenmiyor mu?

Bu anlayış; kadının kendisine biçilmiş olan sosyal rolün dışına çıkmaması gerektiğini, zaten şiddete eğilimli bir toplumda bilinç altına “kadın her tür şiddeti hak eder” zihniyetini yerleştirmiş olmaktadır.

Kadının “hayır” deme hakkı, “ben varım” deme hakkı elinden alındığında artık çalışmak istemesi, camdan dışarı bakması, sevdiği erkekle buluşması, kocasına karşı gelmesi ve atacağı her adım hep “şiddet” nedeni olabilir.

Türkiye’de kadına şiddeti önlemek, şiddet görmüş kadınları koruma altına almak, bu konuda yazmak, konuşmak, dayanışmak, istatistiki çalışmalar yapmak…tamam bunların hepsi gereklidir ancak tepeden başlayarak kadına bakış açısı değişmediği müddetçe ne yapsak nafile olacaktır.

Sorun ; “Sana tanınmış olan kadınlık rolünün dışına çıkmamalısın, çıkamazsın !” zihniyetinin değişmesi sorunudur.

23 Kas 2008

Benim çarşaflım senin çarşaflını döver


Yine "kadın" üzerinden siyasete başladık.

Türkiye on gündür çarşafa dolandı, daha da çarşaftan çıkacak gibi görünmüyor. Tüm problemlerimiz bir yana, çarşaf problemimiz bir yana.

“Benim çarşaflım masumdur” diyor Baykal. CHP ye katılan ve rozet takmış olduğu çarşaflı kadınların “masumane duygularla” örtündüğünü söyleyerek, “çarşaflılar sadece AKP li olacak, AKP ye oy verecek diye bir kural da yok” diyor.

“Çarşafın masum olarak örtülüp örtülmediğini kontrol edecek cihazın mı var?” diye soruyor Başbakan. “Bunu nasıl ölçeceksin?” diyerek bir nevi “benim çarşaflım seninkinden daha masum olabilir” demeye getiriyor.

Zaten siyasiler bunu hep yapıyor! Ne ekonomik kriz, ne açlık, ne yoksulluk, ne işsizlik, ne demokrasi, ne de insan haklarını düşünen var. Yine türban, yine çarşaf baş gündeme oturuyor. Tüm medya da çarşafa dolanan gündemi tartışıyor, konuşuyor, yazıyor.

Şimdi de konu, CHP rozeti takılan çarşaflı kadınların, çarşafını dini mi yoksa örf, adet gereği mi örtündüğüne getirildi. Döndük dolaştık en başa geldik...Yine "kadın" üzerinden siyaset.

Kara çarşafla dolaşan kadınlar tüm siyasilerin, medyanın, sokaktaki insanın ilgi odağı ve merakı haline gelirken, türban mı çarşaf mı derken, bu sefer de çarşaf siyasi simge haline getirildi.

Siyasette çözüm üretemeyenlerin “kadın” üzerinden siyaset yapmasının ne ilki ne de sonuncusu bu. Kimse dönüp demiyor ki Sultangazi’de CHP rozeti takılan kadınların kocaları hangi akla hizmet ederek karılarını bu toplantıya getirmiştir. Bu kadınların o törende ne işi vardı?

Kadınların siyasi hayatta rol almaları elbette şiddetle desteklenmesi gereken bir konudur. Keşke tüm kadınlarımızı evlerinden çıkartıp,siyasette ve mecliste söz sahibi hale getirebilsek. Keşke İspanya’da olduğu gibi Milli Savunma Bakanlığı dahil olmak üzere 9 kadın bakan bizde de kabineye girebilse.

Çarşaflı kadını törene getir, rozet taktırtıp CHP li yap, sonra? Sonra, “kadının yeri evi, kocasının dibidir, kayınpederim aradı, karının tv kameraları karşısında ne işi var dedi?”.

Ne işi var gerçekten, CHP li olupta Meclis’e sokulmasına izin verilmedikten sonra. Bir yandan diyeceksin ki "CHP ye üye olmuş her kişi, tüm vatandaşların hakkı olduğu gibi eğer seçilirse Meclis’te temsil yeteneği kazanabilir". Diğer yandan da tv lere çıkıp “biz bu çarşaflı kadınları Meclis’e sokmuyoruz ki”…

O zaman çarşaflı kadına süs olsun diye mi taktın o rozeti…Bunun adı AKP’nin “kadının türbanı” üzerinden siyaset yapması gibi CHP’nin de “kadının çarşafı” üzerinden siyaset yapmasıdır.

Kadın üzerinden siyaset yapmak zihniyeti var olduğu sürece daha çok kadına rozet takılır… işlevsiz, göstermelik, seçim rozetleri…

Gerçekten öyle bir cihaz olsa ki şöyle üstüne tuttuğun zaman hangi siyasetçi samimi hangisi değil gösterebilse tüm halka. Ne iyi olur.

YouTube şimdi canlı canlı

YouTube dün gece yarısından sonra canlı yayına geçti.

Ancak Türkiye’de YouTube’a giriş halen yasak olduğu için, YouTube kullanıcıları canlı yayın kanalının (YouTube Live Stream) açılış konserini ve tanıtım etkinliklerini canlı olarak “Erdoğan Tekniği ” ile izleyebildiler.

Tüm dünyanın en popüler video paylaşım sitesi YouTube, tarihinin ilk canlı yayınını Türkiye saati ile dün gece yarısından sonra gerçekleştirdi. http://www.youtube.com/live adresinden yapılan canlı yayın için Virgin America, Lionsgate, Guitar Hero ve Flip Video sponsor oldular.

YouTube ünlülerinden Discovery’den Mythbusters, Black Eyed Peas'dan Will.i.am, Lisa Nova, Michael Buckley, Souljaboy, Katy Perry ve Joe Satriani gibi isimlerin katıldığı San Francisco'daki özel YouTube konseri, YouTube üzerinden canlı canlı yayınlandı.

YouTube Live Stream ile dünyada ilk defa internet üzerinden kapsamlı canlı yayın olanağı sağlanmış oluyor. Bundan sonra da birçok canlı videonun YouTube üzerinden paylaşılacağı düşünülüyor.

Bilindiği gibi Türkiye’den YouTube’a giriş, Atatürk'e hakaret içeren görüntüler nedeni mahkeme kararı ile engellenmişti. YouTube’a Türkiye’den erişim daha önce de birçok kez engellendi. Özellikle Mart ayında yaklaşık 2 hafta süren engellemenin ardından yasak Avrupa Parlamentosu’nun da gündemine de taşınmıştı.

Türkiye'de internet sitelerinde sadece sakıncalı sayfaların değil, sitelerin tamamının kapatılmasının yanlış olduğunun defalarca gündeme getirilmesine rağmen YouTube’a erişim yasağı halen sürüyor ve çözüm getirelemedi.

Başbakan Erdoğan’ın Hindistan’a giderken verdiği demeçte, gazetecilere yaptığı “'YouTube” tavsiyesi üzerine bir gazeteci "YouTube'ye girilemiyor" demiş ve bunun üzerine Başbakan "Ben giriyorum, siz de girin" karşılığını vermişti.

Görünen odur ki; Bundan sonra YouTube canlı yayınlarını da artık “Erdoğan tekniği” ile izleyebileceğiz.

Sahi neydi bu teknik? Başbakanımız da tünellerden geçerek mi ulaşıyor yoksa YouTube’a?

İlerleyen zamanlarda YouTube’un en çok izlenen kısmını canlı video yayıncılığı oluşturacak ve biz Türkiye kullanıcıları bu videoları izleyebilmekiçin daha çok tünel kazacağız…

YouTube’a ve canlı videolarına erişim için “Erdoğan Tekniği” ne devam!

22 Kas 2008

Gençlik iksiri bulunmuş ama yaşamı uzatmak beyhude çaba


Gün be gün tükendiğimizin farkında değil misiniz? Yaşantımızdan, birbirimizden eksiliyoruz...

Halbuki ne kadar çoktuk yakın bir zamana kadar. Azalmamızın tek suçlusu “zaman” mı? Yoksa suçlamamız gereken kendimiz miyiz? Kendi kendimizi azaltırken, birbirimizi azaltırken suçu birde zamana atıyoruz.

İspanyol bilim adamları ebedi gençliğin formülünü bulduklarını iddia etmişler. Vücutta doğal olarak oluşan bir enzimin miktarını arttırmanın, hücrelerin ölümüne engel olacağına, daha uzun, sağlıklı ve yaşam dolu bir hayata imkan sağlayacağına inanıyorlarmış. Fareler üzerinde denemişler, farelerin daha uzun yaşadıklarını görmüşler. (milliyet.com.tr)

Bilimin sınırı yok. Her şey biz insanlar için. Daha çok yaşabilmek, daha sağlıklı olabilmek, hatta ölümsüz olabilmek için uğraşıyorlar. Ama bilim anlamıyor ki insanoğlunun ömrünü uzatmaya çalışırken, insanoğlu kendi ömrünü kısaltmak, azaltmak ve eksiltmek için elinden ne gelirse yapıyor.

