Geçen yılı, “eski yıla at bir çentik diyemiyorum” la bitirdim. “Dün dünde kaldı artık yeni şeyler söylemek gerek cancağızım” özlü deyişini gönül rahatlığıyla söyleyemeden bu yıla başladık. Yılların önündeki çentikler, 2009 yılı için yine (?) oldu. Ne çok birikti bu soru işaretleri, hani bir yılda (OK) koyabilseydik yılımızın yanına…nerdeee?
Hızla birinden diğerine atladığımız ve “aaa bu yıl da bitti, ne çabuk geçti” dedirten, tıka basa anlamsızlıklarla doldurduğumuz 365 gün bitiyor… Yine koskoca bir yıl tükendi.
Yok… ya giden yılların hesabını kapatma yöntemimizde bir yanlışlık var ya da yıllar artık hesap dinlemez oldu… Anladım ki yaşamın çapı çarpanı, yüzölçümü yokmuş veya çentikler yalama olmuş, tutmuyor.
Al kişisel yaşamı vur Türkiye’nin genel görüntüsüne…farklı mı sanki? Şu rezilliklere baktıkça, gördükçe, ne hesap ne kitap kalıyor… iç karartıcı, umutsuzluk, kavga, nefret dolu bir Türkiye. İnsanların gözlerinden ateş çıkıyor, gölgesiyle bile kavgalı. Sıkış tıkış bir Türkiye…off nefes almak bile ne kadar zorlaştı. Türkiye’de insanın kendisi de bilinci de karmançor ve bulanık.
İnsan tanımımızın önüne eklenen sıfatlarla bir “şeyiz”…kimliklerimize göre hak veya hukuk sahibiyiz. Eşit vatandaşlıkmış…geçiniz. Duygularımız, düşüncelerimiz, yaşam beklentilerimiz, hayallerimiz, umutlarımız…bu vasıflara göre değerlendirilmeyeli çok zaman oldu veya hiçbir zaman olmadı.
Çünkü bu memlekette insanın adı yoktur…niyet öyle gibi görünse de hiçbir şey sadece “insan” kimliğiniz için yapılmaz. Onun için de her şey eğritidir. Ekonominiz de , siyasetiniz de, siyasetçiniz de , yasalar da, devletiniz de, demokrasiniz de…bu memleketde “sadece insan” için hiçbir karar alındığı ve uygulandığı görülmemiştir…öyle söylerler, atarlar, tutarlar ama önce insan anlayışı ile değil, önce “ben” anlayışıyla. Bu anlayışı her kesimde, her kademede farkedebilirsiniz.
Bu nedenle tüm yaşantınız da ipotek altına altına alınmıştır. Özgürce düşünemezsiniz, özgürce hareket edemezsiniz, hemen çevrenizi toplum gardiyanları sarar. Sadece kimliklerinize atıfta bulunarak yargılarlar, cezanızı keserler…çünkü siz, her karşınızdaki için tanımlarınızla bir “şey” sinizdir ve bu tanımız karşınızdakine ters ise anında yok sayılırsınız.
Sevmeyi beceremeyen insanların memeketiyiz biz, hükmetmeye meyilliyiz…Hükmederek kendimizi “insan” statüsüne sokmaya çalışır, böylece varlığımızı ebedi kıldığımızı sanırız…ne büyük yanlış!
2010 yılına girerken, 2009’un hesabında ayrışmış, yabancılaşmış, hoş görüsüz, ön yargılı ve bir diğerine düşman insanları ile bir Türkiye görüntüsü var, haliyle umutsuzluk da var…
Nasıl olmasın ki? Tüm dünyanın mezarlıklarını genç ölülerle doldurduk, kimi kim vurduya gitti, çoğu da yaşayan bir ölü haline geldiler…
Yeni yıla girerken, buralarda hava fırtına, yağmur,sel…ortalık toz duman, sizin oralarda da öylemi?
Bekleyelim bakalım baharı…kim bilir güneş belki yürekleri yeniden ısıtır?
“Çıkmayan candan ümit kesilmez” demiş eski insanlar…vardır belki de bir bildikleri.
28 Ara 2009
Vergisini ödeyen aptal mı?
Ankara’da, Atatürk Bulvarı’nda ve Meclis’in tam karşısında bir vergi dairesi vardı, halen orada mı bilmiyorum…Uzunca zaman binanın cephesini kaplayacak şekilde, kocaman harflerle “İradesi ile kendini vergilendiren halk, millettir” yazardı. Birgün, binaya baktığımda “milletdir” in “m” si yok olmuş, ““İradesi ile kendini vergilendiren halk, illettir” yazıyordu ve epeyce bir süre, farkedilene kadar da bu şekilde kaldı…
Kendini vergilendirmekle, millet olma arasındaki bağı da hala anlamış değilim. Ekonominin yarısının kayıt dışı olduğu bir ülkede, “iradesi ile kendini vergilendirmek” özdeyişinin hiçbir anlamı da yok. Konu dönüp dolaşıyor, “vergisini ödeyen aptal mı?” ya geliyor, “aptal” sıfatını yememek için vergi mükellefleri kayıt dışılığa kaydıkça,devlet de habire çaktırmadan vergi almak, ki biz buna " dolaylı vergiler” diyoruz, zorunda kalıyor.
Öyle bir vergi sistemimiz var ki; insanları kayıt dışılığa itiyor. Bu kayıt dışı sisteme giren bir mükelleften mal alış verişinde bulunanlar da otomatikman kayıt dışılık zincirinin bir halkası haline geliyor ve ne vergilendirme sisteminin veciz sözlerinin ne de kendi kendini vergilendirmenin bir anlamı kalmıyor…vergi adaletsizliği bu kısır döngü içerisinde had safhaya ister istemez ulaşmış oluyor.
Tabi ki; devletin aldığı vergilerin çar çur edilmesi de apayrı bir problem ve gerçeklik. Bütçelerin, siyasi çıkar ve oya dönüştürme politikaları ile yamalı bohçalara döndüğü düşünülürse, vergi veren de “ben aptal mıyım” diye haliye düşünüyor.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, vergilerin yüksek olmadığını ve vergi konusunun gereksiz yere bir “şehir efsanesi” durumuna getirildiğini söylüyor…aslında şehir efsanesi olan konu tüm vergi gelirinin en az yarısının dolaylı vergiler olması…hani haberimiz olmadan devletin bizden aldıkları.
Şimdi sabah kalktınız, ilk olarak suyla haşır neşir olmaya başladınız, musluğu açtığınızda akan suyun, kullandığınız sabunun yüzde 20 yirmisi vergi. Keza kullandığınız elektriğin, doğal gazın, aracınıza koyduğunuz benzinin, cep telefonuyla yaptığınız konuşmaların, içtiğiniz sigaranın, günlük olarak tüketmek zorunda kaldığınız pek çok ürünün, sonuç olarak attığınız her adımın bedelinin yarısı KDV, ÖTV gibi vergilerle devletin kesesine giriyor. Ancak siz bütün bunları dolaylı yönden ödediğiniz için nasıl ödediğinizi bilmiyorsunuz. Üstüne aylık gelirinizden peşin peşin ödediğiniz vergiye de hesaba katarsanız, yüzde 70 gibi bir oranı, devlet sizden geri alıyor. Ekonomik sisteme kayıtlı iseniz hiç kaçarınız yok, kayıtlı değilseniz zaten dananın kuyruğu da işte bu nedenle kopuyor.
Devletin doğrudan alabildiği vergiler, dolaylı vergilere göre devede kulak. Türkiye’de kurumlar vergisi mükellefi 650 bin ve kurumlar vergisi tutarının yarısını 100 kurum ödüyor, bu 100 kurumun ödediği vergi, milli gelirin yalnızca yüzde 0,8’i. Çarpıcı bir vergi geliri rakamı! E bu kadar gelirle devletin hizmet vermesi de düşünülemez. Kayıt dışılık, vergi adaletsizliğini, adaletsizlik dolaylı vergileri getiriyor, dolaylı vergilerden bunalanlar da “ vergimi ödüyorum, ben aptal mıyım” sorusunu soruyor…haklı da!
2010 yılında vergi reformu planlanıyormuş…Vergi kanunlarını sadeleştirip, vergi ile ilgili düzenlemeleri de günün ekonomik koşullarına göre sıklıkla değiştimek gerekiyor. Vergi sisteminde teknoloji kullanımına önem vermek, kayıt dışılığı çok sıkı takip etmek şart. Ayrıca vergi kaçıranlar asla af olmamalı ve ağır cezalar uygulanmalıdır.
Türkiye nüfusunun yüzde 20’sinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı, ekonomik krizin 2010’ da da hükmünü sürdüreceği, işsizliğin kısa vadede çözümünün mümkün olmadığı düşünüldüğüne, yapılacak vergi reformunun ne kadar önemli olduğunu vurgulamak istedim.
Ne üretimi ağır vergilerle köstekleyelim, ne de yoksulu daha da sefilliğin içine itelim …vereceğimiz verginin doğru oranlarda olduğuna ve doğru yerlerde kullanıldığına, çarçur edilmeyeceğine, biz vergimizi öderken birilerinin bizi aptal yerine koymayacağına inanalım ki “kendi kendimizi vergilendirebilelim”.
Kendini vergilendirmekle, millet olma arasındaki bağı da hala anlamış değilim. Ekonominin yarısının kayıt dışı olduğu bir ülkede, “iradesi ile kendini vergilendirmek” özdeyişinin hiçbir anlamı da yok. Konu dönüp dolaşıyor, “vergisini ödeyen aptal mı?” ya geliyor, “aptal” sıfatını yememek için vergi mükellefleri kayıt dışılığa kaydıkça,devlet de habire çaktırmadan vergi almak, ki biz buna " dolaylı vergiler” diyoruz, zorunda kalıyor.
Öyle bir vergi sistemimiz var ki; insanları kayıt dışılığa itiyor. Bu kayıt dışı sisteme giren bir mükelleften mal alış verişinde bulunanlar da otomatikman kayıt dışılık zincirinin bir halkası haline geliyor ve ne vergilendirme sisteminin veciz sözlerinin ne de kendi kendini vergilendirmenin bir anlamı kalmıyor…vergi adaletsizliği bu kısır döngü içerisinde had safhaya ister istemez ulaşmış oluyor.
Tabi ki; devletin aldığı vergilerin çar çur edilmesi de apayrı bir problem ve gerçeklik. Bütçelerin, siyasi çıkar ve oya dönüştürme politikaları ile yamalı bohçalara döndüğü düşünülürse, vergi veren de “ben aptal mıyım” diye haliye düşünüyor.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, vergilerin yüksek olmadığını ve vergi konusunun gereksiz yere bir “şehir efsanesi” durumuna getirildiğini söylüyor…aslında şehir efsanesi olan konu tüm vergi gelirinin en az yarısının dolaylı vergiler olması…hani haberimiz olmadan devletin bizden aldıkları.
Şimdi sabah kalktınız, ilk olarak suyla haşır neşir olmaya başladınız, musluğu açtığınızda akan suyun, kullandığınız sabunun yüzde 20 yirmisi vergi. Keza kullandığınız elektriğin, doğal gazın, aracınıza koyduğunuz benzinin, cep telefonuyla yaptığınız konuşmaların, içtiğiniz sigaranın, günlük olarak tüketmek zorunda kaldığınız pek çok ürünün, sonuç olarak attığınız her adımın bedelinin yarısı KDV, ÖTV gibi vergilerle devletin kesesine giriyor. Ancak siz bütün bunları dolaylı yönden ödediğiniz için nasıl ödediğinizi bilmiyorsunuz. Üstüne aylık gelirinizden peşin peşin ödediğiniz vergiye de hesaba katarsanız, yüzde 70 gibi bir oranı, devlet sizden geri alıyor. Ekonomik sisteme kayıtlı iseniz hiç kaçarınız yok, kayıtlı değilseniz zaten dananın kuyruğu da işte bu nedenle kopuyor.
Devletin doğrudan alabildiği vergiler, dolaylı vergilere göre devede kulak. Türkiye’de kurumlar vergisi mükellefi 650 bin ve kurumlar vergisi tutarının yarısını 100 kurum ödüyor, bu 100 kurumun ödediği vergi, milli gelirin yalnızca yüzde 0,8’i. Çarpıcı bir vergi geliri rakamı! E bu kadar gelirle devletin hizmet vermesi de düşünülemez. Kayıt dışılık, vergi adaletsizliğini, adaletsizlik dolaylı vergileri getiriyor, dolaylı vergilerden bunalanlar da “ vergimi ödüyorum, ben aptal mıyım” sorusunu soruyor…haklı da!
2010 yılında vergi reformu planlanıyormuş…Vergi kanunlarını sadeleştirip, vergi ile ilgili düzenlemeleri de günün ekonomik koşullarına göre sıklıkla değiştimek gerekiyor. Vergi sisteminde teknoloji kullanımına önem vermek, kayıt dışılığı çok sıkı takip etmek şart. Ayrıca vergi kaçıranlar asla af olmamalı ve ağır cezalar uygulanmalıdır.
Türkiye nüfusunun yüzde 20’sinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı, ekonomik krizin 2010’ da da hükmünü sürdüreceği, işsizliğin kısa vadede çözümünün mümkün olmadığı düşünüldüğüne, yapılacak vergi reformunun ne kadar önemli olduğunu vurgulamak istedim.
Ne üretimi ağır vergilerle köstekleyelim, ne de yoksulu daha da sefilliğin içine itelim …vereceğimiz verginin doğru oranlarda olduğuna ve doğru yerlerde kullanıldığına, çarçur edilmeyeceğine, biz vergimizi öderken birilerinin bizi aptal yerine koymayacağına inanalım ki “kendi kendimizi vergilendirebilelim”.
22 Ara 2009
Kar kapıyı çalınca
“Kar sendin, kar bendim, kar bizdik, eridik, eridik, eridik”.
Her yerde kar yağacakmış, şaşar yanılır Antalya’ya da yağar mı acaba? Geçtiğimiz kış bir gün kısa süreli yağmıştı, sevinçten deliye dönmüştük.
Bugün Akdeniz fırtınalı, hani öyle çok uğuldayan cinsinden değil, güneşin altında üşüten cinsinden. Bir durup bir esiyor. Akdeniz mi fırtınaya yoksa fırtına mı Akdeniz’e bir şeyler söylemek istiyor, anlaşılmıyor. Sanki akşamdan kavgalı sevgililer gibi, karar veremez bir halleri var. Akdeniz üşüyor bugün.
Toroslar, Akdeniz’le fırtınanın flörtüne çaktırmadan, yandan yandan bakıyor. Kahvem de Toroslar’a eşlik ediyor. Toroslar derken yanında bir vurgu ile tamamlamak istedim ama bulamadım. Acaba bir şey hissettiremedi mi bana? Çok da yüksek ve heybetli görünüyorlar, doruklarında kar var.
“Kar Türkiye'yi teslim alacak”…
Bu haber bana Ankaram’ı, eski günlerimi hatırlatıyor. Bir de soğukta kalan, yatacak yeri olmayan, yakacağı olmayan insanları ve de sokak hayvanlarını aklıma düşürüyor.
“Eskiden ne güzel kar yağardı” gibi duygusallığa da girmeyeceğim ama Antalya’da yaşayanlar hep kara özlem duyarlar. Yazın nemi ve aşırı sıcağı, kışın yağmuru ve fırtınası, hiç kar görmeden sokakta oynayan çocukları var Antalya’nın…Karın kokusunu hissetmeden, kar topu yapamadan ve arkadaşına atamadan büyüyen çocuklar. Saklıkent var ama kesmiyor…Şöyle lapa lapa yağan karın beyazlığını özlüyor insan.
Soğukta kalanlar nasıl çözüm buluyorlar acaba? İllaki de bir saçak altına giriyorlardır, dışarıda donarlar yoksa. İnsan veya hayvan ne farkeder, ikisi de can ve zaten kader onları o veya bu şekilde aynı kategoriye sokmuş. Şimdi bazılarınız buna kızabilir insan ve hayvan aynı mı diye. Bu soğukta dışarıda kalmak zorunda iseniz, evet bence aynı. Yurdumda da bunların çok olduğunu biliyorum.
“Kar Türkiye’yi teslim alacak”...
Keşke teslim alan sadece kar olsaydı…Tertemiz, mis kokulu kar. Tüm ayrışmışlıkları, bölünmüşlükleri, pislikleri örtebilse. Beyazlığı ile ısıtabilse idi yürekleri ve temizleyebilseydi içimizi, dışımızı.
“Kar sendin, kar bendim, kar bizdik, eridik, eridik, eridik”
Kahvem buz gibi oldu...
24.12.008 /08:58 - Milliyet Blog
____________________________________________________________________
“Kar kapıyı yine çalıyor”…Marmara’dan giriş yapmış. Bu yıl daha erkenci, 4 gün daha daha erken davranmış.
Antalya’da hava yine aynı, sadece bugün biraz daha sıcak sıcak esiyor, lodos bu. Toros’ların tepelerinde çok fazla kar yok, ama davetkar…Akdeniz’e heybetli heybetli bakıyor. Akdeniz ise her zamanki Aralık seksiliğinde, mavi mavi bir seksilik bu.
Artık, “kar şaşar yanılır Antalya’ya da yağar mı acaba” diyerek, kara özlem çağrımı yapmıyorum. Biliyorum ki bu şehrin içine kar yağmıyor. Antalya’lı çocuklar, kar göremeden büyüyor, mukavva kutulardan kaydırak yapıp tepeden aşağıya kayamıyorlar, kardan adam için evden bi koşu havuç da getiremiyorlar, zaten kömür mümür de kalmadı ortalıkta.
Havalar tuhaf…Kopenhag İklim Zirvesi de “zırva” çıkmış, belliydi. Yedi millet kendi derdine düşmüş, kim takar iklimi…takması gerekecek zamana kadar, toplanın toplanın dağılın, ancak o zaman geldiğinde toplanacak kentler bulamayacaksınız, kim bilir belki de her yer sular altında kalacak, insanlar “kar kokusu” yerine “ zehir soluyacak”.
Yeni yıl’a az kaldı…bu yılın hesabını yapmadan yeni yıla girmeyelim istiyorum, hesap yapa yapa hiçbir yere de varamadık ya…memleketimdeki insan manzaraları her geçen yıl daha ürkütücü…kar pislikleri, kötülükleri temizlemeye artık yetmiyor.
“Kar sendin, kar bendim, kar bizdik, eridik, eridik, eridik”.
Ama bu defa kahvem sıcak…
KOPUK ayağımın dibinde, simsiyah, zeytin karası…karların üzerine ne çok yakışıyordun…O da özledi !
20.12.2009 / 12.45 - Milliyet Blog
19 Ara 2009
Hayata Dönüş Operasyonu muydu, üstün hizmet madalyalı bir katliam mıydı?
“Hepimizi diri diri yaktılar”…tutuklu ambulansa bindirilirken böyle feryat ediyordu, ama arkalarından “kendi kendilerini yaktılar” denildi…
Adli tıp raporu da diyordu ki; “Bayrampaşa Kapalı Cezaevi'ndeki hayata dönüş operasyonunda tutuklular, güvenlik görevlilerinin kullandığı öldürücü dozda gaz bombalarının çıkardığı yangında ölmüşlerdir. Yanarak ölen kadın tutukluların ciltlerinde yanıcı solvent maddesi bulunmuştur”.
Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, “Kalaşnikofla ateş ettiler" dedi.
Ama bilirkişi raporu diyordu ki; “ Mahkumların bulunduğu taraftan güvenlik görevlilerinin bulunduğu yöne doğru ateş açılmamış, atışlar dışarıdan içeriye doğru yapılmış ve mermiler uzak menzilden saplanmıştır”.
Zaten kömüre dönen koğuşlarda yapılan aramalarda silah bulunmamıştı!
“ Hayata Dönüş Operasyonu ”..19 Aralık 2000’de Bayrampaşa Cezaevi’nde onlarca tutuklunun öldürüldüğü, yüzlercesinin yaralandığı ve buna rağmen kimsenin bu sorumluluktan cezalandırılmadığı, davasının bile zaman aşımından düştüğü operasyonun adı…Yakın siyasi tarihin yüz karası olan katliamın adına da , “Hayata Dönüş Operasyonu” konulmuş…ne ironi!...