Ne tezat…Neden insanoğlu uzun ömürlü olmaya çabalar ki bir yandan azalmak, azaltmak, birbirini yok etmek için bu kadar katakulli yaparken?

Hayatı artırmak yerine azaltmak için gelmişiz dünyaya sanki…Ucu ucuna yaşamaya alıştık hep günü kurtarma telaşındayız. Dünden bahsederken sanki tarih öncesini anlatıyoruz.

Kendimizi tüketirken, geride kalanlar da birbirine azalıyor…

Sevgilerin, aşkların, dostlukların, kardeşliklerin, hoşgörünün, sabrımızın, merhametimizin, iyi niyetimizin azaldığını, azalttığımızı hissetmiyor musunuz?

Diyebilir misiniz ki “hayır, ben çoğaltıyorum bunlarımı her gün”...bir yanda bozuk para gibi harcarken?

Çoğaltabildiğimiz için midir bu ruhumuzdaki kaoslar, bedenimizdeki huysuzluklar, çevremizdeki huzursuzluklar?

Beyin hücrelerimiz çocukluğumuzdaki gibi taze ve saf mı?

Azaltırken kendimizi, yüreğimizin bir yanını da tüketmiyor muyuz?

Çocuklarımızı sevmeyi bile unutuyoruz zaman zaman…

Evlerde kadınlar feri kaçmış gözleri ile bir o yana bir bu yana koşuşturuyorlar…

İş yerinde kafası kızmış adamın evine geri dönmesi yüz yıllarını alıyor…

Yan odada bilgisayarının başında oturan genç kapısını kilitliyor ailesine, tüm dünyaya...

Köylü toprağına azalıyor, kentte çoğalacağını sanıyor…Kentli dar sokaklarda kayboluyor, nefes alamıyor...

Kendimize, ailemize, topluma azalıyoruz.

Yaşamanın kendisi, özü ne kadar çok halbuki.

Bilim adamları insan ömrünü uzatmaya çabalıyor…İnsan daha uzun yaşasa ne olacak ki yaşamı bu kadar tüketmeye uğraşırken.

Beyhude çaba !

20 Kas 2008

Tecavüz edilen kadın feryat ediyor, "asıl mağduriyetim şimdi başladı!"

Tecavüze uğrayarak hayatı kararan “Kadın” tecavüz edildiği ile kalmadı aynı zamanda medyanın istismarına maruz kaldı.

“Kadın” a 5 ay önce tecavüz edilmiş, olay adalete intikal etmiş, 5 ay sonra medya tecavüz dosyasından bir belgeyi eline geçiriyor ve tecavüz olayını “haber yapmak!” adına deşifre ediyor.

Deşifre ederken de kadının mesleği, güya buzlanmış fotoğrafları, geçmişi v.s herşeyi ortaya döküldü. Gazeteler, televizyonlar haber yaptı. En ince detaylarına kadar tecavüzü herkes yaşadı. Kadının tüm kimliği ortaya çıktı.

Savcılıktaki dosyadan tecavüzle ilgili belge basına sızdırıldı ve bu belgeyi eline geçiren yine bir “kadın” olan gazeteci diyor ki "Senin haber değerin var, yazmak zorundayım".

Kadın, medyada çarşaf çarşaf yayınlanan tecavüz haberi üzerine, Uğur Dündar’ın sunduğu Star Haber’e telefonla bağlandığı ve herkese “insanlık” dersi verdi. Uğur Dündar bile canlı bağlantıda neye uğradığını şaşırdı.

"Asıl mağduriyet şimdi başladı" diyor kadın ve feryat ediyor "Bunun üzerine başka şeyler, başka şeyler yazacaklar. Ben en mağdur duruma düşeceğim. Ben şu anda saldırıya uğruyorum. 5 ay sonra, olayı atlatırken. Şimdi bilmeyenler de biliyor, bin kişi, on bin kişi, milyonlarca kişi biliyor. Ben bunun karşısında nasıl duracağım? Haber değerin var, yapacak bir şey yok dediler. Haber değerim var, insan olarak değerim hiç yok. İnsanlar, medya, basın çalışanları bunun üzerine biraz düşünmeliler. Çünkü haber değeri ile insan değeri arasında seçim yapmak gerekiyor ".

Kadın, haberin medyada veriliş şekline isyan ediyor ve Uğur Dündar'a "Beni koruyacak mısınız?" diye soruyor.

Kadının başına gelenler tecavüzden de korkunç. Hem sapığın tecavüzüne uğradı, hem de medyanın duygusal istismarına.

Tecavüz, cinsel istismar, ensest v.b haberler o kadar bıçak sırtı niteliğini taşıyor ki; toplumdaki bu sosyal yaraya parmak basmak isterken olay magazinleştirilirse pornografik malzeme bile olabilir.

Tecavüz haberleri, kimlik deşifre etmeden, olayın sosyal boyutu üzerinde okuyanı bilinçlendirmeye yönelik olması gerekirken, zaten hayatı kararmış insanlara bir darbe de medyadan geliyor.

Tecavüze uğrayan kadın "Artık en ince ayrıntılarına kadar beyanatta bulunmayacağım, çünkü başıma gelenleri anlattığım ifademin mastürbasyon aracı olarak kullanılmasını istemiyorum" diyor. Doğruluğuna katılmamak mümkün mü?

Kadın, bedeni ile ilgili yaşadığı bu çirkin olayı milyonlarla paylaşmak zorunda mı? Yaşadığı olayı kim bilir kaç kez anlatmak zorunda kaldı. Kimin hakkı var kadına bu eziyeti defalarca yaşatmaya?

Tecavüzcüyü mahkum edeceğimize, kadını mahkum ettik.

Cinsel istismarların ve tecavüzün üstüne gideceğiz derken medyanın düşünmesi ve bu haberleri yayınlarken alması gereken önlemler olduğunu düşünüyorum. En azından fotoğraf kullanılmamalı, kimlik deşifre edilmemeli. Haber yaparken tekrar tekrar hayatlar karartılmamalı.

Bu tip haberlerle kadın yaşadığı talihsiz olaydan daha büyük boyutta şiddete uğramış oluyor. Bunun gibi tecavüz mağdureleri bu sefer deşifre olurum korkusu ile yaşadıkları şiddeti açıklamaktan,yardım almaktan,yasal haklarını kullanmaktan çekinmezler mi?

Tecavüze uğrayan kadın "Asıl mağduriyetim şimdi başladı" diyor.

Bu sese kulak vermek lazım.

Not: Yazımda özellikle “mağdure” yerine “kadın” ifadesi kullandım. Çünkü tecavüzcüsü, istismarcısı, medyası ile tüm bu yapılanların adı “kadına şiddet” dir.

18 Kas 2008

Dolar 2 Türk Lirası olur mu, doların yükselişi duracak mı?

Dolardaki hareketlilik devam ediyor.

Ekonomik kriz geldi geliyor, tsunami etkisi, domino teorisi, teğet geçmesi, derken kısa sürede kapımıza dayandı.

Sokaktaki insanın, ekonomik kriz denilince konuştuğu veya merak ettiği konular sadece işsizlik, hayat pahalılığı, ve doların hareketliliği. Hükümet ve ekonomi uzmanları dışında, kriz ekonomisinin makro dengelerini sokaktaki insan anlamak zorunda da değil. Bizler sadece krizin olası etkileri karşısında yaşam reflekslerimizi idare etmeye çalışıyoruz.

Fabrikalar ve iş yerleri birer birer kapanmaya başladı, iflaslar artıyor, işsizlik daha da bir hissedilir hale geldi. Sokaktaki insanda para yok, bu nedenle alış verişler kısılıyor ve haliyle ekonomi daralıyor.

Dolar fiyatlarındaki düşüş ve yükselişlere de meraklıyız. Paramız olsun olmasın “bak dolar yine yükseldi”, “dolar düşüyor” gibi söylemlerimizi çoklukla dile getiririz. Az biraz paramız olsun, dolar mı alsak, altın mı, yoksa faize mi yatırsak diye düşünürüz, biraz daha cesaretli olanımız da borsaya girer.