Hesabı sorulmayan, faili bulunmayan pek çok işkence ve cinayet gibi insanlık adına yüz karası sayfalardan biri daha…cinayetler tarihimizden.
Kim bilir belki de bir yerde hesabı tutuluyordur! Cezaevindeki “yakarak hayata döndürme” operasyonunu canlı canlı dışarıdan seyreden ana babalar, belki hiç bilinmeyen bir zamanda bunun hesabını, faillerin vicdanından soracaklardır. Ölüm oruçları sonucunda Wernicke Korsakoff hastalığına yakalanarak halen yarım insan halinde yaşayanlar, belki hiç bilinmeyen bir zamanda yine hesabını soracaklardır…
Geçtiğimiz yıl, “Hayata Dönüş Operasyonu”nun ardından 167 tutuklu ve hükümlü hakkındaki dava zaman aşımından düştü. Eyüp 3. Asliye Ceza Mahkemesi’nde duruşmada Mahleme kararını açıkladı; “Topluca silahlı isyan suçunu işledikleri iddia edilen sanıkların, yapılan yargılama sonucunda, emanete kayıtlı silahları kullanıp kullanmadıklarının açık bir şekilde anlaşılamaması nedeniyle suçun, eski TCK’nın 304/1-2. maddelerince düzenlenen cezaevi idaresine karşı toplu isyan olduğuna hükmetti. Mahkeme, zaman aşımı süresinin 19 Haziran 2008 yılında dolduğuna işaret ederek, açılan kamu davasının tüm sanıklar yönünden ayrı ayrı düşürülmesini kararlaştırdı”
Üstüne de 'Devlet Üstün Hizmet Madalyası' verildi…
F tipi cezaevlerinin mimarlarından olan ve Operasyon sırasında Cezaevleri Genel Müdürlüğü görevinde bulunan ve 2009 yılında Ergenekon örgütüyle bağlantısı olduğu iddia edilen Ali Suat Ertosun'a 2004 yılında Devlet Bakanı Cemil Çiçek tarafından 'Devlet Üstün Hizmet Madalyası' verilmişti!
İşte böyle…
19 Aralık, insan onurunun ayaklar altına alındığı bir tarihtir. İnsanın temel haklarının katledildiği bir tarihtir...yaşama hakkı gibi…hayata dönüş operasyonu adıyla insanın bir daha hiç dönmemek üzere hayattan koparıldığı tarihtir.
Hepsi de hayata döndüler! Yakılarak, kurşunlanarak, yarım insan haline getirilerek hayata döndüler!
Hikmet Sami Türk, "devlete güveniniz" demişti!
Anılarınız itinayla silinir
Yoksa, “sakın silmeyin, acı veya tatlı beni anılarımla bırakın, beni ben yapan anılarımdır” mı diyorsunuz?
Bilim adamları, anılarımızı hafızamızdan silebilmek için var gücüyle çalışıyorlar!...Bir gün hafızamızdan anılarımız silinebilse, hangilerini silmek, hangilerini hatırlamak isterdik? Bir an geçmişinize bakın, hafızamızda ne çok anı biriktirmişiz…Bir kısmını hiç hatırlamak istemiyoruz , aklımıza geldiğinde hemen geri kovalıyoruz, bazılarını ise ısrarla çağırıyoruz, anımsadıkça yine gülümsüyoruz, yüreğimize sıcak sıcak yine aynı hoşluktaki duyguları akıtıyoruz.
Kötü veya güzel, acı veya tatlı, anılarımızla birlikte “ bu hayat benim” diyebiliyoruz. Evet, hayatımız anılarımızla bir bütün. Neler yok ki o anıların içinde?...pişmanlıklar, hatalar, kırgınlıklar, kötülükler, haksızlıklar veya tam tersi pek çok güzellikler ve kazanımlarımız. Hepsi de başlı başına bir hayat dersi. Anılarımız olmasa bize bizden ne kalırdı ki?
Bu akşam bu konuya takılmamın nedeni; az önce bir tv kanalında izlediğim program oldu…Programın adı “Günlerin Getirdiği”…Bir bilim adamımız konuşuyor, diyor ki; “insanların hafızalarındaki bir takım anılar artık silinebilecekmiş”… halen gizemini koruyan insan beynine ulaşabilmek anlamında önemli bir bilimsel çalışma ve sonuçlarından bahsediyor, konuşmacılar ve sunucu ile konuyu değerlendiriyorlar.
Amerikalı nöroloji uzmanı Karim Nader’in 2001 yılından beri önce fareler daha sonra da insanlar üzerinde yaptığı araştırmaların sonuçlarına göre; insanların hafızalarında acı veren anıları silmek, böylelikle kötü anıların daha sonra korku, travma, depresyon olarak ortaya çıkmasını engellemek ve tedavi edebilmek bazı terapi yöntemleri ile mümkünmüş. Anladığım kadarı ile anıların silinmesi, beynin resetlenmesi gibi bir şey değil, yani hafızadaki bir takım anıları, bazı bilimsel yollarla geri çağırıp, istikrarsız bir hale dönüştürüp, insana zarar vermeyecek bir hale getirip, yeniden hafızaya geri gönderilebiliyorlar. Kısaca ; anının orijinal şekli hafızadan silinmiş oluyor.
Hani bir şarkı vardı “herşey bir rüya olsa, unutarak uyansam" diyen…anıların silinmesi de bunun gibi bir şey olsa gerek. Biraz bilgi taraması yaptığımda karşıma bir sinema filmi çıkıyor, araştırmacılar da bu filme atıfta bulunuyorlar. Filmin orjinal adı "Eternal Sunshine of the Spotless Mind". Türkçeye "Sil Baştan" ismiyle çevrilen, Jim Carrey ve Kate Winslet'in baş rollerini paylaştıkları bir film. Nasıl oldu da izlememişim, konuya takılınca baya bir hayıflandım. Hatıraların insan hayatında ne kadar önemli olduğunu hatırlatan bir filmmiş. Bir kadın ve bir adam, ilişkilerine dair tüm anılarını sildirmek için gizem dolu tıbbi bir müdahaleye başvururlar. Ancak kadın gözyaşı ve kızgınlık dolu anılarının altında sevgilisine karşı duyduğu büyük bir aşk olduğunu ve onu kaybetmek istemediğini fark eder ve anılarını silme işlemini durdurmanın bir yolunu arar.
Anıları unutmak veya hafızadan silinmesi, tıbbi açıdan mutlaka çok faydalı olabilir ama bir de işin beyinle bu derece uğraşmak gibi bir tuhaf boyutu da var. İnsanoğlu unutabildiği için şanslı mı değil mi, açıkçası kafam takıldı kaldı.
Yani, insan sadece güzel anılardan oluşan bir yaşam mı sürmeli, yoksa hayatı yaşanmaya değer kılan hem acı hem de tatlı anılarımız mıdır? Sonuçta yaşamdan ders almak da acı anılarımız sayesinde olmuyor mu? Acı çekmeden mutluluğun kıymeti de bilinmez ki…sürekli gülümseyen bir insan olabilir mi? Bu da başka bir tuhaflık doğrusu.
Aklınıza hiçbir acı, kötü anı gelmeyecek, hepsi silinip gidecek…o zaman yaşam mücadelesinin ne anlamı kalacak? Yanlışlarımızdan nasıl ders alacağız? Uğradığımız haksızlık ve kötülüklere karşı koyabilmek bizi daha güçlü yapar diye düşünüyorum.
Yanlış mı düşünüyorum bilmem ama anılarla bu kadar uğraşmak ve anıları silmek çok da etik gelmiyor bana.
12 Ara 2009
DTP kapatıldı ama barış için yola devam Türkiye
DTP kendini zorla kapattırdı demek daha doğru olacak. DTP, barış adına önemli bir fırsatı ne yazık ki kullanamadı.
DTP’nin, “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü aleyhine eylemlerin odağı haline geldiğine” karar verildi ve Siyasi Partlier Kanunu'nun ilgili maddesine göre Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. DTP'nin bazı üst düzey yöneticilerine de 5 yıl süre ile siyaset yasağı getirildi. Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'un milletvekilliği düşürüldü. Anayasa Mahkemesi bu kararı oy birliği ile aldı.
Yaşanan son şiddet olayları ve DTP’nin “beni farkedin” babındaki söylemleri, eylemleri ve şiddet gösterilerine arka çıkışı, 2 yıldır devam eden kapatma sürecinin sonucunu da kolaylaştırdı. Son zamanlarda DTP, PKK’nın ve Öcalan’ın adeta oyuncağı haline dönüşmüştü. Halbuki, Kürt sorununun meclisteki meşru temsilciliği tanımının içini, dağa eksenli siyaset ile değil de medeni ve tutarlı bir barış dili ile doldurabilmiş olsaydı bugün çok daha farklı bir noktada olacağı kesindi.
Türkiye’de yaklaşık 13 milyon Kürt asıllı Türkiyeli yaşıyor ve bu nüfusun yarısı seçmen kimliğine haiz. DTP ise 2.5 milyon Kürt seçmenin oyu ile Meclis’te karşımızda oturuyordu. Kürt sorununu çözmek için etkin olabilecek bir adresti. Ancak iktidar tarafından, ordu tarafından muhatap alınmaması da DTP yi zaman içinde hırçınlaştırdı. El sıkma krizleri, aynı topluluk içinde DTP lilerle bir arada bulunmama krizleri yaşandı. Sorunun politik alandaki meşru muhatabı görmezden gelindi. Diğer yanda, DTP, PKK’dan da yakasını kurtaramadı, Öcalan’ın avukatlığına soyunmak barış diline yakışmadı.
İşte şimdi, Kürt halkının bir kısmının oyları ile meclise girmiş bir parti kapatıldı…tıpkı bundan 15 yıl önce olduğu gibi... DEP milletvekilleri yine aynı nedenlerle Meclis’in kapısından polis tarafından yaka paça götürülmüş, dokunulmazlıkları kaldırılmış, yargılanarak hapse atılmıştı. Gerçi Leyla Zana ve arkadaşlarının yıllarca hapishanede yatmış olmasının bugün Kürt sorununa ne gibi katkı sağladığı, sorunu sadece bir terör ve güvenlik sorunu olarak görmenin Türkiye’ye ne kazandırdığını veya ne kaybettirdiğini hala kavrayamadık ki bugün gelinen nokta yine aynıdır. DTP de hala dağa endeksli siyasetin, Kürt halkının sorunlarına bir faydası olmayacağını kavrayamamış ki, adete Anayasa Mahkemesi’ne beni kapat dercesine bir siyaset izlemeyi tercih etti.
Kapatma kararı doğru muydu? Bence değildi…elbette demokrasiye yakışmadı, 2.5 milyon Kürt seçmeni yok saymak demokrasiye yakışmadı.
Daha önceki Kürt kimlikli siyasi partileri kapatmak, yönetici ve milletvekillerini yargılamakla PKK terör örgütü eylemlerinin önü kesilebildi mi? Kürtlerin kimlik ve demokrasi arayışı, doğudaki ağır insanlık sorunları sona erdi mi?...Hayır, bu kapatma kararı ile de sona ermeyecek…ancak zihniyetler savaşa değil tamamen barışa odaklandığında bir hayli yol alınabilecektir. Zor mu? Evet, oldukça zor…İçine PKK’nın da artık dahil olduğu kesinleşen Ergenekon denen zihniyetin Fırat’ın ötesindeki faaliyetlerini ortaya çıkarmadan, yargılamadan bu konuda Türkiye’nin bir sonuca ulaşması çok zor.
Kürt meselesini hala Türkiye 'nin çözülmezleri arasında tutan bizzat "Ergenekon zihniyeti" değil midir? Ergenekon çözülmeden PKK da çözülmez. Ergenekon ve PKK’nın stratejik ve derin işbirliği sayesinde terör sorunu 30 yıldır can almaya, terörle mücadele için heba olan milyonlarca dolar yüzünden bu halkın beli bükülmeye devam ediyor. Ne zaman bir barış umudu doğsa, arkasından ya Aktütün, ya Güngören, ya da Reşadiye geliyor! Savaşın devamından yana olan kaos yaratma sistemi, var gücü ile çalışıyor.
Bu ortamda, DTP’nin kapatılmış olması umarım bu savaşın devamından yana olan kaos sistemine yaramaz. Bu yüzdendir ki DTP’nin kapatılmasına ve milletvekillerine yönelik demokrasi dışı uygumalara karşıydım.
DTP kapatıldı, keşke kapatılmasaydı, keşke kapatılmasına gerekçe olacak şekilde siyaset yapmasaydı. DTP, gerekliydi ama kendisine verilen fırsatı kaçırdı. Ahmet Türk gibi bir politikacıya da yazık oldu.
Barışa gidecek yollar tükenmez, yeter ki savaştan yana olmayalım… Kürt sorununda çözümsüzlüğü ve çatışmayı daha da derinleştirmek isteyenlere fırsat vermeden barış için Türk-Kürt yanyana, omuz omuza, elele, kalp kalbe yola devam Türkiye…
Etiketler:
Ahmet Türk,
barış,
demokrasi,
demokratik açılım,
DTP,
DTP kapatıldı,
kürt sorunu,
pkk
10 Ara 2009
DTP kendi kendini bitirdi, dağa endeksli siyaset iflas etti
Dağ eksenli politika yapmak bir DTP’ye bir de MHP ye has bir özellik…kafaları kızdı mı “dağa çıkma” konusunda adeta yarışıyorlar…bu dağ hevesi şu ırkçılığa dayalı milliyetçilik denilen baş belasının Türkiye’deki genel eğilimi.
Yakın takipçileri de CHP, ama onun ilgi alanı daha çok darbeler… CHP’li Esfender Korkmaz, Meclis’te yaptığı konuşmada 'halk isterse darbe olur' diyor!...parti isminin içinde sadece şekil olarak kalmış "halk” tan bahsediyor sanırım…alışmış kudurmuştan beterdir, darbelene debelene alıştılar, yerlerinde düz doğru duramıyorlar. Bir de analar ne kadar çok ağlarsa o kadar memnun oluyorlar…tarihlerine işlemiş!
Her neyse, CHP hakkında bu kadar kelime yazmak bile anlamsız…çok yakında kendi kendilerini imha edecekler zaten, az kaldı.
Asıl kendini bitiren, son günlerde yaşanan şiddetin odak noktasındaki DTP…bizi farkedin derken, evdeki hesap çarşıya uymadı, dağa endeksli siyaseti iflas etti. Bu kadar dağ heveslisi bir partiden, kürt kimliğinin tanınması konusunda nasıl barışçıl bir proje üretmesi ve barış sürecine katılımı beklenebilir ki? Vizyonsuzluğun ve yetersizliğin daniskası! Bölge partisi, köken partisi diye eleştirilirken şimdi bir de “dağ partisi” ünvanını aldılar ya, ne diyelim, düşmanı dışarıda aramaya gerek yok, barışa en büyük baltayı DTP indirdi, adeta kendi kökeninin böğrüne mızrağı sapladı. DTP’nin Meclis’te olması gerektiğini, mücadelenin şehirde demokrasi diliyle yapılması gerektiğini en şiddetle savunanlardanım. Ama o meşum el DTP'ye de dokundu galiba… Öyle ya, Fırat’ın ötesindeki o görünmez el halen işlevini yitirmedi, halen bu eli yok edemediler. Ancak DTP’yi de o görünmez güçlere yine DTP’nin kendisi teslim etti. Şehirde barış için çalışmak varken, dağda bir halt edemeyeceklerini halen göremeyen bir parti için Anayasa Mahkemesi'nin boşuna mesai harcamasına da gerek kalmadı.
İşte ortam yine karanlık, hava puslu ve isli, şiddet sokağa taşmış…ve akabinde kim vurduya giden 7 gariban Mehmetçik daha…analar hadi ağlamaya devam…bu kadar pislik varken, bunca savaş çığırtkanı varken sizin göz yaşlarınız zor kurur…Tanrılar savaş istiyor!
Ya Ak Parti’nin Kürt kökenli 75 milletvekili, siz neredesiniz? Bölge insanı sizleri umut bildi, meclise gönderdi. Şu açılım sürecinde bir tane Kürt milletvekilinin neden hiç sesi çıkmaz… “söz ola kestire başı” lafını yediler oturdular…Böyle mi Kürtlerin umudu olup, insanca yaşama hakkı için mücadele edeceklerdi? Kürt kimliğinin iadesi için medenice, barış ve demokrasi diliyle neden çıkıp konuşmazlar ki? Siz susmaya devam ettiğiniz sürece PKK daha çok konuşucaktır.
Başbakan Erdoğan, seçimler sonrasında “bizim 75 Kürt kökenli milletvekilimiz var” diyerek çözümün adresini göstermişti. Sonrasında nasıl ve kimlerle mutabakatlar sağlandıysa, sözü olanın başını kestirecek duruma getirdi. Şimdi bu 75 milletvekili Kürt kimliklerini öne çıkartıp ciddi çözüm önerileri geliştirseler, bu sorunun dağ yerine şehirde çözülmesi için mücadele etseler, durum farklı olur mu olmaz mıydı? Aynı ülkenin insanlarını sürekli birbirlerinden nefret etmeye kışkırtanlara karşı demokrasi dilinin gücünü ispatlasalardı, bugün CHP halkın meclisinde 'halk isterse darbe olur' deme hadsizliği ve cüretini gösterebilir miydi?
Ancak, bu memlekette halen insani hassasiyetleri yüksek olan ve demokratik mücadeleyi hedefleyen Kürtler çoğunlukta…Halkından taban bulamayan hiç bir hareket başarılı olamaz. Bizim memleketin siyasileri galiba bunun farkında değiller!
Bu bağlamda; sorunun çözülmemesi için, Türkiye’nin önünü her fırsatta tıkayanların kendi kendilerini bitirmelerinde hiçbir sakınca yoktur…
Etiketler:
AK Parti,
AKP,
demokratik açılım,
DTP,
kürt sorunu,
pkk,
terör
8 Ara 2009
Kopenhag İklim Değişikliği Zirvesi mi Zırvası mı?
İklim değişikliği ve küresel ısınma bazıları için çok kötü, bazıları için ise çok iyi bir "şey" dir.
Geçen yüzyıldan beri bir felaket “geliyorum” diyor…Sadece kutup ayılarının ve fokların değil dünyada bir milyardan fazla insanın yaşamını tehlikeye sokan bu felaketin adı “iklim değişikliği ve küresel ısınma”.
Ancak onca ciddiyetine rağmen, dünya bu konuya değişik tepkiler gösteriyor…bir kısmı konunun önemini ve tehlikenin boyutlarını en çarpıcı biçimde ortaya koyarken, bir kısmı da iklim değişikliğinin doğanın normal seyri olduğunu ileri sürerek, insanlar eliyle yer kürenin kirletilmiş olabileceği tezine karşı çıkıyor. Asıl büyük bir kitlenin de hiç umrunda değil ya da konuya karşı son derece duyarsız ve bilinçsiz, öyle veya böyle hiçbir fikri veya eylemi yok.
İnsanlar ve bilim adamları, iklim değişikliği ve küresel ısınmaya ne yönden bakarlarsa baksınlar, ortada öyle bir gerçek var ki bu gerçek, bu kadar ciddi bir konunun sebep ve sonuç ilişkisi içindeki yegane boyutunu görmemize engel olamıyor…bu da dünyadaki ekonomik dengelerin veya dengesizliklerin, ekonomi savaşlarının konunun aslında tam da merkezine otuyor olmasıdır. Sorun, bu anlamda sadece fokları ve kutup ayılarını ilgilendirmekten çıkıyor, dünyanın tümünü ilgilendiren bir duruma geliyor.
Atmosferin doğası her geçen gün değişiyor, karbondioksit oranı 200 yıl öncesine göre yüzde 30 artmış. Benzeri gazlar, yerküre üzerinde sera etkisi yaratıyor ve dünyanın ısısının yükselmesine neden oluyor. Yağışlar azalıyor ama yoğunlaşıyor, sel felaketleri veya tam tersi kuraklık hem insan yaşamını tehdit ediyor hem de ekonomileri alt üst ediyor, bir yandan buzullar eriyor, yeni kara parçaları ortaya çıkıyor. Değişen ve ağırlaşan iklim koşulları, tarımı zorlaştırıyor, gıda fiyatlarındaki istikrarsızlık önce fakir ülkeleri etkiliyor. Milyonlarca insanın “eko-sığınmacı” olarak yerlerini yurtlarını değiştirmelerinin sonuçlarını düşünebiliyor musunuz? Ekonomik probemlerle birlikte etnik ve sosyal pek çok problem artık yakın geleceği tehdit ediyor.
İklim değişikliği ve küresel ısınma, yerkürenin kirlenmesi, enerjinin bilinçsizce kullanımı ülke ekonomilerini de içinden çıkılmaz problemler yumağı haline getiriyor.
İklim değişiklikleri, elitlerin yani dünya ekonomisini yönlendirenlerin işine yarıyor…çünkü ısınma sonucunda yeni ticaret yollarının, petrol ve maden açısından zengin ama şimdiye kadar ulaşılamayan kara alanlarının ortaya çıkacak olması, elitlerin iştahını kabartmaya yetiyor, çünkü onların ekonomik düzenleri içinde insanın hiçbir değeri ve önemi yok.
Çin ve Hindistan, yeni yeni sürdürülebilir bir ekonomik büyüme içine girdiklerinden, kalkınmalarının sekteye uğramaması için, küresel ısınmaya karşı getirilecek olan yaptırımlara şimdilerde karşı çıkıyorlar. Bugüne kadar sorunun vebalini yeteri kadar ödediklerini, artık elit ekonomilerin de ellerini taşın altına sokması gerektiğini vurguluyorlar.
İklim değişikliği ve küresel ısınmadan en çok zarar görecek olanlar yine fakir ülkeler, hem de bu problemin ortaya çıkışında hiç kabahatleri olmadığı halde… Bu ülkeler karbon salımını kesecek temiz enerji teknolojilerine sahip değiller. İklim değişikliği sonucu oluşacak fakirlik ve eşitsizlik bu ülkeler için bir kısır döngü haline gelecek, bir kısmı eko-sığınmacı olarak ülkelerini terketmek zorunda kalacak, açlığın yol açacağı iç göçler yeni etnik kavgalara zemin hazırlayacak, sosyal denge iyice bozulacaktır. Ya da sel felaketleri ve kuraklıkla mücadele için yeteri ekonomik güçte olmadıklarından milyonlarca insan ölecektir.
Kopenhag İklim Değişikliği Zirvesi başlıyor.
Bu zirvenin, bugüne kadar iklim değişikliği konusunda en kapsamlı toplantı olacağı, zengin, yoksul 100 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının zirveye katılacağı belirtiliyor. Zirve’den uluslar arası alanda bağlayıcı nitelikte bir anlaşma çıkar mı çıkmaz mı bilinmez ama bazı uzmanlar, Zirve’de iklimin yerine, hangi ekonominin büyüyüp hangisinin küçüleceğinin tartışılacağını söylüyorlar.
Bence de iklim değişikliği zirvesinin esas amacı ekonomik büyüme kavgasıdır. Bu anlamda sonuç olarak zirve de olabilir, zırva da çıkabilir.
Küresel ısınmaya belki kulağımız alıştı, kanıksadık ama sadece iklim değişikliği deyip geçmemek gerekiyor…çocuklarımıza yaşanabilir bir dünya bırakmak her insanın temel görevi olmalıdır…
Diye düşünüyorum…
Geçen yüzyıldan beri bir felaket “geliyorum” diyor…Sadece kutup ayılarının ve fokların değil dünyada bir milyardan fazla insanın yaşamını tehlikeye sokan bu felaketin adı “iklim değişikliği ve küresel ısınma”.
Ancak onca ciddiyetine rağmen, dünya bu konuya değişik tepkiler gösteriyor…bir kısmı konunun önemini ve tehlikenin boyutlarını en çarpıcı biçimde ortaya koyarken, bir kısmı da iklim değişikliğinin doğanın normal seyri olduğunu ileri sürerek, insanlar eliyle yer kürenin kirletilmiş olabileceği tezine karşı çıkıyor. Asıl büyük bir kitlenin de hiç umrunda değil ya da konuya karşı son derece duyarsız ve bilinçsiz, öyle veya böyle hiçbir fikri veya eylemi yok.
İnsanlar ve bilim adamları, iklim değişikliği ve küresel ısınmaya ne yönden bakarlarsa baksınlar, ortada öyle bir gerçek var ki bu gerçek, bu kadar ciddi bir konunun sebep ve sonuç ilişkisi içindeki yegane boyutunu görmemize engel olamıyor…bu da dünyadaki ekonomik dengelerin veya dengesizliklerin, ekonomi savaşlarının konunun aslında tam da merkezine otuyor olmasıdır. Sorun, bu anlamda sadece fokları ve kutup ayılarını ilgilendirmekten çıkıyor, dünyanın tümünü ilgilendiren bir duruma geliyor.
Atmosferin doğası her geçen gün değişiyor, karbondioksit oranı 200 yıl öncesine göre yüzde 30 artmış. Benzeri gazlar, yerküre üzerinde sera etkisi yaratıyor ve dünyanın ısısının yükselmesine neden oluyor. Yağışlar azalıyor ama yoğunlaşıyor, sel felaketleri veya tam tersi kuraklık hem insan yaşamını tehdit ediyor hem de ekonomileri alt üst ediyor, bir yandan buzullar eriyor, yeni kara parçaları ortaya çıkıyor. Değişen ve ağırlaşan iklim koşulları, tarımı zorlaştırıyor, gıda fiyatlarındaki istikrarsızlık önce fakir ülkeleri etkiliyor. Milyonlarca insanın “eko-sığınmacı” olarak yerlerini yurtlarını değiştirmelerinin sonuçlarını düşünebiliyor musunuz? Ekonomik probemlerle birlikte etnik ve sosyal pek çok problem artık yakın geleceği tehdit ediyor.
İklim değişikliği ve küresel ısınma, yerkürenin kirlenmesi, enerjinin bilinçsizce kullanımı ülke ekonomilerini de içinden çıkılmaz problemler yumağı haline getiriyor.
İklim değişiklikleri, elitlerin yani dünya ekonomisini yönlendirenlerin işine yarıyor…çünkü ısınma sonucunda yeni ticaret yollarının, petrol ve maden açısından zengin ama şimdiye kadar ulaşılamayan kara alanlarının ortaya çıkacak olması, elitlerin iştahını kabartmaya yetiyor, çünkü onların ekonomik düzenleri içinde insanın hiçbir değeri ve önemi yok.
Çin ve Hindistan, yeni yeni sürdürülebilir bir ekonomik büyüme içine girdiklerinden, kalkınmalarının sekteye uğramaması için, küresel ısınmaya karşı getirilecek olan yaptırımlara şimdilerde karşı çıkıyorlar. Bugüne kadar sorunun vebalini yeteri kadar ödediklerini, artık elit ekonomilerin de ellerini taşın altına sokması gerektiğini vurguluyorlar.
İklim değişikliği ve küresel ısınmadan en çok zarar görecek olanlar yine fakir ülkeler, hem de bu problemin ortaya çıkışında hiç kabahatleri olmadığı halde… Bu ülkeler karbon salımını kesecek temiz enerji teknolojilerine sahip değiller. İklim değişikliği sonucu oluşacak fakirlik ve eşitsizlik bu ülkeler için bir kısır döngü haline gelecek, bir kısmı eko-sığınmacı olarak ülkelerini terketmek zorunda kalacak, açlığın yol açacağı iç göçler yeni etnik kavgalara zemin hazırlayacak, sosyal denge iyice bozulacaktır. Ya da sel felaketleri ve kuraklıkla mücadele için yeteri ekonomik güçte olmadıklarından milyonlarca insan ölecektir.
Kopenhag İklim Değişikliği Zirvesi başlıyor.
Bu zirvenin, bugüne kadar iklim değişikliği konusunda en kapsamlı toplantı olacağı, zengin, yoksul 100 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının zirveye katılacağı belirtiliyor. Zirve’den uluslar arası alanda bağlayıcı nitelikte bir anlaşma çıkar mı çıkmaz mı bilinmez ama bazı uzmanlar, Zirve’de iklimin yerine, hangi ekonominin büyüyüp hangisinin küçüleceğinin tartışılacağını söylüyorlar.
Bence de iklim değişikliği zirvesinin esas amacı ekonomik büyüme kavgasıdır. Bu anlamda sonuç olarak zirve de olabilir, zırva da çıkabilir.
Küresel ısınmaya belki kulağımız alıştı, kanıksadık ama sadece iklim değişikliği deyip geçmemek gerekiyor…çocuklarımıza yaşanabilir bir dünya bırakmak her insanın temel görevi olmalıdır…
Diye düşünüyorum…
Yoksulluk, açlık ve şiddet
Ortada bir yoksulluk sorunu var, ortada açlık sınırına yakın yaşayan insanların dışlanma, korku ve nefret dürtüleri ile taşa, sopaya ve silaha sığınması durumu var…tutunacak dalının kalmaması ne demektir, bilen bilir!
Bir tarafta da gitgide küçülen pastadan pay kapma yarışına girenlerin veya mevcut payını koruyabilme adına bir diğerine, ötekine gözlerinden ateş saçması hali var…daha olmadı onların da eline taşı alması durumu var.
Yoksulluk, en genel anlamda, insanların temel ihtiyaçlarını karşılayamaması durumudur. Yoksulluk sınırı ise, insanın “insan onurunun” gerektirdiği zorunlu ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için yapması gereken harcama tutarıdır.
Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK), yaptığı '2008 Yoksulluk Çalışması' sonuçlarına göre Türkiye’de 374 bin kişi aç, yaklaşık 12 milyon kişi yoksul. Kırsal kesimlerde yaklaşık her üç kişiden biri, kentlerde yaklaşık her 10 kişiden biri yoksul…bunlar resmi rakamlar, en iyimser olanından...
Rakamlarla, sayılarla yoksulluğu belirlemek işin en kolay yanı…bu kadar yoksul, şu kadar aç varmış deyip, günlük yaşantımıza devam ediyoruz…zihnimizdeki “yoksul” tanımlaması sadece rakamlarla sınırlı…yoksulluk sınırı imgelemi içindeki tahrip olmuş insanlık onurunu, mahvolmuş sağlıksız insan bedenlerini maalesef farkedemiyoruz, dahası “allah versin” diye düşünüyoruz.
Sonra da soruyoruz; Terör neden dinmez? Neden insanlar taş ve sopalarla sağa sola saldırır? Neden silahı eline alan “insanlık onurunu” elde edebileceğini zanneder?
Yoksulluk ve açlık tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'nin de en büyük sorunlarından biri, hatta işsizlikten de beter bir sorun. Karşımıza dışlanma, içe kapanma, cemaatleşme, gettolaşma, ırkçılık, etnik çatışma nedeni gibi pek çok sorunla birlikte geliyor…Yoksulluktan kurtulma umudu, toplumsal bozuklukları da beraberinde getiriyor. Köylü şehire koşuyor, şehirde yalnızlaşıyor, şehirli köylüye diş biliyor, dışlıyor…sonra da herkes eline taşı almakta hiç bir sakınca görmüyor…herkes toplumsal bağını şiddetle kurmaya başlıyor!
Yoksulluk hep vardı…ama yoksulluk hiç böyle olmamıştı. Şimdi bu yoksulluğu gelir yetersizliği ile açıklamak ne kadar yeterli? Yoksulluk artık “normal yaşamdan” mahrum olma durumu haline geldi…yoksulluk şiddeti besleyen en önemli neden haline geldi.
İnsanı dikkate almayan her tür çözüm, çözümsüzlüğe gebedir…sorunların merkezine insanı koymadığımız zaman istediğiniz kadar sürdülebilir ekononomik büyüme sağlayın, şiddet her zaman var olacaktır.
Hangi ideolojiye dayalı olursa olsun, yoksullukla mücadele etmeyen sistemler toplumsal ve sosyal çürümeyi de beraberinde getirir. Laik-muhafazakar, faşist-demokrat, alevi-sunni, kürt-türk diye karşımıza dikilir…eline taşı alan “ötekine” saldırır.
Etiketler:
açlık,
açlık sınırı,
şiddet,
terör,
TUİK,
yoksulluk,
yoksulluk sınırı
2 Ara 2009
Dubai borç batağında, çılgın bir rüya kabusa mı dönüyor?
Dubai, vergisiz ticaretin yegane adresi, dünya turizminin gözdesi, çılgın ve dev yatırımları ile yer yüzündeki cennet gibi bir çok tanımlamalarla tüm dünyanın ilgi odağı idi. Çölden yaratılan bu yapay cennet, son yıllarda adeta bir şantiye görünümü ile de dikkat çekiyordu.
Dubai’nin bu çok hızlı yükselişinin diğer tarafı olan düşüşünün de bir o kadar sert olacağını, bilseler bile görmek istemediler, zira Dubai çoktan dünya finans piyasalarının cirit attığı bir bölge haline gelmişti.
Birleşik Arap Emirlikleri(BAE), yedi emirlikten oluşan bir federasyon yönetimde ve monarşi ile idare ediliyor. Başkenti Abu Dabi, emirlikler içinde petrol zenginliği ile bilineni. Dubai ise geçmiş zamanda denizden inci toplayan insanlarının yaşadığı (bu nedenle Körfezin incisi diye de bilinir) şimdilerde ise Abu Dabi kadar olmasa da önceleri petrol zenginliğini sermaye yapıp ticaretle zenginleşen ve şimdilerde dev turizm yatırımları ile dikkati çeken dünyaca ünlü bir diğer emirlik.
Petrol gelirleriyle başlattığı ticari hamlesi bugüne kadar Dubai’yi her alanda bir cazibe merkezi haline getirmişti. Lüksün ve gösterişin sınır tanımadığı çılgın yatırımlar; biraz da Dubai Şeyhi El Maktum’un kişisel hırslarından da kaynaklanıyordu…yani dünyanın en liberal ticaret rejiminine sahip olsa da, bazılarının da dediği gibi ne Şeyh çok rasyonel ve iyi düşünen bir iş adamı, ne de ticaret liberal değildi…sonuçta yatırımların çoğu devletin ve çok da serbest piyasa kurallarından söz edilemez. Her ticari adımı veya ekonomik gidişatı Şeyh El Maktum belirliyor…şu anda altı ay için borç ertelemesi isteyen Dubai World Holding ve onun şirketi Nakheel de Şeyh El Maktum tarafından kontrol ediliyor…CEO su bizzat Şeyh’in kendisi.
Dubai’yi aslında cazibe merkezi konumuna getiren, vergisiz ticarete eğilmesiydi. Tüm dünyadan büyük finans kuruluşlarının, holdinglerin, firmaların ve markaların Dubai’de oluşumları mevcut ve tüm dünyadan büyük bir turist akını var. Alış veriş merkezleri ve dev turizm yatırımları adeta kara para aklanan bir ticaretin merkezi gibi olmuş…ve öyle dünya ile iç içe geçmiş bir ticaret ve yatırım sistemi ki bu, tüm dünya burada buluşmuş, buradan da Dubai menşeili olarak yine dünyaya geri dönen finansal yatırımlar haline gelmiş…Dubai menşeili paranın sirkülasyonu çok hızlanmış. Ondandır ki, Dubai Şeyhi borç ertelemesi istediğinde dünyanın eli ayağı birbirine dolandı.
Ülke tamamen yabancıların ilgisi odağı halinde…Dubai’de yaşayanların yüzde 20’si bu ülkenin vatandaşı ve onlar da zaten zengin. Geri kalan kesim, buraya çalışmaya gelen Hintli, Pakistanlı, İranlılar (bu çalışanların pek çoğu kötü koşullar altında ve düşük ücretlerle çalışıyorlar) ile Avrupalı yatırımcılar ve tüm dünyadan gelen çoğu ticaret amaçlı turistler. Dubai’de bazı büyükTürk firmalarını görmek de mümkün… Dubai Ticaret ve Sanayi Odası’na kayıtlı 70 bine yakın şirketten 150 tanesi Türk. Türk firmaları ve markaları, tekstil, inşaat, mobilya gibi sektörlerde yoğunlaşmışlar. Damat Tween, Koton, Colin’s, Network, İpekyol, Alfemo, Dorya, Goldaş ve Mado gibi onlarca Türk firmasının Dubai’de mağazaları var. Ünlü Palmiye adasının yapımında, STFA zemin dolgusu işi yapmıştı. Baytur, Güriş, Nurol, TAV, Yüksel, Zemtaş, Zetaş gibi holdingler de Dubai ile yoğun işbirliği içindeler. Dünyanın en büyük şantiyesi Dubai’deki inşaatlarda kullanılan demir ve çeliğin de yüzde 70’i Türkiye’den geliyor. Seramik gibi alanlarda da Türk firmaları ürünlerini bu piyasaya sokmaya çalışıyor.
Bir çölün içinde bir cennet ama yapay bir cennet yaratmanın Dubai’ye getirisi yüzde 8’lik büyüme oranı ve 1, 5 triyon dolarlık finansal ve ticari hacme sahip bir cazibe merkezine dönüşmüş olmasıdır. Dubai, artık uluslar arası değişimin bir merkezi haline gelmiştir ancak yanlış hesap, lüks ve gösterişe dayalı büyüme modeli bu sefer Bağdat’dan dönmüştür…Petrol’ün fiyatının düşmesi nedeni ile petrol gelirindeki azalma ve dünyada oluşan finans krizi ile Dubai, artık cennet olma vasfını yitirmeye başladı…rüya kabusa dönüştü. Aslında Dubai’nin bu krizi bir sene önceden belli idi, dış borçlar gitgide yükseliyor ve uluslar arası kredi kuruluşlarının puanı da düşüyordu…şimdi 80 milyar doları bulan bir borcun nasıl geri ödeneceği ve moratoryuma gidiş olabileceği, ertelenen dev projelerin tekrar hayata geçirilip geçirilemeyeceği konuşuluyor.
BAE Merkez Bankası devreye girdi, Dubai'ye ait 10 milyar dolarlık tahvili satın aldı ve bir10 milyar dolarlık tahvil daha alabileceği sinyalini verdi…Dünya piyasaları ile o kadar içiçe ki Dubai’nin batmasına asla izin verilmez…önecelikle Abu Dabi, Dubai’nin bir takım borçlarına kefil oldu. Ancak yine de, ABD, İngiltere ve diğer körfez ülkelerinde endişe sürüyor…zira petrolle başlayan ticaretle büyüyen zenginlik ve bu zenginliğin gelişmiş piyasalarla içiçeliği ekonomileri alt üst etmeye yeter görünüyor…
Dünya, krizden çıkıyoruz diye sevinmenin bir anlamı olmadığını , yüzlerine patlayan yeni balonlar halinde yaşamaya devam ediyor…
Ne diyelim, Dubai modeli büyüme çok da rasyonel değilmiş!
23 Kas 2009
Türkiye’nin doğusu nasıl kalkınır?
Doğunun ekonomik sorunlarına yüzeysel yaklaşarak, demokratik ve sosyal kriterlerle birlikte ekonomik kriterleri de eşit ağırlıkta belirlemeden ve bu ana kriterler için samimi ve gerçekçi adımlar atmadan yapılacak toplumsal iyileştirme çabaları, en az terör kadar bu sürece zarar verecektir… yapılan tüm bu açılım çalışmalarının sadece iktidarda kalabilme yarışının bir senaryosu olduğunu düşünderecektir.
Problemi salt bir Kürt sorunu olarak görmek, atılacak adımların da yanlış yöne gitmesine sebep olur. Türkiye’nın doğusu ve batısı, ekonomi politikaları anlamında yüzyıldır farklı düzlemde ele alınmış, Türkiye'nin genel ekonomik bütünlüğü içinde değerlendirilmemiştir. Bunun tarihsel ve sosyolojik nedenlerine hiç girmeden, dış dünya boyutuna hiç değinmeden, sadece uygulanan ekonomi politikaları olarak değerlendirdiğimiz zaman bile bir ülkenin eşit olarak kalkınamayan iki bölümünden söz etmek yeterli olacaktır.
Elbette dünyanın pek çok ükesinde, farklı kalkınan iki ayrı bölge bulabilirsiniz. Örneğin İtalya, Almanya, hatta Amerika gibi. Doğusu ve batısı, kuzeyi ve güneyi aynı oranda kalkınamayan bu tip örnekler çoktur. Ancak Türkiye örneğinde iklimsel, çevre v.b etmenlerden çok uygulanan yanlış ekonomik politikalar, doğu ve batıyı eşitsiz kalkınmışlık boyutuna getirmiştir…Medeni ve domokratik ülkeler bu sorunu zaman içinde çözebilmişlerdir ancak feodal yapının halen ağırlıkla var olduğu, sosyolojik problemlerin ve yoksulluğun had safhada olduğu bizim gibi ülkelerde bu ekonomik farklılıkları tolere edebilmek, maalesef mümkün olamamaktadır... sonuç, 25 yıldır dindirilemeyen terör tablosu olarak karşımıza dikilmektedir.