Çok değil daha Ağustos ayında “1 Dolar 1 YTL olur mu?” tahminleri yaptık, dolar liraya eşitlenirse olası etkilerinden bahsettik. Ve yine Ağustos’ta dedik ki; “önümüzdeki dönemde dünya genelinde ciddi kriz beklentileri var. Her şey bir anda tersine dönebilir. Tüm ekonomik dengeler altüst olabilir. Yabancı piyasaları iyi gözlemlemek gerekiyor”

İşte olan oldu; 3-4 ayda kriz kapıya geldi dayandı ve dolar yeniden 1.7 seviyesine kadar çıktı. Borsa dibe vurdu. Her ekonomik tahmin , bir takım varsayımlar eşliğinde yapılır. Önemli olan ekonomik göstergeleri iyi ve doğru değerlendirebilmek ve doğru önlemleri zamanında alabilmektir.

Şimdi vatandaş merak ediyor ve soruyor “ 1 Dolar=2 Türk Lira" olur mu acaba?

Bu ekonomik kriz verilerinde, doların herşey olması mümkün. Dolar inecek, çıkacak hesabına girip bu eğilimde olmak da doları artırır veya indirir. Ekonomide “beklentiler ve eğilimler” önemlidir.

Uzun dönemde doların ne olacağı tahmin etmek zor. Uzun vadede 1.6 seviyesinde korunacağı ve alınacak önlemlerle bu seviyede kalmasına zorlanacağı görünüyor. Kısa vadede ise 1.60 ın çok daha üzerinde çıkışlar da görülebilir.

Türkiye için önümüzde 3 kritik ay var, Aralık , Ocak ve Şubat;

Bankacılık sektörü yıl sonuna kadar 1.5 aylık dönemde, 3.8 milyar dolar tutarındaki toplam sendikasyon ödemesi veya yenilemesini gerçekleştirecek. Uzmanlar, bankaların sendikasyon dönemlerinde kura zorunlu bir talep geleceğini ve yabancıların bu durumu fırsat olarak görmesi ile sığ piyasada kurlarda yükseliş olabileceğine dikkat çekiyor.

Cari açığımız yüksek, ekonomi gitgide daralıyor. Kamuda ciddi bir borç yükü yok. Ancak özel kesimde ve bankaların borç yükü bir hayli fazla. 2009 da yüklü bir finansman ihtiyacı olacağı söylenebilir. Bu da doları yukarı çekecek ciddi bir etken.

IMF’ile yapılacak anlaşmanın içeriği de önemli. Göstermelik bir kredi sağlanması düşünülüyor ise kur artışı devam eder.

Merkez Bankası’nın zaman zaman döviz piyasasına müdahaleleri de olacaktır. Döviz rezervlerimizin yeterli olduğu söyleniyor ancak ekonomik kriz o kadar bıçak sırtındaki, bu rezervlerin kısa sürede erimesi imkansız değil.

Sonuç olarak ; 1 dolar 2 TL olur mu olmaz mı tahmini yapmak şu an için imkansızdır. Dolar alıp satarak para kazanma telaşına düşmeden önce ortalığın biraz yatışmasını beklemek en akılcı yöntem olur.

16 Kas 2008

Hangi Avrupa kültürü, hangi Avrupalı İstanbul, hangi Avrupalı Türkiye?


Biz en iyisi mi “arabesk” e devam!

Avrupalı olmanın, Avrupai olmanın ne olup ne olmadığı “Avrupa Kültürü Nedir?” başlığında masaya yatırıldı.

Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne dahil olma sürecinin tartışıldığı ve 2010'da Avrupa Kültür Başkenti İstanbul için çalışmaların sürdüğü şu günlerde, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ve İstanbul Kültür Sanat Vakfı(İKSV), bir sempozyum düzenleyerek “Avrupa Kültürü” nü sorguladı.

"Avrupa Kültürü Nedir Sempozyumu"nda konuşmacılar; Avrupa Birliği genişleme politikası çerçevesinde kültürel çeşitliliğin arttığı bir ortamda, "Avrupalılık" kavramının ön koşullarından biri sayılan "Avrupa Kültürü" nün ne olduğunu irdelediler.

Sempozyumda “Avrupa kültürü nedir? Balkan ülkeleriyle Batı Avrupa ülkeleri arasında yakın bir kültür ilişkisi bulunduğu söylenebilir mi? Çok kez belirtildiği gibi, Avrupa kültürü Hıristiyan kültürü anlamına mı gelir? Yoksa sanayide ilerlemiş ülkelerin kültürleri mi Avrupa kültürü sayılıyor? AB, kültürü temel alan bir oluşum değil de çift kutuplu bir dünya döneminde Doğu Bloku’na karşı kurulmuş bir siyasal yapı mıdır?” sorularına yanıtlar arandı.

Umarım “Avrupa Kültürü nedir?” sorusuna yanıt bulunmuştur. Zira, Avrupalılaşma deyince yıllardır mangalda kül bırakmadık. Avrupa ile Asya arasına sıkışmış bir Türkiye’nin politik, stratejik, ekonomik ve sosyolojik öneminin vurgulanmasından öteye gidemedik.

Yıllardır temcit pilavi gibi aynı cümleyi kurup durduk; “Ne Avrupalı olabildik ne Asyalı” diye dertlendik. Nereye ait olduğumuza bir türlü karar veremediğimiz için de her konuda arada sıkıştık kaldık.

Tanzimat'tan beri bu konu bizim gündemimizden zaten hiç düşmedi; Avrupa'nın daha birleşmeye gitmediği , sınırlarının en keskin olduğu, soykırımların gerçekleştirildiği en milliyetçi ve en dinci dönemlerinde bile hep ulaşılması gerekli bir Avrupa hayal ettik.

Cumhuriyetin kuruluşunu takiben “Avrupacı” olduğumuzu sandık. Sonraları bir de buna Amerikancılık eklendi.

Günümüze gelindiğinde geriye dönüp baktığımızda ne Avrupalı, ne de Avrupacı olabilmişiz. Avrupa kapitalizmininin vahşiliğine ve acımasızlığına entegre olmaya çabaladıkça insani değerlerimizi de yitirdiğimizle kalmışız. Kültürünü algılamaya ve sahiplenmeye çalıştığımız Avrupa’nın, menfaatleri doğrultusunda kullandığı bir ülke olup çıkmışız.

Başbakan Recep Tayip Erdoğan, AKP’nin Gençlik Kolları'nca düzenlenen bir toplantıda bakın Avrupalılığı nasıl tariflemiş? "Bana göre Avrupalı olmak, insanlığa yeni ufuklar açmak, dünyaya, hayata, barışa katkı sağlayacak yeni fikirler üretmek demek."…

Türkiye 2 asırdır Avrupa’ya bakarak ufuk açmaya, kültürünü geliştirmeye, barışın nasıl temin edileceğini anlamaya çalışmış ama sonuçlar ortada; Bugün 2010 Avrupa (dışı ülkeler !) Kültür Başkenti İstanbul “her” yönü ile üstümüze yıkılıyor.

Bugün Türkiye acaba kendini ne kadar Avrupa kültürü ile entegre olmuş hissediyor?

Hadi Anadolu’yu bir yana bırakalım, sadece İstanbul bazında düşünecek olsak bile, “Avrupa Kültürü” denince anladığımız sadece tarihi eserlerin korunması, sanatçıların ön plana çıkarılması, kültür ve sanat festivallerinin düzenlenmesi, daha fazla turist gelmesi midir?

The Economist dergisinin periyodik yaşanabilir kentler değerlendirmesinde 128 kent içinde 92. sıradan 104. sıraya gerileyen İstanbul artık can çekişiyor. Biz hala “Avrupa Kültürü nedir ” sorusuna yanıt arıyoruz.

İstanbul’un yıllardır çözülememiş ve kangrene dönüşmüş sorunları varken; trafiğe, altyapıya, depreme ve susuzluğa yönelik çalışmalara hız verilmesi gerekirken, yapılan icraatlar belli bir çevreye rant yaratmaktan öteye gitmezken, kentin yüzde 60’ı ruhsatsız, kaçak, izinsiz iken hangi Avrupa kültürü? Hangi Avrupalı İstanbul?

Nüfusunun yarısı açlık çekerken, sokaklar suçlu kaynıyorken, terörle baş edilemezken, insan hak ve özgürlükleri ayaklar altında ezilirken, iki kişi yanyana gelip herhangi bir fikri kafamızı gözümüzü yarmadan tartışamıyorken hangi Avrupa kültürü? Hangi Avrupalı Türkiye?

Daha hangi birisini sayayım…Biz en iyisi mi “arabesk” e devam.

Türkiye'de demokrasiyi kim koruyacak?


Bu ülke, laikliğin, Türk’lüğün, dinin ve piyasanın koruyucusu olduğunu iddia edenlerle dolu. Peki ya demokrasimiz? Demokrasimizi kim koruyacak?

Demokrasi, başımız her sıkıştığında çekeceğimiz “imdat” kolu değildir. Demokrasi, ağlayan çocuğu kandırmak, susturmak için eline verilen lolipop şekeri de değildir.

Yıllardır bu ülkede söylemler amacını aşıp, siyasi tansiyon yükseldiğinde hep sığınılan, veciz “demokrasi” sözcükleri olmuştur. Her kime sorsan, halkından iktidarına, askerinden polisine, yargısından medyaya kadar herkes demokrasiyi kendine göre biçer, en uygun elbiseyi diker ve giyer.

Demokrasiyi sadece giyilen bir elbise olmaktan çıkartıp, özümsemek veya içselleştirmek için kimse yeteri kadar gayret göstermez. Böylece herkesin diline pelensk olmuş “özde değil sözde demokrasi” edebiyatı alır başını gider.

Demokrasinin en bilinen tanımlarının yanı sıra birbirine tahammül gösterebilme, farklı düşünsek ve farklı davransak bile birarada ortak yaşam alanımızı oluşturmak için sarfedilmesi gereken çaba olduğunu bir türlü algılayamaz veya ortak yaşamak için göstermemiz gereken çaba işimize gelmez.

Türkiye’de demokrasi güçsüzdür. Demokrasi’nin olmazsa olmazı “halk” sadece seyirci boyutundadır. Demokrasi tiyatrosunun perdesi, oyuncular tarafından istenildiği zaman indirilir veya kaldırılır. Seyirci olan halk da daha oyunun neresinde bulunduğunu algılayamadan refleks geliştirmeye başlar. Çünkü tehlike hisseder, tedirgin olur. Halkın demokrasiye yaklaşımı tamamen “korku” refleksine güdülenmiştir.

Halk bilmez ve algılayamaz ki; demokrasinin ana unsuru kendisidir…kalkan parmaklarla veya amacını aşan sözlerle korku bezirganlığı yapanlara “dur” diyebilecek yagane güçtür.

Türkiye’de güçlü, özümsenmiş, çizgileri kurumlara ve iktidarlara göre değişmeyen bir demokrasi için halkın bilinçlenmesi şarttır.

Çözüm üretemeyenlerin salladığı her parmaktan korkmayan, demokrasiyi ortak yaşama alanımızın zemini olarak algılayan, tepeden inmeci yaklaşımlara hesap sorma gücünün var olduğunu hissedebilen, yurduna vicdan ve gönül bağı ile bağlı olan her Türkiye’li, demokrasinin koruyucu ögesi olduğunu farketmelidir.

Bu ülke, laikliğin, Türk’lüğün, dinin ve piyasanın koruyucusu olduğunu iddia edenlerle dolu. Peki ya demokrasimiz ? Demokrasimizi kim koruyacak?

Türkiye son günlerde yine demokrasiyi koruma ve kollama sınavından geçiyor. Güçlenmesi ile çok şeyin değişeceğine inandığımız bir demokrasi için mücadele etmek, yurduna vicdan bağı ile bağlı her bireyin görevi olmalıdır.

Unutulmamalıdır ki; “kendine demokrasi” olmaz. Demokrasinin içeriği ve korunması ile ilgili uzlaşma sağlanmaz ise bu tartışmalardan kazançlı çıkacak olanlar yine demokrasi üzerinden demagoji yapanlar ile despotlardır.

Türkiye'de güçlü bir demokrasi ve toplumsal barışa ulaşabilmek için iktidarı, siyasi partileri, milletvekilleri, ordusu, medyası dahil tüm kurumlar (da) “duracağı yeri” bilmeli ve belirlemelidir !...

Çünkü demokrasi bizim ortak yaşam alanımızın zeminidir. Bu alanın sınırları içerisinde sallanan her parmak, amacını aşan her söz, ortak yaşam alanımızın zeminine zarar vermekte, bu zemini zayıflatmaktadır.

Demokrasiyi yani ortak yaşam alanımızı korumak ancak ve ancak halkın korkutulmadığı , seyirci yerine konulmadığı, özümsenmiş ve samimi demokratik yaklaşımlarla sağlanabilir.

15 Kas 2008

Canım Ailem ve yeniden Uğur Yücel


“Hayvan gibi oynuyor”bu şekilde ifade ediyorlar O’nun oyunculuğunu. O ise “oyunculuğumu hep sıradan buldum ve bu sıradanlığa tahammülüm yoktu" diyerek, üretme hırsı ile bütünleşen mütevaziliğini ifade ediyor.

Eğer bir insan güzel ve doğru şeyler üretebiliyorlar ise mütevazi olmasına hiç gerek yok; Uğur Yücel’in oyunculuğu, yönetmenliği ve sanat kalitesi üzerinde hem fikir olmayan var mıdır bilmiyorum ama Şener Şen’den sonra (bence) Türkiye’nin tiyatro ve sinema dalında yetiştirdiği yegane aktör, yegane yetenek. Rolü verin, baştan yaratsın. Rolünü hem oynasın hem de yaşatsın.

Özlemişim Uğur Yücel’i…17 Kasım’da ATV de başlayacak olan “Canım Ailem” dizisinin fragmanını izlediğimde özlemiş olduğumu farkettim.

“Arabesk” ile Sinema Yazarları Derneği En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, “Muhsin Bey” ile Antalya Film Festivali’nde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü, ilk sekiz bölümünü çektiği “İkinci Bahar” adlı Tv dizisiyle İletişim Fakültesi En İyi Tv Yönetmeni Ödülü, “Gemide” ve “Laleli’de Bir Azize” filmlerinin müziklerinin yapımı, yönettiği ilk film olan “Yazı Tura” ile Antalya Film Festivali En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Yönetmen ödülleri dahil toplam 11ödül…tüm bunların sahibi, Uğur Yücel.

Türkiye’de çoğu sanatçının ve eserinin değeri anlaşılamaz, Uğur Yücel de 2004 Altın Portakal’da 11 ödül alan Yazı-Tura filminden yüz binlerce dolarlık zarar ile çıkmış, bir hayli sarsılmış ve bir müddet ortalarda görünmemişti.

En son, 2007 yılında sona eren Hırsız Polis dizisinde rol aldı ve başrollerini Türkan Şoray ile birlikte paylaştığı Hayatımın Kadınısın adlı filmi çekti. Daha önce de televizyonda, Aziz Ahmet, Karanlıkta Koşanlar, Alacakaranlık dizilerinde oynadı.

Uğur Yücel, şimdi ATV’de “Canım Ailem” dizisindeki “Samim” rolü ile 17 Kasım’dan itibaren yeniden karşımızda. Hırsız Polis'teki Aksak'tan, Alacakaranlık'taki Tahir Komiser'den sonra bir aile dizisinde, hem de komik bir adam rolünde karşımızda.

Canım Ailem dizisinin çekimleri sırasında verdiği bir röportajında “Komik adam'ı özlemiş, çok özlemişim. Yıllardır karanlık ruhlu işler yaptım, gülmeyi ve güldürmeyi özledim. Sette çok eğleniyorum. Ben hiç komedi dizisinde ya da filminde yer almadım, hep dram oynadım. Kendi gösterilerimde komedyendim, insanları en son 10 yıl önce güldürdüm galiba” diyor.

Şimdiye kadar dizilerde hayatı çözmüş, hafif sıyırmış, tam tutunamamış, defoları bol, zor elde edilen, zor anlaşılan ama kesinlikle karizmatik adamları oynayan Uğur Yücel için “Canım Ailem” dizisindeki “Samim” oldukça farklı bir karakter.

Uğur Yücel’in ağzından ise “Samim” ; “Bir garson. Nerede iş bulursa orada takılmış. Sorumsuz. Dalevere çeviriyor ama sahtekar değil. Sadece hayatını yaşamak istiyor. Sonsuz bir gitmek arzusu halinde. Yerinde durursa düşeceğine inanıyor. Adana'da doğmuş. Gençliği orada geçmiş. Hafif Adana aksanı var. Birkaç dili işini kıvıracak kadar konuşabiliyor. Şeytan tüyü var. Rengarenk bir adam”.

"Canım Ailem" dizisinin tanıtımlarında ; hayatın üç tadının, aşk, hüzün ve kahkahanın birbirine karışmasını, harmanlanmasını anlattığı, iki kadın arasında kalan Seyhan'ın (Ozan Güven) aşkı için yaptıklarını ve Samim'in (Uğur Yücel) sorumsuzluklarıyla dolu yaşamının başına kalan 3 yetim ile nasıl değiştiğini bazen kahkaha, bazen de gözyaşlarıyla izleneceği bir dizi olduğu ifade ediliyor.