Şimdiye kadar, doğunun kalkınması adı altında sunulan şaşalı politikaların tamamı, seçim öncesi ağızlara çalınan bir parmak bal olarak kalmış ve ne yazık ki bu bal bölgede yaşanan terör belasına ve kimlik tartışmalarına engel olmaya yetmemiştir. Zira sahiplenilmeyen insan, hangi kimlikte olursa olsun, kendini kandıran zihniyete bir, iki, üç kere kanar, dördüncü keresinde kandırılmışlığının hesabını sorar. Doğu bölgemizde de yılların hesabı böylelikle birikmiştir!
Öncelikle bölgedeki terör için heba olan 300 milyar dolarla neler yapılabilirdi, bir bakalım? Örneğin;
- Bir tanesi bile doğunun tarımsal alanlarının yüzde 50 sinin sulanmasına yetecek ya da Türkiye’nin tüm barajlarından elde edeceği elektrik enerjisinin % 20 sinin üretilmesine yetecek bir projeden, yani GAP’tan 10 tane yapılabilirdi. Bugün GAP’ın bitirilebilmesi için daha 16 milyar dolara ihtiyaç var…düşünün!
- Ankara-İstanbul otoyolu gibi, viyadüklü, köprülü, tünelli (en lüksünün kilometre maliyeti 20 milyon dolar) binlerce kilometre otoyol yapılır, ulaştırma alt yapısı mükemmel olabilirdi
- Binlerce hastane, yüzbinlerce okul inşa edilebilirdi
- Bir işsize, iş olanağı yaratılabilmesi için minimum 100 bin dolarlık yatırım yapılması gerekiyor…300 milyar dolarla en az 3 milyon işsize iş imkanı doğardı ( bugün tüm Türkiye’nin resmi işsiz sayısı 4 milyon)
- Sadece doğuya değil, Tüm Türkiye dünyanın turizm cenneti haline gelirdi (Dubai’de çölden yeni bir dünya yaratıldı)…düşünün lütfen iş olanaklarını!
Terör için harcanan parayla, ekonominin her dalında yapılabilecekleri, düşün gücünüze bıraktıktan sonra gelelim asıl konumuza…
Peki, bundan sonra neler yapılabilir, Türkiye'nin doğusu ekonomik açıdan nasıl kalkınır? Açılımın ekonomik kriterleri ne olmaldır? Önerilerimizi sıralayalım;
- GAP Projesinin acilen tamamlanması ve tarımsal alanların suya kavuşturulması
- Toprak reformu ile köylüye ekebileceği ve sahipleneceği toprağın dağıtımı (60 yıldır yapılacak), köyün ve toprak işlemenin cazip hale getirilerek kente göçün önüne geçilmesi, tarım ağırlıklı ekonomik modellerin uygulanması
- Tek ortak payda, ulaştırma alt yapısının güçlendirilmesi
- Tüm bölge olarak değil, yöre ve il bazında ekonomik kalkınma planlarının hazırlanması, gelişmişlik derecesine göre aciliyetlerin belirlenmesi
- Etin ve sütün işlenebileceği entegre tesislerin yatırımlarını özendirmek (kamu veya özel sektör aracılığı ile), hayvan besiciliğini geliştirmek, et ve süt ürünleri için pazarlama çalışmaları yapmak
- Doğal, bozulmamış toprak yapısı nedeniyle organik tarıma çok müsait olan bu bölgede, organik tarım konusunda bilinçlendirme ve destekleme çalışmaları
- Başta Van olmak üzere, Mardin, Şanlı Urfa gibi illerde turizm alanları açmak, turizm yatırımları için iç ve dış tüm yatırımcılarla birlikte bölgede turizm seferbirliği ilan etmek, Van Gölü ve çevresinin “kumar turizmi” açısından da çok uygun olabileceğini değerlendirmek, uzun kış mevsimi ve kar yağışının çokluğu nedeniyle kayak merkezi yatırımlarına öncelik vermek, yine Van Gölü için spor turizmine eğilmek
- Tekstil sektörünün de bu bölgede rahatlıkla gelişebileceğini düşünüyorum
- Batıya kaçmış demeyelim, göç etmiş sanayici ve iş adamlarının bölgesine dönmesini teşvik etmek ve nihayetinde özel sektörün, patronlar dünyasının hani o çok üstünde durdukları ve savundukları vatanın bölünmez bütünlüğü ilkesi gereği, vatanın sadece batıdan ibaret olmadığına dair inançlarını ispat etmeleri için, “ellerini Doğu’nun taşının altına koymaları” dır.
Doğu’nun ekonomik kalkınması için sizler de fikir üretebilirsiniz.
Doğu’da işsizliğin ve yoksulluğun önüne geçilemez ise, istediğiniz kadar insanlara kimliklerini iade edin, boşa çabadır…
Yineliyorum; Sebeplerin en önemlisini yani “ekonomik açılımı” ön plana almadan yapılacak bir “demokratik açılımın” özde değil sözde kalması kuvvetle muhtemelidir.
Maalesef, aç karınları demokrasi doyuramıyor!
Altın rekora koşuyor, dolardan kaçan altına yöneliyor
Altın dünyayı parmağında oynatmaya devam ediyor. Her dönemin en cazip madeni, dünya para sistemindeki güvenin son unsuru altının fiyatı hızla yükseliyor.
Altın, yüzyıllarca “para” olarak, devletlerin, insanların zenginliğini ve gücünü belirlemiş, daha çok altına sahip olabilme tutkusu ile insanlar Alaska’da bile altın aramışlar. Amerika, Güney Afrika, kısa zamanda daha çok altına sahip olmak isteyen maceracıların altın arama hikayeleri ile ünlenmiş. O devirlerde, ne kadar çok altının varsa, o kadar çok para, o kadar çok zenginlik ve güç demekmiş. 20. yüzyılın başlarında ise altın artık “para” olmaktan çıktı, bir “değer” haline geldi. Ülkelerin paralarının değeri altın rezervlerine endekslendi.
2.Dünya Savaşı sonrası, 1944 yılında imzalan Bretton Woods Anlaşması ile uluslararası para değiş tokuşu yeniden düzenlenerek parasını altına dönüştürülebilir yapmayı kabul eden her ülkenin parasının değeri dolara göre saptanmış ve dolar, altın ile dönüştürülebilirliğini koruyan tek ulusal para olmuştu. Anlaşma ile 1 ons altın = 35 dolar ya da 1 dolar 0,88867 gr. altın olarak belirlenmiş ve ABD dış talep olduğunda doları bu parite üzerinden altına çevirmeyi kabul etmiştir. 1971 yılında ise bu sistemin geçerliliği kalkmış, altın tüm dünyada çok hareketlenip , Amerika’nın dış borçlar dengesi alarm verince doların altına dönüştürülebilirliğine son verilmiştir. Bu sistemin yerine Özel Çekme Hakları (Special Drawing Rights – SDR) sistemi yürürlüğe girmiştir. IMF tarafından uygulanmaya koyulan bu sistemle, kuruluş uluslararası bir merkez bankası gibi düşünülmüş ve SDR, hem bir uluslararası para birimi hem de bir kredi türü olmuştur. Ancak bu durumda da farklı ülkelerin paraları altın karşısında değer kaybetmeye başlamış, SDR'nin değeri iyice yükselmiştir. 1974 yılından itibaren SDR'nin altınla ilişkisi tamamen kesilerek "sepet tekniği" adı verilen yeni bir değerlendirme şekli geliştirilmiş, 1981 yılından itibaren de SDR'nin yapısı basitleştirilerek ve değeri ABD Doları, Japon Yeni, Batı Alman Markı , İngiliz Sterlini ve Fransız Frankı'ndan oluşan beşli bir sepete bağlanmıştır.
Şimdilerde, bazı iktisatçılar bu sistemin de değişime ihtiyacı olduğunu ve bu ekonomik kriz aşamasında yeni bir “para değeri” sistemi geliştirilmesi gerektiğini tartışıyorlar…altın yine gündeme çıkıyor. Çünkü “para”, çok hareketli ve spekülasonlara karşı çok duyarlı. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde, paralarının heba olmaması için ülkeler, karşılığında altın rezervlerini artırma eğilimine girdiler…tıpkı ailelerin de altın alıp evlerinde kara günler için saklamaları gibi.
Finansal yatırımcılar için de belirsizlik dönemlerinin en güvenli sığınağı hep altın oldu. Ayrıca altın, tek başına herhangi bir politika veya siyasi baskı ile değerine müdahale edilebilecek bir durumda değil. Paranın arkasında sadece parayı basan ülkenin güvencesi varken altının başka hiçbir ülke, kurum ya da kişinin bir yükümlülüğüne ihtiyacı yok...altın, tek başına bir değer ve değeri tamamen piyasada belirleniyor.
Altın fiyatları son günlerde yine yükselişe geçti. Bu yılın başından itibaren altın fiyatındaki artış oranı yüzde 25 ‘i buldu ve neredeyse tüm zamanların en yüksek değerine gelerek ons fiyatı 1110 Dolara dayandı.
Altın fiyatlarındaki bu ani yükseliş, ekonomik kriz dönemlerinde mali piyasalara karşı oluşan güvensizlik sonucu altına yönelişin bir etkisi midir? Her ne kadar yeşil filizlerin kendini göstermeye başladığı uzmanlar tarafından belirtilse de bazı iktisatçılar da yeni bir balonun patlayacağı endişesini halen taşımaktalar. Krizin nihayeti bir türlü görülemiyor.
Geçtiğimiz hafta dolardan kaçma çabasındaki Hindistan’ın IMF'den 200 ton altın satın alması, Çin’in altın alıp almayacağı konusundaki belirsizlikler de altın fiyatlarının artmasına sebep oldu. Eğer Çin de altın rezervlerini güçlendirmek isterse, altının ons fiyatının şu anda dayandığı 1100 dolar sınırından , 1500 dolara kadar çıkabileceği de ileri sürülüyor. Bireysel altın taleplerinin artışı ve yatırımcıların dolar değerindeki gerileme ile uğrayacağı zararları telafi edebilmek için altına yönelmesi de altın fiyatlarının yükselişinde etkili oluyor.
İstanbul Altın Borsası Başkanı Osman Saraç’ın, altında büyük dalgalanmalar olması halinde yaşanacaklar için ilginç bir görüşü var; "Dünya para sistemindeki güvenin son unsuru, dayandığı son duvar, altın. O duvar da yıkılırsa dünyada para ortadan kalkar. Barter sistemi gelir, insanlık 2 bin yıl öncesine döner."
Altın, yüzyıllarca “para” olarak, devletlerin, insanların zenginliğini ve gücünü belirlemiş, daha çok altına sahip olabilme tutkusu ile insanlar Alaska’da bile altın aramışlar. Amerika, Güney Afrika, kısa zamanda daha çok altına sahip olmak isteyen maceracıların altın arama hikayeleri ile ünlenmiş. O devirlerde, ne kadar çok altının varsa, o kadar çok para, o kadar çok zenginlik ve güç demekmiş. 20. yüzyılın başlarında ise altın artık “para” olmaktan çıktı, bir “değer” haline geldi. Ülkelerin paralarının değeri altın rezervlerine endekslendi.
2.Dünya Savaşı sonrası, 1944 yılında imzalan Bretton Woods Anlaşması ile uluslararası para değiş tokuşu yeniden düzenlenerek parasını altına dönüştürülebilir yapmayı kabul eden her ülkenin parasının değeri dolara göre saptanmış ve dolar, altın ile dönüştürülebilirliğini koruyan tek ulusal para olmuştu. Anlaşma ile 1 ons altın = 35 dolar ya da 1 dolar 0,88867 gr. altın olarak belirlenmiş ve ABD dış talep olduğunda doları bu parite üzerinden altına çevirmeyi kabul etmiştir. 1971 yılında ise bu sistemin geçerliliği kalkmış, altın tüm dünyada çok hareketlenip , Amerika’nın dış borçlar dengesi alarm verince doların altına dönüştürülebilirliğine son verilmiştir. Bu sistemin yerine Özel Çekme Hakları (Special Drawing Rights – SDR) sistemi yürürlüğe girmiştir. IMF tarafından uygulanmaya koyulan bu sistemle, kuruluş uluslararası bir merkez bankası gibi düşünülmüş ve SDR, hem bir uluslararası para birimi hem de bir kredi türü olmuştur. Ancak bu durumda da farklı ülkelerin paraları altın karşısında değer kaybetmeye başlamış, SDR'nin değeri iyice yükselmiştir. 1974 yılından itibaren SDR'nin altınla ilişkisi tamamen kesilerek "sepet tekniği" adı verilen yeni bir değerlendirme şekli geliştirilmiş, 1981 yılından itibaren de SDR'nin yapısı basitleştirilerek ve değeri ABD Doları, Japon Yeni, Batı Alman Markı , İngiliz Sterlini ve Fransız Frankı'ndan oluşan beşli bir sepete bağlanmıştır.
Şimdilerde, bazı iktisatçılar bu sistemin de değişime ihtiyacı olduğunu ve bu ekonomik kriz aşamasında yeni bir “para değeri” sistemi geliştirilmesi gerektiğini tartışıyorlar…altın yine gündeme çıkıyor. Çünkü “para”, çok hareketli ve spekülasonlara karşı çok duyarlı. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde, paralarının heba olmaması için ülkeler, karşılığında altın rezervlerini artırma eğilimine girdiler…tıpkı ailelerin de altın alıp evlerinde kara günler için saklamaları gibi.
Finansal yatırımcılar için de belirsizlik dönemlerinin en güvenli sığınağı hep altın oldu. Ayrıca altın, tek başına herhangi bir politika veya siyasi baskı ile değerine müdahale edilebilecek bir durumda değil. Paranın arkasında sadece parayı basan ülkenin güvencesi varken altının başka hiçbir ülke, kurum ya da kişinin bir yükümlülüğüne ihtiyacı yok...altın, tek başına bir değer ve değeri tamamen piyasada belirleniyor.
Altın fiyatları son günlerde yine yükselişe geçti. Bu yılın başından itibaren altın fiyatındaki artış oranı yüzde 25 ‘i buldu ve neredeyse tüm zamanların en yüksek değerine gelerek ons fiyatı 1110 Dolara dayandı.
Altın fiyatlarındaki bu ani yükseliş, ekonomik kriz dönemlerinde mali piyasalara karşı oluşan güvensizlik sonucu altına yönelişin bir etkisi midir? Her ne kadar yeşil filizlerin kendini göstermeye başladığı uzmanlar tarafından belirtilse de bazı iktisatçılar da yeni bir balonun patlayacağı endişesini halen taşımaktalar. Krizin nihayeti bir türlü görülemiyor.
Geçtiğimiz hafta dolardan kaçma çabasındaki Hindistan’ın IMF'den 200 ton altın satın alması, Çin’in altın alıp almayacağı konusundaki belirsizlikler de altın fiyatlarının artmasına sebep oldu. Eğer Çin de altın rezervlerini güçlendirmek isterse, altının ons fiyatının şu anda dayandığı 1100 dolar sınırından , 1500 dolara kadar çıkabileceği de ileri sürülüyor. Bireysel altın taleplerinin artışı ve yatırımcıların dolar değerindeki gerileme ile uğrayacağı zararları telafi edebilmek için altına yönelmesi de altın fiyatlarının yükselişinde etkili oluyor.
İstanbul Altın Borsası Başkanı Osman Saraç’ın, altında büyük dalgalanmalar olması halinde yaşanacaklar için ilginç bir görüşü var; "Dünya para sistemindeki güvenin son unsuru, dayandığı son duvar, altın. O duvar da yıkılırsa dünyada para ortadan kalkar. Barter sistemi gelir, insanlık 2 bin yıl öncesine döner."
Etiketler:
altın fiyatları,
borsa,
dolar,
para,
para politikası
Toplum mühendisleri devletin de dibini çıkardılar
1930 lardan beri dayatılan resmi ideloji, kendi dibini de çıkardı…vesayetçi asker-bürokratik devlet sisteminin dibi çıktı. Bugünün Türkiyesi’nde gelinen son nokta budur…
Toplum mühendisleri, topluma resmi devlet ideolojisini empose edebilmek, toplumun kendi iradesi dışında yönlendirebilmek için öyle bir çimento kardılar, öyle bir bina inşa ettiler ki, şimdi dibi sallanan, çivileri her bir yana dağılmış ucubet bir bina, eğreti ve içinde yaşaması tehlike arzeder bir halde orta yerde duruyor.
Binanın içinde yaşayan toplum da korku ve güvensizlik içinde, mutsuz ve umutsuzluktan birbirlerine düşman halde ve bir diğerinden nefret ederek yaşamlarına devam ediyor. Halbuki suç; içinde yaşayanlarında değil, binayı bu hale getiren toplum mühendislerinde!
Toplum mühendisleri sadece toplumu birbirine düşürmekle kalmadılar, devletin de dibini çıkardılar!
Bu, kendini her an toplumu yönlendirmeyi görev bilmiş toplum mühendisleri şimdi birbirleri ile iktidar savaşına girdiler…Eğreti bir binanın sahipliliği savaşı bu!...ne kadar akılcı değil mi? Ben kimim ki toplumu kendi değerlerimde birleştireceğim diyen yok, aslında bu beceriksiz toplum mühendislerinin toplumdan haberleri bile yok.
Can Dündar, bugün Milliyet gazetesindeki köşesinde, devletin dibinin çıktığından söz etmiş.(Can Dündar - "Al sana açık toplum!" - Milliyet 17.11.2009)
Diyorki “Neredeyse pornografik bir teşhir kampanyasıyla karşı karşıyayız. Dip neresiyse oraya yaklaşmışa benziyoruz. Sevinilecek bir gelişme sayılabilir, ancak unutulmamalı ki, bizim “saçılım”, bir demokratikleşme hamlesinin neticesi olarak değil, bir “iktidar savaşı”nın uzantısı olarak geldi gündeme...O yüzden de savaşın taraflarının aralarında uzlaşıp tırnaklarını içeri çekme ihtimali her zaman var. Oysa o tırnakların içeri çekilmesi değil, derhal kesilmesi gerekiyor. Yani ateşkese değil, silah bırakmaya ihtiyaç var…Devletin dibi çıktı.İrin ortalığa aktı.Temizlemezsek pislik içinde yaşar gideriz”.
Öyle ya, devlet kurumlarının iktdarda güç kazanma ve toplumu yönlendirme hamlelerini bir bir izliyoruz. Biri açılım derken, diğeri hemen başka bir arguman buluyor, örneğin “telekulak” diyor. Biri “Ama Albay da bak böyle yapmış” diyor, diğeri “sen şu kişiler de bak diyip andıçlıyor”. “Siyasete bulaşma artık” denildiğinde “sen yargıya bak” dercesine bir diğer hamle geliyor. Her gün yeni bir ihbar mektubu ortaya çıkıyor…
Devletin kurumları birbirini deşifre ediyor, hani derler ya ortalık “pazar yeri” gibi, devletin kurumları karmançor. Bina sallanıyor, içindekiler de sadece seyrediyorlar!
Toplum mühendisliği artık iflas etti, ama 1930 lardan beri değişmeyen zihniyet sahipleri, toplum mühendisliğinin iflas ettiğinin farkında bile değiller. Öyle bir aymazlık ki bu; tüm toplum değişirken, bu toplum mühendisleri hala kendi güç ve ayrıcalıklı konumlarını korumak adına dibi çıkmış bir bina için “senin, benim kavgası” na devam ediyorlar.
Bu bina artık sallanıyor…çivileri her bir yere dağılmış, üstüne basan toplumun ayağına batar hale geldi. Suç önce kendimizde, dışarılara bakmaya ne gerek var. Kabahati dışarıdan önce kendimizde arayalım. Değişen dünya koşullarına, kuramlarına ayak uyduramayan, askeri ve bürokratik devlet kurumlarının bugüne kadar yaptığı toplum mühendisliği bu topluma en büyük zararı vermiştir.
Bu pislik içinde yaşamaya devam mı edelim?