Yapımcılığını Erol Avcı'nın, yönetmenliğini Sadullah Celen'in üstlendiği, senaryosunu Selin Tunç’un yazdığı, Uğur Yücel, Ozan Güven, Ezgi Mola, İlker Aksum, Şebnem Bozoklu gibi güçlü bir kadroyla ATV de dizi seyircisiyle buluşacak olan “Canım Ailem” in ilk bölümünde bir de sürpriz isim var…Konuk sanatçı Cem Yılmaz.

Cem Yılmaz, Ozan Güven ve Uğur Yücel’le birlikte dizinin birinci bölümünde iki sahnelik kısa planlarda yer alarak Ebu Muttalip adlı bir Arap Şeyhini canlandırıyor. “Canım Ailem” dizisindeki konuk sanatçılığı ile Cem Yılmaz da ilk defa bir dizi filmde yer almış oluyor.

“Canım Ailem” dizisi , başarılı yapımları ile bilinen TMC imzasını taşıyor.

Televizyonlarda bu kadar kalitesiz ve anlamsız dizilerin oynadığını gördükçe, artık nerede ise televizyonu haberler dışında izlemez olmuştum.

Şimdi Uğur Yücel gibi gerçek bir sanatçının dönmesi beni çok mutlu etti.

Gülmeyi ve güldürmeyi özleyen Uğur Yücel’i de bizler özledik.

“Canım Ailem, 17 Kasım’da ATV’ de başlıyor.

( Dizi fragmanları için http://www.canimailem.net/ )

11 Kas 2008

KİRPİ


Herkes birbirini suçlu görüyor; suç ya doğuştan var oluyor etnik kökeni ya da dini inancı belirlenmiş olarak ya da sonradan oluşuyor siyasi görüş farklılığı olarak.

Birbirine günden güne artan bir kin besleyerek aynı ülkeye ait olmaya çalışıyoruz.

Hayvanlar gibi iç güdülerimizi de kullanamıyoruz ne yazık ki…Kirpiler kadar bile olamıyoruz.

Kullandığımız güdüler sadece kirpiden beter dikenlerimizi batırmaktan yana, üşütmekten, kavgadan, savaştan yana…

Karakışta sokaklarda, dağda tepede hayvanlar birbirine sokularak ısınırlarmış. Bakın karakış geldiğinde kirpiler nasıl bir çözüm buluyorlar, birbirlerine ısıtabilmek için o dikenleri ile nasıl yanaşıyorlarmış birbirlerine?

“Çok eski zamanların dondurucu bir kışı yaşanırken, bütün hayvanlar acımasız soğuktan çok etkilenmiş ve çok büyük kayıplar vermişler. Ama en çok kayıp veren kirpilermiş. Çünkü onların pek çok hayvan gibi kalın kürkleri olmayıp, kendilerini sıcak tutması mümkün olmayan dikenleri varmış. Bu durumdan çok endişe duyan kirpiler, en az zararla kışı geçirebilmek için meclislerini toplamış ve çözüm aramaya başlamışlar. Tartışa tartışa, nihayet gece olunca tüm kirpilerin bir araya toplanmasına ve birbirlerine çok yakın durarak geceyi geçirmelerine karar vermişler. Böylece kirpiler birbirlerinin vücut sıcaklığından yararlanacak ve aralarındaki hava akımını önleyerek donmaktan kurtulacaklarmış. İlk geceki deneyimlerinde bunun işe yaradığını görmüşler. Ama daha önce hiç ön göremedikleri bir başka problem çıkmış ortaya. Üşüyen kirpiler birbirlerine fazla yaklaştıklarından kirpiler birbirlerini sivri oklarıyla yaralamışlar. Daha sonraki gece yaralanma korkusundan dolayı kirpiler, bu defa da birbirlerinden uzak durmuşlar ama bu sefer de donmaktan kendilerini kurtaramamışlar. Ne var ki, her gece, bazen uzaklaşarak bazen de yakınlaşarak, deneye yanıla birbirlerinin vücut sıcaklığından yararlanacak kadar yakın, ancak birbirlerini incitmeyecek kadar uzak durmayı öğrenmişler. Bu değerli öğreti de onların hayatta kalmalarına neden olmuş.”

Hikayede anlatıldığı gibi kirpiler, iç güdüleri ile bir yöntem belirleyerek birbirlerine zarar vermeden karakışta ayakta kalmayı becerebilmişler, dikenlerini batırmadan birbirlerini ısıtabilmişler.

Karakış gelecek yine. Etrafı bembeyaz yapan karlar yağacak, tezatlığına inat kara ve kışın.

Ve biz bir kirpi haleti ruhiyesinde karşılamaya hazırlanıyoruz karakışı…dikenlerimiz kirpininkinden daha beter sert ve sivri.

O kadar sert ve sivri ki yine birbirimize sokulamayacağız, ısıtamayacağız birbirimizi.

Uzaklaştıkça soğuktan, yakınlaştıkça batan dikenlerden canlarımız yanacak bir kez daha gelen karakışta.

Öyle bir iklim ve öyle bir kutuplaşma ki yaşanan, insan ne alıp başını çekip gidilebiliyor bu diyarlardan ne de yaslanılabiliyor yakınlarında gezinip duran omuzlara.

Herkes birbirini suçlu görüyor, suç ya doğuştan var oluyor etnik kökeni ya da dini inancı belirlenmiş olarak ya da sonradan oluşuyor siyasi görüş farklılığı olarak.

Birbirine günden güne artan bir kin besleyerek aynı ülkeye ait olmaya çalışıyoruz.

İğne gibi dikenlerimizle birer kirpiye dönüştük…umarım bundan sonraki karakışlarda, biz insanlar da iç güdüsel bir yöntem bulup “ birbirimizi acıtmayacak kadar uzak, birbirimizi ısıtabilecek kadar yakın” olmayı becerebiliriz.

Kış ne kadar uzun sürerse sürsün bahar yine gelecek elbette.

Ancak birbirine yaklaşmak, yakınlaşmak için en uygun zeminin bu soğuk havalar olduğu bilindiği halde, görünen o ki herkes önümüzdeki bahara çok daha yalnız girecek bu gayretsizlikle.

Tam da karakış öncesindeyiz; dikenlerimizle birbirimizi yaralamadan ısıtabilmeyi, kirpiler gibi iç güdülerimizi kullanabilmeyi öğrenmeliyiz.

10 Kas 2008

Manevi Mirasım Akıl ve Bilimdir!



"Manevi Mirasım Akıl ve Bilimdir!"


"Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır... Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur...Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar". Mustafa Kemal Atatürk

Atatürk'ün ilke ve inkilaplarını dogmatiklikten kurtarabildiğimiz an "asıl" Atatürk'e ulaşmış olacağız.

Sevgi ve saygı ile anıyorum. 10 Kasım 2008.

Cepte numara taşıma ile artık daha ucuza ve özgürce konuşabileceğiz

Cep telefonu aboneleri, bugünden itibaren numaralarını değiştirmeden GSM operatörünü değiştirebilecek.

Cepte numara taşıma özelliği bugün başladı. Artık cep telefonumuzun numarasını değiştirmeden istediğimiz GSM operatörünü seçerek daha ucuza konuşabilme özgürlüğüne kavuşuyoruz.

Daha önce hiçbir ücret talep etmeden abonelerin numaralarını taşımayı kabul eden Turkcell, Vodafone ve Avea arasında numara değişmeden, operatör değişimi yapılabilecek.

Türkiye’de yaklaşık 64 milyon SIM kart olduğu düşünüldüğünde, cep telefon numaralarının değiştirilmeden istenilen GSM operatörüne taşınabilecek olması sektöre bir hayli hareket getirecek, GSM operatörleri arasında yaşanan rekabet iyice kızışacak ve bu cepten konuşmayı daha da ucuzlatacaktır.

Turkcell, Vodafone ve Avea, şimdiden abone kapma yarışına başladı. İlk etapta 7 milyon cep telefonu abonesinin numarasını taşıyacağı tahmin ediliyor.

Mevcut abonelerini kaptırmadan, numarasını taşımak isteyen aboneleri kendine çekmek isteyen GSM operatörleri de her gün yeni bir kampanya ile abonelikleri cazip hale getirmeye çalışıyor ve dikkati çekmek içinde tanıtımlarında sanatçıları kullanıyorlar.

Turkcell, Ferhat Göçer, Gülşen, Bengü, Zeynep Casalini, Murat Boz ve Sarp Apak'la ön plana çıkmaya çalışırken, "Numaran aynı kalsın, kalitesi Turkcell olsun" sloganıyla başlattığı kampanyalarında faturalı hatlara haftanın 2 günü tüm Turkcell’lilerle bedava konuşma sağlıyor. Operatör ayrıca üç ay 120 kontörü geçmemek şartıyla ücretsiz görüşme imkanı sunuyor.

Vodafone Limitsiz Ofis Tarifeleri ile kullanıcıların karşısına çıkıyor. Aylık 8 yeni lira ve 24 yeni lira olmak üzere iki farklı sabit ücret seçeneğiyle sunulan tarifeler, her yöne tek ücret anlayışıyla kurumsal kullanıcıların beklentilerine cevap verecek. Ayrıca bir dünya devi oluşu, Vodafone’u tercih etmek için en önemli nedenlerden biri" mesajını veriyor.

Avea ise, Türk Telekom'un gücünü de arkasına alarak komedyen Cem Yılmaz'lı reklamlarla özellikle gençlerin ilgisini çekmeye çalışıyor. Avea da Turkcell gibi tanıtımlarında sanatçılara yer veriyor. Hande Yener, Teoman, Demet Akalın, Peker Açıkalın ve Yavuz Seçkin'le yeni müşterilere 'hoş geldin' diyor. Numarasını değiştirenlere de sanatçılarla tanışma fırsatı sunulacak, ayrıca hediye cep telefonu, maç bileti ve forma dağıtılacak.

Numara taşıma işlemi için yapılacak işlemler ise şunlar;

Mevcut operatörünü değiştirmek isteyen bir abone kimliğiyle beraber geçmek istediği operatörün bayisine gidereke burada numara taşıma talep formunu dolduracak.

Geçiş yapılmak istenen operatör size yeni bir SIM kart verecek.

Abone, 08.00-16.00, 16.00-24.00, 00.00-08.00 olmak üzere istediği taşıma aralığında numarasını taşıyabiliyor. Yeni hat türü abonenin talebine göre faturalı ya da ön ödemeli olabilecek.

Operatör tarafından aboneye verilen yeni SIM kart en fazla 6 gün içerisinde aktif olacak.

Taşıma zamanından asgari bir gün önce olacak şekilde, operatör aboneye SMS, e-posta veya benzeri bir yolla taşıma zamanını bildirecek.

Bu saatten sonra artık eski SIM kartınızı çıkarıp, size verilen yeni SIM kartını takacaksınız ve yeni operatörden hizmet almaya başlayacaksınız.

Bu işlemler için GSM operatörleri tüketiciden ücret talep etmeyecek.

Fiili taşıma esnasında abonenin haberleşme kesintisi ortalama 15 dakika olacak.

Abone, başkası adına kayıtlı numara için, numara taşıma başvurusu yapamayacak. Abonenin kendisi veya noter onaylı vekalet verdiği kişi başvuru yapabilecek.

Abonenin operatörde bulunan kullanılmamış kontörleri veya bedava dakikaları, kampanyaları vb. yeni operatörde geçerli olmayacak.

Türkiye, cep telefonu kullanımında artık “özgürlüğe merhaba” diyor.

Umarım bu özgürlük faturalara da ucuzlama şeklinde yansıyacaktır.

7 Kas 2008

Kalbim belki de minicik bir çocuğun göğsünde yeniden çarpacak



Organlarımı bağışlamak istiyorum.

Belki bir çocuğun , belki bir gencin, belki de bir yaşlının ama bir "insanın" hayatını kurtarabilmiş olmak düşüncesi inanılmaz haz veriyor.

Uzunca bir süredir düşünüyorum ve konu ile ilgili haberleri takip ediyorum.

Medyada onların minnet dolu yüz ifadesini gördükçe epeydir düşündüğüm bu konuda kararımı kesinleştirdim.

Ne kadar ömrüm kaldı bilmiyorum, öldükten sonra organlarımın işe yarayacak olup olmadığını da bilmiyorum.

Ölüm fikrinin kendisi zaten soğuk, öldükten sonra karnımın yarılıp kalbimin, böbreklerimin vesair edevatımın alınması, gözümün çıkarılması gibi şeyler de hoş değil elbette.

Ancak toprağın altında börtü böceğin yavaş yavaş yemesi ile kıyaslanınca steril ortamda eksilmek, üstüne de bunun birilerine hayati önem derecesinde faydasının olacağını bilmek daha tercih edilebilir geliyor.

Ölüp gitmişken hayata tutunmaya çalışan çaresiz insanlar için vesile olacağım bir karar bu ; "Organlarımı Bağışlamak"

Din adamları dinen bir sakıncasının olmadığını söylüyorlar.

Dünyada ve ülkemizde organ nakli bekleyen milyonlarca hasta var. Dünyadan göçerken geride kalanlara bir faydamızın dokunması kötü bir şey olmasa gerek.

Bunu resmileştirmeye, bağış kartını yanımda taşıyıp taşımayacağıma henüz karar vermedim. Ehliyete de yazılıyormuş galiba.

Çünkü kötü niyetliler tarafından yaralıya müdahale edebilecek durumda olsalar da, bağışçı kişilerin öte dünyaya gitmesine göz yumması ve organlarınızın (ç)alınması gibi küçük de olsa bir risk söz konusu.

Bu abartılı bir tedirginlik olabilir ancak söz konusu insanın kendi vücudu olunca bunlar da aklıma gelebiliyor.

Bu sebeple kişinin yakınlarının bilmesi de yeterli görülebilir. Zaten galiba bağış kartınız olsa da yakınlarınızın izni gerekiyor.

"Öldükten sonra organlarımı bağışlayın" demek bir vasiyet ise, en azından aile içerisinde bir kez bu konunun konuşulmasını sağlamak bile büyük bir adımdır.

Ölmüş bir bedenden çıkan organın canlılığını yitirmeden başka bedenlerde hayat bulması için , başka bedenlere hayat vermesi için sizler de bir düşünün derim.

Kalbimiz, belki de minicik bir çocuğun göğsünde yeniden çarpacak ve ona can verecek.

_________________________________________________________________________________________

Not: Bu yazımı şimdi kapanmış olan başka bir blog sitesinde 3 Nisan 2008 de yazmıştım. Şu anda organlarımın bağışlanması için aileme vasiyet etmiş bulunmaktayım. Bu yazımı blogdaşımız Sn.Buğra Tokmakoğlu’nun “Organ Bağışı duyarlılığı yok oldu” başlıklı ve duyarlılığını son derece takdire şayan bulduğum yazısını okuduktan sonra, burada yeniden yayımlamak istedim.

Sn.Buğra Tokmakoğlu’nun ilgili yazısı
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=142572

Organ bağışı konusunda detay bilgi
http://tr.wikipedia.org/wiki/Organ_ba%C4%9F%C4%B1%C5%9F%C4%B1#Kaynak.C3.A7a

İnternet ve sosyal medya Obama'yı zafere taşıdı

Teknolojinin, özellikle internetin ve sosyal medyanın nimetlerinden sonuna kadar faydalanan başarılı bir seçim kampanyası, Obama'yı adım adım zafere götürmüştür.

ABD’nin 2008 Başkanlık seçimleri için yürütülen kampanyalar büyük ölçüde internet üzerinden örgütlenmiştir.

Obama’nın görüş ve mesajları web üzerinden geniş kitlelere özellikle de genç seçmenlere ulaşmış, bunun yanısıra internet sayesinde çok ciddi miktarlarda bağış toplanmıştır.

Öncelikle insanların kampanyaya direkt katılmasını sağlamak için, Obama’nın web sitesi interaktif hale getirilmiştir.

Başkanlık seçimlerinin ilk ayağı olan aday belirleme sürecinde, Demokrat Parti’nin adayı olabilmek için sekiz aday adayının Temmuz 2007’de Youtube’ta yaptıkları tartışmalar, interaktif özelliğiyle siyasi kampanyaların internet üzerinden örgütlenmesinde bir ilki oluşturmuştur. Halktan gelen 3000 kadar sorudan 40’ı seçilip, soru soranlar ilk kez video tekniğiyle sanal olarak yüz yüze gelmişlerdir.

Obama’nın adaylığı ilk belli olduğunda, onu tanıtan kısa videolar internette yayınlanmış ve yeni adayın politikaları, e-postalar aracılığıyla anlatılmıştır.

Kampanya süresince Web 2.0 teknolojisi kullanan Facebook, MySpace gibi sosyal ağ siteleri üzerinden geniş kitlelerin interaktif olarak politikaya katılımı sağlanmıştır.

Bu sosyal ağ sitelerinin kullanıcıları ile internette karşılıklı görüş alışverişinde bulunan Obama ve ekibi, onların sorularını yanıtlayarak her kesimden insanın rahatlıkla izleyebileceği, şeffaf, katılımcı bir politik hareket içinde bulundukları izlenimini yaratmışlardır.