Türkiye, bu kifayetsiz ve bir o kadar da ceberrut toplum mühendislerinin elinde heba mı olsun?
Karar sizin!
Toplum mühendisleri, topluma resmi devlet ideolojisini empose edebilmek, toplumun kendi iradesi dışında yönlendirebilmek için öyle bir çimento kardılar, öyle bir bina inşa ettiler ki, şimdi dibi sallanan, çivileri her bir yana dağılmış ucubet bir bina, eğreti ve içinde yaşaması tehlike arzeder bir halde orta yerde duruyor.
Binanın içinde yaşayan toplum da korku ve güvensizlik içinde, mutsuz ve umutsuzluktan birbirlerine düşman halde ve bir diğerinden nefret ederek yaşamlarına devam ediyor. Halbuki suç; içinde yaşayanlarında değil, binayı bu hale getiren toplum mühendislerinde!
Toplum mühendisleri sadece toplumu birbirine düşürmekle kalmadılar, devletin de dibini çıkardılar!
Bu, kendini her an toplumu yönlendirmeyi görev bilmiş toplum mühendisleri şimdi birbirleri ile iktidar savaşına girdiler…Eğreti bir binanın sahipliliği savaşı bu!...ne kadar akılcı değil mi? Ben kimim ki toplumu kendi değerlerimde birleştireceğim diyen yok, aslında bu beceriksiz toplum mühendislerinin toplumdan haberleri bile yok.
Can Dündar, bugün Milliyet gazetesindeki köşesinde, devletin dibinin çıktığından söz etmiş.(Can Dündar - "Al sana açık toplum!" - Milliyet 17.11.2009)
Diyorki “Neredeyse pornografik bir teşhir kampanyasıyla karşı karşıyayız. Dip neresiyse oraya yaklaşmışa benziyoruz. Sevinilecek bir gelişme sayılabilir, ancak unutulmamalı ki, bizim “saçılım”, bir demokratikleşme hamlesinin neticesi olarak değil, bir “iktidar savaşı”nın uzantısı olarak geldi gündeme...O yüzden de savaşın taraflarının aralarında uzlaşıp tırnaklarını içeri çekme ihtimali her zaman var. Oysa o tırnakların içeri çekilmesi değil, derhal kesilmesi gerekiyor. Yani ateşkese değil, silah bırakmaya ihtiyaç var…Devletin dibi çıktı.İrin ortalığa aktı.Temizlemezsek pislik içinde yaşar gideriz”.
Öyle ya, devlet kurumlarının iktdarda güç kazanma ve toplumu yönlendirme hamlelerini bir bir izliyoruz. Biri açılım derken, diğeri hemen başka bir arguman buluyor, örneğin “telekulak” diyor. Biri “Ama Albay da bak böyle yapmış” diyor, diğeri “sen şu kişiler de bak diyip andıçlıyor”. “Siyasete bulaşma artık” denildiğinde “sen yargıya bak” dercesine bir diğer hamle geliyor. Her gün yeni bir ihbar mektubu ortaya çıkıyor…
Devletin kurumları birbirini deşifre ediyor, hani derler ya ortalık “pazar yeri” gibi, devletin kurumları karmançor. Bina sallanıyor, içindekiler de sadece seyrediyorlar!
Toplum mühendisliği artık iflas etti, ama 1930 lardan beri değişmeyen zihniyet sahipleri, toplum mühendisliğinin iflas ettiğinin farkında bile değiller. Öyle bir aymazlık ki bu; tüm toplum değişirken, bu toplum mühendisleri hala kendi güç ve ayrıcalıklı konumlarını korumak adına dibi çıkmış bir bina için “senin, benim kavgası” na devam ediyorlar.
Bu bina artık sallanıyor…çivileri her bir yere dağılmış, üstüne basan toplumun ayağına batar hale geldi. Suç önce kendimizde, dışarılara bakmaya ne gerek var. Kabahati dışarıdan önce kendimizde arayalım. Değişen dünya koşullarına, kuramlarına ayak uyduramayan, askeri ve bürokratik devlet kurumlarının bugüne kadar yaptığı toplum mühendisliği bu topluma en büyük zararı vermiştir.
Bu pislik içinde yaşamaya devam mı edelim?
Türkiye, bu kifayetsiz ve bir o kadar da ceberrut toplum mühendislerinin elinde heba mı olsun?
Karar sizin!
Etiketler:
açılım,
devlet,
toplum,
toplum mühendisleri
16 Kas 2009
Cat Stevens (Yusuf İslam), 33 yıl sonra yeniden sahnede
O’nu "Lady D'Arbanville”, “Morning has broken”, “Wild World”, “Father and Son” şarkıları ile sevdik. O’nun, akustik gitarının eşliğindeki kadife sesine hayran olduk…hatta aşık olduk.
Taze gençliğini, 1970 li yılların başında yaşamış olup da, Cat Stevens dinlemeyen, etkilenmeyen, hayalden hayale sürüklenmeyen var mıdır? Bir kadına söylenebilecek en güzel, en hisli şarkıyı, "Lady D'Arbanville” i dinlerken, o gizemli kadın yerinde olmayı kimbilir kaç genç kız düşlemiştir.
Ya da tüm gece uyumayıp, sabah karşı “Morning has broken” ile kim bilir kaç kez güneşin doğuşuna şahit olmuşuzdur, o güneş o gün bam başka doğmuştur. Şarkının, İsa’nın doğduğu sabahı anlattığını çok sonraları öğrenmiştim ama din engel değildi ki o gitar ve piyano eşliğindeki doyumsuz tadı almaya, o nağmelerle günü güzel yapmaya. Cat Stevens, o şarkıyı okurken daha sonra Müslüman olacağını hiç aklına getirmiş miydi?
Din, engel miydi bir şarkıyı söylemek? Veya dinlemek, duygulanmak için?
Cat Stevens,1977‘de Müslümanlığı seçtiğinde dünyada kendini “laik” olarak nitelendiren bir kesim ayağa kalktı, ismini Yusuf İslam yaptı, ‘kendini dine ve dini eğitime adadı, artık ilahiler okuyor ‘ diye, neredeyse Usama Bin Ladin gibi görülmeye, terörist muamelesi görmeye başladı. Amerika’ya girişi bile yasaklandı. Öylesine bir baskı kuruldu ki; 11 Eylül olayından sonra tekrar Cat Stevens ismini kullanmak zorunda kaldı.
Benim için ise, hiç farketmedi…Ha Cat Stevens, Ha Yusuf İslam! O benim için hep “Lady D'Arbanville” di, “Morning has broken” dı. Halen de öyle, halen aynı sevgi ve tutkuyla dinliyorum. Sanatçı olabilmek de bu değil midir?... 40 yıl sonra bile aynı tadı, aynı doyumu verir…O’nu dinler dinler yine de doyamazsınız. Tıpkı ilk gençlikteki gibi.
Can Dündar, Cat Stevens ile Müslüman olduktan sonra Londra’da yaptığı bir söyleşisinde ona hiç eski plaklarını, şarkılarını ya da gitarını özleyip özlemediğini sormuş; Cat Stevens is "Hayır" dememiş, "Pek özlemiyorum" demiş. Zaten Müslüman olduktan sonra ilahilerle uğraştı ancak gitarı yeniden eline alması için aradan baya uzunca bir zaman geçmesi gerekti. Ancak gerçek hayranları, Yusuf İslam olunca da onun eski şarkılarını dinlemeyi sürdürdü…her ne kadar Yusuf İslam, zaman zaman Cat Stevens hayranlarına garipseyerek baksa bile.
İnsanın kendini bulması, kendine saygı duyabilmesi için bazı arayışlarda bulunduğu dönemleri vardır, bir tutkunun bir izin peşinden sorgusuz sualsiz gidersiniz. Bunca duygu yüklü şarkıları yapabilmek ve dünyada müziğin artık dev bir endüstriye dönüştüğü bir dönemde, bu dünyadan kaçmak, dişlilerin arasından çıkmak, kurtulmak için, Cat Stevens da ilahi bir tutkunun peşinden gitti ve ona tutundu…ben buna saygı duyuyorum. Ama müzik adamının müzikten kopması elbette düşünülemezdi. Ünlü bir pop yıldızıyken 27 yaşında bunalıma girip. Kur'an'la tanışmasını ve "Bana huzur veren tek şey" dediği İslamiyet'i seçerek farklı bir hayata kapılarını açmasını hiç bir zaman yadırgamadım. Hatta şu sözlerini çok doğru bulduğumu da ifade etmek istiyorum… “ Kur’an’ı okumadan önce Müslümanları tanımış olsaydım, Müslüman olmazdım” !
İşte şimdi yeniden Cat Stevens…benim için ön sıfatsız bir Cat Stevens. Uzunca bir süreden sonra İngiltere’de yeniden sahnelere çıkacak, yeniden turne yapacak ve yeniden Wild World, Father and Son, Lady D'Arbanville gibi efsanevi şarkılarını seslendirecek. Cat Stevens, gitarını eline alacak ve yeniden o doyumsuz şarkılarını hayranlarına okuyacak, Moonshadow (Ay Gölgesi) adlı müzikalde de rol alacak. Cat Stevens, en son 1976 yılında turneye çıkmış. 15 Kasım'da başlayacak yeni turnede Dublin, Birmingham, Liverpool ve Londra'da konserler verecek.
Din, müziğe engel değil ki…keşke Türkiye’ye de gelse. Barışın ve de müziğin dili, dini, ırkı olur mu?... Evrenseldir.
Cat Stevens da, Yusuf İslam da evrenseldir. Şarkılarıdır onu evrensel yapan!
İşte 33 yıldan sonra yeniden sahnelerde!
Can Dündar'ın, Yusuf İslam'la söyleşisi - 2004
Cat Stevens'in hayatı
Taze gençliğini, 1970 li yılların başında yaşamış olup da, Cat Stevens dinlemeyen, etkilenmeyen, hayalden hayale sürüklenmeyen var mıdır? Bir kadına söylenebilecek en güzel, en hisli şarkıyı, "Lady D'Arbanville” i dinlerken, o gizemli kadın yerinde olmayı kimbilir kaç genç kız düşlemiştir.
Ya da tüm gece uyumayıp, sabah karşı “Morning has broken” ile kim bilir kaç kez güneşin doğuşuna şahit olmuşuzdur, o güneş o gün bam başka doğmuştur. Şarkının, İsa’nın doğduğu sabahı anlattığını çok sonraları öğrenmiştim ama din engel değildi ki o gitar ve piyano eşliğindeki doyumsuz tadı almaya, o nağmelerle günü güzel yapmaya. Cat Stevens, o şarkıyı okurken daha sonra Müslüman olacağını hiç aklına getirmiş miydi?
Din, engel miydi bir şarkıyı söylemek? Veya dinlemek, duygulanmak için?
Cat Stevens,1977‘de Müslümanlığı seçtiğinde dünyada kendini “laik” olarak nitelendiren bir kesim ayağa kalktı, ismini Yusuf İslam yaptı, ‘kendini dine ve dini eğitime adadı, artık ilahiler okuyor ‘ diye, neredeyse Usama Bin Ladin gibi görülmeye, terörist muamelesi görmeye başladı. Amerika’ya girişi bile yasaklandı. Öylesine bir baskı kuruldu ki; 11 Eylül olayından sonra tekrar Cat Stevens ismini kullanmak zorunda kaldı.
Benim için ise, hiç farketmedi…Ha Cat Stevens, Ha Yusuf İslam! O benim için hep “Lady D'Arbanville” di, “Morning has broken” dı. Halen de öyle, halen aynı sevgi ve tutkuyla dinliyorum. Sanatçı olabilmek de bu değil midir?... 40 yıl sonra bile aynı tadı, aynı doyumu verir…O’nu dinler dinler yine de doyamazsınız. Tıpkı ilk gençlikteki gibi.
Can Dündar, Cat Stevens ile Müslüman olduktan sonra Londra’da yaptığı bir söyleşisinde ona hiç eski plaklarını, şarkılarını ya da gitarını özleyip özlemediğini sormuş; Cat Stevens is "Hayır" dememiş, "Pek özlemiyorum" demiş. Zaten Müslüman olduktan sonra ilahilerle uğraştı ancak gitarı yeniden eline alması için aradan baya uzunca bir zaman geçmesi gerekti. Ancak gerçek hayranları, Yusuf İslam olunca da onun eski şarkılarını dinlemeyi sürdürdü…her ne kadar Yusuf İslam, zaman zaman Cat Stevens hayranlarına garipseyerek baksa bile.
İnsanın kendini bulması, kendine saygı duyabilmesi için bazı arayışlarda bulunduğu dönemleri vardır, bir tutkunun bir izin peşinden sorgusuz sualsiz gidersiniz. Bunca duygu yüklü şarkıları yapabilmek ve dünyada müziğin artık dev bir endüstriye dönüştüğü bir dönemde, bu dünyadan kaçmak, dişlilerin arasından çıkmak, kurtulmak için, Cat Stevens da ilahi bir tutkunun peşinden gitti ve ona tutundu…ben buna saygı duyuyorum. Ama müzik adamının müzikten kopması elbette düşünülemezdi. Ünlü bir pop yıldızıyken 27 yaşında bunalıma girip. Kur'an'la tanışmasını ve "Bana huzur veren tek şey" dediği İslamiyet'i seçerek farklı bir hayata kapılarını açmasını hiç bir zaman yadırgamadım. Hatta şu sözlerini çok doğru bulduğumu da ifade etmek istiyorum… “ Kur’an’ı okumadan önce Müslümanları tanımış olsaydım, Müslüman olmazdım” !
İşte şimdi yeniden Cat Stevens…benim için ön sıfatsız bir Cat Stevens. Uzunca bir süreden sonra İngiltere’de yeniden sahnelere çıkacak, yeniden turne yapacak ve yeniden Wild World, Father and Son, Lady D'Arbanville gibi efsanevi şarkılarını seslendirecek. Cat Stevens, gitarını eline alacak ve yeniden o doyumsuz şarkılarını hayranlarına okuyacak, Moonshadow (Ay Gölgesi) adlı müzikalde de rol alacak. Cat Stevens, en son 1976 yılında turneye çıkmış. 15 Kasım'da başlayacak yeni turnede Dublin, Birmingham, Liverpool ve Londra'da konserler verecek.
Din, müziğe engel değil ki…keşke Türkiye’ye de gelse. Barışın ve de müziğin dili, dini, ırkı olur mu?... Evrenseldir.
Cat Stevens da, Yusuf İslam da evrenseldir. Şarkılarıdır onu evrensel yapan!
İşte 33 yıldan sonra yeniden sahnelerde!
Can Dündar'ın, Yusuf İslam'la söyleşisi - 2004
Cat Stevens'in hayatı
12 Kas 2009
Turkuazoo; Dev akvaryum İstanbul’a yakıştı
Heyecan dolu muhteşem bir deneyim; Dev akvaryumların arasında, suyla kaplı bir tünelin içinde, okyanusların en gözalıcı ve en heyecan verici canlılarının arasında dolaşıyor olmak, onlarla birlikte yüzüyormuş hissine kapılmak…suların derinliğine kendinizi kaptırarak deniz dibine has cıngılların eşliğinde bu dünyadan kopmak, suyun dünyasına geçmek…su ve canlıları ile bütünleşmek!
Gerçekten çok heyecan verici…ben bunu gördüm ve yaşadım. Bahama Adaları’nın, Nassau şehrindeki muhteşem Paradise Island (Cennet Adası) bölgesinde yine aynı muhteşemlikte bir otel vardır..."Paradise Atlantis Hotel". Bu otelde beni etkileyen ve anımda yer etmesini sağlayan üç şey; Denizi içine alacak şekilde tasarlanmış ve inşa edilmiş olan otelin mermerleri Afyon şehrimizden ve Afyon’dan giden mermer işçileri imzalı. Bir diğer etkilendiğim özelliği, resmen olmasa da Michael Jackson’un bu otelin gizli sahibi olduğu söylentisi ve nihayet “Atlantis Aquarium”…otelin devasa alanı içerisinde yer alan “dev akvaryum”. Bu öyle bir akvaryum ki; Karayiblerin tam da ortasında, ekzotik bir su altı dünyası sizi kucaklıyor ve hatta her yanınızı kuşatıyor. Kafanızın kaldırıp baktığınızda, sağınızda, solunuzda, yürüdüğünüz platormlar ve su altı tünellerinde, deniz canlılarının tüm örnekleri var…sanki elinizi atsanız bir vatosa değecek veya rengarenk bir diğer balık sürüsüne dokunacak veya 18 m uzunluğundaki dev balina köpekbalığı sizi yutacak gibi…adrenalin dorukta ama bir o kadar da muhteşem bir görüntü ve his…sanki siz de onlar gibi su’ya ait bir canlısınız! O günden beri, dev akvaryumlar hep ilgimi çekti. Barcelona’dakini de gördüm, Brüksel’de yine bir otelin içine konumlanmış olanını da…her gittiğim yerde eğer orada bir su dünyası ve akvaryum varsa mutlaka görmeye gittim.
Japonya Osaka’daki ve daha sonra inşa edilen ABD Atlanta’daki Georgia Akvaryumu, sanırım dünyadakilerin en büyükleri. Onları görme olanağı bulamadım ama dev akvaryumların yapım teknolojileri genelde birbirinin aynı. Bu dev akvaryumlar taşıdığı su kütlesinin büyüklüğü ve içindeki deniz veya tatlı su canlılarının çeşitliliği ile derecelendiriliyor ve sansasyon yaratabiliyor. 30 milyon litreden fazla su alan Georgia Akvaryumu’nda 125 bin civarında balık ve deniz canlısı varmış. Yunuslar, dev yengeçler, vatoslari kaplumbağalar ve köpek balıkları, özellikle balina köpek balıkları ise dev akvaryumların vazgeçilmez canlıları. Mercanlar, denizanaları, yosunlar, deniz dibi yaratıkları...Tabi ki tüm bunların sunuluş biçimleri de önemli. Su altı canlıları ile bir arada dolaşıyorsunuz ama güvende olduğunuzu da biliyorsunuz .
Dev akvaryumlar “metakrilat” denilen camdan daha saydam ve daha sağlam aynı zamanda daha pahalı bir maddeden yapılıyormuş. Akrilik de deniyor. Bu madde sayesinde çok büyük boyutlarda düz ya da bombeli yüzeyler elde edebiliyor ve iki plaka arasındaki kaynama noktası hemen hemen hiç görünmüyor, dolayısıyla da izleyicilerin bakış açısını rahatsız etmiyor.
Bu akvaryumlar, evet kar amacı güdüyor ve baya pahalı yatırımlar ancak hepsinde de çevrenin korunması gerektiği vurgulanıyor. Bunun için de akvaryumlarda görseller düzenleniyor, çevreci mesajlar veriliyor. Özellikle çocuklara yönelik eğitim programları ve turları düzenleniyor. Psikologlar bu dev akvaryumların sadece çocuklara değil, büyüklere de son derece yararlı olduğunu belirtiyorlar.
Dev akvaryumların bir örneği de İstanbul’da açıldı…Turkuazoo. Türkiye’de bir ilk !
Bu dev akvaryumla ilgili internetteki haberlerden edindiğim bilgiyi aktarmak istiyorum, çünkü henüz görmedim ; Turkuazoo toplam 23 akvaryumdan oluşuyor, hem tatlı su hem de deniz suyu bölümleri var. Toplam 3 kat üzerine, 8000 metrekare alana yayılmış. Dev akvaryumda, tatlı su, tuzlu su, okyanus balıkları ve tropikal balıkların yanı sıra beş farklı köpekbalığı türü ve nesli tükenen orfoz da yer alıyor. Turkuazoo'nun içinde yer alan akrilik su tünelleriyle balıklar "onlarla birlikte yüzüyormuşçasına" 270 derece açıdan izlenebiliyor. Çocuklara ayrılmış olan bölümde eğitim programları da düşünülmüş, sualtı eğitimlerinden, çevre korumaya kadar pek çok alanda bilgi veren programların sonunda çocuklara birer sertifika veriliyor. Turkuazoo ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için web sitesini inceleyebilirsiniz. TURKUAZOO
Dev akvaryum projesi, Türkiye ve İstanbul için gerçekten ileri düzeyde ve beklenen bir proje idi. Dünyanın artık pek çok yerinde su altı dünyasını yaşatan dev akvaryumlar kuruluyor, sadece akvaryumla kalmayıp çevresine de bir su dünyası inşa ediliyor. Aqua parklar, dev dalga havuzları, yapay tropik adalarla dev su kompleksleri oluşturuluyor. Dünyada çok farklı eğlence anlayışları ve kültürleri var. Türkiyemiz’de de olmalı. Geç bile kalındı.
Turkuazoo, İstanbul’a yakışmış.
Gerçekten çok heyecan verici…ben bunu gördüm ve yaşadım. Bahama Adaları’nın, Nassau şehrindeki muhteşem Paradise Island (Cennet Adası) bölgesinde yine aynı muhteşemlikte bir otel vardır..."Paradise Atlantis Hotel". Bu otelde beni etkileyen ve anımda yer etmesini sağlayan üç şey; Denizi içine alacak şekilde tasarlanmış ve inşa edilmiş olan otelin mermerleri Afyon şehrimizden ve Afyon’dan giden mermer işçileri imzalı. Bir diğer etkilendiğim özelliği, resmen olmasa da Michael Jackson’un bu otelin gizli sahibi olduğu söylentisi ve nihayet “Atlantis Aquarium”…otelin devasa alanı içerisinde yer alan “dev akvaryum”. Bu öyle bir akvaryum ki; Karayiblerin tam da ortasında, ekzotik bir su altı dünyası sizi kucaklıyor ve hatta her yanınızı kuşatıyor. Kafanızın kaldırıp baktığınızda, sağınızda, solunuzda, yürüdüğünüz platormlar ve su altı tünellerinde, deniz canlılarının tüm örnekleri var…sanki elinizi atsanız bir vatosa değecek veya rengarenk bir diğer balık sürüsüne dokunacak veya 18 m uzunluğundaki dev balina köpekbalığı sizi yutacak gibi…adrenalin dorukta ama bir o kadar da muhteşem bir görüntü ve his…sanki siz de onlar gibi su’ya ait bir canlısınız! O günden beri, dev akvaryumlar hep ilgimi çekti. Barcelona’dakini de gördüm, Brüksel’de yine bir otelin içine konumlanmış olanını da…her gittiğim yerde eğer orada bir su dünyası ve akvaryum varsa mutlaka görmeye gittim.
Japonya Osaka’daki ve daha sonra inşa edilen ABD Atlanta’daki Georgia Akvaryumu, sanırım dünyadakilerin en büyükleri. Onları görme olanağı bulamadım ama dev akvaryumların yapım teknolojileri genelde birbirinin aynı. Bu dev akvaryumlar taşıdığı su kütlesinin büyüklüğü ve içindeki deniz veya tatlı su canlılarının çeşitliliği ile derecelendiriliyor ve sansasyon yaratabiliyor. 30 milyon litreden fazla su alan Georgia Akvaryumu’nda 125 bin civarında balık ve deniz canlısı varmış. Yunuslar, dev yengeçler, vatoslari kaplumbağalar ve köpek balıkları, özellikle balina köpek balıkları ise dev akvaryumların vazgeçilmez canlıları. Mercanlar, denizanaları, yosunlar, deniz dibi yaratıkları...Tabi ki tüm bunların sunuluş biçimleri de önemli. Su altı canlıları ile bir arada dolaşıyorsunuz ama güvende olduğunuzu da biliyorsunuz .
Dev akvaryumlar “metakrilat” denilen camdan daha saydam ve daha sağlam aynı zamanda daha pahalı bir maddeden yapılıyormuş. Akrilik de deniyor. Bu madde sayesinde çok büyük boyutlarda düz ya da bombeli yüzeyler elde edebiliyor ve iki plaka arasındaki kaynama noktası hemen hemen hiç görünmüyor, dolayısıyla da izleyicilerin bakış açısını rahatsız etmiyor.
Bu akvaryumlar, evet kar amacı güdüyor ve baya pahalı yatırımlar ancak hepsinde de çevrenin korunması gerektiği vurgulanıyor. Bunun için de akvaryumlarda görseller düzenleniyor, çevreci mesajlar veriliyor. Özellikle çocuklara yönelik eğitim programları ve turları düzenleniyor. Psikologlar bu dev akvaryumların sadece çocuklara değil, büyüklere de son derece yararlı olduğunu belirtiyorlar.
Dev akvaryumların bir örneği de İstanbul’da açıldı…Turkuazoo. Türkiye’de bir ilk !
Bu dev akvaryumla ilgili internetteki haberlerden edindiğim bilgiyi aktarmak istiyorum, çünkü henüz görmedim ; Turkuazoo toplam 23 akvaryumdan oluşuyor, hem tatlı su hem de deniz suyu bölümleri var. Toplam 3 kat üzerine, 8000 metrekare alana yayılmış. Dev akvaryumda, tatlı su, tuzlu su, okyanus balıkları ve tropikal balıkların yanı sıra beş farklı köpekbalığı türü ve nesli tükenen orfoz da yer alıyor. Turkuazoo'nun içinde yer alan akrilik su tünelleriyle balıklar "onlarla birlikte yüzüyormuşçasına" 270 derece açıdan izlenebiliyor. Çocuklara ayrılmış olan bölümde eğitim programları da düşünülmüş, sualtı eğitimlerinden, çevre korumaya kadar pek çok alanda bilgi veren programların sonunda çocuklara birer sertifika veriliyor. Turkuazoo ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için web sitesini inceleyebilirsiniz. TURKUAZOO
Dev akvaryum projesi, Türkiye ve İstanbul için gerçekten ileri düzeyde ve beklenen bir proje idi. Dünyanın artık pek çok yerinde su altı dünyasını yaşatan dev akvaryumlar kuruluyor, sadece akvaryumla kalmayıp çevresine de bir su dünyası inşa ediliyor. Aqua parklar, dev dalga havuzları, yapay tropik adalarla dev su kompleksleri oluşturuluyor. Dünyada çok farklı eğlence anlayışları ve kültürleri var. Türkiyemiz’de de olmalı. Geç bile kalındı.
Turkuazoo, İstanbul’a yakışmış.
Cumhuriyetimizin demokrasisi 86 yıldır eksik
Bir türlü demokratikleşemeyen Cumhuriyetimizin kuruluşunun 86.yılını kutluyoruz.
En yalın tanımı ile Cumhuriyet; " doğrudan ya da seçtiği temsilciler aracılığıyla halkın, egemenliği elinde tuttuğu yönetim biçimi" dir. Ancak geçen 86 yıl göstermiştir ki; demokrasinin doğru işlemediği ve de yeterli olmadığı bir sistemde halkın egemenliği de fazlaca bir anlam ifade etmemektedir. Cumhuriyet ile demokrasi aynı şey değildir. Demokrasi, cumhuriyetin baskın ilkesidir.
1923 ten 1945‘e kadar, cumhuriyetin demokrasi ilkesinin geçerli olmadığını görüyoruz. Cumhuriyet Halk Fırkası dışında başka bir parti yoktu ve çoğulcu bir demokrasi söz konusu değildi. Tek parti ve tek adam iktidarı ile otoriter bir cumhuriyet dönemi yaşanmış, devletin ve iktidarın niteliği, Cumhuriyetin Kurucusu Mustafa Kemal’in asker şahsiyeti ile bütünleşmiştir. Bu bütünleşme ve devletin asker niteliği günümüze kadar da kısmen değişerek özünü korumuştur. “Askeri vesayet sistemi” derken de bu ifade edilmektedir.
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren 24 yıl, ülkeyi tek parti olarak yöneten Cumhuriyet Halk Fırkası (sonraki adı Cumhuriyet Halk Partisi) ‘nın da altı oklu sembolle ifade edilen ilkeleri içinde “demokrasi” yoktur. (CHP’nin ilkeleri – cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, inkılapçılık). Teoride demokratik ancak pratikte demokratik olmayan bir devlet yapısı ve iktidarı ile halkın devleti denetleme mekanizması haliyle işlerliğe kavuşmamıştır. Devlet halk için var olması ve halkın hizmetinde olması gerekirken tam tersi halkın üzerinde, ordusu, siyasileri ve bürokratlarından oluşan seçkin ve elitlerden kurulu, ceberrut devlet modelinde kalmıştır. 1923 te kurulan Cumhuriyet, çok partili döneme geçiş ve seçimlere rağmen fazlaca değişmeden, 3 askeri darbe ve muhtıralarla kesintiye uğrayarak ve darbeler ürünü anayasaları ile “demokrasisi eksik” bir cumhuriyet olarak günümüze kadar gelmiştir.
Demokrasiden yana zayıf ama baskı ve dayatmacılıktan yana güçlü, askeri yanı ağır basan devlet yapısı ve darbe ürünü bir anayasa ile gelinen Cumhuriyetin 86. yılında halen insan hak ve özgürlüklerinin tesis edilememesi, korunamaması, silahlandırılmış bürokrasinin sivil denetime tabi tutulamaması gibi problemler ve bunların doğurduğu olumsuz sonuçlarla uğraşmaktayız (Ergenekon, irtica ile mücadele eylem planı, Kürt sorunu, yolsuzluklar v.b). “Seçkin ve yerleşik güçler” in, seçilmiş temsilcileri baskı ve tehditlerle yıldırarak iş yapamaz hale getirebildiklerine şahit olmaktayız.
Bu “oligarşik cumhuriyet” anlayışının en önemli ayaklarından birisi de siyasi partilerdir. Oligarşik bir düzende örgütlenmişlerdir ve halkın tercih ve taleplerine göre değil “seçkin ve yerleşik gücün” istekleri doğrultusunda hareket etmektedirler.
Cumhuriyetin 86.yılında halen en önemli problemlerimizden biri de devletin ekonomiye müdahalesinin azami düzeyde devam ediyor oluşudur. Devletin ekonomik egemenliği, devletin yasak koyuculuğunu da pekiştirmektedir. Bu durumda devletin küçülmesi, vergi veren halkın verdiği verginin akibetini araştırması ve yanlış uygulamalara engel olabilmesi de olanaksız hale gelmektedir.
Kronik probemlerimiz olan; işsizlik, gelir dağılımı arasında uçurum, giderek yoksullaşan geniş halk kesimleri, açlık sınırında hayata tutunmaya çalışanlar, eğitim kalitesi, sağlık ve sosyal güvenlikteki ciddi yetersizlikler, demokratik hak ve özgürlükler, insan hakları ve en kötüsü toplumsal barıştan gitgide uzaklaşma, tarihin hiçbir dönemimde görülmemiş boyutda Türk-Kürt kutuplaşması, terör belası, çeteleşme ve derin devlet yapılanması, dış güçlere bağımlılık gibi pekçok sorunla Cumhuriyetin 86. yılını karşılıyoruz.
Türkiye’nin bu kronik problemleri çözmesinin yolu güçlü bir demokrasi ve değişimden geçiyor.
Devlet küçülmeli, ekonomik egemenliğini bireylere paylaştırmalı, demokrasi, insan hak ve özgürlükleri için gereken ciddi adımlar cesaretle atılmalı, devlet ceberrut değil halkının hizmetinde, halkı için var olduğunu bizlere inandırmalıdır.
Ordu siyasetten elini çekmeli ki böylelikle daha az yıpranacak ve gerektiği gibi saygınlığını koruyabilecektir, sistem üzerindeki askeri gölgeyi silmelidir. Ordunun "hukuka üstünlüğü" yoktur, bunun artık kabullenilmesi gerekiyor.
Demokrasinin olmazsa olmazı, hukukun üstünlüğünü herkes kabul etmeli, hukuku bağımsız kılmak devletin asli görevi olmalı ve bireyler de hukukun üstünlüğüne mutlaka inanmalıdır.
Ve nihayet; Cumhuriyetin 86. yılına girerken, demokratik, vatandaşlık haklarının kimliklere ve ideolojilere göre ayrıştırılmadığı, devletle bireyin barışık olduğu tertemiz, sivil bir anayasa elzemdir.
Ve TÜRKİYE; tüm bu değişimleri sağlayabilecek kadar güçlüdür. Yeter ki; aramıza kin ve nefreti sokmayalım, bir diğerimize sevgi ve saygıyı çok görmeyelim. Biz başarabiliriz.
Cumhuriyet, Cumhurundur…kutlu olsun.
En yalın tanımı ile Cumhuriyet; " doğrudan ya da seçtiği temsilciler aracılığıyla halkın, egemenliği elinde tuttuğu yönetim biçimi" dir. Ancak geçen 86 yıl göstermiştir ki; demokrasinin doğru işlemediği ve de yeterli olmadığı bir sistemde halkın egemenliği de fazlaca bir anlam ifade etmemektedir. Cumhuriyet ile demokrasi aynı şey değildir. Demokrasi, cumhuriyetin baskın ilkesidir.
1923 ten 1945‘e kadar, cumhuriyetin demokrasi ilkesinin geçerli olmadığını görüyoruz. Cumhuriyet Halk Fırkası dışında başka bir parti yoktu ve çoğulcu bir demokrasi söz konusu değildi. Tek parti ve tek adam iktidarı ile otoriter bir cumhuriyet dönemi yaşanmış, devletin ve iktidarın niteliği, Cumhuriyetin Kurucusu Mustafa Kemal’in asker şahsiyeti ile bütünleşmiştir. Bu bütünleşme ve devletin asker niteliği günümüze kadar da kısmen değişerek özünü korumuştur. “Askeri vesayet sistemi” derken de bu ifade edilmektedir.
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren 24 yıl, ülkeyi tek parti olarak yöneten Cumhuriyet Halk Fırkası (sonraki adı Cumhuriyet Halk Partisi) ‘nın da altı oklu sembolle ifade edilen ilkeleri içinde “demokrasi” yoktur. (CHP’nin ilkeleri – cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, inkılapçılık). Teoride demokratik ancak pratikte demokratik olmayan bir devlet yapısı ve iktidarı ile halkın devleti denetleme mekanizması haliyle işlerliğe kavuşmamıştır. Devlet halk için var olması ve halkın hizmetinde olması gerekirken tam tersi halkın üzerinde, ordusu, siyasileri ve bürokratlarından oluşan seçkin ve elitlerden kurulu, ceberrut devlet modelinde kalmıştır. 1923 te kurulan Cumhuriyet, çok partili döneme geçiş ve seçimlere rağmen fazlaca değişmeden, 3 askeri darbe ve muhtıralarla kesintiye uğrayarak ve darbeler ürünü anayasaları ile “demokrasisi eksik” bir cumhuriyet olarak günümüze kadar gelmiştir.
Demokrasiden yana zayıf ama baskı ve dayatmacılıktan yana güçlü, askeri yanı ağır basan devlet yapısı ve darbe ürünü bir anayasa ile gelinen Cumhuriyetin 86. yılında halen insan hak ve özgürlüklerinin tesis edilememesi, korunamaması, silahlandırılmış bürokrasinin sivil denetime tabi tutulamaması gibi problemler ve bunların doğurduğu olumsuz sonuçlarla uğraşmaktayız (Ergenekon, irtica ile mücadele eylem planı, Kürt sorunu, yolsuzluklar v.b). “Seçkin ve yerleşik güçler” in, seçilmiş temsilcileri baskı ve tehditlerle yıldırarak iş yapamaz hale getirebildiklerine şahit olmaktayız.
Bu “oligarşik cumhuriyet” anlayışının en önemli ayaklarından birisi de siyasi partilerdir. Oligarşik bir düzende örgütlenmişlerdir ve halkın tercih ve taleplerine göre değil “seçkin ve yerleşik gücün” istekleri doğrultusunda hareket etmektedirler.
Cumhuriyetin 86.yılında halen en önemli problemlerimizden biri de devletin ekonomiye müdahalesinin azami düzeyde devam ediyor oluşudur. Devletin ekonomik egemenliği, devletin yasak koyuculuğunu da pekiştirmektedir. Bu durumda devletin küçülmesi, vergi veren halkın verdiği verginin akibetini araştırması ve yanlış uygulamalara engel olabilmesi de olanaksız hale gelmektedir.
Kronik probemlerimiz olan; işsizlik, gelir dağılımı arasında uçurum, giderek yoksullaşan geniş halk kesimleri, açlık sınırında hayata tutunmaya çalışanlar, eğitim kalitesi, sağlık ve sosyal güvenlikteki ciddi yetersizlikler, demokratik hak ve özgürlükler, insan hakları ve en kötüsü toplumsal barıştan gitgide uzaklaşma, tarihin hiçbir dönemimde görülmemiş boyutda Türk-Kürt kutuplaşması, terör belası, çeteleşme ve derin devlet yapılanması, dış güçlere bağımlılık gibi pekçok sorunla Cumhuriyetin 86. yılını karşılıyoruz.
Türkiye’nin bu kronik problemleri çözmesinin yolu güçlü bir demokrasi ve değişimden geçiyor.
Devlet küçülmeli, ekonomik egemenliğini bireylere paylaştırmalı, demokrasi, insan hak ve özgürlükleri için gereken ciddi adımlar cesaretle atılmalı, devlet ceberrut değil halkının hizmetinde, halkı için var olduğunu bizlere inandırmalıdır.
Ordu siyasetten elini çekmeli ki böylelikle daha az yıpranacak ve gerektiği gibi saygınlığını koruyabilecektir, sistem üzerindeki askeri gölgeyi silmelidir. Ordunun "hukuka üstünlüğü" yoktur, bunun artık kabullenilmesi gerekiyor.
Demokrasinin olmazsa olmazı, hukukun üstünlüğünü herkes kabul etmeli, hukuku bağımsız kılmak devletin asli görevi olmalı ve bireyler de hukukun üstünlüğüne mutlaka inanmalıdır.
Ve nihayet; Cumhuriyetin 86. yılına girerken, demokratik, vatandaşlık haklarının kimliklere ve ideolojilere göre ayrıştırılmadığı, devletle bireyin barışık olduğu tertemiz, sivil bir anayasa elzemdir.
Ve TÜRKİYE; tüm bu değişimleri sağlayabilecek kadar güçlüdür. Yeter ki; aramıza kin ve nefreti sokmayalım, bir diğerimize sevgi ve saygıyı çok görmeyelim. Biz başarabiliriz.
Cumhuriyet, Cumhurundur…kutlu olsun.
Etiketler:
cumhuriyet,
cumhuriyet bayramı,
demokrasi,
devlet,
tsk
4 Eki 2009
Sen, hiç sevdiğine nar taneledin mi?
Sen, hiç birken bin tane oldun mu?
Sen, hiç aşkın nar hali oldun mu?
hüzün zamanlarının başlangıcı derler…sonbahar hüzün getirir, yapraklar alacalanır, insanın içini de alacalık sararmış…
sonbaharın hüznüne, hazana inat meyvesi…nar
alacalığa inat kıpkırmızı, ateş gibi, alacalığı kıskandırırcasına...sonbahara sitemkar, aşka davetkar, canlı mı canlı, diri mi diri…muzip bir gülümseme, döne savrula düşen yapraklara alayvari
binlerceniz düşerken toprağa, "aşkın nar hali" olurum…“bir taneden bin tane”
kenetlenirim, sım sıkı, sırt sırta, yan yana, omuz omuza…"bin taneden bir tane” olurum
özlem olurum, sevgi olurum…sevinç olurum, bir taneden bin tane yürek, bin taneden bir tane aşk olurum
çoğalan, artan olurum…artanın, artıranın olurum, birleştikçe bereketlenir, ayrıldıkça özlemin olurum
“nar mevsimini mi bekledin?”…
zordur narı ayıklamak, bir taneden bin taneye dönüştürmek…her babayiğidin harcı değildir, üstüne üstlük lekelendin mi kan kırmızısı suyuyla, kolay kolay çıkmaz, kazınır üstüne, başına, yüreğine…
hep nar mevsimini hatırlarsın, alacaya inadını, hazana sitemini, sevince sarılışını, sevgiliye kavuşmayı
“nar mevsimiydi” dersin, bir taneden bin tane olabilmenin mevsimi…
“ içimde ne çok biriktin”…
tek tek, tanelersin de tanelersin, parmakların kıpkırmızı…yüreğin alev alev, öylece dizersin tabağa, pırıl pırıl, rengi gözünü kamaştırır…taneledikçe çoğalırsın, kovarsın alacalığı…her tanede bin tane sen ve ben!
“nar mevsimi” geldi…her ağaçta bir nar, her narda bin nar tanesi olmanın keyfi de geldi
Sen, hiç sevdiğine nar taneledin mi?