Kampanyanın tanıtım videoları YouTube üzerinden yayınlanarak geniş bir kitle ile paylaşılmıştır.

Ancak kampanyanın en önemli noktası, Demokrat Parti’ye internetten bağış yapma imkanının verilmesi olmuştur. Toplamda 475 bin kişi online bağış yaparak kampanyaya destek vermiştir. Bunların hepsi 100 dolardan daha az miktarda bağış yapmış olmasına rağmen toplamda kampanyaya büyük bir maddi destek sağlamışlardır.

Amerika halkının yüzde 46’sı seçimleri internetten takip etmiş, yüzde 35'i YouTube ve benzeri platformlardan seçim ile ilgili videolar izlemiş ve kampanyaların YouTube kanallarını takip etmişler.

Amerikalıların yüzde 6’sı internet üzerinden destekledikleri adaylara bağış yapmışlar.

30 yaşın altındaki seçmenlerden Obama destekçilerinin oranı %70 olmuştur. İlk defa oy kullanan seçmenlerde de bu oran aynıdır.

İnternet sayesinde geniş kitlelere ve genç seçmenlere hitap edebilen bir kampanyanın başarısı işte bu şekilde rakamlara yansıyor.

İnternet ve web 2.0 teknolojisi ile sosyal ağların kullanımı, ABD ’deki başkanlık seçimlerini kesinlikle internet ve sosyal medya seçimlerine dönüştürmüş ve Obama’yı zafere taşımıştır.

ABD 2008 Başkanlık Seçimi için yoğunlukla internet üzerinden seçim kampanyalarının yürütülmesi bize göstermiştir ki; internet siyasal iletişim medyası olarak da her geçen gün daha çok önem kazanmakta, siyasi kampanyaların en önemli unsuru haline gelmektedir.

Türkiye'de hala interneti kullanmayı akıl edemeyen eski moda partileri düşündükçe, ABD başkanlık seçimlerinde internetin politika üzerindeki etkisine dikkat çekmemek mümkün değildi.

Umarım bizim demode politikacılarımız ve siyasi partilerimiz de gereken dersi almışlardır.

(Kaynak : webrazzi.com, ntvmsnbc.com)

5 Kas 2008

Ya sev ya terk et yaklaşımı ile Başbakan sınıfta kalmıştır


Başbakan bu defa "ananı da al git" demedi. Talihsiz bir aşama daha kaydederek top yekun kovdu.

Doğudaki "insanlık sorunu" için sahte demokrasi nidaları atan AKP Hükümetinin ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sonunda geldiği çizgi, “Ya sev ya terk et” yaklaşımındaki ayrımcı ve ırkçı söylemler oldu.

2009 yerel seçimleri için bölgede paylaşım derdine düşen AKP ve DTP, Kürt halkı üzerinden seçim siyaseti yapmaya devam ediyorlar. Bu öyle bir seçim siyaseti ki, doğu bölgesindeki “insanlık sorunu” nun önüne çıkan, siyasi menfaatlere yönelik kışkırtma ve provokasyonlarla dolu bir siyaset.

Başbakan’ın gövde gösterisinde bulunmak için gittiği doğu illerinde protestolar devam ediyor. Protestoları organize eden DTP de legal boyutundan illegale doğru koşuyor.

Tehlikeli söylemlerle, Türk ve Kürt halkları karşı karşıya getiriliyor, Türkiye tarihinde hiç görülmedik boyutda Türk - Kürt kutuplaşmasına itiliyor.

Başbakan Hakkari’de “Biz ne dedik? Tek millet dedik, tek bayrak dedik, tek vatan dedik, tek devlet dedik. Buna karşı çıktılar. Buna karşı çıkanın Türkiye’de yeri yok. Buyursun istediği yere gitsin” diyor. Bunun üzerine Demokratik Toplum Partisi Genel Başkanı Ahmet Türk, "Bu vatan hepimizin ortak vatanı değil mi? Kim, kimi, kimin vatanından kovuyor?" diye soruyor.

Başbakan’ın protestolar karşısındaki hazımsız tutumu daha da gün yüzüne çıkıyor ve gazetecilerin “İstanbul’da PKK sempatizanı bir gruba bir vatandaş pompalı tüfekle müdahale etti. Bu konuda vatandaşlara ne tavsiye ediyorsunuz?" sorusu üzerine “hukuk dışı” lığı önererek "Vatandaşıma öncelikle sabır tavsiye ederim. Fakat bu sabır nereye kadar olacak? Bunun da endişesi içindeyim. Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, vatandaşın hayatına kastederseniz, hayatına kastettiğiniz vatandaş kalkıp da eğer elinde böyle bir tedbiri, böyle bir imkanı varsa kendisini savunma yoluna gidecektir" diyor.

Başbakan , işte bu çok tehlikeli söylemleri ile, doğu ve güneydoğudaki “insanlık sorunu” karşısında gerçek yüzünü gösterdi. Kifayetsiz iktidarlar, siyasi kaos ortamlarında şaşırıp gerçek yüzünü sergilerlerlermiş. Başbakan da siyasi kifayetsizliğini işte bu söylemlerle göstermiş ve ispatlamış oluyor.

Oysa Başbakan geçen sene bu mantığı şiddetle eleştirmiş, ‘Ya sev ya terk et’ ayrımcılıktır demişti. Ocak 2007’de yaptığı Etiyopya ziyareti yolculuğu sırasında gazetecilerin sorularını yanıtlarken milleyetçiliğe dair şu görüşleri dile getirmişti; “Gerçek milliyetçilik milletimi seviyorum demekle olmaz. Milletine hizmet etmekle olur. Hizmete göre biz daha milliyetçiyiz. Diğeri laf milliyetçiliği. Ya sev ya terk et. Bu kullanılır mı? Ne demek bu? ‘Seviyorum’ öyleyse burada kal, ‘sevmiyorum’ o zaman terk et. Buraların sahibi sen misin? Bu ayrımcılık değil mi? Milliyetçilik adına bu ifadeler kullanılamaz.”

1950'lerde Amerika'da siyahlara karşı yürütülen ırkçı gösterilerde “love it or leave it" olarak kulllanılan "ya sev ya terk et" sloganına Türkiye yabancı değil. Ülkücü grupların da sıkça kullandığı bu slogan uzunca bir süre MHP ile özdeşleşmişti. 80 öncesindeki sol gruplara karşı yöneltilen bu slogan 80 sonrasında Kürtler ile ilgili kullanılmaya başlandı. Başbakan, "O benim ‘cumhurbaşkanım’ olmayacak..." diye yazan Hürriyet yazarı Bekir Coşkun’a da bu sloganı farklı sözcüklerle ifade ederek Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkmasını önermişti.

Başbakan unutmamalıdır ki; Türkiye’de yaşayan Kürtler bu topraklarda binlerce yıl öncesine dayanan bir tarihe sahiptirler. Tarihin en derinliklerinden bugüne kadar Türk halkına en yakın ve kardeşlik bağı ile birlikte yaşamakta olan bir halk varsa o da Kürt halkıdır. Ancak son günlerde milliyetçi şovenist çevreler, siyasi menfaatleri için Kürtleri ve Türkleri karşıkarşıya getirmeye çalışıyorlar.

“Ya sev ya terk et” anlamına gelen söylemleri ile Başbakan kardeşlik dokusu ve bağına zarar vermektedir.

Başbakan Doğu ve Güneydoğu yaklaşımında sınıfta kalmıştır.

Bu ülkede kovulacak birileri var ise onlar, yıllardır bölgedeki sorunun “Kürt sorunu” değil ağır bir “insanlık sorunu” olduğunu algılayamayanlardır.

Bu ülkede kovulacak birileri var ise onlar, bu insanlık sorununa demokratik ve barışçıl çözüm üretmek yerine halkları kışkırtarak birbirine kırdırmaya çalışanlardır.

Bu ülkede kovulacak birileri var ise onlar, Türk-Kürt üzerinden siyaset yaparak menfaat sağlayanlardır.

4 Kas 2008

Hangi kriz daha yıkıcı ?

Ekonomik kriz mi? Ekolojik kriz mi?

Hangisi daha yıkıcı, hangisi canlı yaşamı için çok daha büyük bir risk taşıyor?

Tüm dünya ekonomik kriz haberlerine kilitlendi. Kim tahmin edebilirdi ki mali sistemlerdeki başı bozukluk ve denetimsizlik, dünyayı ekonomik krizin pençesine alacak, dev gibi bankalar iflas edecek, ekonomiler daralacak?