Sen, hiç aşkın nar hali oldun mu?
hüzün zamanlarının başlangıcı derler…sonbahar hüzün getirir, yapraklar alacalanır, insanın içini de alacalık sararmış…
sonbaharın hüznüne, hazana inat meyvesi…nar
alacalığa inat kıpkırmızı, ateş gibi, alacalığı kıskandırırcasına...sonbahara sitemkar, aşka davetkar, canlı mı canlı, diri mi diri…muzip bir gülümseme, döne savrula düşen yapraklara alayvari
binlerceniz düşerken toprağa, "aşkın nar hali" olurum…“bir taneden bin tane”
kenetlenirim, sım sıkı, sırt sırta, yan yana, omuz omuza…"bin taneden bir tane” olurum
özlem olurum, sevgi olurum…sevinç olurum, bir taneden bin tane yürek, bin taneden bir tane aşk olurum
çoğalan, artan olurum…artanın, artıranın olurum, birleştikçe bereketlenir, ayrıldıkça özlemin olurum
“nar mevsimini mi bekledin?”…
zordur narı ayıklamak, bir taneden bin taneye dönüştürmek…her babayiğidin harcı değildir, üstüne üstlük lekelendin mi kan kırmızısı suyuyla, kolay kolay çıkmaz, kazınır üstüne, başına, yüreğine…
hep nar mevsimini hatırlarsın, alacaya inadını, hazana sitemini, sevince sarılışını, sevgiliye kavuşmayı
“nar mevsimiydi” dersin, bir taneden bin tane olabilmenin mevsimi…
“ içimde ne çok biriktin”…
tek tek, tanelersin de tanelersin, parmakların kıpkırmızı…yüreğin alev alev, öylece dizersin tabağa, pırıl pırıl, rengi gözünü kamaştırır…taneledikçe çoğalırsın, kovarsın alacalığı…her tanede bin tane sen ve ben!
“nar mevsimi” geldi…her ağaçta bir nar, her narda bin nar tanesi olmanın keyfi de geldi
Sen, hiç sevdiğine nar taneledin mi?
Etiketler:
aşk,
hazan,
hüzün,
nar,
nar mevsimi,
nar tanesi,
sevgi,
sonbahar
30 Eyl 2009
Çöpten meyve toplama çocuk!
içim kanıyor çocuk!
senin
kaderin
çizilmiş
çocuk
çöpten meyve toplayan ellerine
yazmışlar
silmişler
yok etmişler
geleceğini
çöpteki meyveye
ipotek etmişler çocuk
meyveyi sev çocuk
memleketini yine de sev çocuk!
eline çöpteki meyveyi verenler utansın
sen asla utanma çocuk!
sen ara sokaklarda kaybolma
ÇOCUK!
sen de taze meyve yiyeceksin
sakın umudunu yitirme
ÇOCUK!
çöpün içindeki ellerin
içimi kanatıyor
ÇOCUK!
Ç O C U K !
senin
kaderin
çizilmiş
çocuk
çöpten meyve toplayan ellerine
yazmışlar
silmişler
yok etmişler
geleceğini
çöpteki meyveye
ipotek etmişler çocuk
meyveyi sev çocuk
memleketini yine de sev çocuk!
eline çöpteki meyveyi verenler utansın
sen asla utanma çocuk!
sen ara sokaklarda kaybolma
ÇOCUK!
sen de taze meyve yiyeceksin
sakın umudunu yitirme
ÇOCUK!
çöpün içindeki ellerin
içimi kanatıyor
ÇOCUK!
Ç O C U K !
Eyvah Çin geliyor!(amma da nazlandılar)
Tüm dünyayı çakma mallarla doldurdular… “Hereke” diye kasaba bile kurdular, Hereke halısı üretmek için. Ferrari'nin, Mercedes'in çakmasını yaptılar. Milyonlarca Çinli dünya sokaklarında dolaşıyor, elini sallasan Çinli’ye çarpıyor. Amerika’nın gölgesi gibiler, Amerika nerede Çin orada…New York Borsası Çin’e hizmet ediyor.
Çekik gözlüler 30 yıldır hazırlanıyorlar…dünyanın dört bir yanına okuma, araştırma v.s için gittiler, saz çalan ağustos böceğine inat karıncalar gibi, hiç durmadan çalıştılar.
İnsan hakları ihlalleri nedeni ile tüm dünyadan tepki alıyorlar ama çekik gözlülerin var bir bildiği ki, dünyayı kaale bile almıyorlar.
2008’de, Amerika ve Avrupa’da finansal krizin çanları çalarken, dev bankalar, finans şirketleri bir bir batarken, onlar Pekin Olimpiyatları'nın şaşaalı açılış töreninde tüm dünya ile resmen dalga geçtiler…siz halinize yanın, bakın biz neler yapabiliyoruz dercesine.
Ya komşusu Hindistan… sokaklarındaki öküzleri bile değerlendi. Yıllar öncesinin o sefalet içindeki Hindistanı bugün dünyanın bilgisayar, yazılım, arge devi haline geldi. Dünyanın dört bir yanında şirketler satın alıyorlar, tıp dünyası desen önlerinde eğiliyor. Dünyaya “akıl" satıyorlar.
Çin ve Hindistan, ekonomik ve siyasi işbirliği ile, 30 yıl öncesinden bugünün dünyasının ve ekonomisinin ne olacağını kestirdiler. İlk defa “Çindistan-Chindia” terimini kullanan da yine bir Hintli iktisatçı, Jairam Rameshe. Dünya nüfusunun yarıya yakınını oluşturan bu iki dev ekonomi, şimdilerde Amerika’nın ve Avrupa’nın krizden çıkış için gördükleri yegane çare. Yanlarına çekebilmek için IMF'de ki söz haklarını bile yeniden ayarlıyorlar, yeter ki Çin ve Hint sermayesi batıya aksın, yeter ki Çin ve Hint halkı tüketmeye başlasın, batının Çin'e ihracatı artsın, üretimleri değerlensin. Çin’in yıllarca ihracat yoğunluğu sonucu oluşan dış ticaret fazlasını dengelemek için de ithalata ihtiyacı var.
Artık batılılar, Çin’e, Hindistan’a akmaya başladı. Öğrenciler eğitim için Amerika yerine Çin’e gidiyorlar. Teknoloji, know-how, tıp alanlarında Hindistan’ın yegane güç olmasına çok az kaldı. Gelecek 50 yılda, dünya tek düzlem üzerinde olacaksa eğer, Çindistan bu düzlemin yegane unsuru. Çin ve Hindistan elele tutuştular, ekonomik ve stratejik ortaklıkla düzlemin temel dayanak noktaları haline geldiler.
Çin ve Hindistan, artık dünya ekonomisinin lokomotifi. Uzmanlar “krizden çıkış kesinlikle Asya ülkeleri sayesinde mümkün olacak” sözleriyle, Asya ekonomilerinin dünya ekonomisi için önemine değiniyorlar.
E tabiki biz de yerimizde saymıyoruz. Başbakanımız G-20 lerle birlikte boy göstere dursun, Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan da Çin kapılarına dayandı. 4 ay içinde 3 kez Çin’e gitmiş. Bakan, Çin’den Türkiye’ye yoğun ilgi ve talep olduğunu belirterek, "Çinliler, Türkiye'yi kendilerine partner olarak seçmiş durumdalar" diyor. Anlaşılan o dur ki “inanmak yolun yarısı eder” felsefesinden hareketle kendimizi biraz fazla hayale kaptırmış gibi görünsek de Çin’le ekonomik ilişkilerimiz çok da kötü sayılmaz.
Zafer Çağlayan, iki ülkenin birbirini yeterince tanımadığını, "Eyvah Çin geliyor" şeklindeki psikolojik baskıyla insanların kendilerini "Çin'den korumaya çalıştığını" ifade etmiş. İşin aslı, bizim de tüm batılılar gibi “ah keşke keşke Çinliler gelse” diye yanıp tutuşmakta olduğumuzdur. Çin’e 4 ayda 3 kez gitme nedeninin, Çinlilerin bize hayranlığı değil de tam tersi bizim “ah şu Çin yatırımlarından biz de nasibimizi alsak, Çin’e daha çok ihracat yapabilsek” arzusu olduğunu anlamamak mümkün değil. Bunu neden eviririz, çeviririz, açıkça söyleyemeyiz ki.
Sayın Bakan, arkasına da ekliyor, diyor ki "Fazla naz aşık usandırır". Çinliler nazlanmasın demeye getirmiş. Çin nazlanmasın da kim nazlansın...adamlar dünyanın bir numaralı ekonomisi haline geldiler.
Şimdi “Eyvah Çin geliyor” demeden, naz niyaz işlerini bir kenara bırakıp, ciddi anlamda Çindistan’la neler yapılabileceğinin ele alınması zamanıdır. Dünyanın ağırlık merkezi doğuya kayıyor, kaydı bile. Bu ağırlık merkezinin ismi Çindistan. Bizim de ağırlık merkezine doğru laf cambazlığı yapmadan direk dalış yapmamız gerekiyor.
Doğu ile Batı, tek düzlemde Türkiye’de buluşmalı! Çıkarın şu ekonomik milliyetçilik gözlüklerinizi artık!
Çekik gözlüler 30 yıldır hazırlanıyorlar…dünyanın dört bir yanına okuma, araştırma v.s için gittiler, saz çalan ağustos böceğine inat karıncalar gibi, hiç durmadan çalıştılar.
İnsan hakları ihlalleri nedeni ile tüm dünyadan tepki alıyorlar ama çekik gözlülerin var bir bildiği ki, dünyayı kaale bile almıyorlar.
2008’de, Amerika ve Avrupa’da finansal krizin çanları çalarken, dev bankalar, finans şirketleri bir bir batarken, onlar Pekin Olimpiyatları'nın şaşaalı açılış töreninde tüm dünya ile resmen dalga geçtiler…siz halinize yanın, bakın biz neler yapabiliyoruz dercesine.
Ya komşusu Hindistan… sokaklarındaki öküzleri bile değerlendi. Yıllar öncesinin o sefalet içindeki Hindistanı bugün dünyanın bilgisayar, yazılım, arge devi haline geldi. Dünyanın dört bir yanında şirketler satın alıyorlar, tıp dünyası desen önlerinde eğiliyor. Dünyaya “akıl" satıyorlar.
Çin ve Hindistan, ekonomik ve siyasi işbirliği ile, 30 yıl öncesinden bugünün dünyasının ve ekonomisinin ne olacağını kestirdiler. İlk defa “Çindistan-Chindia” terimini kullanan da yine bir Hintli iktisatçı, Jairam Rameshe. Dünya nüfusunun yarıya yakınını oluşturan bu iki dev ekonomi, şimdilerde Amerika’nın ve Avrupa’nın krizden çıkış için gördükleri yegane çare. Yanlarına çekebilmek için IMF'de ki söz haklarını bile yeniden ayarlıyorlar, yeter ki Çin ve Hint sermayesi batıya aksın, yeter ki Çin ve Hint halkı tüketmeye başlasın, batının Çin'e ihracatı artsın, üretimleri değerlensin. Çin’in yıllarca ihracat yoğunluğu sonucu oluşan dış ticaret fazlasını dengelemek için de ithalata ihtiyacı var.
Artık batılılar, Çin’e, Hindistan’a akmaya başladı. Öğrenciler eğitim için Amerika yerine Çin’e gidiyorlar. Teknoloji, know-how, tıp alanlarında Hindistan’ın yegane güç olmasına çok az kaldı. Gelecek 50 yılda, dünya tek düzlem üzerinde olacaksa eğer, Çindistan bu düzlemin yegane unsuru. Çin ve Hindistan elele tutuştular, ekonomik ve stratejik ortaklıkla düzlemin temel dayanak noktaları haline geldiler.
Çin ve Hindistan, artık dünya ekonomisinin lokomotifi. Uzmanlar “krizden çıkış kesinlikle Asya ülkeleri sayesinde mümkün olacak” sözleriyle, Asya ekonomilerinin dünya ekonomisi için önemine değiniyorlar.
E tabiki biz de yerimizde saymıyoruz. Başbakanımız G-20 lerle birlikte boy göstere dursun, Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan da Çin kapılarına dayandı. 4 ay içinde 3 kez Çin’e gitmiş. Bakan, Çin’den Türkiye’ye yoğun ilgi ve talep olduğunu belirterek, "Çinliler, Türkiye'yi kendilerine partner olarak seçmiş durumdalar" diyor. Anlaşılan o dur ki “inanmak yolun yarısı eder” felsefesinden hareketle kendimizi biraz fazla hayale kaptırmış gibi görünsek de Çin’le ekonomik ilişkilerimiz çok da kötü sayılmaz.
Zafer Çağlayan, iki ülkenin birbirini yeterince tanımadığını, "Eyvah Çin geliyor" şeklindeki psikolojik baskıyla insanların kendilerini "Çin'den korumaya çalıştığını" ifade etmiş. İşin aslı, bizim de tüm batılılar gibi “ah keşke keşke Çinliler gelse” diye yanıp tutuşmakta olduğumuzdur. Çin’e 4 ayda 3 kez gitme nedeninin, Çinlilerin bize hayranlığı değil de tam tersi bizim “ah şu Çin yatırımlarından biz de nasibimizi alsak, Çin’e daha çok ihracat yapabilsek” arzusu olduğunu anlamamak mümkün değil. Bunu neden eviririz, çeviririz, açıkça söyleyemeyiz ki.
Sayın Bakan, arkasına da ekliyor, diyor ki "Fazla naz aşık usandırır". Çinliler nazlanmasın demeye getirmiş. Çin nazlanmasın da kim nazlansın...adamlar dünyanın bir numaralı ekonomisi haline geldiler.
Şimdi “Eyvah Çin geliyor” demeden, naz niyaz işlerini bir kenara bırakıp, ciddi anlamda Çindistan’la neler yapılabileceğinin ele alınması zamanıdır. Dünyanın ağırlık merkezi doğuya kayıyor, kaydı bile. Bu ağırlık merkezinin ismi Çindistan. Bizim de ağırlık merkezine doğru laf cambazlığı yapmadan direk dalış yapmamız gerekiyor.
Doğu ile Batı, tek düzlemde Türkiye’de buluşmalı! Çıkarın şu ekonomik milliyetçilik gözlüklerinizi artık!
24 Eyl 2009
Darbe anayasası ile mi demokratik açılım yapacaksınız?
Yeni bir anayasa yapılmadan her kim ki demokratik açılımlardan söz ediyorsa…asla inanmayın!
Açılmaya çalıştıkça kapanıyoruz…çünkü biz halen sivil olmayan, bireyin demokratik hak ve özgürlüklerini, hukukun üstünlüğünü “öylesine” var sayan ve bireyin devletle değil, devletin bireyle nasıl anlaşacağını belirleyen daha doğrusu dayatan darbe ürünü bir anayasa ile yönetiliyoruz.
“Ama bu anayasa yüzde 92 gibi bir çoğunluğun onayladığı anayasa” diyenlerin sesini duymak zor değil. Evet bunca çoğunluğun kabullendiği bir anayasa da, başka amaları da var! Darbe nedeniyle “muhalefet” etme şansı var mıydı? Bizzat baş darbeci, anayasanın reklamını “ bu anayasaya hayır diyen vatan hainidir” sözleriyle yapmadı mı? Halkın, darbe yönetiminden bir an önce sivil yönetime geçme arzusunun oldu bittiye getirilmesi değil miydi?
Ve düşünün ki biz 27 yıldır böyle meşruiyeti tartışılır bir anayasa ile hakkımızı hukukumuzu elde etmeye, korumaya çalışıyoruz. Koruyamıyoruz! Böyle bir anayasa geçerli iken gerçekleştirilmeye çalışılan her “açılım” ister istemez açılmadan kapanmaya mahkumdur.
Nedir anayasa? “Birey ile devlet arasındaki hukuki sözleşme”…Birey devlete diyor ki “sen beni ancak bu şekilde yönetebilirsin, benim hakkım hukukumu bu şekilde koruyabilirsin, sen beni değil, ben seni bu şartlara göre kontrol edeceğim”… Bizim 1982 Anayasası bunun tam tersi…Devlet diyor ki "ben senin üstündeyim, seni ben bu koşullara göre kontrol ederim, yönetirim!”. Yani bireyin anayasa karşısında boynu kıldan ince ve kendini savunma hakkı yok. Halbuki anayasa dediğin; devletin, bireyin özgürlüğünü kontrolü mantığında mı kurgulanmalı, yoksa bireyin devleti kontrolü ve sınırlarını belirlemesi esas mı olmalı?
Dünya’da hangi gelişmiş ülkenin anayasası bir ideolojiye dayanır?...Anayasa dediğin ideolojiyi mi,yoksa bireyin hakkını hukukunu mu ön plana çıkartır? Anayasa eğer bir ideolojiyi ön plana alıyorsa, daha ilk maddesinden o ideolojinin dışındaki tüm bireyleri yok sayıyor demektir. Hal böyle olunca, o ülkede farklılıkları nasıl bir araya getireceksiniz? “Anayasal vatandaşlık” ideolojik ayırım gözetmez, alt kimlik, üst kimlik dayatması yapmaz. Anayasal vatandaşlık kavramında insanlar kimliklerine, ırkına göre ayrışmaz. Anasayal vatandaşlık esas ise kimsenin kimseye kalkıp “senin kimliğin şudur, sen aslında busun” diyemez, demeye hakkı olmamalıdır. Eğer diyorsa, o anayasa ideolojiktir, demokratik değildir.
İşte 1982 Anayasasının esası da budur…devletin insan için değil, insanın devlet için var olduğu”.
Biz şöyle büyük bir devletiz, böyle güçlüyüz, hatta en büyük biziz!...27 yıldır dünyadaki gelişmeleri göz ardı edip halen “biz bize” debelenip duruyoruz…Siyasi yetersizlik mi var? Evet, % 47 ye rağmen siyasi yetersizlik, cesaretsizlik, bukalemunluk var…nabza göre milliyetçi, nabza göre dinci, nabza göre demokrat…nabza göre şerbetçilik var!
Kapılarınız açılmadan bir bir kapanmaya mahkum, zira temel ve dayanaklar yanlış…
Hani nerede 5 yıl önce “yeni anayasa, sivil bir anayasa hazırlamak” ana görevimizdir diyenler? Onca çalışmalar yapıldı, herkes baş anayasa uzmanı kesilmişti. Nerede kaldı onca söylemler?...Şimdi herkes açılım uzmanı…kapalı anayasanın açılımcı elemanları!… “darbe ürünü ideolojik bir anayasa ile demokrasi yeşertmeye çalışıyorsunuz”…bu nasıl bir siyasi vizyonsuzluktur? Muhalefettekileri söz konusu bile etmiyorum, güç elden gidecek, statüko bozulacak diye dünyada eşi benzeri görülmemiş bir siyasi uslup veya uslupsuzluk içindeler…vizyon hepten yerlerde sürünüyor.
Demokratik, sadece insan haklarına saygılı değil tamamen “insan haklarına dayananan” ve yüzyıllarca Türkiye’yi, Türkiye’nin insanını devlete ezdiremeyecek bir anayasa çıkartabilmek için hiç mi ceseratiniz kalmadı? Bu kadar yeteneksiz misiniz?
Bugünün dünyasında, devletler artık ulus mühendisliği yapmayalı uzun yıllar oldu. İnsanların kimliği anayasa ile belirlenmiyor, keza dinler de anayasa ile belirlenmiyor…anayasa sadece “vatandaşlık” haklarını, hukunu, devletle arasındaki ilişkiyi belirliyor…bunu yaparken de ideolojileri değil, etnisiteyi değil, “insan” kimliğini ön plana alıyor.
Biz hala 66.maddedeki “Türk” kimliğini tartışıyoruz… “Yok efendim aslında bu madde kucaklayıcıymış, birleştiriciymiş, toparlayıcıymış, şöyle söylenirse daha doğruymuş”..v.s, v.s
Bizi toparlayacak tek unsur “anayasal vatandaşlıktır”…bunun dışındaki her madde dayatma ve zorlamadır.
66.maddenin yer almadığı bir anayasaya, sadece sivil değil, insan haklarına dayalı bir anayasaya ihtiyacımız var…hem de acilen.
Yeni bir anayasa yapılmadan her kim ki demokratik açılımlardan söz ediyorsa…asla inanmayın!