Bu soruya uyarı niteliği taşıyan bir yanıt, İspanya’nın Barselona kentinde düzenlenen dünyanın en büyük çevre kongresinden geldi;

“Sadece ekonomi değil gezegendeki tüm canlı yaşamı krizde!”.

Ekolojik dengedeki bozulmalar ve denetimsizlik, yaşanan ekonomik krizden çok daha büyük boyutlarda yer küreyi ve üstündeki canlı hayatını tehdit ediyor.

5-14 Ekim arasında yapılan ve 171 ülkeden 8 bin uzmanın katıldığı Dünya Doğayı Koruma Kongresi’nde yapılan tesbitlere göre;

"Yaşayan her dört memeli türünden birinin nesli tükenmek üzere. Doğadaki kriz yaşanan ekonomik krizle benzer özellikler gösteriyor. Biyolojik çeşitlilikteki kayıp, finansal kayıptaki kadar büyük önem taşıyor".

Dünya Bankası`nın eski şef ekonomistlerden Nicholas Stern ise Hong Kong’da düzenlenen bir konferansta yaptığı konuşmada "Küresel ısınmayı göz ardı etmenin yarattığı riskler, mali sistemin yarattığı riskleri göz ardı etmenin yarattığı sonuçlardan çok daha büyük olacaktır" diyor.

Ekonomik durgunluktan çıkarılacak ilk dersin, ekonomide talebi artırmanın en iyi yolunun, gelecekte düşük karbonlu bir büyümeye odaklanmak olduğunu, bunun kitlesel kamu taşımacılığı, enerji ve yeşil teknolojileri içerdiğini de belirten Nicholas Stern, raporunda şu saptamalara yer veriyor;

"Dünyanın toplam (küresel) gelirinin her yıl sadece yüzde bir kadarı bu tehlikenin önlenmesi için harcansa, felaket (daha doğrusu kıyamet) önlenebilir. 15 yıla varmadan dünyanın zararı 7 trilyon doları bulacak. Afrika kıtası bütünüyle çöle dönüşecek, Asya`da 200 milyon kişi evsiz kalacak. Deniz seviyesi 6 metre yükselecek. Kimi ülke yeryüzünden silinecek, birçoğu küçülecek. Ortalama sıcaklık 3 derece daha artınca mevcut hayvan türlerinin yarısı yok olacak".

Tüm bu saptamaların doğrultusunda dünyadaki herhangi bir krizin çözümü için, önce doğayı kurtarmak gerekiyor. Zira “ekolojik kredimiz” artık tükenmek üzere.

Eğer gezegendeki doğal kaynaklardan tüketimimiz bu hızla giderse 2030`larda yaşam biçimimizi korumak için iki dünyaya ihtiyacımız olacak.

Türkiye’de ise; yaşayan 73 milyon insanın şu anki tüketimiyle doğaya verdiği zararı karşılayabilmek için, neredeyse 0, 65 Türkiye daha lazım.

Ekonomik krizlerin önlemi alınabilir ama “ekolojik kriz” ile kaybedilecek canlı yaşamı ve gün geçtikçe yitirdiğimiz yer küre nasıl yerine getirilecek?

(Kaynak : http://www.outdoororacle.com/ )

2 Kas 2008

IMF'ye gerek yok ama yan cebimizde bulunsun taktiği

Ekonomiyi tam da ümüğünün orta yerinden sıkılmış vaziyette bulmak istemiyorsak bir an önce IMF ile ne yapılacağına karar verilmesi gerekiyor.

Hükümet; küresel ekonomik kriz, IMF ve 2009 yerel seçimleri dar boğazında sıkıştı kaldı.

Üstüne de özel sektörün “zaten cari açık yüksek, bir de bu krizde borçlarımızı ödeyemez hale gelirsek yatırımlar durur, üretim durur, IMF'nin çıpasını kabul edin” baskıları da eklenince Başbakan yine bildiğimiz öfke nöbetine tutuldu.

Özel sektöre veryansın ediyor; “ Sizin borçlarınızdan bize ne, kimselere verecek 5 kuruşumuz yok.”

IMF'ye rest çekiyor ; “ Ümüğümüzü sıktırmayız”.

2009 yerel seçimleri yaklaştı. Seçim harcamaları da hızlandı. Başbakan bu konuda deneyimli. Biliyor ki iktidara giden yolda yerel seçimler çok önemli.

IMF'ye “hayır” diyerek bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyor. Hem IMF'ye rest çeken bir iktidar olarak prim yapacak, hem de yerel seçim yatırımlarını rahatlıkla fonlayacak, devletin kesesinden fakir fukaraya sadaka dağatabilecek.

Şu ekonomik kriz ortamında şimdiye kadar sesi sedası çıkmayan, çıkarttırılmayan, birilerinin sanki sen kafana göre takıl dedikleri Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in nihayet sesi çıkmaya başladı ve diyor ki veya dedirtiliyor ki ; “IMF’nin kaynaklarına ihtiyaç duymayacak bir noktadayız. Ama yine de bir çıpa niteliği taşıyacak bir ihtiyati stand-by anlaşmasına ilişkin yapıcı bir yaklaşımımız var.”

Bunun öpe öz Türkçesi “IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayız ama yan cebimize koyalım, bulunsun" taktiğidir.

Bu taktikle Hükümet, IMF'ye rest çeken bir iktidar olarak tarihe geçmek isterken, aynı zamanda çoğu kendi hatası olan uygulamalar yüzünden “bari ihtiyati stand-by” olsun da hiç değilse “ekonomi düzeldi de stand-by yapmıyoruz” diye propaganda yapmak niyetinde.

Ekonomi gemisi fırtınada sallanıyor, kaptanının kim olduğunu bile belli değil. Hükümet’in ekonomik politikaları konusunda her kafadan ayrı bir ses çıkarken, bir de bu IMF ikilemi iyice kafaları karıştıyor.

Zamanında kendi aklımızı kullanmayı ve ekonomik sabıkalı olmamayı beceremedik ve "bugün ekonomiyi IMF çıpasız götürebilir miyiz?” noktasına geldik dayandık . Belli ki Hükümet bu konuda kendine güvenemiyor.

Küresel ekonomik kriz kapımıza geldi dayandı, biz hala “IMF ile var mıyız yok muyuz , varsak bu ne tür bir anlaşma olacak?” bunun tartışmalarını yapıyoruz.

Dünya yeni bir konjonktüre giriyor, Türkiye’de zaten var olan yoksulluk ve işsizliğin artacağı da iyice kesinleşti. Cari açık hızla büyüyor. Özel sektör borç batağı içinde. Dışarıdan kredi muslukları artık eskisi gibi akmayacak, ekonomi komple daralıyor.

Ve unutulmamalıdır ki; tüm bu ekonomik sorunların nedeni bugüne kadar alınan yanlış ekonomik kararlar ve uygulamalardır. Bugün kendimizi halen IMF'ye güvenmek zorunda hissediyorsak, sigorta olarak yan cebimizde dursun mantığı ile yaklaşıyorsak demek ki halen ekonomimize güvenmiyoruz demektir.

Ama IMF artık eskisi gibi değil, küresel krizi tahmininde yanıldı, erken uyarı sistemleri çöktü. IMF'yi yan cebinize sigorta olarak koyarken eskiden olduğu gibi ümüğü sıktırmak yerine , hem makro ekonomik menfaatlerimizi hem de yoksulluğu ve işsizliği düşünerek, masaya oturmak gerekiyor.

IMF teminat olarak kullanılabilir ancak , bunu yaparken öncelikli amaç yoksulluk ve işsizliğin azaltılabilmesi olmalıdır. Ayrıca günümüz ekonomik sisteminde özel sektöre de banane diyemezsiniz.

Şu kriz ortamında, bir başka diyemeyeceğiniz husus ise “ IMF'yi yan cebimizde bulunduralım ama 2009 yerel seçim harcamalarına karıştırmayacak bir hale getirelim” mentalitesidir. Ekonomiyi kendi siyasi çıkarlarınıza göre yönlendirirseniz Türkiye’yi daha çok zor günler bekler.

Bu nedenle madem Hükümet, ekonomimizin krize karşı dayanaklı olduğunu iddia ediyor, çok geç kalmadan karar verip bir an önce IMF ile var mıyız yok muyuz bunu belirlemesi gerekir.

Aksi takdirde biraz daha gecikirsek, IMF ile eşit şartlarda değil, ekonomik açıdan tam dibe vurmuş halde iken masaya oturmak “zorunda” kalabiliriz.

Taktik yapalım derken IMF'yi yan cebimizde değil, yine tam da ümüğümüzün orta yerinden tutmuş, sıkıyor vaziyette bulabiliriz.