Açılmaya çalıştıkça kapanıyoruz…çünkü biz halen sivil olmayan, bireyin demokratik hak ve özgürlüklerini, hukukun üstünlüğünü “öylesine” var sayan ve bireyin devletle değil, devletin bireyle nasıl anlaşacağını belirleyen daha doğrusu dayatan darbe ürünü bir anayasa ile yönetiliyoruz.
“Ama bu anayasa yüzde 92 gibi bir çoğunluğun onayladığı anayasa” diyenlerin sesini duymak zor değil. Evet bunca çoğunluğun kabullendiği bir anayasa da, başka amaları da var! Darbe nedeniyle “muhalefet” etme şansı var mıydı? Bizzat baş darbeci, anayasanın reklamını “ bu anayasaya hayır diyen vatan hainidir” sözleriyle yapmadı mı? Halkın, darbe yönetiminden bir an önce sivil yönetime geçme arzusunun oldu bittiye getirilmesi değil miydi?
Ve düşünün ki biz 27 yıldır böyle meşruiyeti tartışılır bir anayasa ile hakkımızı hukukumuzu elde etmeye, korumaya çalışıyoruz. Koruyamıyoruz! Böyle bir anayasa geçerli iken gerçekleştirilmeye çalışılan her “açılım” ister istemez açılmadan kapanmaya mahkumdur.
Nedir anayasa? “Birey ile devlet arasındaki hukuki sözleşme”…Birey devlete diyor ki “sen beni ancak bu şekilde yönetebilirsin, benim hakkım hukukumu bu şekilde koruyabilirsin, sen beni değil, ben seni bu şartlara göre kontrol edeceğim”… Bizim 1982 Anayasası bunun tam tersi…Devlet diyor ki "ben senin üstündeyim, seni ben bu koşullara göre kontrol ederim, yönetirim!”. Yani bireyin anayasa karşısında boynu kıldan ince ve kendini savunma hakkı yok. Halbuki anayasa dediğin; devletin, bireyin özgürlüğünü kontrolü mantığında mı kurgulanmalı, yoksa bireyin devleti kontrolü ve sınırlarını belirlemesi esas mı olmalı?
Dünya’da hangi gelişmiş ülkenin anayasası bir ideolojiye dayanır?...Anayasa dediğin ideolojiyi mi,yoksa bireyin hakkını hukukunu mu ön plana çıkartır? Anayasa eğer bir ideolojiyi ön plana alıyorsa, daha ilk maddesinden o ideolojinin dışındaki tüm bireyleri yok sayıyor demektir. Hal böyle olunca, o ülkede farklılıkları nasıl bir araya getireceksiniz? “Anayasal vatandaşlık” ideolojik ayırım gözetmez, alt kimlik, üst kimlik dayatması yapmaz. Anayasal vatandaşlık kavramında insanlar kimliklerine, ırkına göre ayrışmaz. Anasayal vatandaşlık esas ise kimsenin kimseye kalkıp “senin kimliğin şudur, sen aslında busun” diyemez, demeye hakkı olmamalıdır. Eğer diyorsa, o anayasa ideolojiktir, demokratik değildir.
İşte 1982 Anayasasının esası da budur…devletin insan için değil, insanın devlet için var olduğu”.
Biz şöyle büyük bir devletiz, böyle güçlüyüz, hatta en büyük biziz!...27 yıldır dünyadaki gelişmeleri göz ardı edip halen “biz bize” debelenip duruyoruz…Siyasi yetersizlik mi var? Evet, % 47 ye rağmen siyasi yetersizlik, cesaretsizlik, bukalemunluk var…nabza göre milliyetçi, nabza göre dinci, nabza göre demokrat…nabza göre şerbetçilik var!
Kapılarınız açılmadan bir bir kapanmaya mahkum, zira temel ve dayanaklar yanlış…
Hani nerede 5 yıl önce “yeni anayasa, sivil bir anayasa hazırlamak” ana görevimizdir diyenler? Onca çalışmalar yapıldı, herkes baş anayasa uzmanı kesilmişti. Nerede kaldı onca söylemler?...Şimdi herkes açılım uzmanı…kapalı anayasanın açılımcı elemanları!… “darbe ürünü ideolojik bir anayasa ile demokrasi yeşertmeye çalışıyorsunuz”…bu nasıl bir siyasi vizyonsuzluktur? Muhalefettekileri söz konusu bile etmiyorum, güç elden gidecek, statüko bozulacak diye dünyada eşi benzeri görülmemiş bir siyasi uslup veya uslupsuzluk içindeler…vizyon hepten yerlerde sürünüyor.
Demokratik, sadece insan haklarına saygılı değil tamamen “insan haklarına dayananan” ve yüzyıllarca Türkiye’yi, Türkiye’nin insanını devlete ezdiremeyecek bir anayasa çıkartabilmek için hiç mi ceseratiniz kalmadı? Bu kadar yeteneksiz misiniz?
Bugünün dünyasında, devletler artık ulus mühendisliği yapmayalı uzun yıllar oldu. İnsanların kimliği anayasa ile belirlenmiyor, keza dinler de anayasa ile belirlenmiyor…anayasa sadece “vatandaşlık” haklarını, hukunu, devletle arasındaki ilişkiyi belirliyor…bunu yaparken de ideolojileri değil, etnisiteyi değil, “insan” kimliğini ön plana alıyor.
Biz hala 66.maddedeki “Türk” kimliğini tartışıyoruz… “Yok efendim aslında bu madde kucaklayıcıymış, birleştiriciymiş, toparlayıcıymış, şöyle söylenirse daha doğruymuş”..v.s, v.s
Bizi toparlayacak tek unsur “anayasal vatandaşlıktır”…bunun dışındaki her madde dayatma ve zorlamadır.
66.maddenin yer almadığı bir anayasaya, sadece sivil değil, insan haklarına dayalı bir anayasaya ihtiyacımız var…hem de acilen.
Yeni bir anayasa yapılmadan her kim ki demokratik açılımlardan söz ediyorsa…asla inanmayın!
Etiketler:
açılım,
anayasa,
darbe,
demokrasi,
sivil anayasa
19 Eyl 2009
İnsanın sadece insan olarak tanımlandığı bir memleket istiyorum
Ama bu memleket “Türkiye” olsun istiyorum. Bir gün bu memlekette “ben sadece insanım” diyebilecek miyiz?
Daha doğarken ayrışıyoruz, pembe ve mavi kimliklerle, pembe ve mavi giysilerle. İllaki bir yerliyiz…Karslı, Adanalı, İzmirli, Hakkarili v.s, kadın veya erkek, sağcı veya solcu, dindar veya dinsiz, Kürt veya Türk, Müslim veya Gayri Müslim, Alevi-Sünni, zengin veya fakiriz…cinsiyetimizle, cibilliyetimizle ancak “bir insanız” biz.
Hiçbir zaman sadece “ insan ” değiliz…hep bir ön tanımımız mevcut. Ölümümüze kadar bu tanımlarımızla birlikte anılıyoruz. Öldükten sonra bile bir tanımımız var…rahmetli.
İnsanın bu kadar çok tanımının, sıfatının olduğu başka bir dünya ülkesi var mıdır? Bu kadar çok tanımı olunca, Türkiye’de insanın kendisi de bilinci de karmançor ve bulanık.
Tanımımızla, önümüze eklenen kimliklerle “bir şeyiz” biz…yoksa bir hiçiz.
Tanımımız kadar saygı görebilir, kimliklerimize göre hak veya hukuk sahibi olabiliriz. Duygularımız, düşüncelerimiz, yaşam beklentilerimiz, hayallerimiz, umutlarımız…bu vasıflara göre değerlendirilmeyeli çok zaman oldu veya hiçbir zaman olmadı.
Şu yaşadığımız tüm sorunlarımız, sıkıntılarımız veya çözümsüzlüklerimiz de sadece “insan” olarak tanımlanmayıp, illaki sıfatlarımızla tanımlandığımız için ortaya çıkmıyor mu?
Yaşadığınız şehri veya köyü, mahalleyi ve sokağı, evinizi bir düşünün…etrafınızda size sadece “insan” olduğunuzu anımsatacak ne var? Nasıl bir yapılanma içinde yaşıyorsunuz? Yürüdüğünüz yol, kullandığınız vasıtalar, çalıştığınız iş yeri, okulunuz, hastaneniz…kendinizi “insan” olarak hissetmeniz için yeterli mi? Bir deprem olur binlerce insan can verir, bir yağmur yağar, çamurlarda boğulursunuz. Her an yollarda trafik teröründen telef olmanız işten bile değildir. Ya da her an haksız bir uygulamayla karşılaşıp, zulüm görür veya eziyet çekersiniz…bunların hepsi Türkiye’de mevcut, aksini iddia edebilir misiniz?
Çünkü bu memlekette insanın adı yoktur…niyet öyle gibi görünse de hiçbir şey sadece “insan” kimliğiniz için yapılmaz. Onun için de her şey eğritidir. Ekonominiz de , siyasetiniz de, siyasetçiniz de , yasalar da, devletiniz de, demokrasiniz de…bu memleketde “sadece insan” için hiçbir karar alındığı ve uygulandığı görülmemiştir…öyle söylerler, atarlar, tutarlar ama önce insan anlayışı ile değil, önce “ben” anlayışıyla. Bu anlayışı her kesimde, her kademede farkedebilirsiniz.
Bu nedenle tüm yaşantınız da ipotek altına altına alınmıştır. Özgürce düşünemezsiniz, özgürce hareket edemezsiniz, hemen çevrenizi toplum gardiyanları sarar. Sadece kimliklerinize atıfta bulunarak yargılarlar, cezanızı keserler…çünkü siz, her karşınızdaki için tanımlarınızla bir “şey” sinizdir ve bu tanımız karşınızdakine ters ise anında yok sayılırsınız. Şu meşhur “ötekileştirme” kavramı da bu şekilde oluşmuyor mu? Sizi sadece insan olarak algılayamayanlar için, hemen “öteki” siniz.
Kalıplara sokulan, tanımların ve kimliklerin arasına sıkıştırılan insanla varılan nokta işte günümüzdeki Türkiye toplumudur… ayrışmış, yabancılaşmış, hoş görüsüz, ön yargılı ve bir diğerine düşman.
Türkiye’de “insan” ihmal edilmiştir, hatta "hiç" sayılmıştır.
İnsanın sadece “insan” olarak tanımlandığı bir memleket istiyorum…ama bu memleket “Türkiye” olsun istiyorum.
Ben Türkiye’li bir insanım, çok şey mi istiyorum?
Daha doğarken ayrışıyoruz, pembe ve mavi kimliklerle, pembe ve mavi giysilerle. İllaki bir yerliyiz…Karslı, Adanalı, İzmirli, Hakkarili v.s, kadın veya erkek, sağcı veya solcu, dindar veya dinsiz, Kürt veya Türk, Müslim veya Gayri Müslim, Alevi-Sünni, zengin veya fakiriz…cinsiyetimizle, cibilliyetimizle ancak “bir insanız” biz.
Hiçbir zaman sadece “ insan ” değiliz…hep bir ön tanımımız mevcut. Ölümümüze kadar bu tanımlarımızla birlikte anılıyoruz. Öldükten sonra bile bir tanımımız var…rahmetli.
İnsanın bu kadar çok tanımının, sıfatının olduğu başka bir dünya ülkesi var mıdır? Bu kadar çok tanımı olunca, Türkiye’de insanın kendisi de bilinci de karmançor ve bulanık.
Tanımımızla, önümüze eklenen kimliklerle “bir şeyiz” biz…yoksa bir hiçiz.
Tanımımız kadar saygı görebilir, kimliklerimize göre hak veya hukuk sahibi olabiliriz. Duygularımız, düşüncelerimiz, yaşam beklentilerimiz, hayallerimiz, umutlarımız…bu vasıflara göre değerlendirilmeyeli çok zaman oldu veya hiçbir zaman olmadı.
Şu yaşadığımız tüm sorunlarımız, sıkıntılarımız veya çözümsüzlüklerimiz de sadece “insan” olarak tanımlanmayıp, illaki sıfatlarımızla tanımlandığımız için ortaya çıkmıyor mu?
Yaşadığınız şehri veya köyü, mahalleyi ve sokağı, evinizi bir düşünün…etrafınızda size sadece “insan” olduğunuzu anımsatacak ne var? Nasıl bir yapılanma içinde yaşıyorsunuz? Yürüdüğünüz yol, kullandığınız vasıtalar, çalıştığınız iş yeri, okulunuz, hastaneniz…kendinizi “insan” olarak hissetmeniz için yeterli mi? Bir deprem olur binlerce insan can verir, bir yağmur yağar, çamurlarda boğulursunuz. Her an yollarda trafik teröründen telef olmanız işten bile değildir. Ya da her an haksız bir uygulamayla karşılaşıp, zulüm görür veya eziyet çekersiniz…bunların hepsi Türkiye’de mevcut, aksini iddia edebilir misiniz?
Çünkü bu memlekette insanın adı yoktur…niyet öyle gibi görünse de hiçbir şey sadece “insan” kimliğiniz için yapılmaz. Onun için de her şey eğritidir. Ekonominiz de , siyasetiniz de, siyasetçiniz de , yasalar da, devletiniz de, demokrasiniz de…bu memleketde “sadece insan” için hiçbir karar alındığı ve uygulandığı görülmemiştir…öyle söylerler, atarlar, tutarlar ama önce insan anlayışı ile değil, önce “ben” anlayışıyla. Bu anlayışı her kesimde, her kademede farkedebilirsiniz.
Bu nedenle tüm yaşantınız da ipotek altına altına alınmıştır. Özgürce düşünemezsiniz, özgürce hareket edemezsiniz, hemen çevrenizi toplum gardiyanları sarar. Sadece kimliklerinize atıfta bulunarak yargılarlar, cezanızı keserler…çünkü siz, her karşınızdaki için tanımlarınızla bir “şey” sinizdir ve bu tanımız karşınızdakine ters ise anında yok sayılırsınız. Şu meşhur “ötekileştirme” kavramı da bu şekilde oluşmuyor mu? Sizi sadece insan olarak algılayamayanlar için, hemen “öteki” siniz.
Kalıplara sokulan, tanımların ve kimliklerin arasına sıkıştırılan insanla varılan nokta işte günümüzdeki Türkiye toplumudur… ayrışmış, yabancılaşmış, hoş görüsüz, ön yargılı ve bir diğerine düşman.
Türkiye’de “insan” ihmal edilmiştir, hatta "hiç" sayılmıştır.
İnsanın sadece “insan” olarak tanımlandığı bir memleket istiyorum…ama bu memleket “Türkiye” olsun istiyorum.
Ben Türkiye’li bir insanım, çok şey mi istiyorum?
8 milyar dolarlık silahlara “HAYIR”
Silahlar öldürmek için izin istiyor! Yaklaşık 8 milyar dolarlık silahlar…
Pentagon, Türkiye’ye 8 milyar dolarlık silah satışı için Amerikan Kongresi’nin iznini istiyor.
Kongre “yes” derse, Türkiye’ye uzun menzilli hava savunma ve füze savar füze sistemleri satacaklar.
Türkiye sınıra Patriot yığacak
Pentagon Türkiye'ye füze satışı için izin istiyor
Demek ki; Türkiye de almaya hazır, talep var ki Pentagon bu izni “resmen” istiyor.
ABD’nin NATO ülkelerine yaptığı “savunma!” satışlarında, Kongre’den itiraz gelmezse, satış izni otomatik olarak verilmiş kabul edilecekmiş.
IMF’den 20 milyar dolar alabilmek için, ense kökümüzü bile teslim ettik, Doğu’nun kalkınması için 35 milyar dolarlık GAP projesini dahi bitiremedik, ekonominin hali ortada…
8 milyar doların daha nelere ama önce “barış” için, ama önce “yaşama hakkı” için nelere yetebileceğini bir düşünün.
İsyan ediyorum; Türkiye’yi açılımlara değil, açmazlara sürükleyenlere isyan ediyorum.
Emperyalizm hamasetçileri, neredesiniz? Ordu’yu güçlü yapalım, silahları dizim dizim dizelim…son teröristi de bitirene kadar öldürelim, öldürelim…hep öldürelim! Hep ölelim!
Hadi geçin bakalım Amerika’nın önüne, engelleyin Türkiye’ye silah satışını…gösterin vatan severliğinizi! Doldurun “kardeş” edebiyatınızın içini…8 milyar dolarlık silahlara “hayır” deyin! “Biz kardeşiz, ölüm istemiyoruz” deyin…
25 yıldır silaha harcanan paralar yüzünden ne hale geldiğimizi haykırın…hadi!
Ya da resmi geçitlerde alkışlayın…“Güçlülük” naraları atın…”yeter ki ordumuz güçlensin, emperyalistler emellerine ulaşsın”….deyin deyin çekinmeyin!
Mangalda kül bırakmadınız…”emperyalistlerin oyunu” bu diye…buyrun engel olun.
“Türkiye bir bütündür, parçalanamaz”….sahi mi? işte böyle böldüler 80 yıldır. Tam da ortamızdan ikiye ayırdılar…çoktan böldüler bizi. Kafamıza çuvalları çoktan geçirdiler.
Hadi engel olun şimdi…
“8 milyar doları barış için kullanalım, insanlık için kullanalım”deyin…
“Biz kendimizi savunmayı biliriz, silahlarla işimiz yok” deyin…
“Biz barış istiyoruz, insanca yaşam hakkı istiyoruz” deyin…
Yeter artık yeni cami traşı yeter…ayağa kalkın efendiler!
Bizi öldürüyorlar farkında değil misiniz?
Pentagon, Türkiye’ye 8 milyar dolarlık silah satışı için Amerikan Kongresi’nin iznini istiyor.
Kongre “yes” derse, Türkiye’ye uzun menzilli hava savunma ve füze savar füze sistemleri satacaklar.
Türkiye sınıra Patriot yığacak
Pentagon Türkiye'ye füze satışı için izin istiyor
Demek ki; Türkiye de almaya hazır, talep var ki Pentagon bu izni “resmen” istiyor.
ABD’nin NATO ülkelerine yaptığı “savunma!” satışlarında, Kongre’den itiraz gelmezse, satış izni otomatik olarak verilmiş kabul edilecekmiş.
IMF’den 20 milyar dolar alabilmek için, ense kökümüzü bile teslim ettik, Doğu’nun kalkınması için 35 milyar dolarlık GAP projesini dahi bitiremedik, ekonominin hali ortada…
8 milyar doların daha nelere ama önce “barış” için, ama önce “yaşama hakkı” için nelere yetebileceğini bir düşünün.
İsyan ediyorum; Türkiye’yi açılımlara değil, açmazlara sürükleyenlere isyan ediyorum.
Emperyalizm hamasetçileri, neredesiniz? Ordu’yu güçlü yapalım, silahları dizim dizim dizelim…son teröristi de bitirene kadar öldürelim, öldürelim…hep öldürelim! Hep ölelim!
Hadi geçin bakalım Amerika’nın önüne, engelleyin Türkiye’ye silah satışını…gösterin vatan severliğinizi! Doldurun “kardeş” edebiyatınızın içini…8 milyar dolarlık silahlara “hayır” deyin! “Biz kardeşiz, ölüm istemiyoruz” deyin…
25 yıldır silaha harcanan paralar yüzünden ne hale geldiğimizi haykırın…hadi!
Ya da resmi geçitlerde alkışlayın…“Güçlülük” naraları atın…”yeter ki ordumuz güçlensin, emperyalistler emellerine ulaşsın”….deyin deyin çekinmeyin!
Mangalda kül bırakmadınız…”emperyalistlerin oyunu” bu diye…buyrun engel olun.
“Türkiye bir bütündür, parçalanamaz”….sahi mi? işte böyle böldüler 80 yıldır. Tam da ortamızdan ikiye ayırdılar…çoktan böldüler bizi. Kafamıza çuvalları çoktan geçirdiler.
Hadi engel olun şimdi…
“8 milyar doları barış için kullanalım, insanlık için kullanalım”deyin…
“Biz kendimizi savunmayı biliriz, silahlarla işimiz yok” deyin…
“Biz barış istiyoruz, insanca yaşam hakkı istiyoruz” deyin…
Yeter artık yeni cami traşı yeter…ayağa kalkın efendiler!
Bizi öldürüyorlar farkında değil misiniz?
Etiketler:
emperyalizm,
füze,
patriot,
pentagon,
silah
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)